12 Ocak 2018 Cuma

ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR’İN KİTAPLARI ÜZERİNE YORUM
                Aslına başka bir konu üzerine yazı yazacaktım ama bir önceki yazıda Şevket Süreyya Aydemir’e çok atıf yaptığımı fark edince, onun üzerine yazmaya karar verdim.
                Kendisinin kitaplarının çoğunu daha lise yıllarında okudum. Kendisi, özellikle biyografileri ile ünlü. Ben de daha ziyade bu kitaplarını okudum. Eleştirilerim de bu yönde olacak. Toprak uyanırsa adlı romanını da okuduğum için, ona da bir değineceğim.
                En başta kitaplarda anlattığı bilgilerin yanlışı yoktur, eksiği de yok denecek kadar azdır. Mesela Atatürk hakkında onlarca kitap okusanız da bulamayacağınız pek çok ayrıntıyı, Tek Adam kitabında bulabilirsiniz. İkinci cildi 19 mayıs 1919 ile 9 eylül 1922 arasındaki zaman dilimini ele alır ki, 19 mayıs öncesi pek çok olaydan bile ayrıntısı ile bahseder. Tahmin edeceğiniz gibi birinci cildi doğumundan, 1919’a kadar olanları, üçüncü cildi de 1922 sonrasını anlatır. Yanlışı yoktur demişken, bir olay hariç. Menderes’in Dramı adlı kitabında,  Menderes’in idamdan hemen önce kimseye küskünlüğüm yok, hiç kırgın değilim dediğini aktarır. Kaynak da vermez. Yıllar önce rahmetli Mehmet Ali Birand, 27  Mayıs ile ilgili olarak yatığı, Demirkırat belgeselinde de kullanmış ve kaynak olarak bu kitabı göstermişti. Kendisi ise bu olayla ilgili her hangi bir kaynak göstermez. Menderes’in dramında en çok atıf yaptığı kitap, Demokrat Parti milletvekilliği yapmış Samet Ağaoğlu’nun Arkadaşım Menderes kitabıdır. Kitabı okuyamadım. Menderes’i idam eden ekipten her hangi birinin böyle bir beyanatı yoktur. Ağaoğlu’da idam edilirken yanında değildi,  böyle bir şey demiş olacağını sanmam. Diğer yandan Demokrat partinin son yılında bazı kişilerin, bunlar gidemiyor, bir şekilde başımızdan gitse dediğini falan da yazar. Belki de onun CHP sempatisini bilenler, onunla böyle konuşmuştur. Diğer yandan Enver Paşanın yurt dışına çıkışında dair, özellikle de ölümüne dair yazdıkları, başka kaynaklardan aktardıklarından ibarettir. Aydemir, düşüncesizce bir çılgınlıktan bahseder. Enver paşanın ölümü sırasında tam da Türkmenistan’da olan Zeki Velidi Togan’sa, tuzağa düşürüldüğünü anlatır. Togan, hem olaylara daha yakındır, hem de anlattığı daha mantıklıdır.
                Suyu Arayan Adam’da kendi hayat hikâyesini anlatır. Kafkasya’da mücahitlikten, okumak için Moskova’ya gidip komünist olması, sonra da Atatürkçü, devletçi iktisatçı olması en ufak ayrıntısı ile anlatılır. Oradaki anlatılan en ilginç olay, Afyonkarahisar hapishanesinde yaşanır. Bir grup komünist hapistedir. Koğuşta yer yatakları ve karyolalar vardır. Çok iyi hatip olan bir şair, ideolojik ders vermektedir. Kendisi karyolada yatmaktadır. Derken koğuşa daha kaliteli karyolalar gelir. Kendisi, karyolayı yerde yatan yoldaşlarından birine vermek yerine, kendisi hemen gelen karyolaların en iyisini kendisine ayırır. Eşyalarını eski karyoladan, yeni karyolaya taşır. O hatip ve şair, adını vermese de belli ki Nazım Hikmet’tir. Hapishane ortamında iyi bir karyola o kadar önemlidir ki, pek çoğunun kalbi kırılır ve bazıları da komünizmdi bırakır. Yoldan ol, yoldaştan olma atasözü burada önem kazanır. Aydemir asla isim vermez ama tarifine uyacak tek kişi de odur. Bu yüzden komünistler ve radikal sol, onu pek sevmez.
                Sonra yeni devletin iktisat teorisyeni olur. Kendi gibi teorisyenlerle Kadro dergisini kurar. Bu dergideki ekiple, yeni bir iktisat teorisi kurmaya çalışır. Uzun süre çeşitli devle kademelerinde çalışır. Emekli olunca da kitap yazar. Hemen hemen tüm eserleri emekliliği sonrasındadır. Kronoloji ve nakilciliği dört dörtlüktür. Mesela Atatürk’ün Trablusgarp’a, İtalyanlarla savaştan önce gittiğini falan onunla öğreniriz. Yorumlaması iyi değildir, hatta kötüdür. CHP’nin 1950 seçimlerini kaybetmesi üzerine, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun değerlendirmeleri ve nakilleri daha iyidir. Karaosmanoğlu’nun Panorama’sı, bu konuda benim okuduğumm en iyi kaynaktır.

                Bir de Toprak Uyanırsa romanına kısaca değineyim. Emekli bir ilköğretim müfettişinin, öğretmen olarak göreve dönüp, Polatlı’nın bir köyüne göreve başlamasını anlatıyor. Fazlasıyla ütopik ve Karaosmanoğlu’nun Yaban’ına cevap diye yazılmış gibidir.

4 Ocak 2018 Perşembe


NUTUK’TAN AKILDA KALANLAR VE ORHUN KİTABELERİ İLE KARŞILAŞTIRMA
                Atatürk’ün Nutuk’unu, baştan sona, tam metin, hem de belgeleri ile okuyalı uzun zaman oldu. Mesnevi hakkındaki yazım bitince, onun hakkında da bir şeyler yazmam gerektiğini anımsadım. Onun hakkında da yazmak, Mesnevi kadar ciddi bir iş olacak benim için.
                Nutuk bence Orhun Yazıtları ile beraber okunmalıdır. Kompozisyon yapısı, hitap tarzı, hatta cümle kuruluşları arasında bile benzerlik vardır. Üstelik bu benzerlik, Orhun Yazıtlarının duru Türkçesi ile Nutuk’un ağdalı Osmanlıcası arasındaki farklara rağmen hissedilir. Bilge Kağan’ın Ey Türk budun titre kendine dön diye başlayan hitabesi, Nutuk’ta, koca kitabın son bölümü olup, her sınıfta asılı bulunan gençliğe hitabe olur. Her ikisinin de ana teması aynıdır. Her ne olursa olsun, ne kadar kötü durumda olursa olsun,  devleti ve vatanı korumak. Gençliğe hitabe, iktidar sahipleri gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler diyerek, gerektiğinde iktidara karşı koymayı da öğütler.
                Bu açıdan gençliğe hitabe ve nutuk, dolayısı ile Atatürkçülük, diğer ideolojilerden ayrılır. Örneğin Leninizm ya da Maoizm’de komünist partiye bağlılık vardır. Komünist partinin, ideolojiden uzaklaşıp, uzaklaşmadığını sorgulamak, sıradan bir gence düşmez. Ya da mollaların İslam’dan uzaklaşıp, uzaklaşmadığını sıradan bir İranlı soramaz. Sıradan bir Nurcu, Fettullah Gülen neden Amerika’da, Hristiyan devletin içinde yaşıyor diye soramaz. Tasavvufçular Pencap’ta İngiliz, Senegal’de Fransız emrinde Müslüman askerleri Türklere karşı savaşa gönderebilir. Sıradan bir mürit, şeyhini sorgulayamaz. Atatürkçülük ise, gençleri mevcut iktidarın ihanetine karşı uyarır. Bilge Kağan ise, kağanınıza sadık olun der. Ondan sonra hemen her Türk devletinde olduğu gibi,  devlet, hanedan içi aile kavgalarından dolayı önce ikiye bölünüyor, sonra önce Çin’e yakın olanı olmak üzere yok oluyor. Atatürk bu gerçeği gördüğü için cumhuriyeti kurmuştur. Bunu korumayı da gençlere bırakmıştır.
                Gene Nutuk Ve Orhun yazıtları arasındaki bir benzerlikte, iç çatışmaları kısa keser ve birileri hakkında çok fazla kötü söz söylenmez. Atatürk’ün aleyhine konuştuğu kişiler genelde İngiliz Muhipleri derneğinin, yüz ellilikler denen üyeleridir. (özellikle Sait Molla) Bunun tek tük istisnaları vardır. Amerikan mandası isteyen ve Filipinler örneği veren Halide Edip Adıvar ile o sıralar kendisine muhalefet eden, 1.  Ordu eski komutanı Sakallı Nurettin paşadır. İlginçtir, Nutuk'ta kendisinden en fazla bahsedilen kişidir. Kendisi Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Savaşındaki rolünü çok abartmış, Atatürk’te onu Nutuk’ta yerden yere vurmuştur. Bunu da yapma nedeni, o günlerin siyasi ortamıdır.
                Nutuk, ilginç olarak savaşlara daha doğrusu savaşların çatışma kısmına çok yer vermez. Savaşların hazırlık aşamalarına ve sonuçlarının değerlendirilmesine daha çok yer verir. Nutuk’ta en uzun kısım ise, Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişi ile, 23 Nisan 1920’de meclisin açılması arasındaki süre. Bu sürede; son Osmanlı Mebuslar Meclisi toplanmış,  bunun için seçimler yapılmış, meclis, Misak-ı Milliyi kabul etmiş, ertesinde İstanbul işgal edilmiş, meclis basılmış, milletvekilleri dâhil pek çok önemli kişi Malta adasına sürgüne gitmiş, kaçanlar Ankara’da toplanmaya başlamış, yeniden seçimler yapılmış, büyük millet meclisi açılmıştır. Kitabın yarıya yakını bu süreç kapsar. Atatürk’ün en önem verdiği kurum meclis olmuş ve biraz da zorla süresini uzattığı başkomutanlık yasası dâhil tüm yasaları mebusları ikna etmeye çalışmıştır.
             Diğer taraftan da Atatürk’ün en baştan gerçek bir devlet kurma ve kurumlarını işletme amacında olduğunu da görüyoruz. Mesela Ali Fuat Cebesoy’u, üzerinde gerilla kıyafetiyle ve at üstünde görüyor. Bu kafada birinin düzenli ordu kurmayacağını anlayıp, o zamanlar albay rütbesinde olan İsmet İnönü’yü batı cephesi komutanlığına atıyor. İnönü’nün, Şevket Süreyya Aydemir’in deyimiyle 2. Adamlık süreci böyle başlıyor. Gene Aydemir’in aktardığı gibi Çerkez Ethem, Yozgat’ta sinirlenip,  meclisin bir kapısına İsmet paşayı, diğerine de Mustafa Kemal paşayı asacağını söylemiştir.  Meclis kurulunca da, ciddi ciddi eğitim, sağlık, iç işleri gibi bakanlıkları kurmuştur. Bu bakanlıklar ilk başlarda birinci meclis binasının küçük odalarında, Ankara’nın küçük binalarında da olsa, ciddi ciddi bakanlık yapmışlardır. (Aydemir, Tek Adam).
                Son olarak Nutuk, Atatürkçü ideolojinin ana kitabı da olsa, öyle sert doktrinler, kesin emirler vermez.  Olaylar ve verilen kararlardan, dinleyicinin (adı üstünde Nutuk, baştan sona CHP’nin 15-20 Ekim 1927 günlerinde toplanan 2. Kurultayı’nda okunmuştu) veya okuyucunun kendisinin çıkarım yapmasını bekler. Zaten kendisi de özel notlarından birinde, sözlerim ile bilim çelişirse, bilimi tercih ediniz demiştir. İstisna olarak son bölümde, kurduğu cumhuriyeti Türk gençliğine emanet etmiş, bu cumhuriyetin düşebileceği en kötü durumu tarif ederek, bundan da beteri bile olsa, korumak için mücadele edeceksin demiştir.
Devam niteliğinde : https://onbinkitap.blogspot.com/2019/11/nutuk-ve-orhun-yazitlari.html

