28 Haziran 2018 Perşembe

KAVGAM ELEŞTİRİSİ 6 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 3 DİKTATÖRLERE İHTİYAÇ


KAVGAM ELEŞTİRİSİ 6 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI  3
DİKTATÖRLERE İHTİYAÇ

                   Hitler'in en ilginç iddiası da, demokrasilerin artık işlemediği ve diktatörlere ihtiyaç duyulduğudur. Kendisi saltanata tamamen karşı, demokrasiye ise düşman.,
       Yirminci asrın başlarındaki diktatörler, diktatörlüklerini gururla söylüyor ve diktatörüm demekten gocunmuyorlardı. Onlara göre demokrasi ve parlementer sistem ölmüştü ve halk, bir babanın otoritesine muhtaç çocuklardı. Mussolini, bir milyon oy yerine, on bin tüfeği tercih ederim diyordu.
            Gene yirminci asır diktatörleri, muhalefeti silindir gibi eziyor, aykırı sese tahammül edemiyorlardı. Şimdikiler kısmen bir muhalefete izin veriyorlar. Hani çok duyduğunuz bir söz vardır:
            -Diktatör olsaydı böyle konuşabilir miydin? Bu sözü sadece o partinin yandaşlarından değil, Kübalı bir kızdan anlı ve Rus bir kızdan da televizyondan duydum. Yeni nesil diktatörler, kendilerine diktatör demedikleri gibi, eğer iktidarını sarsmıyorsa muhalefeti de o kadar boğmuyorlar. Mecliste bir kaç sandalye, bir kaç belediye ile oyalıyorlar. Hesapta özgürlük var, muhalif olduğunuz halde devlet memuru bile olabiliyosunuz ama çok yükselmiyorsunuz. Kimin, ne zaman işinden olacağı da belli değil. Muhalif olmasanız bile, her an başınıza her şey gelebiliyor. Çünkü dikta yönetimleri her an güçleri hissedilsin ister.
             Lakin devlet başkanına sorsanız, kendisi diktatör falan değil, kargaşalığı önleyen lider.
             Bu bile Hitler'in diktatörlük konusunda yanıldığını ortaya koyuyor. İlk olarak birahane darbesi ile en azından Bavyera'da iktidara gelmeyi denedi. Olmayınca da seçilmek ve bir şekilde Alman meclisine girmek, onun için tek yol oldu. Kendisi de önce bir meclis entrikası ile iktidara geldi, sonra seçim kazandı.
          Ben bunları bir kenara bırakıp, diktatörlüğün zararlarından bahsedip, Hitler'in öngörüleriyle karışık olarak anlatacağım:
          1)Hızlı ve etkili karar verme, tanıdık geldi değil mi? İlk başlangıçta tek adam rejimleri, hızlı ve etkili karar verme güçleriyle göz boyarlar. Sorun şu ki, gerçekten göz boyarlar. Çünkü lider, sürekli birilerinden şüphelendiğinden, son kararı da kendine bıraktığından, işler biriktikçe karar alma mekanizması gecikir. Tek başına bir kişinin her işe yetişememesi bir yana, diktatörler genelde çoğunlukla herkesten şüphe etmeye başlayarak, karar vermede tereddüt etmeye başlar ve kararları da tutarsızlaşır. Bu yüzden Nazi partisi tüm devlet çalışanlarına şu emri vermişti:
        -Hitler gibi düşün! Hitler'in düşünceleri sık sık değiştiği ve bunalıma girdiği için, bu emri de uygulamak zor olur. Kaldı ki Hitler daha sonra çok kızacağındaözeln, onun emirleri beklenir ve 2. dünya savaşı sırasında pek çok kayıp, bu yüzden verilir; pek çok kazanç da bu yüzden kaçırılır.
          2)Disiplin ve kargaşalığı önleme, işte ilk başta doğru gözüken bir yanlış daha. İlk başlangıçta tüm devlet kurumları, askeri hiyeraşiye benzer bir yapıda, emir komuta ile işler ve disiplinizedir.
        Sonrasında disiplin önce yavaş, sonra da hızla bozulur. Bunun temel sebebi,  artık önemli olan şeyin liyakat değil sadakat olması, lidere yakın olmanın önemli olmasıdır. Lidere yakın olanlar da, aşağıda belirteceğim şartlar sebebi ile sık sık değişi ki, bir zaman sonra emir, komuta düzensizleşir.  Önemli olan bir kişinin makamı değil, hangi makamda birilerine yakın olduğu olmaya başlar. Öğretmen, müdürü takmaz, çünkü partinin il başkanının eşinin, baldızının oğludur, astsubay reisin korumasının amcasıdır, gibi.
        3)İstikrar, işte diktatörlüklerin ve darbelerin en başta, yer yer de yegane sebebi! Şimdi bu konuda iki çeşit istikrardan bahsederler. Birincisi anarşi ve terörü engelleme, diğeri de ekonomik istikrar. İkisini de ayrı ayrı inceleyelim:
          12 Eylül rejiminin en başta sebebi ya da savunması, anarşi ve terörün engellenmesiydi. Darbe olduğunda ben altı yaşındaydım, askeri rejim tüm haşmeti ile hüküm sürdüğünde de ilkokul çocuğuydum. Yüz binlerce  kişi tutuklanmıştı ve artık sokaklardan silah sesleri duyulmuyordu, en azından bazı mahallelerde. Gazetelere ve o zamanları tek kanallı televizyonuna bakarsanız, tüm ülkede asayiş berkemaldi.
         Oysa bilmediğimiz şey, her şeyin bize anlatılmadığı idi. Pek çok yerde askerle, anarşistler arasında çatışma vardı. Sonra PKK, dipten ve derinden tüm güney doğu ve doğuda örgütleniyordu. Hapishanelerde, özellikle Diyarbakır hapishanesindeki işkence ve insanların ırkları ve anadillerinden dolayı aşağılanması, terör örgütüne darbe hazırladı.
           Diktatötlük dönemleri, ayrılıkçı fikirlerin yeşerdiği ve kök bulduğu dönemlerdir. Stalin'in Holodomoru (Holodomor-1930'lıllarda bölge halkının açlıktan öldürülmesi) olmasaydı bu gün Ukraynalı-Rus ayrımı olmayacağı gibi, 12 Eylül olmasayıdı bugünkü Türk-Kürt ayrımı olmayacaktı. Baskı ve zulüm dönemleri, diğer etnik grupların, bari biz kendimizi kurtaralım diye ayrılıkçı düşünceleri filizlendirir.
             Ekonomide ise, bir şahsın ne diyeceğini beklemenin güvensizliği, insanları yatırım yapmaktansa birikim, çoğunlukla da yastık altı birikim yapmaya yöneltir. Aşağıda anlatacağım gibi zamanla etrafı dalkavuklarla dolan diktatörün savaş ve inşaat masrafları, ilk başta iktisatçıların çarpan etkisi dediği yalancı etkiyle kalkınmaya sebep olur gibi olsa da, sonra bu maliyetler ülkeye zarar ve ekonomik iflas olarak geri döner.
        Ülke ekonomisinin dikta nedeni ile düzelmiş görünmesinin asıl nedeni, diktatörü iktidara getiren kargaşalığın dinmesinden ya da verile kararlardan çok, ekonomik krizin süresinin dolmasıdır. İnsanlar günlük hayat devam etsin, her şey rutine girsin isterler ve bu yüzden de ekonomiler gibi, ekonomik krizlerinde  doğal bir ömrü vardır. Diktatörler genelde bu doğal ömrün sonlarına doğru, insanlar bıkınca gelirler.
         Diktatörlerden geriye genelde devasa kamu yapıları  kalır , tabi savaşla mavholmazlarsa. Almaya halen büyük ölçüde Hitler'in oto yollarını kullanmakta. Diktatör gidince, taraftarları genelde hep bunlarla övünürler.
        4)  Bir de dikta rejimleri, anarşistleri (ya da terörist diyelim, yumuşatmayalım) baskılar, anarşi ve terörün sebep olan etkenleri ise arttırır. Sonuçta ya o dikta dönemi bitince, ya da dikta güçlüyken kargaşalık çıkar. Hatta bu kargaşalık, Kaddafi sonrası Libya'da ki gibi diktatörü öldürür ve ülkeyi iç savaşa sokar. Ya da Suriye'de ki gibi diktatör ölüp de veliahdı tahtı devraldığında kargaşalık başlar. Unutmadan diktatörle de en azından biyolojik olarak insandır ve bir şekilde ölecektir.
         5)Diktatörler öldükten sonra ideolojileri de, ölür, ölmese bile eskiye göre ufalanır. Çünkü yüceltilen ismi, hiç kimsenin ismi geçemeyeceğinden, parti de, ideoloji de eskisi kadar etkili olmaz. Avrupa'da gerçek anlamda bir ırkçı ideolojinin halen çok fazla gelişmemesi, en büyük kriz dönemlerinde bile %20 bandını nadiren aşması, hiç bir ismin, Hitler isminin önüne geçememesidir.
        6)Diğer bir konu da Montesqueu'nun dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştırır. Diktatörler zamanla güç sarhoşluğu içinde saçmalamaya ve abuk sabuk kararlar almaya başlarlar. Mesela Enver Paşa, 1917'de Irak cephesinde, tam da İngilizler saldırıya hazırlanırken, koca bir tümeni Azerbaycan'a gönderdi. Hitler'in kendisinin Rusya savaşı ise tam bir kumardı. Diktatörün iktidar yılları arttıkça bu saçmalamalar da artar, çünkü etrafı yalakalara doludur.
       7)Diktatör bir zaman sonra kendi bekasını (beka;hayatta kalma), ülke bekası zanneder ve ülkeyi korumaktansa, kendisini korur.

