6 Nisan 2017 Perşembe

CEZMİ ABİ
Cezmi Ersöz, benim üniversite yıllarımın ve öğretmenliğimin ilk yıllarımın Cezmi abimdi. Şimdiki nesil adını bilmese de, doksanlı yıllarda efsaneydi. Kitapları yok satar, Leman dergisinin tam ortasındaki yazısını okumayan kalmazdı. Leman, doksanlı yılların en çok satan haftalık yayını, Cezmi’de en çok okunan yazarıydı. 2002 yılıydı, İzmir’de, kitap fuarındaydım. Leman dergisinin diğer elemanları ile Cezmi abi, ayrı ayrı imza günü yapmışlardı. Kendisi geri kalan Leman yazar ve çizerlerinden daha fazla kitap imzalamıştı.
Asıl anlatacağım ya da anlatmam gereken, Cezmi abinin bir zamanlar çok okunduğu değil, şimdi de okunması gerektiğidir. Bu gün en azından konuşulması normal olan pek çok şey, doksanlarda tabuydu. Bu tabuları zorlayan tek yazardı. Mesela homoseksüel aşk! Kendisi homo olmadığı halde, bunların yaşamlarını yazdı. Doksanlar, güneydoğuda köylerin yandığı, Kürtçe konuşmanın yasak gibi bir şey olduğu yıllardı. Bunları her hafta, korkusuzca yazar, hemen her hafta da bir yerlerde konuşurdu. O yılların arı gibi çalışan yazarıydı. Anadolu’nun en olmadık yerlerinde imza ve söyleşi günleri yapardı. Pek çok şehre giden ilk ve son yazar, Cezmi Ersöz’dür. Gelmek için sadece yol ve konaklama masraflarını isterdi. Yol olarak otobüs bileti, konaklama içinde öğrenci evi yeterliydi onun için. Doksanlı yıllarda biz, Ülkücülerin egemenliğindeki üniversitelerde, yurtlarda, kendimiz olarak kalmak için bile mücadele ederdik. O dönemde bizi anlayan tek kişi Cezmi’ydi.
Cezmi Ersöz’ün bu nesil tarafından da keşfedilmesi gereken iki kitabından özellikle bahsetmeliyim. Haritanın Yırtılan Yeri ve Son Yüzler. Son Yüzler’den başlamalı. İstanbul’da sıradan, daha doğrusu sıradan görünüp, sıra dışı olan insanlarla röportajlarını derlemiştir. Cumhuriyet gazetesi adına yapmıştır o röportajları. Diğer çok öneli kitabı da Haritanın Yırtılan Yeri’dir. Özgür Gündem gazetesi anılarından oluşur. Doksanlı yıllarda bu gazetede yazmak, cephede savaşmak gibi ölüme yakın olmaktı. Büroları bombalanır, muhabirleri ve yazarları suikaste uğrardı. Hele e güneydoğuda, olağanüstü hal bölgesinde ise, ölüme gider gibi bir şeydir. Göreve gitmeden evvel fotoğrafa çektirirler, arkadaşlar son kez göreve giderken fotoğrafıdır. Kendisi de ekibiyle gider ve bölgeyi yazar.

Şu günlerde tekrar OHAL’i yaşarken, doksanlı yılları tekrar anlamak istiyorsak, Cezmi Ersöz’ü yeniden okumalıyız.