28 Aralık 2017 Perşembe

MESNEVİ’DEN HATIRLANANLAR
Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin çok bahsedilen, çok alıntılanan ve az okunan kitabıdır Mesnevi.  Ondan alıntılanan hikâyeler genelde fabl (hayvanların insanlaştırılması) masallardır. Bunlara bir de bazı dini kitaplarda birkaç dervişlik öyküsü eklenir. Oysa bu kitap çok daha fazlasıdır.  Okuyalı bayağı bir zaman oldu, bende kalan izlenimlerimi yazacağım.
Mevlana’nın bir tek Divan-ı Kebir’ini okumadım. Mektubat, Yedi Cennet ve Fih-i Mafih’i de okudum. Bu kitaplarda öyle hikâyeler yok, bolca ahlaki öğüt var. Fih-ii Mafih, Mevlana’nın ölümünden sonra derlenmiş konuşmalarından oluşuyor. Kendiliğine (spontane) olaylar var. Mesela gelen birileri hakkında, konuşsak konuya ortak olacaklar, sussak kendilerinden bir şey sakladığımızı sanacaklar gibisinden sözler geçiyor. Mesnevi, bunlardan bambaşka bir şeydir.
En başta, Mesnevi ile ilgili olarak anlatılmayan şey, Mevlana’nın Türk olmadığı bir yana, Türkler ve Türklükten pek haz etmediğidir. Türklerle ilgili öyküler, pekiyi değil. Mesela kumaş hırsızı bir terzi var. Bir Türk, ben buna kumaş kaptırmam diye gidiyor. Terzi sürekli güldürerek ve onunla alay ederek, kumaşlarını çalıyor. Böylesi birkaç öykü var. Türkler kısa boylu, kıpkırmızı, kalkan gibi yuvarlak suratlı, ip gibi çekik gözlü ve çirkin olarak tarif ediliyor. Bir tanesinde de Türkler, taklitçi olarak anlatılıyor. Çinliler ile Türkler, karşılıklı resim yarışması yapıyorlar. Bir mağaranın içini perde ile ikiye ayırırlar. Çinliler kutu kutu boya, Türkler zımpara, cila alıyor. Perde açıldığında Türkler mağarayı öyle iyi cilalıyor ki,  Çinliler, kendi resimlerine hayran kalıyor.  Böyle birkaç hikâye var.  Kürtlerin adının geçtiği birkaç öykü var, onları da net hatırlamamakla beraber, kolay kandırılan esnaf konumundalar.
Alevilerden de hiç hoşlanmıyor. Kaş’ta Ömer olduğu için sadaka alamayan adamı anlatıyor. Şimdi nasıl bilmiyorum ama o zamanlar Kaş’ta Aleviler çoğunlukmuş demek ki. Bir de benim memleketim Erzincan’da bir süre kalmış. Hatta Örüklü Bacı mezarı var, yerel hak, Mevlana’nın kız kardeşinin mezarı diyor. Mezar taşında saç örüğü şeklinde desen var. Atlas dergisinin bir muhabiri, bu şekil mezar taşlarının aynısını, Mevlena’nın doğum yeri Afganistan, Belh’ de de görmüş. Afganlar, Pakistanlılar ona, Mevlana Belhi diyor.  Bununla beraber, mezhepçi değil.  İlginç bir öyküde, aslanlar,  koyunlardan oluşan bir millete hükmetmeye başlar. Koyunlar ne yapalım derken, en bilgeleri çıkar ve aslanları koyun dininden yapalım, onlar da ot yesin der. Sonuçta amaçlarına ulaşırlar. Aslanlar ot yeme ve eti haram sayma dinine mensup olup, koyunlaşırlar. Mevlana’da fare, fare gibi Allah a dua (salat-namaz) eder, aslan aslan gibi. Hepsinin mezhebi ayrıdır, ölünce mezhepler birleşecek der. Çünkü  o zaman dünya dertleri olmayacaktır. Bir de, benzer sözleri, ihtiyar bir kadının eline düşüp, pençeleri sökülen, tüyleri yolunan bir şahin için söyler. Mezhep diye, din diye, şahin, şahinliğinden vazgeçmez, sen kendi mezhebini yaşa anlamında bir şeyler söyler.
             
            Diğer yandan El Kındi ile başlayan, Farabi ve İbni Sina ile doruğa ulaşan Meşai felsefesinden, akılcılıktan da hoşlanmıyor, bunu biraz da babasından almış. Babası, Cengiz Han’ın, Harzemşahlarla savaşı sonrası olacakları seziyor ve savaşın başında ailesi ile göçü topluyor. Harzemşahlar devletinin son hükümdarı, Muhammed hanı, filozofları (mesailer) koruyup, tasavvufçulara sırt çevirmekle itham ediyor. En büyük kaynakları Gazzali, Muhiddin Arabi gibi tasavvufçular. Tedbir dünyasını terk eyle diyor. Pek çok öyküde, tanrı ile padişah özdeşleştiriliyor. Cennet, şahinin konduğu padişah kolu, dünya baykuşun konduğu virane diye tarif ediliyor. Devlete, daha doğrusu padişaha isyan etmek, Mevlana için Allah’ isyan etmektir. Tüm Mesnevi boyunca padişahlar hep iyi insanlardır, bağışlayıcıdır, affedicidir.  Tasavvuf ’un bu kadar yayılmasının en başta gelen sebebi, devletle arasını hoş tutması, devleti tanrı yerine koymasıdır. Öyle ki tasavvufçular, İngiliz işgali altındaki Hindistan ve Pakistan’da, Fransız işgali altındaki Senegal’de de bu geleneklerinden vazgeçmemişlerdir. Çanakkale’de Fransızlarla, Kut-ul Amare’de İngilizlerle savaşan Pencaplılar,  fetvalarını sufi hocalarından almışlardı. Bazıları da kendilerini besleyen İngiliz yönetimini dar-ül İslam, laik Türkiye’yi de dar-ül harb ülkesi ialn etmişlerdir. Mevlana’da, Moğollarla arasını iyi tutmuş ve bazı tarihçilerce, Moğol ajanlığı ile suçlanmıştır. İşin doğrusu tasavvufçular, tekkelerine karışılmadıkça, vakıfları ve kendileri beslendikçe, iktidarla uyumlu yaşamışlar (bu iktidar İngilizler, Fransızlar da olsa), arpaları kesilince de şeyhleri devlete en büyük asi kesilmiştir.
                Kadınlarla da arası pek iyi değil. Öykülerinde kadınlar ya akılsız, ya da şehvet düşkünü ve güvenilmez. Eşekle ilişkiye gireni, kocasını aptal yerine koyanı ve şahini güvercine çevireni mevcut ama aklı başında, mantıklı olanı yok. Bir ara Nobel ödüllü yazar Necip Mahfuz’un romanlarını çok okuyordum. 7-8 kitabını falan bitirmiştim. Dikkatimi bir şey çekmişti. Kitaplarında adı geçen kadınların neredeyse tamamı ahlaksızdı. Namuslu kadınların ve mutlu halkların hikâyesi olmaz derler. Lakin hiçbir olay örgüsünde namuslu kadın yok. Arapça öğretmenliği yapan bir arkadaşım var, şimdilerde üniversite de öğretim görevlisi oldu, Arap dili ve edebiyatı konusunda mastır yapıyor. Dediğine göre Arap romanlarının genelinde bu varmış. 
                Kitap boyunca Mevlana’nın yaşadığı çağda oğlancılığın, yani aktif homoseksüelliğin çok yaygın olduğunu anlıyoruz. Mesela kadınlar, kalabalık oldukları için, yolu kapattıkları bir erkeğe, çok oldukları halde kendilerini görmedikleri için sitem ediyor. Başka bir olayda da, oğlancının biri, belindeki kocaman hançere rağmen kendisini savunamayan oğlanla alay ediyor. Sonra her hikâyeden sonra öğütleri sıralıyor. Tut ki babandan sana miras kaldı Zülfikar, bileğin Ali’nin bileği değilse, neye yarar Zülfikar, diye sorar.  Böylesi pek çok öykünün yanı sıra,  birilerini de oğlancıktı diye aşağılıyor. Mevlana’nın doğum yerinin Afganistan Belh şehri civarında bir köy olduğu düşünülürse, bu durum daha iyi anlaşılır.  Bu ülkede özellikle Taliban’ın iktidara gelişiyle oğlancılık ve sübyancılık iyice kurumsallaşmıştır. Bacha Bazi denen pedofili sübyancılığı, Afgan kültürünün tarihsel bir parçasıdır.  İşin doğrusu Arap topumu için de öyledir.  Mesela İbni Fadlan, seyahat ettiği Oğuz yöresinde, bir çocuğu iğfal eden tecavüzcünün neden idam edildiğini anlamamıştır. Arap ülkelerinde bunu cezası hafiftir çünkü.
                Diğer bir olay da, Mevlana’nın meşhur arkadaşı, dostu Şemsi Tebrizi ile ilişkisinin nasıl yorumlanması gerektiğidir. Zeki Velidi Togan, anıların bir yerinde Mevlana’ya değinir. Mevlana zamanında tüysüz oğlanların dergâhlara alınmadığından bahseder.  Bence ikisi arasında asla fiili livata, oral-anal anlamda seks olmadı. Kendisinin oğlancılığı aşırı derecede bir lanetleme durumu var. Gene de ikisi arasında libido vardı. Ben bu konuda Freundcuyum. Bastırılan cinsellik duyguları, başka türlü de ortaya çıkabiliyor. Aralarındaki dostluğu anlatan kelimelerin tuhaflığından bunu çıkarıyorum.
                Tasavvufun meşhur dünyadan vazgeçme durumu, Mevlana’da biraz farklı. Adamın birinin eline, bir define haritası geçer. Bu define, bir harabeden bir ok atımı uzaktadır. Adam harabenin dibine gelir, gösterilen yöne ok atar, okun düştüğü yeri kazar ama bulamaz. Bu sefer oku daha uzağa atar, gene bulamaz. Mevlana der ki behey ahmak, sana zemereği kopart, kirişi kır mı diyen oldu, sen oku hiç germeden atacaktın.  Mesnevinin başlarında bir yerlerde anlatılan bu hikâyeye, Mesnevi boyunca sık sık atıflar yapılır. Dünya hırsının zararları sadece masum olaylar ya da masallarla değil, erotik, hatta basbayağı hard porno öykülerle dolu olduğudur. En meşhuru da hizmetçisi gibi eşekle cinsel ilişkiye girmek isteyip,  hizmetçinin kabaktan yaptığı düzeneği görmeyerek ölen, hizmetçinin hikâyesidir.   Mevlana’ya göre dünya malını istemekte tam da böyle bir şeydir. Dünyadan elini eteğini çekmek uğruna bekâr kalmayı abes ve Hristiyanlık özentisi olarak görür. Dünya nimetinden çok ta sakınmamalı, nefse eziyet etmemelidir. Nefis, insanın kaynamayan kazıdır. Mevlana’dan başka pek çok tasavvuf şiirinde bahsi geçen,  kaynamayan kaz, insanın nefsidir. Derler ki bir kaz, neredeyse bir dana kadar yer, doymaz. İnsan nefsi de bir kaz kadar doymazdır. Onu kaynatmanın, yani yok etmenin imkânı yoktur. Bu açıdan Mevlana, gerçekçidir. Kendini tanrıya adayacağım diye aç kalan, kendisini hapseden, hele de bekâr kalanları hiç anlamaz.  Bu, oku çok uzağa atmak, zembereği koparırcasına çekmektir. Bu gerçekçilik, benim fikrimce Mevleviliği en sağlam tarikat yapmıştır.  Cumhuriyet ilan edilip, tekke ve zaviyeler kanunu yürürlüğe girdiğinde sadece Nevşehir Hacı Bektaşi Veli ve Mevleviliğe dokunulmamıştı. İşin doğrusu çürümeden Mevlevilik de payını almıştı.
                Mesneviden ve Mevlevilikten bahsedilmişken, dört kulu öldürmek mecazından da bahsetmek lazım gelir. Bu kuşlar kaz, tavus, karga ve horozdur. Bunlar insanda dört huyu temsil eder. Kaz, insandaki hırstır. Horoz, şehvettir. Tavus, makam ve kendini beğenmektir. Karga, insanda bitmek bilmeyen uzun emellerdir. İbrahim peygamberle ilgili bir efsaneden alınmıştır. Kendisi bu dört kuşu parçalayıp, dört bir yana dağıtmıştır. En fazla da doymak bilmez kazın adı geçer. Yukarıda değindiğimiz gibi, Mevlevilikte nefis, kaynamayan kazdır.