26 Haziran 2018 Salı


Ağlama Cihadı
Bu deyime ilk defa Nevşin Mengü’nün Bugün gazetesindeki yazısında rastladım.
Batılılar Craying Cihad diyorlarmış ve biraz da alay ediyorlarmış.
Bu yazıyı okuduktan sonra, konu üzerine azıcık görüş ürettim.
Bu İslamcıları ağlama ibadetleri ile ilgili anılarım çok eskiye gider.
Ta ortaokul-lise çağlarımda, sonradan uzun yıllar müdür yardımcılığı da yapan din dersi öğretmenlerimden birine dayanır.
Dediğine göre babası ara ara geceleri uyanıp, uyanıp ağlarmış.
Çocuk olduğundan nedenin anlayamaz, babası da allah için kederlenip, ağlarmış.
Allah için ağlayan göz, cehenneme gitmezmiş.
Bu allah için ağlama konusunda ikinci anım Isparta’da oldu.
O yıllarda (1995 ya da 96) şehrin tek eli yüzü düzgün, sahnesi, sinema salonu olan Kültür Merkezinde bir etkinlik var, adı GÖZYAŞI GECELERİ.
Ben de acayip merak ediyorum bu etkinliği.
Reklamında da diyor k, tiyatro değil, konser değil, konser değil, o değil, bu değil, şu değil, gözyaşı geceleri.
Ben de merak ettim ve bir gece gittim. Öğrenci yurduna dönme sorunundan dolayı erken çıktım ama göreceğimi gördüm.

Aslında olay önce bir tiyatro olarak başlıyor.

Başlangıçta önce perdeye görüntü olarak efe, Kayserili, külhanbeyli olarak üç ayrı tipleme çıkıyor.
Dördüncü olarak bir Karadenizli tiplemesi çıkıyor.
Sonra aha karakterimiz bulduk (Bunu Karadeniz aksanı ile söylüyor.) deyip, perdeden sahneye geçiyor.
Sonra bu Karadenizli, klasik Laz fıkralarını anısı gibi, az önce yaşamış gibi anlatıyor.
Sonra o yıllarda yeni ortaya çıkan ve varlığı bile lüks olan cep telefonu ile konuşuyor.
Parasının bir bankadan, diğerine yatırılmasını söylüyor. Gaipten bir ses,
-Maşallah Temel, demek iş bağlantıları ha, Temel panikle;
-Yok valla, ibadet bağlantıları da yapıyorum, diyor. Bunu Karadeniz aksanıyla söylüyor.
Sonra gaipten ses başka şeylerde söylüyor, bizim Laz, bölük-pörçük kendisini savunuyor.
Sonra o sesin sahibi orta çağ sarıklı dervişi kılığında ortaya çıkıyor.

O ortaya çıkınca, Laz kaçıyor. Sonra derviş şov başlıyor.
Derviş, peygamberin zamanında, sonrasında olanları anlatarak, daha doğrusu da kendi de oynayarak, ağlamaya başlıyor.
Derken içeride bir grup aniden ağlamaya başlıyor.
Sonra galiba ben hariç tüm salon ağlamaya başlıyor. Ağlama korosunu yöneten birkaç kadın sesi var.
Onlar bazı önemli tiradlardan önce ağlamaya başlıyor.
Bu ağlama tiradları epey sürdü. Sonra geç oldu, kendi kendine ağlayan ve ağlatan birini izlemekten sıkılmıştı.
Sonra yurda da girmem gerekliydi. Çıkmak için kapıya yöneldiğimde nedense herkes bana bakıyordu.
Sonra sahnedeki dervişe benzeyen biri önüme çıktı. Orada kadınlar oturuyormuş, oradan çıkamazmışım.

Ben de öteki kapıdann çıktım. Salon ağlamaya devam etti.

İslamcıların mumsema (Peygamderden sonra en önemli din kişisi) adını verdikleri İmam Gazali bile, konuşurken ağlan ve dinleyenleri ağlatmaya çalışan hatip sahtekârdır demesine rağmen, ağlamayı ve ağlatmayı pek severler.
İlk atandığım yıl, daha önce hikayesini bloğumda (http:/onbinkitap.blogspot.com) bahsettiğim zorunlu ev arkadaşımla beraber dinlediğim bir kaseti hatırlarım.
Dediğine göre radyodan çekmiş.
Kayıtta ağlayan bir topluluk ve onları özenle ağlatan yaşlı bir erkek sesi vardı. Sık sık;
-Sahhabenin (h’leri özellikle uzatıyordu ve bastırıyordu) sorusu yerindeydi diyordu.
Sonra günümüzde insanların din adamlarına sıkça sorduğu sorulardan örnekler veriyor, sahabenin böyle soru sormadığını söyleyip, birden bire;
-Sahhabenin sorusu yerindeydi diye bağırıp, ağlama seansına devam ediyordu.
Abartısız kırk beş, elli dakika kaset böyle gidiyor.
Bu kitlesel ağlamalar, kini canlı tutup, mağduriyet duygusunu canlandırma ile beraber, kitleyi hipnotize edip, düşünmesini de engelliyor.
Bu yüzden akılcılığın hayatın temeli olduğu batıda böyle ağlamak, ağlama krizlerine girmek, zayıflık olarak görülür.
Örneğin Obama’nın  okul baskınlarındaki kurbanlardan birinin cenazesinde göz yaşlarını tutamaması, partisi ve adayı Hilary Clinton’a oy kaybettirmiş.

Hilary’in başkanlığı kaybetmesinin en başta gelen sebebi budur.
Oysa bizde tam tersi olur.
Pek çok kişiye göre Turgut Özal’ın 1987 seçimlerinde kazanma sebebi, canlı yayında ağlamasıydı.
Ülkemizde ağlamak oy kazandırır, bu yüzden de siyasilerimiz halkın karşısında bol bol ağlar, tıpkı din adamlarımız gibi.

Soyadı Gülen olan malum şahsı, hep ağlarken görmedik mi?