okuması gereken on bin kitap

SEVMEK ZAMANI- RESMİNE AŞIĞIM
Geçen gün karşılaştığım bir öğrencim, filmleri de eleştirmemi istedi. Kendisi yönetmen olma hayallerinde. Ben de bu bloğumda keşfedilmesi gereken, çok fazla bilinmeyen kitaplardan bahsetmekteyim. Filmler için de aynısını yapmaya karar verdim. 1965 yapımı, Metin Erksan’ın yönettiği sevmek zamanı da, böyle bir film. Filmi bayağı bir kesim, internetten izledi. Ben henüz izlememiş olanlar için yazıyorum.
Film, bizim bu çağda çok tükettiği bir şeyden başlıyor, fotoğraf. Bu gün ne anlamsızca tüketiyoruz fotoğrafı, hatta videoyu. Pek çok kızı instagramdan ya da diğer sosyal medyadan takip edenler, kızlara değil, resimlerine âşıktır. Başkarakter, İstanbul’un Büyük Adasında, badana yaptığı bir evdeki fotoğrafa tutkundur. İstanbul adalarındaki köşkler yazlıktır ve genelde buralara kışın giden olmaz. Bunun en başta gelen sebebi, adaların aşırı soğuk ve rutubetli havasıdır. Fakat fotoğrafın sahibi kız, kışın ortasında çıka gelir ve fotoğrafına bakan gençle karşılaşır. O da, erkeğin, kendi resmine olan aşkına âşık olur.
Filmin geri kalanında olup, biteni çok da anlatmak istemiyorum. 2016’da bile Recep İvedik’e gülen ülkede, böyle bir filmin salon bulamamış olması üzücü ama normaldir. Meşhur Canım Kardeşim filmi de gişede iflas etmiş, yapımcısını iflasın kıyısına getirmiştir. Van Gogh’un yaşarken sadece bir resim satması, Mobby Dick’e karşı eleştirilerin Herman Meville’nin yazarlığı bırakmak zorunda kalması gibi bir şeydir bu. Gerçek sanat her zaman çağdaşları tarafından anlaşılmaz.
Filmse, derin bir felsefe içerir. Modern yaşamın topluma nüfuzu ile insan anlayışındaki değişimleri sorgulamaktadır. Genç adam, kızı merak bile etmemekte, kızın hayatına girme çabalarına tepki göstermektedir. Kız ise, oğlan hakkında bir şey öğrenmek istememekte, resmine karşı olan ilginin, kendisine yönelmesini istemektedir. Kız, bu uğurda nişanlısından ayrılamaya bile razıdır. Filmin sonu ise, felsefi bir sondur ve bu sonu mutlaka izlemelidir.


