3 Şubat 2023 Cuma

Memento cades DÜŞMEME TEDBİRLERİ 2

 


İktidar sahiplerine akıl vermemiz,  yazımızın 2. bölümü ile devam ediyor. Nerde kalmıştım, evet eğitim:

6)İdeolojik eğitim: Her zaman halkı cahil bırakmak olmaz. Çünkü kapitalizm, eğitilmiş emek istiyor. eğitilmemiş insanın emeği de bir işe yaramıyor. İktidarlarında bu çıkması var. Geçen yazıda hatırlarsanız, Sosyalist-Komünist ülkeler hariç, diktatörlüklerde okur-yazarlık düşük demiştim. Peki neden Sosyalist-Komünist ülkeler hariç? Çünkü zaten devrimler, üst sınıflar beraber, okur-yazar sınıfın da yurt dışına kaçmasına, devrim sebebi ile yargılanıp, idam-hapis ya da mevkiden düşmesine sebep olur. Sosyalist- Komünist devrimler ise yapısı itibarı ile  üst sınıflarla beraber, eğitimli sınıfın da çoğunu ülkeden kovar. Bu yüzden eğitimli insanların, bir eğitilmiş sınıfa ihtiyaç duyulur. Benzer bir durumu Osmanlı'da yaşamıştı. Özellikle Abdülhamit döneminde, bir okullaşma çabası  içine girer devler. Bir kaç tane kız okulu bile açılır. Gene de Cumhuriyet ilan edildiğinde kadınlarda okuma-yazma binde dörttür ve 1917'de önemli büyükelçiler ve Hariciyenin  (Dışişleri bakanlığı) çoğu memuru Ermeni ya da Rum'dur. Çünkü yabancı dil bilen Türk yoktur. Osmanlı, bir imparatorluk olarak, her milletten yeteneklerine göre faydalanıyordu. Osmanlı ailesi için Türkler, asker ve çiftçi olarak gerekliydi ve cahil kalması gerekliydi. Bu yüzden Osmanlıda en son Türkler (Araplardan sonra) matbaayı kullanmaya başladı. Milliyetçilik tüm ülkeyi sarmaya başlayınca, elde bir tek Türkler ve Anadolu halkı kaldı.

İktidarlar bu durumda, eğitimle beraber, ideolojij eğitimi de icat etmişlerdir. Eğitimin açık işlevlerinden biri de, devletin ideolojisini vermektir. Her pazartesi ve cuma günleri yapılan bayrak törenleri, zorunlu din dersleri ve derslerin içine serpiştirilen konular, bu eğitimin bir parçasıdır. İlk çağlardan beri her iktidar, gücünü eğitimle pekiştirmek istemiştir. Roma Katolik kilisesi, Rönesansla beraber yiten iktidarını, eğitimle korumak istedi ve her tarafa Cizvit kolejleri başta olmak üzere, okullar açtı. Hatta günümüzün meşhur işletme mastırı eğitimi (A.B.D'de, ev satın almaktan sonra en karlı garantili 2. yatırım kabul ediliyor), Cizvit  tarikat-ı (Doğrudan Papa'ya bağlı) tarafından verilmekte ve serfitikası onaylanmakta. Gene de bu eğitim sistemi Avrupa'da deist-Ateist sayısını artmasıan engel olamadı. Descartes'da Cizvit koleji mezunuydu. Sonraki yıllarda pek çok dinsiz, dini okullardan çıktı. Aziz Nesin, hafızdı ve 1957'de Bursa'da sürgündeyken, Kuran öğreterek para kazanmıştı. Stalin, ilahiyat mezunu, Turan Dursun Sivas ili eski müftüsüydü. Yani din eğitimi de, bitecek olan din iktidarını kurtarmıyor.

İktidarlar, istedikleri kadar müfredata kendilerini koysunlar, istedikleri kadar öğretmenler, ders kitapları, hatta çocuk kitapları onları anlatsız, çağ değiştiğinde, düşünce de değişecek ve eğitim bir şekilde hayata uymayan iktidara muhalif insanları yetiştirecektir. Eğitim, önce iktidarın düşmesiniavaşlatır, hatta engeller bile olsa, sonra düşmeyi hızlandıracaktır. Bu yüzden de pek çok iktidar, sadece gerekli teknik elemanı yetiştirmekle yetinmek ister, Tuba Ağacı Nazariyesini falan savunurlar. Oysa kapitalist hayat, çok fazla eğitimli insan ister.

