DOKSANLI YILLAR-5 FETÖ, CEMAATLER VEYA
TARİKATLER VE 15 TEMMUZUN BAŞARISIZLIK NEDENİ
Doksanlı yıllar bu
gün Fetö, o zamanlar Cemaat dediğimiz tarikat başta olmak üzere, tüm tarikatların
patlama yaptığı zamanlardı. Tarikatlara patlama yaptıran dershanecilik
sektörüydü. O zamanlar dershane açmak çok kolay ve karlıydı. Bulunduğunuz
şehrin merkezi bir yerinde, almayı düşündüğünüz öğrenci sayısına göre birkaç
kat ya da bina kiralardınız. Branşlara göre öğretmen de görevlendirip, büro
elemanların da tuttunuz mu tamamdı. Atandığı yeri beğenmeyen ( o zamanlar
atanamayan öğretmen meselesi yok denecek kadar azdı), emekli olan öğretmenler
dershanede çalışır ya da kendisi dershane kurardı. 12 Eylül rejimin
dershaneleri kapatmak istediği, fakat halkın tepkisi yüzünden kapatamadığı
konuşulurdu. Pop müzik gibi dershanecilikte patlama yaptı ve bazı dershaneler
büyüyerek, zincir oldu. Önceleri sadece o zamanlar son sınıf olan lise 3’de
gidilirdi. İlkokul 5 ve ortaokulda da
bazen dershaneye gidilirdi. Yavaş yavaş her sene dershaneye gidilmeye, 2010’dan
sonra da öğrencinin 2. Okulu olmaya başladı. Bu aşamadan sonra da bence
öğrenciye yararlı değil, zararlı olmaya başladı. Çünkü bu dershaneler, çoğunlukla
şehir merkezinde ve ailenin yerleşim yerinden uzaktı. Çoğunda da öyle doğru dürüst yoklama
yapılmıyor, öğretmenler sınıf disiplini ile uğraşmıyordu. Giderek ders
anlatmamaya, sadece soru tipleri ve pratik çözüm yollarını öğretmeye
başladılar. Abiler, ablalar ve ilçelerden dershanelere gelenlerin kaldığı
yurtlar sayesinde de gençleri kendilerinden yapmaya başladılar.
Buradan da gençlerin
cemaatlere yönelmesine sebep olan 2. Alana, yani özel yurtlar ve evler konusuna
geçiyoruz. O yıllarda pek çok Anadolu şehrine yeni üniversite açılmış,
mevcutlarının da kapasitesi arttırılmıştı. İkinci öğretim, pek çok bölümün
öğrencisini iki kat arttırmıştı. Buna karşın yurtlar yeterince artmamıştı. Ev kiraları,
özellikle öğrenciler olduğunda fahiş fiyataydı. Buna bir de o zamanlar yurtlara
egemen olan Ülkücülerin zorbalığı vardı. Özellikle doğu ve güneydoğudan gelen
pek çok genç okulu bırakmak ya da eve çıkmak durumundaydı. Ülkücülerin zorbalığı
sadece Kürtlere, Alevilere ya da solculara değil, neredeyse herkeseydi. Kişiliği
düşük olanlarda Ülkücülere katılıyor, çabucak REİS unvanıyla da kız
tavlamaya çalışıyordu. Üniversitenin her
birimi için bir reislik makamı vardı. Yurtta kız, erkek ayrı, bir de yurtta
katlar ve koridorlar için reislikler vardı. O zamanlar kavgaların gerisinde hep
kız kavgası olurdu. Ülkücüleri de Yurtkur görevlileri le üniversite hocaları
korurdu. Bütün bu nedenlerin sonucunda da yurttan ayrılmak isteyen öğrenci ilk
tercih olarak eve çıkardı. Ev kiralayamayanlar ya (o zamanlar cemaat dediğimiz)
fetö başta olmak üzere tarikatların evlerine ve yurtlarına taşınırdı. Eve çıkmakta
her zaman durumu kurtarmazdı. Yurtta kurulan arkadaşlıklar, eve çıkınca
düşmanlığa döner, ev ortakları dağılır, yurda geri de dönülmeyince, cemaat
evlerine gidilirdi mecburen. Yurtlar ve evler, cemaatlerin gençleri kaptığı
yerlerden biriydi ve halen de öyle. Akp iktidara geldiğinde, cemaatler öyle
güçlendi ki pek çok yerde, gençlere bu yurt ve evlere mecbur kalsın diye
yurtlar boş bırakıldı. Pek çok kişi aylarca yedek listelerde süründü.