BATI DÜŞÜNCESİNDE DÖNÜM NOKTASI  
Bu kitaptan bana ilk bahseden, üniversitede lisans dönemindeki hoca Yardımcı doçent Yılmaz Soyer olmuştu. Sınıfta ders anlatırken, gençliğin kitapları okumaktan ziyade, koltuk altında gezdirmesinden şikâyet etmişti. Saydığı kitaplar arasında Fritjof Capra’nın Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası kitabı da vardı. O kitap okunsa, Türkiye’nin çok değişeceğini söylemişti. Kitaba bir kasaba kütüphanesinde denk geldim ve okudum.
Kitap, Avrupa’nın gelişiminde kilisenin, özellikle de her türlü gerilemeden sorumlu tutulan Roma Katolik kilisesinin, gelişmeye katkılarını konu edinmiş.  Düz tarih okuyan birine bu komik gelecektir. Galile’ye zorla dünya düzdür dedirten, Buruno’yu diri diri yakan Roma kilisesinin Rönesans, Reform ve Aydınlanmaya ne katkısı olabilir? Oysa gerçek, Platon’un idea evreni gibi düşünce ile anlaşılabilir.
Mesela Rönesans’ın 4 büyük sanatçısı (Leonardo, Mikelangelo, Rafael, Donatello, ayrıca evet, Ninja kaplumbağalar), en önemli işlerini kilise adına yapmışlardı. Hatta Vatikan askerleri halen Mikelangelo’nun çizdiği elbiseleri giymekte. Kapitalizmin gelişmesinde de Vatikan’ın ve kilisenin etkileri göz önüne alınmalı. Modern havale sistemini kuran Tapınak şövalyeleri, 1314’de yok edilene kadar Roma’ya bağlıydı. Vatikan bankası, halen dünyanın en büyük bankalarındandır. Oxford, Cambridge, Sorbon gibi ünlü üniversiteler de, kilise okulu olarak eğitim hayatlarına başladılar. Descartes gibi aydınlanma dehaları, Cizvit koleji mezunudur. Gutenberg’in matbaasının gelişmesi, kilisenin incili çoğaltma ihtiyacı sayesinde olmuştur. MBA mastırını halen Vatikan verir. Genetiğin kurucusu Mendel’de bir papazdı. Pek çok icat, gene papazların icadıdır. Bir toplum ilerlerken, en gerici kurum da kendisinden bir katkıda bulunur.
Bu kitabı okuyan Türk sağcısının sonucu bellidir. Din, ilerlemeye engel değildir. Hem softa, hem de âlim olabiliriz, Japonya misali özümüzü kaybetmeden kalkınabiliriz vs vs. buraya bir parantez açayım. Özellikle 12 Eylül rejimi biz 70’li yılarda doğanlara Japonya’yı örnek model olarak beynimize kazıdılar. Geyşalık adı altında fahişeliği yücelten, dünyanın en büyük porno film sanayilerinden birine sahip, hele de hentai adı altında çizgi pornolarıı üreten tek ülkedir. Bakirelik dâhil, bizim cinsel tabularımızın hiç biri Japonlarda yoktur. Kadın ve erkelerin beraber yıkandıkları hamamları vardır. Yakuza denen devasa ve devlet destekli mafya grupları vardır. Japonların 1868’den sonra kabak çiçeği gibi açılıp, Batılılaşıp, sanayileştiği ise bir yanılgıdır. Portekizliler, ülkeye Hristiyanlığı yayınca, ülkedeki yabancıları kovmuşlar,  Japonların ülke dışına gitmesini, ülke dışındaki Japonların da ülkelerine dönmelerini yasaklamıştır. Japonlar, birkaç limandan ve sadece Hollandalılarla da olsa, Avrupa bilim ve tekniğini alıyor; porselen, pirinç şekerlemesi ve ipek olmak üzere önemli bir ihracat yapmaktaydılar. Hollandaca öğrenerek, batı sanat, felsefe ve bilimini takip etmekteydiler. Öyle ki Kant’ı Ruslardan ve Osmanlıdan evvel tanımışlardı. 1868’de, Türkiye’e kadar, hatta Türkiye’den büyük bir harf inkılabı yaptılar. Beş binden fazla karakteri yazılarından attılar. Avrupa dillerinden bazı sesleri alabilmek için yeni karakterler ürettiler. Öyle orta çağ yazılarını aynen korumadılar. Yani onlarda da atalarının mezar taşlarını okuyamama durumu var. Okuma demişken, Japonya’da tarih boyunca okuma yazma, erkekler arasında askla %40’ın altına düşmemiş. Japonlar kendilerine özgü bir sürü akıl hastalığı olan, 15-45 arası erkeklerde intiharın 1. neden olduğu, nüfusuna oranla en fazla intiharda 10. sırada olan bir ülke. Sağcılar, sırf devasa bir sanayisi var diye, bize ancak bu ülkeyi örnek gösterebiliyorlar. Çünkü örnek gösterebilecekleri bir Müslüman ülkeleri yok. Japonya parantezini burada kapatıyorum.
Peki, çıkarılması gereken sonuç ne olmalıdır, naçizane fikrimi, kitabı da anlatarak devam edeyim. Kitaptan anladığım kadarı ile Vatikan, bilim ilerledikçe, bilime karşı direnişi zayıflamış. Bir de mezhep kavgasını kaybettikçe, mezheplerle barışmaya çalışmış. Kitapta en fazla bahsedilen kişi Leibniz. Filozof, matematikçi, fizikçi ve biyolog olan Leibniz’in,  Hristiyan ilahiyatı için de önemli biri olduğunu anlıyoruz. Devrinin hemen her bilimiyle ilgilenmiş ve dokunduğu her bilime önemli katkılarda bulunmuş birisi. Katolik ve Protestan ilahiyatlarını uzlaştırmak ve ortak noktalarını bulmak için uğraşmış.