7)Ey çekmek, diğer ülkelere diklenmek.  Pek tavsiye edeceğim bir yol değildir. Çoğu kez düşmeyi hem hızlandırır, hep daha kötü yapar. Bu Hışto'nun hançerlerinden en önemlisidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/10/diktatorlerin-marifetleri-histonun.html) Başka ülkelere, hele devasa imparatorluklara yalandan da olsa direnmek,  taraftarlarınızı coşturur. Öte yandan dış desteklerinizi azaltır. Uluslar arası siyasette müttefiksiz olmak da güçsüzlük sebebidir. Bir de bu ey çekenlerin başka ülkelerin karizmalarını yıkma durumları da vardır. Yani onlar da kendilerine fazla ey çekenlerin sesini kısmalıdır. Bu yüzden de ey çekenler, mahvedilmelidir.

Saddam Hüseyin,  A.B.D başkanı Bush'a, işkence gören Amerikan askerlerinin videosunu hediye etmişti. Aylarca bir kuyuda, inde saklandı. Yakalandığında, başkan Bush'la görüşmeye hazırım deyim, yakalayanları güldürmüştü. Aşağılana aşağılana sorgulandı, yargılanda ve asıldı. Benzer bir sonu da Kaddafi yaşadı.

Ancak hiçbirinin sonu, Romanya'nın diktatörü Çavuşesku kadar kötü olmadı. Kendisi Sovyetler Birliğinin kompradoru duğu Avrupa diktatörlerden biriydi. (Komprador, İspanyoca satın alan ya da mümessil demek. İşgal ettikleri ülkelerde, yerel halkla muhattap olmak istemeyen bazı İspanyol komutanlar, yerel halktan temsilcilere iş gördürmüş. Yabancı devlet ya da işgalciyle işbirliği yapanlar için kullanılan bir deyimdir. Z ve diğer yeni kuşaklar not.) Görünüşte Sovyet politikalaarından en uzak ve bağımsız liderdi. 1968 Çekoslovak isyanında, isyanı bastırmaya asker göndermeyen tek Varşoca paktı ülkesiydi Romanya. Benzer bir şekilde, A.B.D ve müttefiklerinin, Afganistan savaşını bahane ederek boykot ettiği 1980 Moskova olimpiyatlarına karşılık olarak boykot edilen 1984 Los Angeles olimpiyatlarını boykot etmeyen tek sosyalist ülkeydi. Oysa gerçekte Romanya'nın petrolü dahil tüm varlığını Sovyetlere adanmıştı. o kadar ki, bir petrol ülkesi olmasına rağmen halk, at arabası kullanıyordu. Hatta o atlar, Sovvetlerin yıkılmasından sonra kesilip, İsveç köftesi yapıldı da, Avrupa çapında skandal oldu. Varşova paktı dağılırken bir tek Romanya'da kan aktı, bir tek Romanya'da politikacılar ve istihbarat (Çavuşesku'nun çok acımasız ve kendisine sadık bir istihbarat-paramiliter örgütü vardı. Çavuşesku devrildikten sonraki iki sene boyunca terör eylemlerine devam etti.

Sovyetlerin dağıldığı kritik yıllar olan 1989-1991 arasında sadece Romanya, Kafkasya ve Orta Asya'da kan aktı. Romanya hariç doğu Avrupa, en kansız şekilde Rus egemenliğinden kurtulu. Kim ne derse desin, 1990 öncesi Varşova paktı doğu Avrupa ülkeleri, şu anki Başkursitan ya da Yakutistan devlet başkanının, Putin'den bağımsız olduğundan daha bağımsız değildi.

8)Yağ çekmek: İktidarda kalmanın bir yoldu da, eğer komprador yöneticiyseniz, koruyucunuz büyük devlete yağ çekmektir. Fakar Küba'yı yöneten Batista yönetimi gibi koruyucunuz tarafınız tarafından bile korunamıyor olabilirsiniz. Gorbaçov'da, traih gecikeni affetmez cevabı alan Eric Hooneker gibi terslenebilirsiniz.