Adnan Menderes, mendilleri ısıra ısıra, kendini kaybedercesine ağlarmış.
Gerçekte kalabalıkların önünde ağlayanlar, tıpkı Gazali’nin dediği gibi, kalabalığı da kandırarak ağlatmaya çalışanlardır.
Aziz Nesin bir öyküsünde, öğrencilerini derste ağlatan hocaları hicvetmiştir.
Gerçek akılcılıkta, duygulara hakim olmak önemlidir.
Göz yaşları tutulamasa bile, etrafındakileri de ağlatmaya çalışmak, dolandırıcıların taktiğidir.
Son olarak Atatürk, İnönü, Ecevit ve nice önemli devlet adamın gözü yaşlı görüntüsü yoktur.
Çünkü iktidar icraat yapar, miting yapmaz.
Sen iktidar olarak İsrail (ya da başka bir devlet)’e diplomatik ya da ekonomik bir tavır koyamıyorsun ya da koymuyorsun, bir mitingde ağlayıp, lanetliyorsun.
Tıpkı 19.yy romantiği gibi.
Bertrant Russel, o dönem romantiklerini şöyle anlatır: 
Açlıktan ölenler için yağmur gibi gözyaşı döker ama cebindeki parayı, sofrasındaki yemeği kimseyle paylaşmaz.
Bunun en bariz örneği gene Filistinlilerdir. Dünyada en çok Filistinli, Güney Amerika ülkesi Şili’de yaşar.
Çünkü Filistin için ağlayan İslam ülkeleri, Filistinlileri mülteci olarak istememiştir.
O göz yaşlarının  ardındaki gerçek budur.

25 Haziran 2018 Pazartesi

KAVGAM ELEŞTİRSİ 5, ÖNGÖRÜLERİN YANLIŞLIĞI 2
YAHUDİLER VE SİYONİSTLER

            Hitler, o dönemde Yahudileri ikiye ayırıyor. Siyonistler ve özgür düşünceli (Ateist) Yahudiler olarak. Her iki grubunda samimi olmadığını, amaçlarının ortalığı karıştırıp, dünyaya egemen olmak olduğunu söylüyor. Ona göre Siyonistlerin, İsrail'i kurmaya niyeti yok. Oysa kendi Kavgam kitabından bir kaç yıl önce yazılmış olan Falih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı kitabını okumuş olsaydı, daha 1914 yılında, hatta ondan çok önce bile İsrail'in en azından iskelet yapısının Filistin'de çoktan kurulduğunu bilirdi.
          Hatta Atay, kitabının bir bölümünde şöyle der:
          -Arapları çöle süren Siyonistlerin ne kadar az olduğunu bilseniz, paranın ne büyük bir güç olduğunu anlardınız.
            Siyonizm, daha teorisyeni Teodor Herz dünyaya gelmeden uygulamaya geçmişti. Atay'ın tanıdığı Rus ve Alman siyonistler, ikinci, hatta üçüncü kuşak siyonistlerdir.  Abdülhamit ya da baka bir padişahın Filistin'de toprak sattırmadığı yalanı, tıpkı Türkiye'nin 2 katından fazla (Bosna, Bulgaristan, Kıbrıs , Trablusgarp) kaybeden Abdülhamid devrinde hiç toprak kaybedilmediği yalanı gibi. Bu yalan uğruna 1. ve e 2. Meşruiyet dönemi hariç tutmak isterler ama daha 93 harbi denen 1877-78 Osmanlı Rus savaşından evvel Meşruiyet'i kaldırmıştı. Siyonistler ise daha o zamanlarda  Filistin'de devasa çiftlikler kurmuştu.
             Siyon, Kudüs'de bir tepedir. Bu tepeye Türkler Zeytindağı der. Yahudi inancına göre vaad edilmiş topraklardaki devlet, bu tepeden başlanarak kurulacak,  kıyamette de ölüler bu tepedeki mezarlardan itibaren dirilecektir.
            Siyonistler için en büyük sorun, Yahudilerin, Filistin'e göç etmesini sağlamaktı. Pek çok komplo teorisi de buradan başlar. Pek çok kişiye göre Yahudi Ajansı (Dünya Siyonizm Örgütü), Yahudilerin göç ettirilmesini sağlamak için Nazilere destek vermiştir.
          Belki ilk başlarda el  altından olabilirdi, iktidara gelmeden evvel yani. Kimse faşizmin Avrupa'da bu kadar vahşileşeceğini ve bu kadar insanı katledeceğine  inanmıyordu.
         Naziler şaka değil, dünya Yahudilerinin yarısını, Avrupa Yahudilerinin üçte ikisini katletti. Dünya Yahudi nüfusunun eski sayıya ulaşması yetmiş yıl aldı. 1939 öncesinde dünya Yahudilerinin dörtte biri, Nazilerin ilk işgal edip, son çıktığı Polonya'da yaşamaktaydı.
         Sonuçta İsrail kurulu ve büyüdü. Özellikle 1967'de, kendisinden kat ve kat büyük Arap ordularını yendi. Ben bunu hep muhteşem bir şey olarak görürdüm, ta ki bir sürü Suriyeli, Türkiye'ye gelene kadar.   
          Türkiye, pek çok batı ülkesinden daha fazla mülteci ülkesidir. Benim çocukluğummdan beri Ankara'da hemen her milletten insan bir şekilde bulunur. Seksenlerde İranlılar ve Filistinliler vardı, o yıllarda özellikle İranlılar çoktu. Sonra zorla asimilasyon sürecinde Bulgaristan Türkleri ve Müslümanları geldi.Sonra Kuzey Iraklı, Peşmerge de denen Kürt toplulukları geldi. Hepsi de suç oranları düşük, kendi halinde insanlardı.
          Peki bu Suriyeliler ne yaptı. Gelir gelmez  Türkiye'de unutulmaya başlanan kabakulak, kızamık, çocuk felci vb hastalıkların oranını arttırdılar. Kadınları fuhuş, çocukları dilencilik yapıyor,  erkekleri ise plajlarda, parklarda nargile tüttürüp, Türk kızlarına laf atıyor. Kendi kızları bir kaç bin liraya zenginlere kuma adı altında metreslik yapıyor. Hele de Suriye'ye yakın Gaziantep, Şanlıurfa, Kilis gibi yörelerin zenginleri, bir kaç ay kullanıp, sonra atıyor.
       Eğer diğer Arap halkları da böyleyse, İsrail'in 1967'de Arap ordularını altı günde değil, altı saatte yenmediği kabahatmiş. Türk askeri Suriye'de savaşırken bu kadar umarsız olan bir Arap toplumu varken, Fırat nehrine kadar İsrail'i halen kuramamış olması şaşkınlık vericidir.
        İslam devletlerinin en iyisi Türkiyedir diyeceğim ama bizimde maşallah öyle bir iktidarımız var ki, İsrail devletine hiç bir diplomatik, ticari ve benzeri yaptırım uygulamayıp,  İsrail ile ilgili anlaşmaların iptalini seçim bildirgesine bile almayıp, İsrail'i telin mitingi yapan bir iktidarımız var. Keşke herkse bana böyle düşmanlık yapsa.
          İran İslam Devletinin kurucusu Ayetullah Humeyni'nin bir laf vardır. Her Müslüman bir kova su dökse, İsrail boğulur, giderdi diye. İşte o suyu dökseler, anca kendilerini boğarlarç
        Bence batı devletleri İsrail'in büyümesini engelliyor. Araplar petrol paralarını, birbirleri ile savaşmak için silah almak ve aptalca gösteriş yapmak için geri batıya aktarıyor. Oysa o petrol paraları İsrail gibi eğitimli bir ülkeyi süper güç yapar.
       Dünyayı yöneten bilmem kaç bin yıllık Yahudi devleti gerçek olsa, Yahudiler bu kadar zulüm görmez ve katledilmezdi. Ası yöneten zengin Yahudiler falan diyeceksiniz. Öyle olsa Kamondo ailesi katledilmezdi.  Aile, Osmanlı devletine borç veren süper zengin banker bir aileydi. Türkiye'de siyasi iklimin değişeceğini fark edince Paris'e yerleştiler, hatta vaftiz edilip, Hristiyan oldular. Gene de Hitler tarafından katledilmekten kaçamadılar.
        Antisemitizm ve ırkçılık-ayrımcıllık, solcu, sosyalist olmakla da kurtulunacak bir şey değildir.  Bence Troçki'nin, Lenin'in ikinci adamıyken, sürgünde ve suikastla öldürülmesinin sebebi, Yahudi asıllı olmasıydı. Bulgaristan, Romanlara ve Türklere karşı en büyük ayrımcılığı, sosyalist döneminde yaptı.
         Komplo teorilerinin en önemli etkisi, insanları yılgınlığa sürüklemesidir. Yahudiler zayıfken, komplo teorileri, Yahudilerin birey ve kitle olarak gelişmesine engel oluyordu. Şimdi ise hemen her gelişmeye arkasında Yahudiler var, üst akıl var gibi laflarla, insanları mücadeleden vazgeçiriyorlar.
    En çok güldüğüm, Yahudi mallarını boykot listeleri. Listeler genelde yiyecek, içecek ve temizlik maddeleri, onlar da en ucuzları.
       Dünyayı yöneten Yahudilerin, katma değeri çok daha büyük olan lükse yatırım yapmamaları ne tuhaf? Müslüman devlet adamları ve eşleri en pahallı Fransız ve İtalyan moda evlerinden çıkmayıp, pahallı arabalardan inmiyor. Kuran bile bol bol gösteriş yapmayın dediği halde Müslümanlar, tek faydası gösteriş olan markaları asla boykot listelerine almıyorlar.
       İsrail, dini kimlikle kurulmuş bir din devleti olmakla beraber,  bir din devleti değildir, anayasasına rağmen değildir. Eğer hahamlara kalsaydı, İsrail kurulmazdı, hatta çoğu İsrail'in kuruluşuna karşıydı. Halen de pek çok radikal Yahudi, İsrail'in varlığına karşıdır ve İsrail'de oldukları halde askere gitmezler, pek çok topluluğun da İsrail'e göçüne engel olurlar.
        Şahsım olarak İsrail'in kuruluş mantığını biraz sapıkça bulurum. Şöyle düşünün ki, Alevilerde, Kürt ya da Roman falan da olsa bir Horasan kökenli olma efsanesi vardır. Horasan'da, bu gün İran devletinin bir eyaleti olmakla beraber, aslında tüm Sibirya-Orta Asya, Türkistan denen bölgeleri kapsar ki, yüz ölçümü Avrupa'dan büyüktü. Dünyadaki Romanların da kökeni, bu gün Pakistan'ın bir eyaleti olan Pencap'dır.
            İsrail'in yaptığını Romanların ya da Alevilerin yaptığını düşünün. Çoğu orta Avrupa'da yaşayan ve dünyanın da dört bir yanına yayılmış Yahudilerin, Filistin'de toplandığı gibi, çoğu Balkan yarım adasında yaşayan Romanlar (Bulgaristan'ın neredeyse dörtte birdirler) Pencap'ta,çoğu Türkiye, İran, Suriye'de yaşayan Aleviler (Arjantin'de bile, kökenleri Suriye olan kalabalık bir topluluk var) orta Asya'da, mesela Özbekistan'da bir yerleri işgal edip, devlet kursunlar o zaman. Hitler, Sindi denen ve kökenleri Hindistan'ın Sind bölgesi olan Sindilerin soyunu neredeyse tükenme noktasına getirmiştir. Hem de daha meşhur Austscvwitz kurulmadan. (Zaten beş yüz bin kadardılar)
         Bu iki topluluğun da katledilmekten, dışlanmaktan ve aşağılanmaktan yana Yahudilerden geride kalan yanı yoktur. Defalarca katledilmiş, sürgün edilmiş, malları yağmalanmış ve aşağılanmıştır. Onların kabahati nedir?  Milyarder iş adamları, deha fizikçiler yetiştirmemek mi?Ya da kökene dair bir efsaneleri olmaması mı?
         İsrail'e düşman olmak, dünyada geri kalan Yahudilere düşman olmak olmamalıdır. İsrail ne zaman yıkılır bilemem. Arap ve İslam dünyası böyle olduğu sürece, daha çok ayakta kalır.