Bu kitap niye okunmalı? Sağcılar tamam da solcular neden okumalı sorularını cevaplamaya çalışacağım. İyi bir kitabı okumanın sağı-solu yoktur. Avrupa aydınlanmasını her yönü ile anlamak zorundayız. Bizim halen her alanda geri kalmamızın sebebi, bu aydınlanmayı başaramamış olmamızdır. Bu aydınlanma, sanayileşme sürecinde din kurumunun hep muhalif ya da pasif olduğunu düşünmek, ahmaklıktır.
ZİYA GÖKALP ÜZERİNE 
            Ziya Gökalp, tarihimize damga vurmuş biridir. Türk milliyetçiliğinin kurucu teorisyenidir. Yazdığı kitapların çoğunu okumuşumdur. Neredeyse hepsini diyeyim. Malta mektupları ve Felsefe dersleri hariç. Mesela 9 ciltte toplanmış makalelerini, Türkçülüğün Esasları ve Türkçülükle ilgili diğer kitaplarını, şiir ve destanlarını. Kendisi son derece verimli ve üretken bir yazar olmuş, hayatı boyunca.
            Sosyolog olarak yaptıkları, Durkheim’ı Türkçeye çevirmekten ibaret olmuş. Durheim’ı ve onun sosyoloji dergisinden makaleleri bir bir çevirmiş, kendi kitaplarında Durheim’dan örnekler vermiştir. Onun uzak Okyanusya adalarındaki halkla ilgili yazılarını bile Gökalp’in makalelerine bulabilirsiniz. Durheim’ın Solidarite, yani dayanışmacılık ideolojisini bile bire bir benimsemiştir. Orijinal fikri yoktur, Durkheim’ı, Türk milliyetçiliğine uyarlamıştır.
            Yazdığı destanlar muhtemelen tamamen ya da yüzde doksa- doksan beş oranında uydurmadır. Ona göre Kazak, kaçmaktan, Kırgız, kır gezmekten gelmiştir. Kazak hanı haremindeki kırk kızı pikniğe götürmüştür. Göle parmağını değdiren kırık kızı tanrı hamile bırakmıştır. Böyle bir sürü tuhaf hikayeyi destan diye anlatır ve bu hikayeler, ondan, daha doğrusu Selanik Genç Kalemler dergisindeki köşesinden başka yerden yayımlanmamıştır. Aklıma gelmişken, Gökalp’in muhtemelen Durkheim’ın dergisinden aldığı bazı okyanus adası yerlilerinin adetleri hakkında da, başka kaynak yoktur. Bazı yerlerde şamanların kadın gibi giyinip, kadın gibi cinsel ilişki kurduklarından bahseder ki, ben bu bahsi de başka kaynaklarda bulamadım.
            Bir de Ziya Gökalp’in milliyetçilik düşüncesi vardır. Aslında Türk milliyetçiliği onun çizdiği rotada ilerlemiş olsa, belli bir mesafe kat edebilirdi. Milliyetçiliğinde sorun, çok fazla din ağırlıklı olmasıdır. O kadar ki, gayrı Müslümlerin seçme seçilme hakkı olmasını istemez. Buna rağmen ölümünden doksan sene sonra sağcı gençler, ona ateist diyebilmekte. Kitap okumayan sağcıların, Tevfik Fikret ile karıştırma ihtimalleri yüksektir. Millet kelimesinin Arapça kökünde din demek olması da olayın başka bir yönü. Millet kelimesini Türkçeye sokan Namık Kemal ve arkadaşları da, ırk değil, din kardeşliğini kast ediyorlardı. Bu olay, toplumumuzdaki din olgusunun, kimlik belirlemedeki ağrılığını göstermektedir. Turancı olmasına rağmen, tehlikeli askeri maceralara karşıdır. Muhtemelen 1. Dünya savaşındaki maceralardan ders çıkarmıştır. 1. Dünya savaşı süresince, görünüşte sıradan bir milletvekili ve İstanbul üniversitesi (Darül Fünun) Sosyolji profesörüdür. Hatta Dünyanın 3. Sosyoloji bölümüdür. Gerçekte sosyolojisi, Durheim çevirilerinden ibarettir ve özellikle 1912-13 Balkan bozgunundan sonra İttihan ve Terakki’nin bir numaralı teorisyenidir. Balkan savaşında parti, giderek İslamcılık ve Osmanlıcılıktan uzaklaşıp, Türkçülük teorilerine yaklaşmıştır. Enver paşanın Irak ordusunu yalnız bırakarak Bakü’ye yönelmesi ve 1.Dünya savaşı yenilgisi sonrasında Orta Asya’ya Turan’ı kurmaya gitmesi ve Tacikistan’da ölmesi de Ziya Gökalp’in etkisidir. Savaştan sonra Malta sürgünlüğünün de etkisi ile siyasi maceralardan uzak kalmış, CHP ve Atatürk’ü fikirleri ile etkilemek yerine, Atatürk’e göre fikirlerini yenilemiştir.

            Yeni nesil, daha doğrusu nesillerdir okumadığımız pek çok yazar gibi, Ziya Gökalp’i de yeniden keşfetmeliyiz.