Doksanların başına
birçok cemaat vardı. Nurcular bile otuzdan fazla gruba bölünmüştü. (Yeni
Asyacılar, Kırkıncı Hocacılar, Dilara vs vs) Birbirleri ile yer yer çirkinleşen
rekabet içindeydiler. Birbirlerini sık sık hırsızlıkla, dilencilikle falan
suçlarlardı. Fettullah Gülen tarikatı, zamanla güçlendi ve güçlendikçe diğer
tarikatları da yönetmeye ve yönlendirmeye başladı. Bir HDP milletvekili, AKP ile Fetö’yü
ayırmak, keki undan ayırmak gibi bir şey demişti. Sadece AKP’yi değil, tarikatları da
birbirinden ayırmak bu kadar zor hale gelmiştir. Bu 91-92’den sonra yavaş yavaş oluştu. Önceleri
her seçim öncesi o zamanlar cemaat denen tarikatların hangi partiye oy vereceği
konuşulurdu. Geleneksel olarak Kadiriler (bir kısmı diyelim) MHP’ye,
Süleymancılar ANAP’a oy verirdi. Süleymancılar, tamamen bitip, Demokrat parti
ile birleşip, yok olana kadar ANAP’a desteğini sürdürdü ama sadece liderleri. Yanılmıyorsam
yandaşlarına SMS bile attılar ANAP’a oy vermesi için ama iktidar olmayacağı
belli olan bir partiye kimse oy vermek istemedi. O yıllarda pek çok kişi
tarikat şeyhlerinin halkın oy verme kararında etkili olduğu sanılırdı. 17-25
Aralık yolsuzluk soruşturmalarına kadar ben de öyle sanırdım. Oysa doğu ve güneydoğuda elli, altmış yıldır
dededen, toruna milletvekilliği, belediye başkanlığı devşiren şeyhler ve aşiret
ağaları bile AKP iktidarından sonra aday bile olamaz oldu. 1995-96’dan sonra
sadece Fetö’nün desteği merak edildi. Hatta bir iddiaya göre bir ara DSP’yi
destekledi fetö. DSP’nin son iktidar dönemi, benim öğretmenliğimin ilk
yıllarında denk geldi. bu dönemde DSP hem iktidarın büyük ortağı, hem de Milli
Eğitim bakanlığını üstlenmişti. O dönemde
bile pek çok makama fetöcüleri getirmişlerdi. O dönem DSP’nin tek faydası
EĞİTİM-SEN’in örgütlenmesi oldu. Tarikatlar
genelde DYP-ANAP arasında gidip, gelirdi. 2002’de Fetö ve neredeyse
Süleymancılar gibi birkaç istisna grup hariç tüm tarikatlar AKP için çalışmaya
başladı. Yoksa 11 aylık parti, %35 ile 1. Parti olamazdı.
Fettullah Gülen,
kendisinin devlete sızması ile ilgili videosu açığa çıkınca, Amerika’ya gitti. Bunu ortaya çıkaran Ali Kırca ve programına
katılanların itibarı birer ikişer gizli kamera çekimleri ve kumpaslarla
zedelendi. Gülen’se Amerika’da güvende iken, teşkilatı çalıştı. Gülen, Amerika’ya
gitmeden evvel de güçlüydü. Hatırlıyorum bir konferans ya da kongrede, muhabir bir kız, ona Fettullah bey diye
seslendi diye seslendi diye dünyanın ayarını yemişti. Üç yıllık köy ilkokulu
mezunu Fettullah Gülen’e, Fettullah Gülen Hocaefendi denmeliymiş. Fettullah Gülen’in
o koca teşkilatı kurduğuna ve yönettiğine asla inanmadım. O bir puttu ve onu
yücelten bir sürü şaman vardı. O süs biberi gibi duruyor, etrafındakiler de onu
yüceltiyordu. Bu sadece Gülen için değil, diğer dini liderler ya da tarikat
şeyhleri için de geçerli. Ben gene de bu tarikatların, özellikle de fetöcülerin
teşkilatlanmasına hayrandım. Düşünsenize, Türkiye’nin hemen her yerinde
yatabileceğiniz bir mutlaka vardı. Otel ya da yurt değil, öğrenci evi. Üstelik kadın
olsanız bile. Hemen her yerde ablalar denen kadın yöneticiler de olurdu. Doksanlarda
bile durum böyleydi, AKP iktidarı ile beraber, FETÖ başta olmak üzere cemaatler
daha da güçlendi ve kalabalıklaştı. Ta 17-15 Aralık olayına kadar.
17-25’den ve 15
Temmuzdan sonra bu hayranlığım bitti. Bütün bu örgütlerin dinden çok devletin,
özellikle de derin devletin, bu derin devleti kuran NATO kurumlarının sayesinde
örgütlendiğini anladım. Çünkü o devasa topluluk, o muhteşem örgütlenme, ilk
ciddi zorlanmada kötü not almıştı. Fetö 12 Eylül hatta 28 Şubat rejimi ile bile
iyi ilişkiler içinde oldu. Hatta 1997-98’de türban yasağı tekrar hortladığında,
Pensilvanya’dan emir geldi, iş yerinde, okullarınızda türbanı çıkarın diye. Topluluğun
büyük kısmı, hatta diğer tarikatlar bile bu emre itaat etti. Her zaman hile,
kumpas ve tehditle ilerledi. İlk zorluk olan 17-25’den sonra önce esnaf terk
etti fetö ve diğer tarikatları. Tarikatlar
mertçe savaşa, göğüs göğüsse bir mücadeleyi sevmiyordu. Pek çok okuruma garip
gelecek ama ben bu tarikatlardaki güç ve popülarite kaybını, düzenledikleri
kermeslere ilginin azalmasından anladım. 17-25 Aralık olayından bir kaç kadar
sonra, Fetö mü, değil mi, net bilmediğim bir kermese gittim ve gelen gidenin
azlığına hayret etmiştim. Ertesi sene de,
gene net olarak bilmediğim bir kermese, Kırıkkale’de gitmiştim. Yarı fiyatından daha ucuz döner ekmeğe bile
rağbet yoktu. 15 Temmuzdan birkaç sonra gittiğim ve fetöcü olmayacağı artık
kesin olan aşka bir tarikatın kermesinde ise in cin top oynuyordu. Ne olmuştu
da, bu halk, tarikatları terk etmişti?
Bunun cevabını da, o
kadar işsiz öğretmen varken, dışarıdan din dersine gelen bir hocadan
öğrendiklerimi, eski öğrendiklerimle karşılaştırınca anladım. İmamın anlattığına
göre ilçedeki Menzil tarikatı dergâhına (resmi adı vakıf tabi ki), bir taziye
sebebi ile gitmiş. Herkesin şeyhe çok doğaüstü biriymiş gibi davrandığını ve o
daha gelmeden şöyle dur, böyle davran diye öğüt verip durmuşlar. Oysa gayet normal
bir şekilde konuşmuş. Dergâhtakiler camiye gitmiyor, dergâhta, yani dernekte
namaz kılıyormuş. Şeyhleri camiye gidin dediği halde, gitmiyorlarmış. Dedim içimden,
camide seni kim görüyor. Sonra üniversitede, yurtta ülkücüler egemenken,
yemekhanede, yurt nüfusun neredeyse yarısının katıldığı toplantılar geldi. Oda
arkadaşımın dediğine göre ocaktaki toplantılarına yirmi kişi zor geliyormuş. Bu
ilk yıldı, 2. Sınıfın ortalarında o da Ülkücülerden ayrıldı, toplantılarına
katılmaz oldu. Bu da aynı şeydi.
İnsanlar artık inandıkları için değil, geçinmek ve para kazanmak için
tarikatlara gidiyordu. Tarikatlar, ideolojileri, inançlarını kaybetmiş, çıkar
topluluğuna dönmüştü. Bu da yeni bir şey değildi. Bence 28 Şubatta, Pennsylvania’dan
gelen bir emirle, okullarda ve devlet dairelerinde türbanların çıkarılması ile
başladı. Çıkarılmamasının bedeli büyük olacaktı. Bu bedel iç savaş çıkması
falan değildi. Devlet dairelerindeki kadroları işten çıkarılacak, şirketleri
ihalelerden men edilecek, mücadelede daha da zora gelinecekti. Sol örgütlerin
12 Eylül zamanı yaşadıklarını yaşayacaklardı. Oysa 1998-99’da, ilk öğretmen
olduğumda, DSP-ANAP-MHP koalisyonu zamanı, 28 şubatçılığın da en hızlı
zamanında, Milli Eğitimde halen onların borusu ötüyordu. Tam da yeni başladığım
zaman Fetöcü bir müdürümüz vardı. Aksi biriydi ve işi beceremiyordu. En nihayetinde
istifaya zorlandı. Görevden alınsaydı bir daha idarecilik yapamayacaktı. Onun yerine Yazıcı Nurculuk denen ve şeyhleri
Isparta Fen Lisesinde öğretmen olan başka bir tarikatın üyesini aldılar. Dediğim
gibi, solun son iktidar otaklığının tek faydası, Eğitim Sen başta olmak üzere
KESK’in örgütlenmesiydi. KESK’e defalarca kapatılma davası açıldı ama
üyelerinin hem kalabalık olması, hem de eylemliliği, davaların geri çekilmesine
sebep oldu.
Tarikatlar bir adım
geri çekilip, kadroları ve paralarını koruyup, ideolojilerini kaybettiler. Milli
görüş ise, ideolojisi hariç, her şeyini
kaybetti. Bu, bazı gazete köşe yazarlarının Anaplaşma dedikleri şey. 28 Şubat
1997 ve sonrasında olanları Fetö ya da 3 büyük tarikata (Fetö, Süleymancılar ve
Menzil (Adıyaman da denir)) mal edilemez. Tüm tarikatlar, yıllarca, 12 Eylül ve tüm sağ
iktidarlardan kazandıklarını kaybetmeme uğruna ideolojilerinden taviz verdi. 15
Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasının temel sebebi de budur.
(17-25Aralığın sebebi 15 Temmuzun ideolojisini yapmaktı. Onu 15 Temmuz’dan
ayırmıyorum) Yoksa akşam erken saate almaları, devletin önceden haberdar olması
gibi şeyler, tali sebeplerdir. O gece sokağa çıkması gerekenler Fetöcülerdi.
Oysa o gece devletten yana sokağa çıkan, hatta yaralanan pek çok kişi Fetö
soruşturmasından işten atıldı ya da tutuklandı. Pek çoğu 17-25 aralık
sonrasında terk etmişti. Kalanlar da 15 Temmuzdan evvel en son olarak kayyum
atanan Bankasya’nın kapanmaması için dua edip, Kuran okuyordu. Oysa iktidarı
ele geçirmek için para ve puldan, hatta İbrahim Ethem ve Buda gibi devletten,
iktidardan, tahttan, taçtan vazgeçebilmek gerekli. İkisi de bir gece
tahtlarından vazgeçmiş, dinlerini yaşamayı seçmiştir. Kapitalist dünyada her
şey para ile ölçülmekte. Muhtemelen paranın icadından beri öyleydi. Filozof Thales’e
de öğrendiği bilgilerden kaç para kazandığı sorulunca, o da çok soğuk ve sert
bir kış zamanı zeytin ezme makinelerini satın almış. Baharda zeytinyağı fiyatları
artınca elindeki makineleri yüksek fiyattan satmış. Bir filozofun isterse çok
para kazanabileceğini, lakin temel görevinin para olmadığını söylemiş. Pastör
yada Einstein, postit denen yapışkanlı kağıdı icat eden kadar para
kazanamadılar.
Balzac’ın yazdığı ve muhtemelen Fransız
efsanesi olan bir öykü ile bu durumu anlatma isterim. Fırtınalı bir gecede bir
grup köylü, kayıkla karşıya geçmeliymiş. İçlerinde hırpani bir berduş, dul bir
kadınla iki çocuğu, para dolu çantalarıyla Yahudi bir banker ve daha birkaç kişi
varmış. Fırtına şiddetlenince berduş, bana inanan arkamdan gelsin, demiş ve
ardından su üzerinde yürümeye başlamış. Uzatmayayım bazıları inanmamış, son
dakikaya kadar kalmaya çalışmış, geride kalmış. Bankerin çantaları ağırlık
yapmış ve suyun dibini boylamış. Bu hırpaninin İsa peygamber olduğunu söylememe
bilmem gerek var mı? Yaptığım mecazda altın dolu çantaları ile suya batanlar
kimler, onu da yazmayayım artık.