Yağ çekseniz bile, patronunuzun gözünüzden düşebileceğiniz gibi, bir kere gözden düştünüz mü, geri dönüşünüz çok zordur. Sedat Simavi'in oğulları Haldun ve Erol Simavi'nin başına gelenler buna örnektir. Sedat Simavi, bir basın patronu olarak, kaleminizi kırın ama satmayın demişti. Bu iki kardeş ise basının en zor zamanına denk gelmiş, hayatta kalma savaşının tam ortasına kalmışlardı. 12 Eylül rejimi tepelerinde ötüyor, onlarsa Gırgır başta olmak üzere pek çok muhalif pek çok dergiye ve yazara sahiptiler. Özellikle Hava Kuvvetleri Komutası Tahsin Şahinkaya'nın tüm dünya basınının diline düşen servetini aklamak adına iki kardeş çok çalıştı. Heyhat, Sedat Simavi ilkeli basın bitmişti. Erol Simavi'nin Hürriyet gazetesini elinden aldılar, kurtlar Vadisi Pusu'nun Davud Tataroğlu'su Aydın Doğan'a verdiler(Aydın Doğan gerçekte de Kırım Tatarıdır ve kızı Vuslat Doğan Sabancı'da çok etkili biridir). Haldun Simavi'nin Günaydın gazetesi ile yok edildi, bir süre Sabah gazetesinin eki oldu. çünkü Günaydın gazetesi bir medya blogu olarak pek çok yerel gazeteyi, özellikle akşam üstü saat 16.00 gibi basılan gazeteleri barındırıyordu. Holding bunları ne kadar denetlerse denetlesin, genelde büyük ölçüde bağımsızdılar. Günaydın gazetesi ile yerel medya da büyük ölçüde zayıfladı. Bu kadar lafın aan fikri, artık istenmiyorsanız, tağ çekmek sizi kurtarmaz.

Şahinkaya olayı önemli. CASA denen İspanyol marka kalitesiz uçaklarının sklandalı, uluslar arası boyuta taşındığı için duyuldu. 12 Eylül rejimi  ve merkez medya da unutulması için çabaladı. Şahinkaya ile ilgili tek skandal, CASA olayı da değildir. Darbeden hemen sonra, o zamanlar bir kamu kuruluşu olan Petrol Ofisi istasyonlarının tamamnının Kale Seramikle döşenmesi de unutuldu. Üstelik Uğur Mumcu'nun yazdıklarına göre Tahsin Şahinkaya, İbrahim Bodur'a ihale vermeye daha albay rütbesindeyken başlamış. Diğer MBK (Milli Birlik Komitesi, Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının adı) ve o yıllarda sürekli yönetim kurulu üyesi, banka müdürü, şube müdürü falan olasn subayların da mal varlıkları şaibelidir. Zira o dönemde subaylar, müzelerdeki resimlere bile el koymuşlar ve bazıların kaybetmişlerdir. (  https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/hediyelesmede-eski-turkiye-ve-yeni.html ) 

9)Medyayı kontrol etmek: Bunu  9. madde yaptığına inanamıyorum. Napolyon bile, gazeteleri kontrol edemezsem, üç ay iktidarda kalamam dememiş miydi? 1980-1985 arası çocuk hikayelerinin %80.'den fazlası, büyüklerin sözünü dinlemeyen çocukların başına gelenlerle ilgilidir. Yani iktidarlar basını o kadar yoğun kontrol ederler. İlk çağlarda medya ya da basın, şairlerdi. Okuma-yazmanın az olduğu yıllarda insanlar ezberlerinde çok fazla şiir ezberlerdi. Devlet adamları, yöresel derebeyleri, şairleri ve saz aşıklarını maaşa bağlardı. Aşıklar,  zengin birinin oğlu öldürüldüğünde ağıt yaktıklarında, ağıt güzel olmuşsa, bahşişi avuç avuç, alırlardı. Çünkü iyi bir ağıt, dillere dolandıktan sonra sanıkların affedilmelerini engeller, idamına sebep olur, yıllarca unutulmamasını sağlardı.