19 Haziran 2018 Salı

Cehaletin Feraseti Mi Var?

Cehaletin Feraseti Mi Var?
 
Cehaletin Feraseti Mi Var

Cehaletin Feraseti Mi Var
Bu sağcıların garip bir cahil, okuma yazma bilmeyen ve taşralı insanlara karşı konulmaz bir sempatisi ve okumuş insanlara karşı garip bir nefreti var.
Bunu son yıllarda fazlası ile dillendirmeye başladılar.
Eğitim seviyesinin artışından nefret ediyorlarmış, cinleri tepelerine çıkıyormuş.
Üstelik bunlar, profesör unvanlı akademisyenler.
Müslüman dünyası genel anlamda bunların hayali gibi.
Dünya genelinde Müslümanların %55’i okuma-yazma bilmiyor.
Buna karşın nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan 55 ülkenin gayrı safi milli hasılalarının toplamı, Almanya kadar etmiyor.
Gene aynı 55 ülkenin ürettiği bilimsel makale sayısı Stanford üniversitesi (A.B.D) kadar bile etmiyor.
Buna karşın Müslüman liderler halkı cahil bırakmaya kararlı. Her yerde kızların okullaşmasına karşı çıkıyorlar.
El Kaide’nin batı Afrika’da ki kolunun adı Boko Haram, yani eğitim haram.
TRT, batı tipi eğitim haram diye çeviriyorlar ama doğu tipi eğitim mi kaldı?
En büyük iddiaları, cahil insanların daha ahlaklı, daha vatansever falan olduğu!
Hâlbuki istatislikler tam tersini söylüyor. Pkk’ya katılanların %60’ı ilkokul mezunu bile değil.
Diğer terör örgütlerinde de benzer oranlar var. Adi suçluların ve aile içi suç işleyenlerde de benzer oranlar var.
Hadi diyelim ki istatistikler, polis raporları yalan söylüyor, her gün izlediğiniz televizyonlar, okuduğunuz gazetelerde mi yalan söylüyor?
O meşhur üçüncü sayfa haberlerinde,  Müge Anlı ya da benzeri reality Show denen programlarda ne zamandan ne zamana üniversite mezunlarına, kültürlü insanlara rastlıyorsunuz?

Hangi mafya babası kitap kurdu, evinde kütüphanesi var?

Okumamış, eğitimsiz insan kalabalığı bir siyasi, ekonomik güç olsa, Bangladeş olur (163 milyon).
Bu ülkenin yüz ölçümü, Yunanistan’ın yarısı kadar ve nüfus Rusya’dan fazla.
Böyle bir kalabalık, askeri bir güç olsaydı, 1967 Haziranında, birleşik Arap orduları, kendilerinin onda biri kadar olan İsrail’de, 6 (yazı ile altı) günde yenilmezdi.
Bir de asıl iddiaları bu eğitimsizlerin daha inançlı olması konusunda.
Bu konuda da şunu diyebilirim, eğitimsiz insanlar, kendilerine bir dini, siyasi ve benzeri önder bulur, sonuna kadar güvenir.
Mesela Doğru Yol partisi,  İstanbul’da dördüncü partiyken, Anadolu’da yirmiden fazla şehirde birinci partiydi.
Eğitimi düşük kırsal kesim, son nefesine kadar kıratın böğrüne mührü bastı.
Sağcı, muhafazakâr liderlerin eğitimsiz insanlara sempatisinin sebebi budur.
Eskilerden Cüneyid-i Bağdadi’nin Nişaburlu cahil kadınların imanından istemesi bundandır.
Mesela bu eğitimsiz insanlar Kur’anda kader ima bile edilmezken, nedir bu kadere iman, demez.
Okumadığı için, temel öğrenme yolu dinlemedir ve duyduğuna da hemen inanır.
Doksanlı yıllarda televizyon kanalları açılmadan evvel uzun süre, bazen de neredeyse bir buçuk yıl test yayını yapardı.
Şu günlerde terörist olarak nitelendirilen bir dini örgütün  kanalının test yayınında, ekranda bir programda saz çalınıyor.
Bir kadın canlı yayına bağlanıyor ve bağlanır bağlanmaz ağlamaya başlıyor.
Sipiker: Teyzeciğim, niye ağlıyorsunuz?
Teyze: Ben bu kanal açılsın diye sekiz tane bileziğimi bağışladım, siz orada kafir işi saz çalıyorsunuz.
Alevi olduğum halde, okulda öğretmen arkadaşların ısrarları ile bir dönem Cuma namazlarına gittim. ( Uyumdavranışı üzerine yazıma bakın)
Namazı bırakmamın en büyük sebebi, imamın her cumadan sonra cemaatten para istemesiydi.
Üstelik de diyanet ya da devlet kurumları için de değil, şimdilerde terör örgütü ilan edilen cemaat için istiyordu.
Sadece onun için değil, diğer tarikatlar için de istiyordu.
Bir şey dikkatimi çekti, öğretmen arkadaşlar, bazıları cemaat abisi de olsa, öyle bonkörce bağışta bulunmuyordu.