26 Mart 2017 Pazar

TURAN DURSUN ÜZERİNE
            Turan Dursun’un adını öldüğü zaman öğrendiğimi itiraf edeyim. O zamanlar lisedeydim, kafamın içi her açıdan karmakarışıktı. Doğu Perinçek ve ekibi o zamanlar Maoist ve Kürtçüydü. O grubun amiral gemisi sayılan 2000’e Doğru dergisi haftada iki bin civarı ancak satsa da, sansasyonel haberleri ile meşhurdu. O zamanlar Perinçek, öyle Atatürkçü falan değildi. Hatta Atatürk düşmanıydı, ona küçük burjuva devrimcisi falan derdi. Onu ve dergisini sevmezdim. Turan Dursun’a karşı ilgim de, öldürüldükten sonra başladı. Hiçbir kitabını satın almadım, hepsini de okudum. Dost kitap evinde, eski merkezinde, şimdiki TMMOB merkezi olan yerde, ayakta okudum. Gerçi ben orada Dean Connz, Stephan King romanları başta olma üzere pek çok kitabı da böylece okumuştum. Pek çok bölümü hafızamdadır. Sabiilerle ilgili olarak bir şeyler yazmıştım. Şimdi de Din Bu başta olmak üzere kitaplarını yorumlayalım.
            Din Bu kitap serisinde konu bütünlüğü yok. Özünde 2000’e Doğru başta olmak üzere, dergilerdeki yazılarından toplama bir kitap. Bu sebeple biraz da derleyip, toplayıp, sıraya koyanlara ait bir kitap olmaktadır.  Sabiiler ile ilgili yazılarından bahsetmiştim. Burada ondan bahsetmeyeceğim. Öbür türlü hatırladığım kadarı ile bir eleştiri yazacağım
            En başta eleştiriler, bilimsel olmaktan çok, popülist bir yapı taşıyor. Mesela bir bölümünde Zerdüşt dinin çok övmüş, onu sosyalist ya da eşitlikçi bir ideoloji gibi gösteremeye çalışmış. Oysa bu din, zengin İran krallarının ve aristokratlarının diniydi. Halife Ömer devrinde, Sasani sarayından deve yükü ile elmas çıktığını anlatılır. Yani bu din öyle eşitlikçi ya da eşitlikçi bir din değildi. Pek çok yazı da din kavramından çok, İslam kavramına karşı gibidir. Müftülük makamından, ateistliğe geçişte böyle olması anlaşılabilir bir durum. Dursun’un diğer ateist yazarlardan daha çekici olma sebebi de bu.  Ara ara bunu abarttığı da oluyor.
            Kaynak olarak Sünniliğin sağlam dediği hadislere yer vermiştir. Bence hadislerin, o Kütüb-ü Sitte (altı kitap) denen ve en sağlamı Buhari’ye ait hadislerde dâhil, hadislerin %99 uydurmadır.  O hadislerin hepsi gerçek olsaydı, peygamberin halen yaşıyor olması gerekirdi. Yaşamı her an kayıt altına alınmış kişiler için bile bu kadar anı yazısı yoktur. Altıya da yedi büyük hadis kitabında sadece 293 hadis ortaktır. Buhari,  sözüm ona (kendi ifadesi ile ) altı yüz bin hadis derlemiş, 2762 tanesini kitabına almış. Bir de bunu şehir şehir dolaşarak yapmış. Bağdat’da yüzlerce hadisi karıştırmışlar, anlatmış, sonra yüz kadar kişiye, özellikle hatalarını söylüyor. 17 bin hadis okumuş, hem de ezberlemiş, 6-7 gün aralıksız hadis okumuş. Kısaca çok abartılıdır. Mantık dışıdır. (İlgili internet kaynağı: http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/213779/buhari-analizi )
            Mantık dışı olan diğer bir şeyde, hadislerin, peygamberin ölümünden yüz sene sonra yazılmaya başlanması, yüz sene kadar da derlenmesi, hadisleri gerçek dışı yapmaktadır. Bu süreçte Kerbela katliamı başta olmak üzere katliamlarla, peygamberin ailesi ve pek çok dostu ve akrabası katledilmiş, Kerbela sonrası, Medine şehrinin yakılıp, yıkılması ile pek ok dostu öldürülmüşken, bu daha bir mantık dışı olmakta. Pek çok hadiste, peygamberin yaşadığı çağda icat edilmemiş ya da Arap yarım adasında bilinmeyen şeylerden bahsedilirken. Kendisi, tüm hadisler gerçekmiş gibi anlatır, onardan da peygambere en çok saldırabileceği hadisi ele almakta.
            Din bu serisinde böylesi rivayetlerle dine sıkça saldırmakta. Mesela Hristiyanların kabul ettiği İskenderiye kütüphanesinin yakılması hadisesi, asında İslam’dan üç yüz küsur yıl önce olmuştu. Buna rağmen bu olayı abartıp, dramatize ederek, birkaç yazıda yazmıştır. Ben, Dursun’un yazdıklarını taki ettikçe, peygamberin hayatına ait pek çok olayın rivayet olduğunu öğrendim. Mesela bir Alevi dedesi olan Ali Bektaş, Her Yönüyle Alevilik adlı kitabında, peygamberin hazreti Hatice’den sonra evlenmediğini iddia eder. Buna delil olarak, Hatice’den sonra çocuğu olmamasını gösterir. Dursun, peygamberin Ayşe ile çok erken yaşta evliliği ile, evlatlığının eşi ile evliliği üzerine saldırır. Sünni İslam kaynakları bunları yalanlamadığı gibi de, savunmaz. Kendisi de öncelikle onlara saldırır ve suikast ile öldürülür.

            Eseri sağlam bir bilimsel ve felsefe temeli yoktur.  Zaten dergi yazılarıdır, bu dergi de iki bine doğru gibi sansasyon dergisidir. Gelgelelim Sünni İslam, Dursun’a cevap yazmak, ya da reform yapmak yerine, onu katletmiş, kendi kara çukuruna gömülmüştür. Öldürülmesi, onun etkisini arttırmıştır.

19 Mart 2017 Pazar

ÖMER SEYFETTİN HİKÂYELERİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ
            En başta bu yazının fikrinin ekşisözlük sitesinden alındığını belirtmek isterim. Amacım bu eleştirileri derli, toplu hale getirmektir.
            Ömer Seyfettin, yetmişli yıllarda doğmuş, seksenli yıllarda çocuk olmuş ve şu zamanlarda (2017) kırklı yaşlarında olanların çokça okuduğu yazardır. 12 Eylül rejimi, ders müfredatını bolca Türk-İslam sentezini boca etmişti. Bu rejim için en ideal yazar, Ömer Seyfettin’di. Turancı, Irkçı ve İslamcıdır. Kısa paragraflar halinde yazılmış olması, Ömer Seyfettin’i çocuk edebiyatı yazarı yapmaz.
            Beyaz Lale öyküsü, düpedüz nekrofili, yani ölü ile cinsel ilişki içerir. Bulgar subayı, terk edilen kasabada kızıl saçlı, beyaz tenli Lale hanıma tecavüze kalkar. Kadın kendisini öldürür ama subay, kadınla buna rağmen tecavüz eder. Öykülerinde çokça bir sapıklık ve canilik vardır. Bomba adlı öyküde, kadının bomba diye korktuğu kutudan, kocasının kellesi çıkar. Bir başka öyküde de rüyasında erkek olup, sevdiği kızı alan kızı anlatır.  Belki de Türk edebiyatında lezbiyenliğin ilk işlenmesidir.
            Eserlerdeki şiddet ve terörse özellikle çocuklara sakıncalıdır ve pek çok kere de bu şiddet ve terörü yaratanlar, bizzat çocuklardır. Pirimo Türk Çocuğu’nda, Türkçe bile bilmeyen çocuk, İtalyan annesine karşı çıkar, ben Türko diye. Birinci bölüm böyle biter. İkinci bölümde ise, Selanik şehrinin Yunanlılara teslimiyetini hazmedemeyen çocuk, babasının tüfeği ile sokağa ateş eder. Kaşağı ve Mıstık gibi hikâyelerinde de çocuklar, çok ağır pişmanlıklar ve travmalar yaşar.
            Bir de bütün bu yazılanları Ömer Seyfettin’in çocuklar için yazmadığı gerçeğini ortaya koymalı. Gerçi Seyfettin’in sağlığında çocuk edebiyatı kavramı, ülkemize uzaktır. Ülke olarak edebiyatı bile yeni tanımakta olduğumuz yıllardır. Okuma-yazma oranı, hem okuyabilir, hem de yazabilir olarak (Osmanlıcada çoğu kişi sadece okuyabilir seviyesindedir) en iyimser olarak yüzde üç civarındadır. Seyfettin’in amacı, özellikle Balkan yenilgilerinin tarihi başta olmak üzere tarih edebiyatı yapmak ve halkı milliyetçilik konusunda bilinçlendirmektir. Çocukların psikolojik durumu gibi şeylerse o döneme uzaktır. Üstelik Balkan, 1. Dünya, Girit vb yenilgiler, savaşlar ve toprak kayıpları, halkın üzerinde o kadar çok travma yapmaktadır ki, okuma ile edinilecek travma, insanların aklına bile gelmez.

            Bu çağın çocuklarını Ömer Seyfettin hikâyelerinden, en azından büyük çoğunluğundan uzak tutmalıyız. Kısa paragraflar halinde yazılması, kahramanlarının bir kısmının çocuk olması, onu çocuk hikâyesi yazarı yapmaz.
BİR GELECEK BİLİMCİ (FUTURİST) VE FANTASTİK DEHA OLARAK JACK LONDON
            19. Yy sonu,  20. Yy başında yaşamış bir deha var ki, on özellike anlatmak gerekiyor. 1876-1916 arasında yaşamış olan Jack London’un en çok bilinen ve satılan eseri Vahşetin Çağrısı’dır. Evcilken vahşileşen bir köpeğin hikâyesi vardır. Genelde Alaska, Okyanus adaları ve Amerikan işçi ve de serseri sınıfının öykülerini anlatır. Bense onun gelecek bilimci ve fantastik edebiyatına katkılarından bahsedeceğim.
            Demir Ökçe efsanesi ile başlamamak ayıp olur. Bu roman, tüm disütopyaların atası sayılır. Huxley, Demir Ökçe’yi okuduktan sonra Cesur Yeni Dünya’yı yazmaya karar vermiştir. Roman, bir disütopya olmaktan öte, gümbür gümbür gelen faşizm karşı bir imdat çağrısıdır. 1914’de bile pek çok Avrupalı aydın, özellikle pozitivistler ve sosyalsitler, barış dolu bir dünyayı görürken, o zorba ve milliyetçi devletleri görür. Kitap, 1908 gibi, hele de Amerika gibi bu tip faşist devrimlere uzak olan Amerika’da yayımlanır. London’ın en önemli siyasi romanıdır. Sosyalizme ve solculara karşı öfkeyi, MC Carty dönemini, 1917 Ekim devriminden önce ön görmüştür. Ekim devrimini değil, o devrimin tüm Avrupa’ya yayılmasına engel olan faşist-milliyetçi havayı görmüştür.
            Kızıl veba hikâyesi, karamsar ütopyaların öncüsüdür. Bütün dünya, gizemli bir mikrobik hastalık, 20. Yy’ın başlarında ortaya çıkan buharlı teknoloji (tren, vapur vb) ve uçaklar sayesinde hızla yayılır. Bir aşı bulunsa da artık çok geçtir. İnsanlık nüfusunun %99’dan fazlası öldüğü için, medeniyette çöker. Buhar ve içten yanmalı motor teknolojisi bitmiş, nükleer fizik doğmadan ölmüştür. Yazı bile büyük ölçüde unutulmuştur. Yeni doğmakta olan radyo, sinema ve elektrik ki insan hayatına girmesi 1920’li yılları beklemektedir, o da doğmadan ölmüştür. Devasa şehirler terk edilmiş, yabanileşmiştir. İnsanlık, taş çağına geri dönmüş, avcılık ve toplayıcılık ile geçinmektedir. Sağ kalanların çoğu da üniversite, hatta lise mezunu bile değildir. Eğitimin çok da yayılmadığı bir çağda olmuştur bu felaket. Böylesi felaket hikâye ve romanların öncüsüdür.
            Cinayet Şirketi’ni de anmadan geçmeyelim. Roman, Sinclair Lewis’den aldığı roman taslaklarından biriyle yazmıştır bunu. Bu, müşterileri ile kendi irtibata geçen kiralık katiller topluluğudur. Öldürecekleri kimsenin topluma sakıncalı kimseler olmasını da şart koşarlar. Olayın kahramanı, şirket başkanını kendisinin öyle olduğuna ikna eder. Öykü, Kafka tarzında devam eder.
            En çok bilinen fantastik romanı Adem’den Önce’dir. Evrim teorisinin modern bir insanca anlatımıdır. Sıradan bir modern çağ insanı, rüyasında atalarının evrimden önceki maceralarını görür. Bir hikâyesinde de görünmezliğin formülünü bulan 2 arkadaşın hikâyesi anlatılır.

            Fantastik edebiyatın dışında da, çok eseri olan Jack London, gençliğin mutlaka keşfetmesi gereken yazarlardandır.