Toplumu medyasız bırakmak ya da bağımsız medyasız bırakmak da önemli bir iktidarda kalma yoludur. Osmanlının yüzlerce yıl matbaayı yasaklamasının hat esnafı olduğu palavrasına inanmayın. Fatih Sultaan Mehmet, daha o zamanlar bu makinenin yeni fikirleri hızla yayacağını anlamıştı. Aslında matbaa ve benzeri makienelerin geçmişi çok eskidir. Mesela Ankara'nın Beypazarı ilçesinde halen yaşatılan ıhlamur baskı tekniği ile askerlerin, özellikle de üst düzey konutanların, padişahların ve şehzadelerin elbiselerine Kuran ayetleri ve hadisleri yazılırdı. Bu baskıya ıhlamur baskı denmesinin sebebi, baskı kalıplarının genelde ıhlamır ağacından yapılmasıdır. Gutenberg'den altı yüz yıl kadar önce Çinliller, 8. yüzyılda matbaayı yapmışlardı. Avrupa'da aydınlanma, daha 1470'lerde el yazması kitap bulmayı imkansız hale getirmişti.

Osmanlıda ve Cumhuriyette basın hep kontrol altında tutuldu ya da tutulmaya çalışıldı. Sadece Osmanlıda değil, tüm dünyada böyle oldu. Dünya genelinde çoğu ülkede klasik basın (radyo-tv-gazete-dergi), iki buçuk holdinge bağlıdır. Dönem ve devir değiştikçe, basın patronları da değişir. Bağımsız medya ise hiç istenmez. 1999 yılında, Şehriban Coşkunfrat adlı kızın, arkadaşlarınca öldürülmesiile basın devasa bie Satanizm (şeytana tapma) yaygarası kopardı. Aslında ülkemizde Satanizm o yıllarda pek yaygın değildi. Çıkarılan yaygaranın hedefi, o yıllarda yeni yeni geişmeye başlayan fotokopi medyası diyeceğimiz, İstanbul, Kadıköy'de, Akmar pasajı etrafında toplanmış dergilerdi. Henüz bir okuyucu tabanları yoktu ama potansiyel gözüküyordu. Gazete-dergi dağıtımındaki tekel de böylece kırılabilirdi. Bir fırtına ile yok edildi.

Sonraki yıllarda teknolojinin gelişmesi ile bağımsız-muhalif medyanın çoğalması,RTÜK ve benzeri kurumlarla rağmen  sürdü. Osmalıda da, 2. Abdülhamit'in ağır sansür ve muhbir ağına rağmen muhalif  medyanın çoğalmasına engel olamadı. 1997'den sonra da önce internet, sonra sosyal medya geldi ve gelişti.

Ben de bu yazıyı bloger'da, yani sosyal medyada yazıyorum. Devletler ve zenginler, bu alanı da kontrol etmek istiyor, kişleri yönlendirme ve algoritma yollar ile bunu yapmaya çalışıyor ve belki de biraz başarılı oluyor. Ancak gene de birileri yeni fikirleri üretiyor , yazıyor ve az da olsa okutuyor.

10)Erkenden ölmek: Bir diktatör ya da liderin çok yaşayanı makbul değildir. Bir sistem, kurucusu öldükten bir süre sonra yıkılırsa, en azından kurucusu rezil olmamış olur. Bir zamanlar elini öpenlerin, onu ezmek ve yok etmek için nasıl koşuşturduğuna şahit olur. Kaddafi ve Saddam, bunun için yeterli örneklerdir.

Diğer yandan erkeın ölen kişi, gerçek yüzü görülmeden ölmüştür. Alparslan Türkeş, 1995 seçimlerinden önce ölseydi, gerçek bir efsane olarak ölecekti. 1995 seçimlerinde dünürü, dişçisi, ve doktoru başta olmak üzere, parti teşkilatlarının istemediği kim varsa aday gösterip,  milletvekili bile olmadan ölmesi, en azından benim gözümde, zamanına buna hayran olarak ne aptalım fikrine sahip olmama sebep olmuştur. Bence ölümünden sonra oğlu Tuğrul'un genel başkan olmamasının ikincil sebebi budur. (Birinci sebep, olaylı kongrede olayları başlatan, dönemin Ülkü ocakları başkanı Azmi Karamahmutığulları'dır.) 