                Özellikle yabancı yazarların Mevlana’ya (yabancı kaynaklarda Rumi diye geçer) aşırı bir hayranlığı vardır. İslam denildiğinde adını peygamber Muhammed’den önce anarlar. Oysa kendisini,  onu ayağının tozu olamam diye tarif eder. Hemen her dinden, kültürden insanı etkilemiştir. Hintli yazar  Jiddu Krishnamurti bile, benim için Ateist Mevlanadır. Baştan sona okunması zevklidir lakin piyasada torunlarından Abdülbaki Gölpınarlı’nın şerhleri ile dolu baskısı vardır, Milli Eğitim Bakanlığınca basılmış. Medrese geleneğinde, yeni kitap yazmayıp, eski kitapları şerhlerle doldurmak ve bunları yeni eser diye sunmak geleneği, Mevleviliğe de bulaşmıştır. Pek çok önemli İslam İlahiyatı eseri, okunmak için şerhlerden, yani dipnot ve parantezlerden kurtulmalıdır. Diğer bir konu da, dini kitapları ya da pek çok kitabı, pasajlar, bölümler halinde okumak ve alıntılamak. Bütününü okuduğunuzda, kitaba bakış açınız bütünüyle değişiyor.

14 Aralık 2017 Perşembe

BENCE 15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNİN BAŞARISIZ OLMA SEBEPLERİ

1)İdeolojisiz kalmak: Şimdi en akp’lilerin de kabul edeceği gibi iktidarının ilk yıllarında akp ile fetö ilişkileri çok sıkıydı. Fetö’nün AKP’yi devirmesi için gerekli bir ideolojisi yoktu.  Ekim devriminden evvel, Bolşevikler ile Menşevikler arasında da uzun süre bir işbirliği olmuştu. Bolşevikler, çarlığı devirmedi, çarlığı zaten Menşevikler devirmişti. Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki fark ideolojikti çünkü sınıfsaldı. Akp ile fetö arasında sınıfsal bir durum yoktu, sınıf içi bir kavga vardı belki. Üst sınıflar arası kavgalar da devrimlere sebep olabilir. Sınıf içi kavga da çok belirgin değildi. Bu yüzden 17-25 Aralık soruşturmalarından sonra kitleler ve diğer tarikatlar, fetöden ayrılmaya başladı. 17-25 Aralık ile 15 Temmuz arasındaki yaklaşık iki buçuk yılda, özellikle esnaf, cemaatten süratle kaçtı. Esnaf, daha 2014 ocağında kitleler halinde, vadeyi de kırdırarak, Bankasya’dan paralarını çekmeye başladı. Fetullah ise Pensilvanya’da 5 kuruşunuz bile olsa yatırın diye fetva verdi.  Gene de para çıkışını durduramadı. Çünkü akp’yi devirmek, sınıflarının da, sınıf içi çıkarlarının da aleyineydi.
2)FETÖ Cemaatinin gevşekliği, avanta kaynağı olması:  Cemaat hiç sıkıya gelmedi, 28 Şubatta türbanlarını ilk çıkaran onlar oldu. 12 Eylül’de generallere övgüler düzdüler. 17-25 Aralık operasyonlarından sonra da zoru gören cemaat, sıcak çaya atılmış küp şeker gibi dağıldı. Çünkü bu gerçek çatışmaydı ve bu çatışma da fetönün iktidara gelmesi ve kalması için çabaladığı akp ve muhafazakâr-dinci kesimin idolü olan Recep Tayyip Erdoğan’a karşıydı. Önce küçük ve orta büyüklükteki esnaf kaçtı. Nur evlerine, vakıflara ve himmet denen haraçlara para vermeyi kesti.  Zaman gazetesi, Sızıntı, Aksiyon dergileri gibi yayımların abonelikleri bıçak gibi kesildi. Ardından Bankasya’dan mevduat kaçışı başladı. Bankasya konusu en hassas konuydu, banka çok sarsılmış olmalıydı ki Fetö, Pensilvanya’dan, beş liranız da olsa yatırın diye emretti. 15 Temmuz sonrasında sadık tarikatçılar, en fazla bu ölçüye alınarak tespit edildi. Memurların da pek çoğu, en azından görüntüde reisçi oldu. 15 Temmuzda ise twitter’dan ve bazı yandaş kanallardan sokağa çıkmayın demekten başka bir şey yapmadılar. O gece sokağa çıkması gerekenler, cemaatçilerdi. Oysa gecenin ilerleyen saatlerinde bazılarının darbe aleyhine sokağa çıkmaya başladığı ortaya çıktı. En son iki astsubay, darbeyi ilk duyduklarında hayırlı olsun diyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde halk sokağa dökülünce de darbeye direniyorlar. O ilk hayırlı olsunun kaydedilme ihtimalini düşünemiyorlar. Bir de, o gece Erdoğan’ı kaldığı otelden kaçıran helikopter pilotunun bile telefonunda bylock denen program bulunmuş.
3)Erdoğan mitinin, Fettullah mitini ezmesi: Fettullah Gülen ve cemaatinin hiç zora gelmediğini yazmıştık. Fettullah’ın kendisi de, malum, sızmayı itiraf ettiği videodan sonra aynen Amerika’ya, Pennsylvania’ya kaçtı. Bütün bu yıllar için Erdoğan, hapis yattı, parti kurdu, iktidara geldi ve defalarca seçim kazandı. Fettullah ise okyanus ötesinden emirler yağdırmakla yetindi. Bu arada Erdoğan, fetö medyasından ayrı kendi havuz medyasını kurdu ve bu medya her gün Erdoğan’ı övdü. Halk için fetö, çok uzaklarda bir isimdi.
4)Erdoğan iktidardan gidince ortalığın karışacağı korkusu: Aslında iktidar partisi, yıllardır bu korku ile halkı yönlendiriyor. Akp ya da Erdoğan yerine Pensilvanyalı’nın gelmesinin doğuracağı kargaşa, tarikatın kendi mensuplarını bile ürküttü.
5)Muhalefetin Fetö’den, Erdoğan ve akp’den daha fazla nefreti etmesi:  AKp kurulmadan getirmişti. 17-25 Aralık operasyonlarından sonra,  Balyoz ve Ergenekon davalarının kumpas olması, Zekeriya Öz ve diğer Fetöcülerin bu kumpasları düzenleyenler olduğunun açığa çıkması, onlara nefretin daha da artmasına sebep oldu. Diğer bir sebepte, fetö  iktidara gelindiğinde, muhalafet bile yapılamayacak olmasıdır. Şeyhleri, Humeyni gibi uçakla Türkiye’ye geldiğinde ilk önce, hatta Akp ve Erdoğan’dan önce solcuları, Atatürkçüleri başta olmak üzere tüm muhalefeti sindirmek olacaktı. Yalandan olsun, muhalefet yapamayacaktı. Arkasına Amerika’yı alıp, ülkeyi tam bir Amerikan sömürgesi yapacaktı.
6)Diğer cemaatlerin Fetö devlet başkanlığını, kendi mevkilerine uygun bulmaması:  Fetö büyüdükçe, diğer cemaatlerde kendi çapında büyüdü. Hepsi akp ve Erdoğan iktidarından memnundu. Fettullah Gülen’in siyasi iktidarı da ele alması, onlar için can sıkıcı olacaktı. Mevcut dini iktidarlarını da kaybedeceklerdi. Humeyni, İran’da iktidara gelirken, kendisine en ufak muhalefet edenleri, mollalar da dahil, hatta özellikle mollaları, ezdi geçti. Mollalık cübbelerini ve yetkilerini ellerinden aldı.
7)Halkın darbe tecrübesi: Türk toplumu darbelerden çok şey kaybetti, pek bir şey de kazanmadı. 27 Mayıs 1960, 12 Kasım  1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve benzeri darbe ve darbe girişimleri, Türk toplumuna hep zarar verdi, hep acı getirdi. İnsanlar artık iktidarlar, darbe ile devrilsin istemiyordu.
8)Şartların olgunlaşmamış olması: Kenan Evren, 12 eylül öncesi anarşi ve teröre uzun süre göz yumduğunu (daha doğrusu konsey olarak yumdukların) kendisi de itiraf etmişti. Ülkede pek çok kişi, 12 eylül darbesini ilk duyduğunda, oh be, hayatım kurtuldu demişti. 15 temmuz öncesinde ortam çok içi açıcı olmasa bile (halen de öyle değil), öyle bir şu hükumet gitse de, ya da kaç aydır hükumet kurulamıyor, kardeş kardeşe düşman olmuş durumu yoktu. Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerin ve Nazlı Ilıcak’ın yazıları da, ancak kendi eş-dost çevresini etkiliyordu.
9)Darbeyi yapanların asker olmaması: Darbeye karışanların hepsi, soru çalarak, birbirlerini kollayarak sınav kazanmış, rütbe kazanmış kişilerdi. Askeri okuldan diplomanız olması, sizi asker yapmaz. Çünkü siz, öğrenmeniz gerekenleri öğrenmemiş, rütbe ve göreviniz için gerekli yetenek, bilgi ve becerileri kazanmamışsınızdır. O gece bir askerin yapmayacağı hataları yaptılar. Riskleri hesaplamadılar. Çünkü gerekli askeri eğitimi almamışlardı. Asker elbisesi giymeniz, sizi asker yapmaz, rütbeleriniz de yapmaz. Siz o askerlik becerilerine sahip misiniz, mesele odur.

10: O gece yapılan hatalar: 12 Eylül ve 27 mayıs darbeleri (diğerleri darbe yaparız yoksa haa.. demek olan muhtıralardı), radyo ve televizyonun (27 mayısta o tek kanallı televizyon da yoktu) devletin egemenliğinde olduğu dönemde, gece 3-5 arası, uykunun en tatlı saatlerinde olmuş, bitmiş, sabah uyanan insanlar da, olanlar oldu hissine kapılmıştı.  Darbe gecesi ile ilgili halen bilinmeyen ve açıklanamayan çok şey var. Cumhurbaşkanını otelden çıkaran pilotun bile telefonundan bylock çıkması, bazı 15 temmuz gazilerinin fetö davalarında sanık olması gibi. Darbenin bence en ironik tarafı, 12 Eylülün meşhur işkence grubu DAL’a (Derin Araştırmalar Labavatuarı. 1. Ve 2. Şube polislerinden oluşuyordu) mekan olan Ankara İl  Emniyet müdürlüğünün, 15 temmuzda en şiddetli çarpışmalara sahne olmasıdır.

30 Kasım 2017 Perşembe

DOKSANLI YILLAR 9 O ZAMANLAR KUMPASLAR

DOKSANLI YILLAR 9 O ZAMANLAR KUMPASLAR

Kumpas yaprak, dincilerin ve faşistlerin doğasıda vardır. Faşizm, İngeborg Bachmann’ın dediği gibi iki insanın ilişkisiyle başlar. Tarih boyunca hep vardı, resmen adının konması için 20. Yüzyıl beklendi. İnsan bencilliğinin ve hırsının doruğu olan kapitalizm, faşizmi bütün bahanelerinden ve örtülerinden arındırdı, vicdanı da ameliyatla alınmışçasına yok etti. İnsanları tek kullanımlık aletler gibi öldüresiye çalıştırıp, sonra katledip, cesedin yağından sabun yapan bir manyaklık haline geldi. Nazizim ile doruğuna ulaşan faşizan düşüncenin meşhur propaganda ilkeleri vardır. Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels’in ilkeleri, aslında o da Hristiyanlıktan almıştır. Kökenleri yazından da öncesine, putperest çağlara dayanır. Büyük yalan denen bu yöntemde, adı üzerinde çok büyük bir yalan üretilir. O kadar büyüktür ki, uydurulmuş olamaz dersiniz. Sonra bu yalanı sürekli ve aralıksız tekrar edersiniz. Hiçbir delil sizi ikna edemez. Siz, sürekli tekrarlarla karşınızdakini ikna edersiniz. Tartışma, ezberinizi karşınızdakine okumaktan ibarettir. Sıkıştıklarında yeni bir yalan, yeni bir iftira üretirler. Delile gerek yoktur, bunu herkes bilmektedir. Herkes dedikleri de kendileridir. Bu kadar şey yalan olamaz, binde, hatta on binde biri bile gerçek olsa, çok korkunç dersiniz ama hiç, ama hiç biri doğru değildir.
Mesela; Alevilerin mum söndü yaptığı, Yahudilerde en büyük oğlan çocuğunun annesi ile evlendiği, gene Yahudilerin horozlarının da yumurtladığı, Yahudilerin, yılda bir kez, bir Hristiyan çocuğu kaçırdığı, iğneli fıçıya koyup, fıçıyı yuvarladıktan sonra, ölen çocuğun kanını içtiği, dünyayı Yahudilerin yönettiği, Komünizmin ev Kapitalizmin Yahudilik oyunu olduğu, 1. Dünya savaşında Almanlar yenildiği için yenilmiş sayıldığımız, Koka Kola ve Pepsi’nin formülünün çok gizli olduğu ve bu iki içeceğin analiz edilemez olduğu, yoğurtla balık yemenin zehirleyeceği, Kızılderililerin Türk olduğu, domuz etinin kıskançlık duygusunu yok ettiği ve daha nice yalanlar….
Bu yalanlar ideolojiye göre değişir. Örneğin Naziler, Yahudilerin erkeklerin adet görmesi, anneyle evlenme ve iğneli fıçıda kan içmeleri gibi yalanlarla mücadele etmişlerdir. Zira toplama kamplarında bunun yalan olduğunu fark edenler, Yahudilere sempati duyabilirdi. Bunun yerine tüm dünyayı Yahudilerin yönettiği ve Almanların saf ırk olduğu yalanına başvurmuşlardır. Oysa Almanya, Otuz Yıl Savaşlarını (1618-1648) en yoğun yaşamış, savaşın sonundaki 1648 Vestfalya antlaşması sonucu pek çok Protestan, Protestan eyaletlere, pek çok Katolik’de Bavyera başta olmak üzere Katolik eyaletlere göç etmiştir. Almanya nüfusunun üçte birini kaybetmiş, eski nüfusu ve ekonomik büyüklüğüne ulaşması yüz yıldan uzun zaman gerekmiştir. Balkan yarım adası, Rusya ve Ukrayna’ya yüzbinlerce Alman göç etmiştir. Daha 18. Yüzyılda Prusya devleti, binlerce Polonyalıyı Ruhr vadisine, sanayi tesislerinde çalışsın diye yerleştirmiştir. Almanlar genelde sarışın olmakla beraber,  Joseph Goebbels  gibi ünlü Naziler gibi pek çok Alman siyah saçlıdır. Türkler de genelde siyah ya da koyu kestane saçlıdır ama Atatürk başta olmak üzere pek çok ünlü Türk, sarışındır.
Belli yalanlar o kadar çok tekrarlanır ki, yalanın içindeki mantıksızlığı anlamak zaman alır. Mesela Fatih Sultan Mehmet başta olmak üzere,  bir sürü ve pek çoğu dünyayı titreten padişahın, hattat esnafın baskısı yüzünden matbaayı üç yüz yıl kadar Osmanlı’ya, daha doğrusu Müslüman halka geç gelmesi durumudur. Dünyayı titreten padişahlar, böylesi önemli konuda hattat esnafından mı çekinecekti. Hurufilik tarikatı üyelerini cami avlusunda diri diri yakan Fatih, yeni fikirlerin etkilerini biliyordu. Bilemediği, gayrı Müslüm tebaasına etkileriydi. Ona göre yeni fikirler, zaten parçalanmış Hristiyanları daha da parçalayıp, devletin işini kolaylaştıracağıydı. Milliyetçi fikirler, önce Hristiyan tebaa içinde yayıldı. Müslüman tebaa arasında sadece Alevilik, o da çok fazla yayılmadı. Matbaayı yasaklamakta kendince haklıydı. Katolik kilisesi, İncili çoğaltmak için matbaayı destekledi ama matbaa, Protestanlığın yayılmasına sebep oldu. İslam dünyası ise zaten ezelinden beri mezhep-tarikat çatışmaları ile uğraştığından bu gerçeği erken fark etti. 
Bazı yalanlar gene sık tekrar edildiğinden, birileri gerçeği araştırmaz, araştırma zahmetine girmez. Mesela aya ilk ayak basan insan Neil Amstrong ile, meşhur su altı belgeselcisi kaptan Cousteau’un Müslüman olduğu haber. Ortaokul ve lise yıllarımda din dersi hocaları hemen her derste bunu tekrarladı. Her iki haber de kocaman yalanmış. Cousteau sadece İslam’a saygı duyuyorum demiş. Amstrong’da o da yok. Üstelik Kaptanın, anlı şanlı, romanlara konu olmuş Notre Dame katedralinden kaldırıldı. Bu yalanlar seksenlerin yalanlarıydı. Bu tür yalanları, batılılarda ara ara destekler. Mesela Napolyon, Mısır seferi sırasında, gizli Müslüman olduğu dedikodusunu özellikle yaydığını, övünerek anlatır. İtalya seferinde de Katolik olduğu dedikodusunu çıkarmış. Yahudi bil ülkeyi işgal etseydim, Yahudi olduğum dedikodusunu çıkarırdım, demiştir. Hindistan-Pakistan Müslümanları yıllarca kraliçe gizli Müslüman olduğu, bütün İngiltere’nin de toptan Müslüman olacağı dedikodusu yayılmıştır. Avrupalılar arasında da Fatih Sultan Mehmet’in gizli Hristiyan olduğu dedikodusu yaygındır. Bunu da Osmanlının kasten yaymış olması muhtemeldir.
Komplolar, dedikodu ile temellendirilir. Eskiden komplo yapacak kadar güçlü tek örgütlenme, dini topluluklar ve dini teşkilatlanmalardı. Tarikatlar, Katolik kilisesi gibi kurumlar, asılsız dedikoduları yayarak, komploları ile çok kişinin canını yaktı. Doksanlarda önce bir sürü eve giren Zaman gazeteleri ve Samanyolu televizyonları bunu komplolarını arttırdılar. İlk başlarda Zaman gazetesinden, isim vermeden, her şeyini tarif edip, sadece ismini vermeden birilerini linç ettirmeleri başladı. Asıl linç, internetle oldu. Trol denilen ve grup hainde saldıran ilk internet trolü ordularını fetö ve tarikatlar kurdu. MIRC denen sohbet programları çok modaydı ve sohbet odalarında bolca fetöcü vardı. Söze cemaatçi değilim ama cemaati sevmem ama deyip, sohbete başlar, Fettullah’ın aleyhine konuşursanız size küfrederlerdi. Doksanların sonlarında ilk büyük komplolarını yaptılar. Söylemezler çetesi ve  deniz kuvvetleri eski kuvvet komutanının (adını unuttum, google’da bulamadım) evinin tadilatı yolsuzluğundan tutuklanması gibi davalar, Ergenekon kumpasına hazırlık aşamalarıydı. Diğer bir olay da, Fetullah Gülen’in sızma v ele geçirme konuşması videosunu açığa çıkaran Ali Kırca başta olmak üzere pek çok kişinin gizli görüntülerinin ifşasıydı.

17-25 Aralık operasyonlarından sonra başlayan ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, Fetullah Gülen cemaatini, diğer cemaatlerden ayırma durumu başladı. Fetö ve AKP işbirliği, aynı zamanda diğer tarikatların da işbirliğidir. Bu tarikatların hepsi NATO beslemesidir. Türkiye, NATO’ya üye olana kadar, Said-i Nursi’de, Süleyman Hilmi Tunahan’da, diğer tüm tarikatlar da, kendi çapında, az bir cemaati olan şeyhlerdi. Boğacaksan solu, yetiştireceksin sofu ilkesini çok önceden keşfetmişlerdi. NATO destekli, her iki lafından biri Atatürkçülük olan 12 Eylül rejiminin, zorunlu din derslerini getirdiğini, hatta bunu anayasaya koydurduğunu, Alevi köylerine camii yaptırdığını, TRT’de Huzura Doğru diye dini program yaptırdığını unutmamalı. Fetullah Gülen, darbeyi sevinçle karşılayan ve Kenan Evren’e övgüler düzenlerin başında geliyordu. Polis teşkitarı ve emniyet genel müdürlüğündeki ilk tarikatçı örgütlenmede o zamanlarda başladı. O zamanlar bu örgütlenmeler, diğer tarikatların da işbirliğine katılması ile oldu. Fetönün, özellikle seksenlerde o kadar insan gücü ve teşkilatı yoktu. Tarikatlar, 17 Aralıktan sonra fetöden ayrıldı. Peki, o zaman 15 Temmuz neden başarısız oldu, neden fetödenayrıldılar. onu da sonraki yazımda anlatacağım.

14 Kasım 2017 Salı

DOKSANLI YILLAR 8- HABERCİLİK VE GAZETECİLİK
O yıllar gazeteciliğin ve haberciliğin de geliştiği yıllardı. Basın Yayın yüksekokulları, İletişim fakültesi oldular. İletişim fakültelerinin üniversite puanlarının zirvede olduğu yılardı, bazıları neredeyse yüzde birden öğrenci alıyordu. O yıllarda sadece pek çok televizyon-radyo kanalı değil, gazete ve dergi de çıkıyordu. Televizyon demişken, bu gün fark ettiğim bir ayrıntıyı buraya yazayım. O yıllarda televizyon kanalı kurmak aşırı ciddi bir işti galiba. Çünkü yayın hayatına geçmeden evvel aylarca, hatta bazen bir buçuk sene deneme yayını yapılırdı. TRT’de yetişen yüzlerce eleman, yüksek maaş için özel kanallara gidiyordu. TRT çalışanları bunlara yetmiyordu. İletişim fakültesi mezunları, stajyer girdikleri medya şirketlerinde birkaç senede yönetici oluyordu. O dönemde kanallar haberci ve haber programcısı ihtiyacını deneyimli gazetecilere haber programı yaptırtarak karşılıyordu. Bu daha TRT tek kanal döneminde, Mehmet Ali Birand’ın program ve belgesel yapması ile başladı. Pek çok televizyon habercisi (Can DündarMithat BereketÇiğdem AnadAli KırcaDeniz ArmanCüneyt ÖzdemirRıdvan AkarMusa Çözen, Talip Korkmaz, Sacit Baydar vb pek çok isim), Birand’ın dizinin dibinde televizyon haberciliği öğrendi. Birand’dan kalma alışkanlıkla haberciler, televizyon, radyo ya da haber sitesinde de çalışsalar, kendilerine gazeteci dedi. Haber işinde çalışmayan televizyon yapımcıları da kendisine televizyoncu der halen. O dönemin televizyon haberciliği ve gazeteciliği, bu günden daha kaliteliydi. Yandaşlık bu günde vardı.
 Geçen yazımda bahsettiğim kolejli, Avrupa görmüş liberaller topluluğu önceleri Özalcıydı. Özal ölünce Tansucu oldu. 2001’de toptan reisçi oldular. Önceleri Aydın Doğan grubu, Sabah, Star, hatta Zaman gazetelerinde dağınık olarak yazıyorken, önce Yeni Yüzyıl, sonra Radikal gazetelerinde bir araya geldiler. Pek çoğu eski solcu, hatta Marksistti. Kolejli, yurt dışı falanda görmüş bu güruh, bir birine farklı görüşte gibi görünseler de, önce Özal, sonra Çiller ve en sonunda da Tayyipçi olarak beraber hareket etmiştirler.  Bu süreçte Atatürkçülüğe, liberal özgürlükler bağlamında saldırmışlar, Fetö ve tarikatları gizli-açık övmüşler, Ermenilere yapılanları kınayıp, Sivas katliamı ve din kökenli katliamları görmezden gelmişlerdir. En önemlisi de 2010 referandumunda yetmez ama evet goygoyu yapmışlar, referandumdan sonra önce Fetöcü-Tayyipçi diye ikiye ayrılmış, sonra bir kısmının Solculuğa geri dönmeye çalışanlarla üçe bölünmüşlerdir. Bu güruhun ana ideolji gazeteleri Yeni Yüzyıl (Taraf ve Yeni Binyıl ile beraber) ve Radikal gazeteleri hep zarar ettikleri halde ısrarla devam ettirilmiştir.) Akp-Fetö ilişkisini 2010 yetmez ama evet referandumu öncesi ve sonrası ile ayırırsak daha net anlarız. Bu ayrımı da doğrudan Fetö kalemşörlerinden değil, Fetö destekli Liboşlardan anlayabiliriz. Has Fetöcüler ile Reisçilerin ayrılması, 17-25 Aralık 2013 operasyonların yaklaşık 1 yıl öncesine, 2012 yılına falan denk gelir.  2009 yılında Fetö, milli güvenlik kurulunun tehlikeleri arasında yoktur, 2010’da girer.  Belge sümen altında kalır, o zamanlar kavga, Fetöcü liboşlar, reisçi liboşlar arasından sürer.  Bu konuyu daha sonra ayrıntısı ile anlatacağım, başlığın konusu dağılmasın diye şimdilik yazmıyorum.
 Yandaş gazeteciliği ilk önce seksenlerde, sırf Özal’ı desteklemek için gazete-dergi sektörüne giren, Kıbrıs kökenli İngiliz iş adamı Asil Nadir’di. Nadir, sırf onun propagandasını yapabilmek için pek çok gazete ve dergiyi satın aldı ya da kurdurdu. Nadir’de Özal’a güvendiği için, Londra borsasında bir günde battı. Batma sebebinin Özal olduğu yıllar sonra ortaya çıktı. Nadir, Özal’ güvenip, ayrıntısını unuttuğum bir işe giriyor ama Özal, muhtemelen siyasi bir taviz karşılığında Nadir’i satıyor. Nadir, uzun yıllar dolandırıcılıktan hapis yatıyor falan. Özal’ın, Nadir’i İngilizlere satması ise, yıllar sonra, Özal öldükten sonra ortaya çıkıyor. Nadir, İngiltere’de kazandığı paralarla Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ta yatırımlar yaptı. Bir ara Kuzey Kıbrıs’ta her 2 kişiden 1’i, onun şirketlerinde çalışıyordu. Nadir tutuklandıktan ve şirketleri battıktan sonra,  özel bir kurtara operasyonu ile tekrar işletilip, büyük holdinglere satıldı. Vestel gibi çok kıymetli markaları barındırıyordu. Hatta bu şirketler borsada dip, hatta dibin dibi yapmıştı. Kurtarmayı duyan bir avuç kişi (kim oldukları halen sır) hisseleri düşükken alıp, yüksekten satıp, zengin oldu.  Vestel’in hisselerini alanlar on dört kişiydi.
Uzan ailesi o zamanlar medyanın yıldızıydı. Radyo ve televizyon kanalları, alanı parsellemişti. Pek çok gazeteciyi, haber yapsın diye yüksek maaşla istihdam etmişti. Gene de fark etti ki gazetesiz, dergisiz, yani kâğıtsız olmuyordu. Diğer medya grupları (Doğuş holding, Ciner holding vs) kendi televizyon kanallarını açınca, aile olarak bunu daha iyi anlıyor ve kendi gazetesi Star’ı ve onunla beraber bir dergi grubu kuruyordu(1999). Fakat bir sorun vardı, dağıtımcıları, bu gazeteyi dağıtmak istemiyor ya da dağıtım olarak yüksek pay alıyordu. Cem Uzan’da kendi dağıtım şirketini kurdu. Yay Dağ ve Yay Sat’da, bayilerine Star satma yasağı getirdi.  O zamana kadar gazetede bayi karı % 4 (dört) gibi bir rakamdı. O zamanlar perakendecilerin genelde küçük esnaf olması yüzünden olacak, tekel ürünleri (sigara-bira harici alkol vb. alkol satan yerlere halen tekel bayi ya da tekel büfe denmesinin sebebi budur), gazete-dergi, günlük süt ve bir bakkalda olması elzem olan pek çok şeyin bayi karı %4’ dü. Pek çok bakkal, bu yüzden gazete satmaz, gazeteler de bazı ilçelerde bile bulunmazdı. Uzan, bayilere %10 kar payı verdi. Yay sat %20’e çıkardı. Bu rakam uzun süre sabit kaldı. Sonra yanılmıyorsam az satan dergiler ya da bazı yayımlar için arttırıldı. Ankara’da Yüksel’de Turhan Kitabevinin fanzin denen amatör dergileri bile satan bir kitapçı için, %50, hatta 60 aldığını duydum. Şimdi pek çok ilçeye, köye gazete-dergi geliyorsa, bunun sebebi Cem Uzan’ın rekabete girmesidir.
 1999 çok geç bir zamandı, gene de internetin emekleme zamanıydı. Geç olması, Uzan holding için geç olmasıydı. Oysa Habertürk gazetesi on sene sonra, internetin ceplere bile girdiği bir dönemde çıkmaya başladı. Beni şaşırtan, kâğıt medyanın halen güçlü olması, hatta halen ihtiyaç olması. Radyo neredeyse öldü.  Yeni nesil cep telefonlarında FM radyo yok. İnternet bağlantısı kolay ve ucuz olduğunda, FM radyoya ihtiyaç yok artık. Tanıdığım pek çok kişi, biri de bizzat kendim olmak üzere, televizyon seyretmiyor. Pek çok kişi, internetten, özellikle twitter üzerinden haber edinmeyi tercih etse de, gazeteler, azalarak da olsa gücünü koruyor. Televizyonlar, özellikle 2002 sonrası yandaşlaşma sürecinden sonra, bazı iktidar yanlıları için bile haber kaynağı olma özelliğini yitirdi. Genel anlamda saçma ve zırva eğlence için, oyalanmak için açılıyor televizyon. Dergilerse son birkaç yıldır yükselişte.  Gerçi onlarda dijitalleşmekte, mesela Ot dergisinin dijital versiyonunu alanlar kırk bine yaklaşmış ve bu kâğıt baskısına bayağı yakın.
Biz o yıllara geri dönelim. O zamanlar gazetelerde büyüme ve rekabet dönemindeydi. Rekabette yasal boşluklarla ve kupon furyasıyla başladı. Kuponla tencere, tava, müzik setti gibi şeyler yapılıyor, kuponlar belli adreslere yollandıktan sonra ev, araba çekilişleri yapılıyordu. Hatta bir ara gazeteler işi, kazı kazan tipi lotaryaya dökmüştü. Vatandaş her gün üç beş gazete alıyor, sonuçlara bakıyor, gazeteyi de bayide bırakıyordu. Bu dönemde Sabah gazetesi, seviye düşürmede dibin, dibini gören, gösteren gazetedir.  Sabah gazetesi, genel yayın müdürünün kaza yaptığı arabayı, kuponla vermişti. Gene aynı sabah gazetesinin meşhur mini müzik seti hayal kırıklığı vardır ki, olay olmuştur. Yüzlerce kupon biriktirenler, taşıyamayız diye taksi tutmuşlar ve müzik seti diye volkmene benzer bir şey almışlardı. Sabah gazetesinin bu olayından sonra kuponla verilen şeyler, kültür ürünleri ile sınırlandırılmıştı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’da kuponla televizyon kazanmış, muhalefet tarafından konuşulunca bir kamu kuruluşuna bağışlanmıştı. Bu olaydan sonra kamu kuruluşlarına alınan gazetelerin kuponları ile ilgili yönetmelik yayımlanmıştı. Kupon çılgınlığının en unutulmaz ayrıntısı ise, ansiklopedi çılgınlığıydı. Halk deli gibi kupon toplayıp, ansiklopedi aldı. Ardından  doksanların sonlarında internet çıktı, yaygınlaştı ve o ansiklopediler çöp oldu.
Dönemin haberciliği, bu güne göre daha iyiydi. Ortada RTÜK yoktu. Pek çok güzel belgesel yapıldı. Siyaset meydanı başta olmak üzere pek çok açık oturum yapıldı. Talk Shovlar o zaamanlar çok modaydı ve her şova her görüşten, pek çok kişi gelir, özgürce konuşurdu. Bunlar Bankacılık Devlet Denetleme Kurulu araççılığı ile medya tek ses olmadan önceydi.
O dönem dergiciliğine de değinmek lazım. Dergicilikte patlama yapmıştı ve bu günkü pek çok derginin ve hatta internet sitesinin ataları o yıllarda ortaya çıktı. Mesela bu günkü Zaytung ve benzeri sitelerin ilk örneği,  16 sayfalık Antimedya dergisiydi.  Dergi adını Leman dergisinin aynı adlı köşesinden almıştı. Oğuz Aral’ın uzaklaştırılmasından ve Gırgır’ın önce bozulması, sonra da kapanması ile meydan Leman dergisine kalmıştı. 1994-95 gibi Leman dergisi Isparta’da 3-4 günde biterdi. Leman o kadar büyüdü ki, aylık çizgi roman dergisi Lemanyak’ı, ardından gene çizgi roman dergisi Kemik’i çıkardı.  Bu günkü pek çok çizgi roman dergisi, bu dergi yada bu dergi çizerlerinin yetiştirdiği çizerlerce hazırlanmakta. 12 eylül rejimin yıktığı kültür dünyası o zamanlar yeniden toparlanıyordu. Leman grubu gene o zamanlar önce Öküz, sonra Yeni Harman dergisini çıkarmaya başladı. Bu günkü Ot, Kafa, Kafka Okur vb dergiler, halen Öküz-Yeni Harman formatında çıkıyor. Leman, önce kendi merkezi olan Beyoğlu-İstiklal Caddesi, İmam Adan sokakta kafe açtı. Ardından da Ankara, İzmir, Eskişehir, Antalya gibi büyük şehirlerde şubelerini açarak, bu gün halen süren dergi kafesi tipini yarattı. Cem Yılmaz, ilk gösterilerini Leman Kafede yaptı. Leman, o yılların efsanesiydi. Susurluk kazası sonrası sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemi, Leman dergisinde başladı. Okur mektupları köşesi, solcu gençlerin facebook sayfası, forumu gibiydi.  O yıllarda taşra üniversitelerinde terör estiren Ülkcüleri, buralarda anlatırdık. Nihat Genç, ilk düzenli yazılarını burada yazmaya başladı. Derginin çok okunan yazarı, derginin tam ortasında sigaralı fotosuyla, Cezmi Ersöz’dü. Pek çok il ve ilçe, onunla beraber yazar gördü. Öğrenci evlerinde bile kalır, bir-iki koli kitabını satmakla yetinirdi. Leman’ın yanında Hıbır dergisi de vardı. Hıbır, sık sık kapanıp, değişik adlarla (hbr, hbr maymun vs) yeniden açılıp, kapandı. Ergün Gündüz-Hasan Kaçan ikilisi, hemen aynı ekiple, yeniden dergi çıkardı. Diğer dergi türleri de o yıllarda çıktı, hatta bazıları o yıllara özgüydü. Karate ve uzak doğu sporları dergileri, önce Deli Yürek, sona Kurtlar Vadisinin etkisiyle azalarak bitti. Ne alakası var derseniz, televizyonlarda sürekli karate filmleri yayımlanıyorken, bu sporlarda popüler oldu. Dediğim dizilerde ise ha bire silah vardı ve karateye yer yoktu. Karate salonları ve dergileri, ilgisizlikten azaldı. Gene o dönemde bir sürü Rock- Metal müzik dergisi vardı. Önce Şehriban Coşunfırat cinayeti, bu tür müzik dinleyenlere Satanist damgası vurulmasına sebep oldu. Uzan grubu bu müziği dinleyenleri karalama kampanyası başlattı. Bunlara rağmen bu metal müzik bitmezdi. Bitiren asıl etken Rock yıldızları denen yaşlılar grubu, gençlere engel oldu, onları yeterince hard rock ve hevy metal olmamakla suçladı. Ipod denen minicik müzik aletleri ve kulaklıklarda bu müziğin sonu oldu. Bu müzik, bol gürültülü ve müzik seti denen devasa aletlerle dinlenmeliydi, kulaklıkla değil. Bu müzikle beraber, dergileri de bitti. Pop müzikte Sezen Aksu başta olmak üzere eskiler, gençlerin elinden tutmadı, kucağında şöhrete taşıdı. Pop müzik dergilerinin en önemlisi Bulue Jean halen tirajı az da olsa aktif. Sosyal medya, popüler kültür dergilerinin sonu oldu. Bir ara borsa dergileri çoktu, cebinde az bir birikimi olan borsada oynar, şirketleri takip etmek için bu dergileri alırdı. İki binli yıllarda bir dizi yolsuzluk operasyonunda bu dergilerin, bir takım sahtekârlarca, küçük yatırımcıyı kandırma araçları olduğu anlaşılınca, bu dergiler kapandı.
5 Nisan 1993 krizi, televizyonlara profesör çıkarma, profesörlere, özellikle ekonomi profesörlerine program yaptırma modasını başlattı. En ünlüsü Ekodiyalogdu. Dört ekonomi profesörü (Deniz Gökçe, Mahfi Eğilmez, Asaf Savaş Akat, Taner Berksoy ) mevcut ekonomik gelişmeleri tartışıyordu. O zamanların ekonomi profesörleri ve ekonomi yorumcuları, birer felaket tellalı gibi konuşurdu. Şimdi ise doların he hareketlenmesinde ya da benzer gelişmede, istikrar sürüyor mesajı veriyorlar. Geçenlerde dikkat ettim, falcının biri bile her televizyona çıkışında istikrar vurgusu yapıyordu. Önceden falcılar da ekonomide ve borsada dalgalanma vurgusu yapardı. Geçenlerde 8 şehit verdik, çoğu gazetede dip haberdi ve ne hikmetse hemen savaş uçaklarının vurması ve bilmem kaç terörist vurulması haberi geldi.  Basın bayağı değişmiş bu kadar zamanda.  Mesela o yıllarda öldürülen teröristlerin cesetleri falan sergilenirdi, şehitlerin adları anında alt yazı geçerdi. Şimdi adları bile zor anılıyor. Profesör çıkarma modası, 1999 Marmara depremiyle beraber, Jeoloji profesörleri ile sürdü. Sonra Ramazanlarda İlahiyat profesörleri çıkmaya başladı.

O dönemin basın ve habercilik çok da ütopik ve ideal değildi. Uzanlar başta olmak üzere medya patronları siyaseti ve partileri yönlendirmeye, gütmeye kalkardı. Şu anki iktidarın gelmesine sebep olan siyasi karışıklık, biraz da onların eseriydi. Bu yüzden bir ara bütün büyük holding sahipleri, televizyon kanalı sahibi olmak için uğraşmaktaydı. 

31 Ekim 2017 Salı

DOKSANLI YILLAR 7 YETMEZ AMA EVETÇİLİK
Yetmez ama evet kelimesi, 2010 referandumundan evvel dile dolandı. Referandumda evet oyu vererek, polis devleti olmaktan kurtulacak, Avrupa Birliği bir ülkenin vatandaşı olacak, vizesiz Avrupa’yı dolaşıp, istediğimiz işe girebilecektik. 7 sene sonra çok saçma geliyor değil mi? O zamanlar HİZMET HAREKETİ’nin FETÖ olacağı ve darbeye teşebbüs edeceği fikri de komik gelirdi. 2002’e kadar giden süreçte halk, dinci bir iktidara psikolojik olarak hazırlandı. Bu operasyonun başında da her zamanki gibi FETÖ vardı. FETÖ’nün, 17-25 Aralık olaylarına kadar diğer tüm örgütleri de o yönetti. Mesela 28 Şubat sürecinde okullarda, devlet dairelerinde türban çıkarılacak emri, okyanus ötesinden geldi ve diğer tüm tarikatlar ve örgütler de kabul etti. Buna benzer pek çok karar Pensilvanya’dan alındı ve tüm tarikatlar bu karara uydu.
Refah partisinin 1995 seçimlerindeki ani çıkışına ve tarikatların ani yayılmasında rağmen halkın büyük çoğunluğu muhafazakâr, dinci kesimden korkuyordu. Pek çok insan, özgürlüğe alışmıştı ve dinci bir iktidar olduğunda, özgürlükten olacaklarından korkuyordu. Pek çok yayın da tehlikenin farkında mısınız diye reklamlar yapılıyordu. O reklamlarda, müftü nikâhı gelecek,  şort giyen kadınlara saldıranlar serbest kalacak, bin küsur odalı saraylar yapılacak,  iki de bir bombalar patlayan bir orta doğu ülkesine döneceğiz,  parti başkanları bomba patlamasıyla oylarımız artıyor diye sırıtacak, Özal’ın indirdiği gümrük duvarları yeniden yükselecek, samanı bile ithal edeceğiz, Topkapı sarayının bahçesi bile imara açılacak falan deniyordu. Bunun için önce soldan dönen Libareller kullanıldı. Önce sağcılık, özgürlük diye , serbest piyasa diye, serbest piyasa olmadan demokrasi olmaz diye sağcılık övüldü, üstelik bu, solun kalbi sayılacak Cumhuriyet gazetesinden yapılmaya başlandı.  Hasan Cemal’in Cumhuriyet gazetesinde başlattığı liberalleşmenin öncesi vardı lakin onlar daha hazırlıktı. 87-88 gibi bir liberal solculuk rüzgârı esmeye başladı. Özellikle Sabah gazetesi ve kısmen de Hürriyet gazetesi, bu tür yazarların merkezi oldu. Ali Rıza Kardüz, Engin Ardıç, Hadi Uluengin ve ikinci cumhuriyetçilik yapanlar, bu işi ilk başlatanlardı. 1994’de Yeni Yüzyıl gazetesinin yayımı ile ikinci cumhuriyetçilik ve liberallik yeni bir hal aldı. Çetin Altan’ın oğulları Ahmet ve Mehmet’in öncülüğünde, liberalizm diye Atatürkçülüğe saldırılmaya başlandı. Dinç Bilgin, uzun süre zarar ettiği halde bu gazeteyi korudu.  En sonunda kapandı, YeniBinyıl diye tekrar açıldı. Ekürisi Radikal, zarar ede ede de olsa, 2016’a kadar devam etti.
Önce serbest piyasa denilerek Özal övüldü. Oysa Anap ve Özal hızla oy ve itibar kaybediyordu. Özal ölünce, Özal övücüleri ibreyi Tansu Çiller’e yöneltti. Mesut Yılmaz, aşırı yavaş konuşması ve aşırı poker oynamaktan sabitleşmiş yüz ifadesi sebebi ile alaya alındı. Tansu Çiller ise gazları ve Türkçe ile İngilizceyi karıştırması yüzünden daha fazla alaya alınıyordu. Sonra 1994-95 gibi birdenbire Refah partisini sistemin içine alıp, eritmekten bahsedildi ve Refah partisi övgüsü başladı. Refah partisi sistemin içine alınıp, merkez sağ parti yapılacaktı. Refah partisinin hiç de böyle niyeti yoktu. Derken Hıncal Uluç liderliğinde, daha Alpaslan Türkeş hayattayken, MHP’yi merkez sağ yapma lafını kalemine doladı. MHP’de hiç oralı olmadı. Bir de, 2000 doğumlu bir öğrencimin dediği gibi, nedir bu merkez sağ? Cevabı yok bu sorunun. Merkez sağ kendisini hiç tanımlamadı, kendisine hedef koymadı. Oy alabilmek için her şeyi yapmak, ilkeli olmamaktı merkez sağ. Derken bir gün (Tam tarihi hatırlamıyorum, galiba 95 ya da 96 yılıydı) liberal güruhun lideri sayılacak Mehmet Barlas, birden İslamcılığa övgü yazısı yazdı.
Yetmez ama evetçiliğin 2. aşaması, Fetö ve onu nezdinde tarikatları sevimlileştirme işiydi. Bunun uzmanı da Amerika’dan gelen Şerif Mardin ve onun ta 1960’lı yıllarda kalma Said’i Nursi kitabıyla geldi. Tam da o yıllarda, yıllardır yaşadığı Amerika’dan gelip,  Merkez-Çevre çatışması ve bir sürü yeni kavramlarla tarikatları savundu. Ardından Nilüfer Göle, Etyen Mahçupyan ve benzeri birçok yazar geldi. Onlara göre Atatürkçülük, geleneğini yaşayan zavallı çevreye zulüm etmişti.  İnsanlara peygamberi rüyada gördüren terlik satan, Atatürk’ün deccal olduğunu, kendilerinin mehdi olduğunu, Said-i Nursi’nin Kuranı tefsirleri ile yüz yılda bir yenileyen Bedüüzaman olduğunu, gavsların inşaatında bedava çalışmanın nafile ibadetten hayırlı olduğunu falan söyleyen, kadınların çalışmasına, yüksek mevkilere gelmesine karşı, mezhep düşmanlığı yapanlar, birer özgürlükçüydü.
Şerif Mardin’in soyadı sizi yanıltmasın. 7 göbekten İstanbullu bir ailedir Mardinzadeler. Hatta meşhur Mısır’da kalan miraslar olayının aktörlerindendir. Pek çok akrabası, ülke Osmanlı egemenliğindeyken üst düzey yönetici, paşa, dolayısı ile tımar sahibiymiş. Kendisi gibi profesör olan kardeşi Betül Mardin’in, bu miras için, dönemin İsmet İnönü ile bir anısı da vardır. İsmet paşa kendisine bir bardak su ikram eder ve biz de çok yabancının mülküne el koyduk, alacağın budur gibisinden.
Biz konumuza geri dönelim. Doksanların ortalarından itibaren bir FETÖ övme operasyonları başladı. Tarikat yerine cemaat, kendisine şeyh yerine hoca efendi hitabı,   kanaat önderi unvanı veriliyor. 1993’den itibaren tarikat yurt dışına açılıyor, Azerbaycan’da ilk kez yurt dışında okul sahibi oluyor. Sonra dinler arası diyalog çalışması, Fetö’nün Papa, Maradona, Barış Manço, Cem Karaca ve bir sürü ünlüyle bir araya gelmesi süreci başladı. Dinler arası diyalog, Fetö’yü uluslar arası itibar sahibi gösterme projesiydi. Ardından da Fetöyü entelektüel gösterme çabası başladı.
Bu dönemde sanki tornadan çıkmışçasına bir grup kolejli fetö liberalleri çıktı. İstanbul’un köklü liselerinden birinden mezun,  İstanbul doğumlu,  değilse de babasının görev yerinde doğup, İstanbul’da büyümüş, İstanbul ve Ankara’da ki büyük ve eski devlet üniversitelerinde lisans, yurt dışında ünlü üniversitelerin birinde mastır ve doktora derecesi yapmış (bazıları üniversiteyi de orada okumuş), yabancı dili çok iyi, 7 göbek ezelden İstanbullu bir aileden ya da yüksek bürokrat- siyasetçi bir aileden gelme, abartılı bir Mevlana aşığı, Mevlana’ya ait ya da ait zannedilen bir sürü özdeyişi ezbere bilen, özel hayatı pek gündeme gelmeyen, Kürtleri seven, onlara karşı hassas,  2 Temmuz 1993 ve benzeri Alevilere karşı kıyımlara duyarsız, Atatürkçülük düşmanı, cemaat dostu, cemaatin ve Avrupa Birliğinin (ki ondan da bahsedeceğim bu başlıkta), sık sık da yurt dışına giden, orada ted talks’lara katılıp, konferanslar verip, ödüller alan, 2010 referandumunda yetmez ama evet demiş, gezi eylemlerini küçümsemiş, Radikal, Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl ve Taraf gazetelerinde kısa süre de olsa yazarlık yapmış (bir kısmı Sabah-Hürriyet köşe yazarı, özellikle ekonomi sayfalarından, Radikal-Taraf grubu idealdir) ya da röportaj vermiş  16 Nisan 2017 referandumundan sonra çoğu yurt dışına kaçmış, bir kaçı Gayrı Müslüm azınlıktan olan ve şimdilerde kimselerin umursamadığı, bir kısmı pişman, yazar ve sanatçı ordusu.  Bir kısmının pişmanlığı, artık Avrupa başta olmak üzere, yurt dışında da itibar görmemelerinden dolayı. Avrupa için AKP,  radikal İslamcı, otoriter bir parti, Recep Tayyip Erdoğan’da o partinin diktatörü. Fettullah Gülen’se bir sürü salağı peşine takmış meczubun biri. Fetö’nün tek ciddi hamisi Amerika kalmış durumda. Türkiye içindeki tek ciddi Amerika dostu FETÖ. Diğer tarikatlar, Ülkücüler ve benzerlerinin hepsi 15 Temmuz’dan sonra Amerika ile arasına mesafe koyma derdinde. FETÖ, sadece Türkiye’de değil, Sahra altı Afrika’dakiler başta olmak üzere Müslüman azınlıklar ile Amerika arasındaki tek iletişim bağı. Bu tarikat, dünyanın her yerinde Amerika’nın hizmetinde ve pek çok kokuda Amerika, bu tarikata bağımlı.   Doksanlar ve iki binler boyunca, kanaat önderi diye onu yere göğe koyamayan Avrupa basını, onu ve AKP’yi destekleyen bu kolejli çocukları da kalbinden silmiş durumda. Geçenlerde Orhan Pamuk, medyaya ağlıyordu, ben 5 sene uğraşıp, roman yazayım, siz Tayyip’i soruyorsunuz diyerek. Zamanında üzerine vazife değilken, yetmez ama evetçi güruha katılan sendin. Gezi eylemleri için, kalkınan ülkelerde olur böyle protestolar diyen sendin. Nobelden sonra yazdığı Masumiyet Müzesi’nden sonraki hiçbir kitabı, ciddi satıl rakamlarına ulaşamadı. Profesör Aziz Sancar’ın Nobel almasından ve Sancar’ın Atatürkçülük övgüleri, Pamuk’u demode etti. Nobelinin sihirini yok etti. Şimdilerde sadece PKK sempatizanları onu arada sosyal medyada savunuyor. O da arada bir, eskisi kadar Orhan Pamuk dendiğinde aşırı savunanı yok. Yeni nesilde gayet kaliteli Kürt yazarlar var. Pamuk’un, Paris’in Saint German’ı kadar elit mahallesi Nişantaşı’nda geçen romanlarını okumak zorunda değiller. En son okuduğuma göre Roma’ya yerleşmiş. Ben batılı, seküler eğitim aldım, antidemokratik ülkede yaşayamam diye ağlamış (gözyaşı dökmemiş bile olsa, böyle konuşmak, ağlamaktır). Bir başkası, Elif Shafack’da, evli ve iki çocuk annesi olması bir yana, hayatı boyunca İslamcılığı savunan biri olarak, Biseksüelim ve ifade edemiyorum dedi. Nihat Genç’in dediği gibi, Avrupa’da düşen popülerliğini kurtarma peşinde. Bir de kim olduğunu tutuklanınca öğrendiğim iş adamı Osman Kavala var. İlginçtir, Birgün gazetesinin sahibi olduğu iddia bu şahıs için sadece Ayşenur Arslan yazı yazdı. Sözcü, hemen hemen her gün Ertuğrul Akbay’ı, en azından internet sitesinde manşetine alırken, Birgün, olay yokmuş gibi devam ediyor ve alt sütunlardan duyuruyor. Gazetenin künyesinde adı yok. Paris doğulu, Robert kolej ve manchester üniversitesi  (İngiltere) bir olarak yaptığım tanıma uyuyor. Ailesi de bir garip. Ekşisözlük’ten aynen kopyalıyorum. ‘’ ayşe buğra (eşi), Tarık Buğra (kayınbabası), meral akşener (anne tarafından akrabası), selim sarper (babasının kayın akrabası), reha oğuz türkkan (anne tarafından akrabası), yalçın doğan(kayın akrabası)’’ Kayınbabası Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah adlı bir romanını yarım bırakmıştım. Türkiye’de ki her kötü şeyi sola bağlayan bir faşistin hezeyanlarından başka bir şey değildi. Reha Oğuz Türkan’sa bildiğin kafatasçı ve ırkçıdır. Doksanlarda İletişim yayımlarını, solcu yazarlardan, İslamcı ve (gene yukarıda tanımını yaptığım) yetmez ama evetçi liboşların yayınevi yapmıştı. Nihat Genç başta olmak üzere, sevmediği yazarların kitaplarının baskı adedini (3 yüz beş yüz falan yapmıştı. Utanmasa fotokopi ile çoğaltacak) düşürüp, tanıtımını yapmayarak, kendisinden uzaklaşmasını sağlamıştı. Tutuklanınca, kendisine desteği de bu liboşlar verdi. İşin ilginci İngiliz ve Amerikan hükûmetlerinin endişeliyiz mesajı vermesi.  Neymiş, birlikte çalışıyormuş. NATO’da beraber çalıştıkları Türk subay ve generalleri, gülünç sebeplerden tutuklanır, hapis yatarken endişeli değillerdi.
Doksanların bir de evler şenlik Avrupa birliği ve üye oluyoruz, kalkınacağız, demokratikleşeceğiz propagandası vardı ki bu propaganda 2010 yetmez ama evet sloganının temel direği olmuştu. Bu teze göre Avrupa Birliğinin demokrasi kriterleri vardı ve üye olmayan, aday ülkeler bile bu kriterlere uymak zorunda kalacağından, mecburen demokratik olacaktık. Sonra bu masal iki binli yıllarda ve 2010 referandumunda da devam etti.  Şu an sadece bir yıldan fazladır bulunduğumuz olağan üstü halden ziyade, Macaristan ve Polonya’nın düpedüz diktatörlükle yönetilmesinden dolayı da komik geliyor bana. Bir de Avrupa Birliği üyesi olunca ekonomi şahlanacak yalanı vardır. 2004’de tam üte olan Bulgaristan ve Romanya’nın hali ortada. Ekonomileri kötüydü, daha da kötüleşiyor. Üzerine Avrupa ülkelerine çalışmaya gidenler ve düşük doğum oranları yüzünden nüfusları azalıyor. Öyle ki Bulgaristan, nüfusu en hızlı azalan dünya ülkesi oldu. Gerçi Bulgaristan’ın çöküşü, sosyalist rejimde iken faşist damarı kabarıp, 2 milyon kadar Türkü, Türkiye’ye sürüp, daha doğrusu sürmeye kalkışıp, tarım sektörü çökünce başladı. Tam üyeliğin Bulgarlara tek faydası, Avrupa ülkelerinde işe girebilmeleri oldu. Türklerin buna ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Ülkeler istedikleri vize engelleri koysun, Türkler bir yolunu bulur, o ülkede işe girer, yerleşir, hatta işini kurar. Yeter ki iş olsun. Eskiden dünyada Türk işçi olmayan ülke yoktu, şimdi Türk esnaf olmayan ülke yok. Döner tezgâhının olmadığı kaç ülke kaldı acaba? Yapılacak iş olduktan sonra, hangi vize duvarı, Türkleri durdurabilir. Vize bir yana, isterseniz sınırınıza kocaman yazılarla TÜRKLER GİREMEZ yazın, hatta Türkleri aşağılamak için KÖPEKLER VE TÜRKLER GİREMEZ falan yazın. Yapılacak bir iş varsa, eninde sonunda tükürdüğünüzü yalayıp, Türk işçileri kendiniz çağıracaksınız. Türk halkını vize serbestliği ile kandırmanın ne gereği var?
O yılların sihirli kelimesi hoşgörü idi. Televizyonlar karşıt grupların konuşmalarından,  forumlarından geçilmezdi. En meşhuru, Ali Kırca’nın Siyaset Meydanıydı. NTV’nin yakın zamana kadar süren Karşıt Görüş,  üç ekonomi profesörünün tartıştığı Ekodiyalog’da böylesi önemli programlardı. 1993 5 Nisan ekonomik krizi sonrasında iktisat profesörlerinin program yapması moda olmuştu. Rahmetli profesör Toktamış Ateş ile Abdurrahman Dilipak, bir ara ayrılmaz ikili olmuşlardı. Hemen her gazete, en az bir tane karşıt görüşten yazar barındırma ihtiyacında gibiydi. Bir de bu yıllarca tarikatlar, milli görüş ve İslamcı-dinci sağ, bir okuma yazma furyasına girmişti. Hekimoğlu İsmail,  Ahmet Günbay Yıldız, Emine Şenlikoğlu gibi yazarlar, o yıllarda, bu günlerde olduğundan çok satıyordu. Minyeli Abdullah, Reis   Bey, Bize Nasıl Kıydınız gibi bir sürü dinci film çekildi. Bazıları sinema salonu yerine, camilerde gösterime girdi. STV ve Kanal7’nin din dizilerinin kökeni sayılırlar. Bu furyanın sinemalardaki son filmi, Fettullah Gülen’in ilk müezzin arandığı yılları anlatan 2010 yapımı Eşrefpaşalılar filmiydi. Film, tam da Fetö’nün en güçlü zamanlarında olduğu halde gişede çakıldı. Tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ı anlatan ve onun en güçlü olduğu zaman gişede çakılan REİS filmi gibi. O yıllarda dini tiyatrolarda çok modaydı. Hatta bir tanesine dayanmayıp, ben de gitmiştim. adı, Gözyaşı Geceleri idi.  Afişinde yazan slogana göre tiyatro değil, film değil, konser değil, o değil, bu değil, şu değil, gözyaşı geceleri idi. Salak gibi para vermiştim. Oysa gösterimi beklerken, gişedeki adam bana el altından bir tane daha vermeye kalkmıştı. Olay bir çeşit tiyatro oyunundan ibaret bir gösteriymiş.. Önce çeşitli karakterler sinema perdesinden yansıyor. Hiç biri oyuna uymuyor en sonunda bir Karadenizli, tipik şivesi ile önce perdede görünüyor, sonra karakterimizu bulduk da diye sahneye iniyor. Bu karakter sahnede birkaç komik laf edip, birkaç Temel fıkrasını anısı gibi anlattı. Ardından da o zamanlar yeni çıkmış bir cep telefonunu alıp, faiz konuştu. Parayı Şiş banktan (İş bankasını komikleştirmeye çalışıyor), Mimar Bankasına (2000 bankalar krizinde kapanan İmar Bankasını kastediyor) aktarılmasını söyledi. O sırada sanki mahzendeymişçesine yankılanan bir dış ses, Helal Olsun Temel, demek iş bağlantıları ha dedi. Temel de, yok valla, ibadet bağlantıları da var dedi. Galipten gelen ses hadi hadi yapınca, sonra aniden Temel’in karşısına sarıklı-cübbeli derviş haliyle çıkınca, temel korktu kaçtı. Sonra gösteri, en azından benim izlediğim yere kadar, sahnede bu derviş kıyafetli adam vardı. Hazreti Muhammed başta olmak üzere, İslam’ın önemli kişilerine ait hikâyeleri, hem konuşarak, hem de beden dili ile anlatıp, ağladı. O arada salondan (Isparta Belediye Kültür Merkezi) bolca hıçkırık ve ağlama sesi geldi. Derviş coştukça, coşuyordu. Sonra yurdun kapısının akşam saat 11  (23.00)’da kapanacağı aklıma geldi. Son otobüse yetişmek için kalktım ve çıkış kapısına yöneldim. Etraftaki gözler, sahneden, bana doğru döndü. Derken cübbeli-şalvarlı ve sakallı bir derviş tipli biri önüme çıktı. Dizlerini kırıp, çömeldi, ben de çömeldi. Gitmem gerektiğini, yurda geç kaldığımı söyledim. Meğer o bölüm, kadınlara ayrılmış, öte taraftan çıktım.  Bu dini tiyatrolar, o yıllarda çoktu, Akp’nin iktidara gelişi ile bu İslamcı entellektüelleşme, kitaplaşma, sinema, tiyatro falan azalarak bitti.

Son olarak tarikatlarla, milli görüşün birleştirilmesi yani AKP’nin fikirde kurulması aşamasından bahsedeyim. Doksanlarda tarikatlar da bir krizdeydi. Yükselen parti Refah-Milli Görüş ve MHP’ydi ve bu iki parti de tarikatları sevmiyordu. Tarikatların ipinde oynayan partiler, DYP ve ANAP ise, günden güne kan kaybediyordu. Ayrıca bu partiler sağcı da olsa, laik dünya görüşünü benimseyen partilerdi ve tarikatlara, özellikle fetöcülere istediklerini toplum tipini veremiyordu. Dinciliğin 3 ana alanı vardı. Diyanet, yani devletin Sünniliği, Milli Görüş (MNP, MSP, Refah, Saadet partileri) denen Din temelli anayasal devlet isteyen parti ve tarikatlar. Diyaneti bir kenara alırsak, mesele merkez sağdan sora tarikatlara, özellikle fetöye ne olacağıydı. Çare, tarikatlarla uyum içinde çalışacak bir Milli Görüş partisiydi. Bunun için önce Necmettin Erbakan ekarte edilmeli, Refah partisi içinden bir kahraman çıkartılıp, yeni parti kurulmalıydı.
Sonra olanları yazmasam da olur.