Ayıp olmayacak bir miktarda para veriyorlardı.

Eğitimsiz, düz işçi olduğu belli kişilerde cömertlik yapmaktan hoşlanıyordu.
Aynı eğitimsiz kitle, günah işlerken de benzeri bir fütursuzluk yapıyor, bazen bir aylık kazancını bir pavyonda bir günde yiyor.
Bazen de sevgililerinin peşinde birkaç ayda servetlerini bitiriyor.
Yatırımda da aynı fütursuzluk, tedbirsizlik ve ataklık var bu eğitimsiz insanda.
Definecilik, bahis ve ganyandan para kazanma ve dolandırıcılara kolayca para kaptırma meyli de daha çok eğitimsiz insanlarda görülüyor.
Eğitimli insanlar da, eğitimsiz insanlarla bir aradaysa, uymaya meyil gösteriyor.
Gene de eğitimsiz insanlar bu konularda en önde.
Gene de eğitimsiz insanları istemelerinin tek nedeni, onları kolayca kandırmaları, dolandırmaları değil, eğitimsiz, okula gitmemiş insanların yoksulluğa alışkın olması.
Yıllar sonra fark ettim ki fakirlik sadece parasızlık, eşyasızlık, evsizlik, kötü yaşam koşulları, işsizlik değil, bunu kabullenmek.
Bu da küçük yaşta oluyor.
Bunun için çocuk, daha ergenliğe girmeden, soyut işlemler evresine gelmeden okuldan alınmalı, işe gitmeli, evlenmiyorsa nişanlanmalı.
Ben son birkaç yıldır pek çok okulda çalıştım, endüstri meslekler ve imam hatipler dâhil.
Onlardan da ucuz iş gücü ve küçük gelin çıkmaz.
Pek çok esnafla konuşuyorum, meslek liseli stajyerlerinden memnun değiller, hepsi de beşinci sınıftan itibaren çırak çalıştırmak istiyorlar.
Çoğuda sekiz yıllık temel eğitime karşıydı. Sekizinci sınıfı bitiren öğrenciler, ustaların her dediğini yapmıyordu.
Çünkü itaat ahlak devresinden sorgulayıcı ahlak devresine geçmişlerdi.
Kendi ihtiyaçlarını düşünüyorlardı, öyle sabah erkenden gelip, gece geç yarılarına kadar kalmıyorlardı.
Eğitimin açık işlevleri vardır, bilgi vermek, ahlakı geliştirmek gibi.
Bir de gizli işlevleri vardır, eş seçimini kolaylaştırmak, çocuk bakımı yükünü öğretmenlerin üzerine yıkmak gibi.
Bir önemli gizli işlevi de çocuk sömürüsüne engel olmaktır.
Pek çok din adamı kılıklı sahtekâr bu yüzden de eğitimi istemez.
Okurlarım, dostlarım cahil insanın feraseti, yani sezgisi diye bir şey yoktur. İnsanımızı cahillikten koruyalım.

14 Haziran 2018 Perşembe

KAVGAM ELEŞTİRİSİ 4 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 1
IRK TEORİSİ
   Hitler'i överken bazı yanılgı paradigmalardan hareket ederiz. En başta Weinmar cumhuriyetinin SPD'sinin sosyal demokratlığı, Nazi partisinin sosyalistliği kadar yalandır. SPD, sadece 1929 ekonomik krizinde başarısız olarak Nazi partisinin önünün açmamıştır; komünistlere karşı Nazi militanlarını destekleyerek de, Nazilere yardım etmişlerdir.
        İzlediğim bir belgeselde Nazi partisinin 1932 kongresinden sonra pek az üye aldığından bahsediyordu. Yani Hitler, kendisine iktidarın sunulacağını biliyordu. SDP'den pek çok kişi, iktidarı Nazilere devretmişti çoktan.
     Ayrıca Hitler o orduyu 1933'de iktidara gelişi ile, 1939'da Polonya'yı işgal edişi arasındaki 5 senede kurmamıştır. Weinmar'dan kalan sadece üç adet cep zırhısı değildir. Tüm o panzerlerin tasarımları, üretimlerinin planlanması,blitkrieg denen yıldırım savaşının planlaması da Weinmar'dan kalmadır.
      Hitler, yarı belgesel Çöküş (Der Undergang) filminde tek başarısının Avrupa'yı Yahudilerden temizlemek olduğunu söyler. Sonuçta altı milyon Yahudi, Avrupa Yahudi Nüfusunun üçte ikisi, Dünya nüfusunun yarısı demektir. Dünya Yahudi nüfusu, 1933 önceki sayısına yaklaşık 70 yıl kadar sonra, 2015'de geldi. Kaybedilen sadece nüfus değildi. Katliamlardan ya da faşist işgal bölgelerinden sağ kalan Yahudiler'in pek çoğu da özgüvenlerini ve özsaygılarını yitirmişti. Kalanların da çoğu Filistin'e, yeni kurulmakta olan İsrail'e gitti.
          Sonra Almanya başta olmak üzere Avrupa, geri kalan tüm milletlerden insanlarla doldu. sebebi de Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa'da doğum oranlarının süratle düşmesiydi. Kavgam'da Hitler, bir imparatorluk kurmanın en büyük sebebi olarak, artan Alman nüfusunu gösteriyordu. Daha 1933'de Türkiye nüfusu 1935'de 16 milyon kadardı. Hitler Kavgam'da özellikle Fransa'da nüfus artışının azalması ile ilgili espri yapar. Demek ki neymiş, gülme komşuna, gelir başınaymış. Almanya, neredeyse altmış yıldır aynı nüfus, dörtte biri emekli. Tükenen ırk müzesi açmayı düşünüyordu, şimdi Germen ırkı tükenme sınırında.
        Biz de lisede okurken din kültürü hocaları, Avrupa'nın nüfus azalmasından yıkılacağını söylerlerdi. Son yıllarda ülkemizde de nüfus, öyle iyi bir artış göstermiyor. ben lise ikideydim galiba,bir sebepten öğretmenimiz, biz sınıftaki öğrencilere kaç kardeş olduğumuzu sormuştu. Ben hariç tüm sınıf beş ve daha fazla kardeşti. Biz de dört kardeştik. Şimdi ders verdiğim okullarda, ara ara bazen öğrencilere soruyorum  kaç kardeşsiniz diye, dört ve daha fazla kardeş olanlar, oyuz kişilik sınıflarda üç, bilemedin beş.
          Şu yıllarda Türkiye'de nüfus artışı varsa, benim ve benden bir kaç yaş küçük nesilde doğmuş olanların çocukları. Ben hali hazırda bekarım, evli arkadaşlara bakıyorum, üç çocuğu olan bile çok nadir. Bir de artan nüfus neden bir yerleri işgale sebep olsun? Bangladeş, Yunanistan'ın yarısı kadar, Konya'dan küçük ama ülkeye Rusya'dan daha fazla nüfus sığıyor.
          Diğer bir konu da Ruslar'a bakış açısı. Ruslar için Asyalı barbarlar diyor. Benzer bir tanımı, benzer bir hırsla Rusya'ya saldıran Napolyon yapmıştı. Ruslar için, İskitler demişti. Malum, Avrupalılar, dünyanın geri kalanını MEDENİLEŞTİRMEK bahanesi ile işgal etmişti. Hem Napolyon'un, hem de Hitler'in Rusya'ya saldırma sebebi aynıydı. İngilizlerin denizlerdeki egemenliği. Rusyayı sömürgeleştirerek, zenginleşmek.
         Savaştan sonra Rusya, Elbe nehrinin doğusundaki Alman fabrikalarının büyük çoğunluğunu sökerek, Rusya'ya taşıdır. Böylece teknoloji transferini de sağlayarak, süper güç haline geldi. Komünizm ve sol hareketler ise, altın kırk beş yılını yaşadı.
         O aşağıladığı Slav ırkı ise, bilim, teknoloji ve sanatta yükselmeye devam ediyor. Rusya halen bir süper güç, Polonya ve Çek Cumhuriyeti de önemli sanayi gücü.
           Irk yanılgıları konusunu sonra daha etraflıca anlatacağım. Ekonomik büyüme için sömürgeleşme ihtiyacı konusuna gelelim. 2. Dünya savaşından sonra Almanya, hem ikiye bölündü, hem de bayağı bir toprağını Polonya ve Rusya'ya verdi. Gene de dünyanın en müreffeh ülkelerinden biri oldu.
          Bu sömürge işine ilk başlayan ve son bırakan Portekiz oldu. Buna karşın batı Avrupa'nın, yani 1990 öncesi Komünizmi yaşamayan devletler arasında en fakir olanıdır. Geçenlerde (2018 yılındayız) bir haber izlemiştim. Ekonomik kriz sonucu binlerce Portekizli çalışmak için eski sömürgesi Angola'ya gitmiş. Şimdi de bu Portekizliler, bozulan Avrupa Birliği, Angola ilişkileri yüzünden huzursuzmuş. Irkçı teoriye göre tersi olmalıydı, Portekiz'de çalışan binlerce Angolalı, tam da bu yüzden huzursuz olmalı.
          Hitler sadece Slavlar değil, tüm ırklar konusunda haksız çıktı. Önce aşağı gördüğü ırklara bir bakalım. Mesela Japonları bile çok övmez. Oysa daha Hitler hayattayken, Japon ordusu, Kendisinin iki katından daha büyük İngiliz ordusunu Singapur'da gayet ezici bir üstünlükle yenmişti. Kendisi de o hor gördüğü Slavlara yenildi.
         Savaştan sonrasındaki yıllar, beyaz ırkın gerileme tarihi oldu, böyle bir ırk varsa tabi. Haikarnas Balıkçısı, İstanbul'un işgal yıllarında bir İngiliz subayı ile tartışmasını anlatır.
İNGİLZİ SUBAY:Sen kendini BEYAZ ADAM mı sanıyorsun
HALİKARNAS BALIKÇISI:Benim de tenim senin kadar BEYAZDIR der.
          Şu günlerde Londra'nın belediye başkanının büyük büyük babalarından biri Türk, meşhur Harolds mağazasının sahibi bir Mısırlı ve dul prensesleri Diana, bu Mısırlının oğlunun arabasında öldü. LadyDiana, bu Mısılı ile sadece aynı arabaya binmiyordu, aynı yatakta da yatıyordu. Avrupa'nın lüks otelleri, evleri, futbol kulüpleri, Arap ve Rus milyarderlere ait artık. Amerika Birleşik Devletlerinin başkanlığını bir siyahi yaptı, Kanada'nın şu anki başkanı ise bir Sih.
       Dünyanın geri kalanı, 1945'den beri hızla yükselişte. Halen pek çoğunun eski geleneklerden gelme alışkanlıkları var, pek çoğunda okuma yazma oranları düşük. Buna rağmen hızla sanayileşiyor ve birer dev olmaya başlıyorlar. Batının eski şamar oğlanı Çin, artık bir süper güç, dünyanın 2. büyük ekonomisi. Avrupa'da ki her iki beyaz eşyadan biri Türk üretimi.
        Batı halen ekonomi, bilim ve pek çok alanda çok güçlü. Bunu inkar etmemeliyiz. Sırf Almanya bile, ekonomik olarak, elli sekiz Müslüman ülkenin toplamından daha büyük. Amerika Birleşik Devletleri her açıdan dünyanın en büyük gücü. Lakin o beyaz olamayan uluslar da sür'atle gelişmekte.
        Diğer bir  olay da beyaz adam kavramında. Bu kavram sadece deri rengini ifade etmiyor. Öyle olsa bembeyaz derili Türkler de bu kavrama girerdi. Halen de bir beyaz adam için Türkler, Kürtler, Arnavutlar, Boşnaklar, Çeçenler ve benzeri pek çok millet bu kavrama girmiyor. Hitler'den sonra Ruslar ve Yahudiler de bu kavrama dahil olmuş.
        1953'de DNA monekülleri ve onların kalıtıma etkisi keşfedilince, ırk ile ilgili tüm teoriler alt üst oldu. Mesela orta doğu ve Hindistan'a kadar uzanan alandaki sarışın halklar, İskender'in ordularının kalıntıları değilmiş. Onlar, Hint Avrupalıların atalarının soyundanmış. Kanarya adalarının, 15. yüz yıldaki İspanyol işgalinden sonra nesli tükenen ve sarışın yerli halkı, Vikinglerin, Papua Yeni Gine ve Mikronezya'nın sarışın halkı da Alman sömürgecilerin soyundan değilmiş. Avrupa'da ki eesmer insanların hepsi de Yahudi, Çingene ya da esir akıncı-esir Türk-Müslüman değilmiş.
       Hitler, kendisi de öyle sarışın biri değildi, koyu kahverengi saçlıydı. Yabancı bir yaza, Atatürk'ün saçları için, sarımtırak kahverengi sıfatını kullanmıştı. Atamızın saçı, Kıvanç Tatlıtuğ gibi, İskandinav, civciv sarısı değil. Balkan Türklerinin ve batı Anadolu halkında bu rengi yaygındı. Sonuçta Hitler'den daha sarı saçlıydı. O övdüğü Alman ırkı gibi uzun boylu da değildi. Propaganda bakanı Josheps Goelbbels'in saçları ise simsiyahtı ve Görüng kısacık boyu, yanık teniyle Almandan çok Roman'a benziyordu.
        DNA testlerine göre Almanlar saf kan değildi,  Yahudiler de değildi. Muhtemelen bazı Yahudiler, Almanlardan daha Almandı. Yahudilik Almanya'da Hristiyanlıktan önce gelmiştir. Yahudilik de zannedildiği gibi saf ırk değildir. Daha Kral Davud devrinde bazı Hititlerin, Fenikelilerin (Kenanlılar) Yahudi olduğu Tevrat'ta yazar.
         Bedene dayalı ırkçılık, Avrupalıların, Avrupa dışındaki sömürgelerindeki halklarla karışmamak ve onları sömürmek için uydurduğu bir ideolojiydi. Avrupalılar ile diğer kıta halkları arasında binlerce yıl olduğundan, aralarında gerçekten bir fiziksel ayırım vardı. Lakin aynı coğrafyada yaşayanlar arasında böylesi bir ayrım zordur.
           Yeni dünyadaki pek çok siyahinin genlerinde Avrupalılık vardır. Sebebi büyük ölçüde köle kızları kullanan çiftlik sahipleridir. Irklar arası karışma arttıkça bu da azalacaktır.
          Türkiye'de insanlar az buçuk fizikleri ile yörelerini belli ederler ama her zaman değil. En belirgin fiziksel özellik olarak meşhur uzun burunları, uzun boyları ile Laz'da denilen Karadenizlilerdir, onlar da her zaman kafanızdaki profile uymaz. Kürtler, Türklerden daha beyaz tenlidir ama güneşte çabuk esmerleşir. Bu yüzden amele yanıklığı denen, elbise altı beyazlığı, geri kalan esmerliğinden oluşan durum, Kürtlerde çok görülür. Gene de her Kürt bu tanıma uymadığı gibi, bu tanıma uymayan çok Kürt'de bulunur.
           Aslına kafanzdaki yöre tipolojisi sık sık yıkılır. Mesela Balkan Türkleri genelde sarışındır demiştim, doğrusu pek çok esmer Balkan Türkü de tanıdır. Anadolu  genelde esmer olmakla beraber, hemen hemen herkesin sarışın bir akrabası vardır. Anadolu'da sarışınlık, genelde köylerde görülür. köylüler genelde kendi içlerinden evlendiğinden, genler korunur.
      Hitlerin ırkla ilgili tek yanılgısı saç, deri, göz rengi üzerine değil, kafatası üzerine de olmuştur. Genetik bilimi göstermiştir ki kafatası şekli, kişinin köklerini çok da belli etmez.
       Irk kökeni fikri, tamamen sanrısal ve kabullenişimiz ile ilgilidir. Hitler'in yaptığı,  Avrupa'ya uzak sömürgelerde yapılanı Avrupa'ya taşımaktı. Çünkü Almanya'nın donanması 1918'de lağvedilmişti ve Almanya yeni bir donanma kursa bile, hem sömürge yapılacak ülke kalmamıştı, hem de Almanlar'da denizcilik kültürü yoktu. Sömürgesini karadan fethetmeliydi. Napolyon'da aynı sebepten Avrupayı işgal etmiş, yetmemiş Rusya'ya saldırmıştır. Fransa sonradan kendini toparlayıp, İngiltere kadar olmasa da, bir sömürge imparatorluğu kurdu. Almanya ise, sömürge imparatorluklarının yıkılmasını hızlandırdı.
           Irk kuramına vurulan son darbelerden biri de, edevlet üzerinden,  alt soy sorgulama oldu. Osmanlı nüfus kayıtları en fazla 1840'a kadar gidiyordu ama pek çok kişiye şok geçirti. Kendini Küürt bilen pek çok kişi Türk, Türk bilen de Kürt çıktı. Pek çok ateşli milliyetçi gayrı müslim, Ermeni dedeleri ve nineleri ile tanıştı. Kim bilir kaç Atsızcı, acı gerçekle tanıştı. Sıkı bir DNA testi olsa ne olacaktı acaba?
      Beni soracak olursanız, sürpriz çıkmadı.Aslında olma ihtimaline de hazırlıklıydıım Aynı köyde akrabalar birbirlerine kız alıp, vermişler. Gerçi olsa da bir şey değiştirmez benim için. Alevi, Kürt olarak, sağcıların nefret sıralamasında yerim gayrı müslümlerin bir altı.
      Bu yazı dizim biraz fazla uzayacak. Kavgam'dan başlayarak, faşizm eleştirisine döndü.

AMİŞLER, UYUM DENEYİ, İTAAt DENEYİ, MEDYA, SOSYAL MEDYA, İHTİYAÇLAR, HİPNOZ VE BUNLARI BOZMAK

Amişler Uyum Deneyi itaat Deneyi

0 


itaat deneyi ile ilgili görsel sonucu
AMİŞLER, UYUM DENEYİ, İTAAt DENEYİ, MEDYA, SOSYAL MEDYA, İHTİYAÇLAR, HİPNOZ
VE BUNLARI BOZMAK
Şimdi önce size pek popüler iki deneyden bahsedeceğim.
Bunlar entellektüel yazılarda sıkça atıf yapılan ve lise psikoloji ders kitaplarında bile bahsedilen deneylerdir.
Her ikisinin de temel amacı, Nazi Almanya’sı ve benzer rejimlerin insanları nasıl etkilediklerini anlamaktır.
Bu deneyleri anlatmaya geçmeden evvel, nasıl sosyal bir varlık olduğumuzu, nasıl uyum ihtiyacında olduğumuzu anlatan bir topluluktan bahsedeceğim.
Bu topluluk, bir Protestan-Hristiyan topluluk olan Amişler.
A.B.D, Meksika ve Kanada’da yaşıyor. Üç ülkeye dağılmış durumdalar.
Kendi içlerinde de kısmi bölünmeler olmakla beraber, bu teknoloji çağında, üstelikle çoğu kez en teknolojik ülke A.B.D’de yaşadıkları halde teknolojiyi reddetmeleri.
Halen bu çağda elektrik ya da motorlu araç kullanmıyorlar, geceleri mum ışığında oturuyorlar.
Yaşadıkları ülkelerde kendilerine bazı muafiyetler sağlanmış. Askere gitmiyor, oy vermiyorlar.

Atlı faytonları için özel şeritli yolları var.

Aslen İsviçreliler lakin dini inançlarına ve yaşam tarzlarına baskılardan dolayı yenidünyaya göç etmişler.
Halen kendi aralarında Almanca konuşuyorlar. Akraba evliliği yapmasalar da kendi aralarında evleniyorlar.
Yetişkin insanların kendi yaşam tarzlarına uyum sağlamayacağını biliyorlar.
Dışarıdan içlerine girmenin tek yolu evlat edinilmek, tüp bebek ve benzeri kısırlık tedavilerini ret ettikleri için, çocuksuz çiftler arasında evlat edinmek çok yaygın.
Aralarında zenciler olsa da, çoğunlukla sarışınlar.
Kadınlar ve erkekler hep bir örnek giyiniyorlar, evleri birbirlerinin aynısı, genelde tarım, hayvancılık ve marangozlukla geçiniyorlar.
Bu topluluğun özel bir geleneği var ki, felsefi anlamda hür irade kavramını sorgulamamıza sebep oluyor.
Amişler, 16 ila 18 yaşlarında çocuklarını bir yıllığına serbest bırakıyorlar, topluluk dışına çıkmaları için.
Bu bir yıldan sonra cemaate dönmek ya da onların deyimiyle İngiliz olmak, yani cemaatten çıkmak için bir karar veriyorlar.

Sonuçta Amerika genelinde %80, bazı yörelerde %90 cemaat içinde kalıyorlar.

Kalmalarının pek çok sebebi var elbette. Sadece altıncı sınıfa kadar okumuş ve İngilizceyi bilmeyen birinin, modern toplumda tutunması çok zor.
Ya da öyle mi? Kendi dilinde bile okuma yazma bilmeyen bir Afgan ya da Afrika’nın küçük bir ülkesinden A.B.D’ye giden kişiler bile birkaç yılda ciddi paralar kazanıp, hayata tutunabiliyor.
Demek ki asıl neden bu değil.
Asıl neden bizim toplum içinde yaşayan canlılar olup, uyuma meyilli olmamız.
Solomon Ash ve ekibinin 1953’de yayımladığı, lise psikoloji kitaplarında bile adı geçen bu deneyde, deneklere birbirinden farklı uzunlukta 3 çizgi gösterilir.
Hangilerinin eşit, uzun ya da kısa olduklarına dair sorular sorulur.
Deneyde sadece bir kişi denek, diğerleri de Profesör Solomon Ash’in adamları, diğer bir deyimle kast ajansındandır.
Denekler çoğunlukla uyma davranışı göstermektedir.
Uymayı bozan en önemli etken, kral çıplak diyecek birisidir.
Kast ajansından birisi denekten yana olduğunda bütün büyü bozulabiliyor. Denek kendi fikrini savunuyor.
1967’de Stanley Milgram, meşhur itaat deneyini yapıyor. Deneyim tüm sonuçlarının açıklaması halen yasak.
Kabaca deneklere, cüzi deneklik ücreti karşılığında birilerine elektrik ile işkence edilmesi isteniyor.
Maalesef denekler genelde uyma davranışı gösteriyor, hem de yüksek oranlarda.
Eğitim almış olmak, başka kültürleri tanımak gibi unsurlar itaat davranışını azaltsa da, her kategoride yüksek bir itaat eğilimi var.

İtaat ve uyumu azaltan birkaç etmen var.

Eğitim almış olmak, başka kültürleri tanımak, kültürlü olmak, bunlardan birkaç tanesi.
Arttıran etmen ise propagandadır.
İlk modern diktatör sayılan Napolyon, basını kontrol edemezsem, ülkeyi altı ay yönetemem demiştir.
Mussolini, Hitler, Franco gibi diktatörler, radyonun eseridir.
20-21 Mayıs 1963 gecesinde Talat Aydemir’in ikinci darbe girişimi sırasında, Ankara radyosu binası 5 ya da 6 kez el değiştirdi.
En sonunda radyo binasının elektriği kesilerek, hükümet yanlısı bir askeri birlikten radyo yayımı yapıldı.
Çetin Altan o gece tutukluymuş ve radyo binası her el değiştiğinde, kendisine karşı gardiyanların tavrının değişmesini anlatmıştır.
1970’li ve 80’li yıllarda darbeciler önce radyo binasını ele geçirirdi.
En büyük uyum ve itaat arttırıcı televizyondur.
Görselliği ve herkesin aynı anda seyrediyor olma duygusu, uyma davranışına yol açar.
12 Eylül bunu çok iyi kullandı. Bu sebeple anayasasında radyo ve televizyon kurma hakkını sadece devlete bıraktı.
Şu anki iktidar partisi de 2008’e kadar çoğunlukla merkez ya da ortalama sağ bir iktidar gibi icraatlar da bulundu.
O sene basının çoğunluğunu, yardımcısı malum cemaat ile ele geçirdi. Propaganda o kadar önemliydi.
Şanssızlığı ise aynı dönemde sosyal medyanın patlamasıydı.
Önce radyo, şimdi de televizyon yavaş yavaş hayatımızdan çıkmakta.

Pek çok basın kuruluşunun asıl varlığı internet siteleri.

Cumhuriyet gazetesi kâğıt olarak otuz bin satıyor, sitesi bir buçuk milyon tıklanıyor.
Gerçi gazeteler uyum güçlerini televizyonlara bırakalı çok oldu ama bir süre daha yardımcı güç olarak lazımlar.
Uyumu bozan asıl şey ise, ihtiyaçlardır. Ben çocukken Türk kadını kocasına katlanırdı.
Aldatıldığında görmezden gelir, benim kocam yapmaz derlerdi.
O yıllarda kadınların çoğu çalışmıyor, boşandığına bir sığıntı gibi baba evine gidiyordu.
Sonra kadınlar çalışmaya başladı, baba evine maaşları ile dönmeye başladı.
Yavaş yavaş o koca ayağına, aldatmasına katlanan Türk kadını kalmadı.
O zamanlar maaşlı, hatta geliri iyi pek çok kadın da kocasına katlanırdı.
Demek ki neymiş, Türk kadını da toplumsal baskı kalktığında, batılı hemcinsleri kadar kıskanç, koca zorbalığına tahammülü olmayan biri olabiliyormuş.
Şimdi tüm bu ilizyonları kırma, hipnozu bozma imkânımız ve her şeyi değiştirme ihtimalimiz var.
Sadece sosyal medyanın ortaya çıkışı değil konu. İnsanların ihtiyaçları da değişiyor ve artıyor.
Hedefimiz iktidarı devirmekten öte, bu hipnoza ve itaate benzemeye başlamış olan uyum davranışını bozmak ve bir daha kimselerin böyle bir iradesizce itaat durumuna düşmemesini sağlamak olmalı

8 Haziran 2018 Cuma




MUHTEŞEM KEHANETİMİZE İNANALIM
Kendini gerçekleştiren kehanet terimi ilk olarak 20. Yüzyıl sosyologlarından Robert Merton tarafından ortaya atılmıştır.Muhteşem Kehanetimize inanalım
Mertonun 1949 yılında yayımlanan Sosyal Teori ve Sosyal Yapı isimli kitabındaki tanımına göre kehanet veya tahmin aslında yanlıştır fakat insanlar eylemleri ile bunu doğrulamaya çalışmaktadır.
Modern yaklaşıma göre kehanet be doğru nede yanlıştır fakat olasılıklar kişinin bilinçli veya bilinçsiz eylemleri ile olanaklı hale gelmektedir. (Nihat Keleş, bilgiustam.com)
Bir kehanete inanan insanlar, bu kehaneti bilerek ya da bilmeyerek gerçekleştirmeye çalışır, ama iyi ama kötü.
Evet, zannedilenin aksine kötü kehanetleri de gerçekleştirmek için uğraşırız.
Mesela lise öğrencisisiniz, her hangi bir dersi geçemeyeceğinize inanıyorsunuz.
Sonuçta ortalama ile dersi geçmeye çalışıyorsunuz. Diğer derslerin notları yüksek ve o dersten sahiden kalmışsınız.

Toplum olarak da kötü kehanetleri gerçekleştirmeye çalışırız.

Örneğin bir para biriminin, bu para birimi de İsviçre Frangı olsun.
Halk çok değerleneceğine inanırsa, evi-arsayı satar ve İsviçre Frangı satın alır. Böylece bu emtianın değeri artar.
Aynı durum iyi kehanetler için de geçerlidir. Gene şu dersten kalacak öğrenci örneğine gelelim.
Öğrenci teşekkür ya da takdir alacağına inanırsa, bu sefer bu zayıf dersini de geçmeye çalışır.
Değerinin düşeceğini düşündüğümüz şeyleri satar ve fiyatlarını daha da düşürürüz.
Bir şeylerin gerçekliğine inanmak, daha doğrusu kendi kendimizi inandırmak, pek kolay değildir.
Bu yüzden de başkalarından yardım alırız.
En başta falcılar genelde bu işe yarar.
Gazetelerin fal köşelerini bu yüzden okuruz, falcılara bu yüzden para öder, komşu kadınlara bu yüzden kahve falı baktırırız. Fallar bize cesaret verir.
Bir kadın düşünelim, sürekli çatık kaşlı ve fazla bakımlı değil.
Kaşar, folloş gibi cinsiyetçi ve aşağılayıcı hitaplardan korkuyor.
Derken bir falcı ona, iş yerinde bir erkeğin onunla ilgilendiğini ve kendisinden ilgi beklediğini öğreniyor.
Kendine bakıyor, süsleniyor, etrafındaki insanlara gülümsüyor ve ortamdaki erkeklerden bir ya da bir kaçı illa kendisi ile ilgileniyor.
Bir araştırmaya göre kişisel gelişim seminerlerine gelenlerin %80’ine yakını aynı kişilermiş ve tekrar tekrar bu seminerlere geliyorlarmış.
Bu insanlar muhtemelen Metin Hara gibi kişilerin kuş besleyin, kedi besleyin ve benzeri önerileri ya da etkili insanların bilmem kaç özelliğini edinerek, başarıya ulaşmayacaklarını biliyor.
Tek istekleri, birilerinin onların kazanacağına dair kehanette bulunması.
Kehaneti gerçekleştirmenin bir yolu da, başkalarını da bu kehanete inandırmaktır.
Gazetelerin seçim öncesi çarşaf çarşaf yayınladıkları anketlerin amacı budur.
17-25 Aralık sürecinde malum cemaatle, malum partinin arası bozulduğunda, kamuoyunun dikkati kumpas davalarına yöneldi.
Kaçırdığımız şey, meşhur her iki kişiden biri anketi başta olmak üzere, mevcut iktidarı güçlü gösteren tüm bu anketlerin sahte olmasıydı.
Amacı muhalefeti, kendilerinin kazanacağına dair kehanete inandırmaktı. Bunda da başarılı oldu.
Biz de kendi başarılı olacağımıza dair bir kehanetin aşamasındayız. Biraz geç de olsa başarılı olacağız.
Bu muhteşem kehanetimize önce inanalım, sonra kendimizi inandıralım.
Sinan Kemal