Bazı kişiler de zamanına ölselerdi, efsane ölecek, haklarındaki iddialar da hiç umursanmayacaktı. Mesela Nazlı Ilıcak, 2013 Aralık ayından, daha doğrusu  17 Aralık 2013'den evvel ölseydi, her seviyede okullara, meydanlara adı verilecek, adına gazetecilik ödülleri verilecekti. 12 Eylül ve 28 Şubat diktalarına nasıl karşı geldiği hep hatırlanacaktı. 15 Temmuz öncesi açıkça darbe çağrısı yapınca, demokratlık maskesi düştü. (Onunla beraber Çetin ve Mehmet Altan başta olmak üzere, tatlı su Liberalllerinin de maskesi düştü.) Süleyman Demirel'de, 28 şubat 1997'den önce ölseydi, bir demokrasi kahramanı olarak ölecekti. 1978 Aralık ayınca, Maraşta kan gövdeyi götürürken, bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz dediği unutulacak, el sıkışmadığı solla, yıllar sonra koalisyon yapması hatırlanacaktı. Temel oy kitlesinin erimesi sonucu, tekrar seçilemeyeceğini anlayınca, ortalığı karıştırması ve türbanlılar okumak için Suudi Arabistana gitsin gbi sözleri yüzünden, tüm ülkenin nefretini kazanarak öldü.

Pek çok diktatör, ölümünden hemen sonra düşer. En bariz olanı Stalindir. Daha cesedi soğumadan adı, kanunları ülkeden silinmeye başladı. Hayatta kalan kızı da A.B.D'ye göç etti. Bazılarının düşmesi için, ölümü üzerinden zaman geçmesi gerekir.

İspanya diktatörü Franko için bu yaklaşık elli yıldır. Ölümünden sonra elli yıl boyunca anıt mezarı kaldırılamadı ve İspanya'nın çeişitli bölgelerindeki halkın Franko ailesine gönüllü bağışladığı mülklerin tekrar devletleştirilmesi ve Franko'nun anıt mezarının sökülmesi ve geri aile mezarına taşınması, yuvarlak rakalma elli yıl aldı. Bu süre içinde İspanya demokrasiye geçti ve Sosyalist parti on dört yıl tek başına iktidar oldu.

11)Savaş veya iç savaş çıkarmak: Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşına girme nedeni olarak hazinenin boş olmasını, maaş bile verilememesini söyler. Almanlardan alınan altın marklar, maaşların verilmesini sağlamıştır. Savaş ya da iç savaş, ulusun ya da taraftarlarınızın sizin etrafında kenetlenmesini sağlar. Öte yandan savaşı kazanacaksınız diye bir şey yoktur. Savaşı iki şekilde kaybedebilirsiniz. Biri düşmana gerçek anlamda yenilerek, diğeri de Pirüs zaferi kazanarak. Pirüs zaferi, Yunanistan'ın Epir bölgesinin kralı Pirusa'nın neredeyse tüm ordusunı kaybederek, Romalılara karşı kazandığı bir zafere atıftır. Kendisi ölen askerlerinin çokluğuna bakıp, tanrıalra bir daha böyle zafer vermemesi için yalvarmıştır. Duası kabul olmuştur ki, iki yıl sonra Epir, Romalılar tarafından işgal edilmiştir.

Bu yüzden pek çok savaş, aslında her iki tarafın da yenilgisidir.  Mesela 1514 Çaldıran savaşı, bir Osmanlı zaferi olmakla beraber, Osmanlı o kadar çok asker, özellikle de Yeniçeri kaybetmiştir ki, tüm İran'ı işgal etmeyi göze alamamış, Tebriz'i işgal ettikten sonra geri dönmüş, sonraki yıllarda da Van'ın ötesinde kalıcı olamamış, Anadoludaki gayrı müslüm ailelerden de Yeniçeri ocağına devşirme alınmasına karar vermiştir. 93 Harbi de bir Rus zaferidir. Ruslar, doğuda Erzurum, batı da Yeşiköy'e kadar gelmiş, Rus generalleri, koca Osmanlı padişahını ateşkes yapmaya ayağına çağırmışlardır. Oysa bu görkemli zafer, Rusya'ya o kadar pahallıya mal olmuştur ki, çöken ekonomi sınıf savaşına ve 1917 Ekim devrimine sebep olmuş, Rusya'yı yöneten Romanov iktidarı, Osmanlı iktidarından daha evvel ve daha hazin sonla yıkılmıştır.

Bu yazı, pek çok konuda tekrarlarla dolu oldu. Konunun genel yapısı için gerekliydi. Gerçkte düşmektense, inmek daha iyi ama inmek, düşmek kadar zordur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder