9 Eylül 2018 Pazar

Maçinli Kızın Tesettürü


Maçinli Kızın Tesettürü
Garip bir çağda yaşıyoruz. Bir taraftan dinin aşırı derece dayatıldığı bir iktidarın egemenliğindeyiz. Bu iktidarın temel dayanağı da devletin otorite kaynaklarından çok, kendi fanatik taraftarlarıdır.
Arada bir bunlarla karşılaşıyorum, sanki kamera şakasılar.  Geçen gün bazı işlerim için hem bir miktar döviz almam, hem de telefonumun eskimiş bataryasını değiştirmem gerekti. Önce döviz bürosuna gittim. Yanımdaki şahıs elindeki metal eroları bozduracaktı. Üstelik o gün eronun kuru yaklaşık 7,2 küsurken,  metalleri 5’den alıyorlarmış.  Gişede de 4 buçuktan aldıklarını örendim. Benim alacağımı öğrenince, herkes satarken, sen alıyor musun dedi suçlarcasına. Ciddi ciddi elindeki üç beş kuruş dövizi satınca bir şeyler düzelecek sanıyordu.
Sonra telefonum yeni batarya almaya gittim, telefon aksesuarcısına. Telefonumu dört yıldan fazladır kullandığımdan bahsettim. Yanımdaki kişi de iki haftada bir telefon aldığını Iphone’unu da çekiçle kırdığından bahsetti. Cidden para ile aldığı telefonu kırarak protesto ettiğini falan düşünen insanlar var.
Buna karşın iktidarın elinden din silahı gidiyor. Tarikatlar her ne kadar güçlü de olsa, iktidarın altındaki din temeli zayıflıyor. Ateizm, deizm ve tengricilik (Şamanist Türk dini) internet üzerinden hızla yayılıyor.  Tüm çabalara karşın gençler imam hatipten kaçıyor. Haftada bir saatlik zorunlu din dersi, bizim nesli  inançlı ve dindar yapmıştı, şimdi çoğu okulda neredeyse haftada 8-10  saatlik dini dersler (siyer,kuran,temel dini bilgiler vs) şimdiki gençleri dinden soğutuyor.

İlgimi çeken;

İlgimi çeken diğer bir olgu da ortalıkta tesettürlü kadın sayısının ya da oranının azalması oldu. 15 Temmuzdan sonra bu azalma gayet de hissedilir oldu. Bana mı öyle geliyor diyordum, bir arkadaşla konuştum. Dediğine göre sık sık Ankara’nın Sincan ilçesine gidiyormuş. Daha önce o semtin yüzde doksanı tesettürlü iken, şimdilerde yarı yarıya olduğunu söyledi.
Peki, bu tesettürü çıkaranlar hep mi Fetöcüydü? Hele de son günlerde tesettürü çıkardığını sosyal medyada ilan eden kızlar, onlarda mı Fetöcü? Şu an sol ya da Atatürkçü bir iktidar olsa, olabilirdi. Oysa bu örgüt, genelde sinsi ve ikiyüzlü ve İslamcılık bu kadar güçlü iken böyle bir şeyi taraftarlarına emretmez. Ayrıca devletin bu örgüt üzerinde güçlü bir istihbaratı var, örgütün böyle bir emri olsa fark ederdik. Bilinen pek çok Fetöcüde tesettürünü çıkarmış değil.

Maçinli Kızın Tesettürü

Gerçekte ola, tesettürüne itibardan düşmesi. Yaz boyu ÖSYM’nin sınavlarında gözcülük yaptım ve geçen yıllara göre hem tesettürlü sayısı azalmış, hem de tesettürlülere davranış değişmişti. Mesela önceki yıllarda serbest olan o boncuklu, çuvaldıza benzeyen iri toplu iğneler yasaktı ve basit toplu iğne olmalı deniliyordu. Gözetmen olduğum son sınavda da aramadan sorumlu polis, tesettür üzerinden kadınların kulağına parmağını soktu.
Meğer bir önceki sınavda bluetooth kulaklıkla sınava girenler yakalanmış.
Öte yandan bu kadarcık şey, sivrisinek vızıltısı gibi bir şey. 28 Şubat döneminde daha kötüsü olmuştu. Okula veya devlet dairesine tesettürle girmek yasaktı, üniversitelerde meşhur ikna odaları kurulmuştu.
Oysa o yıllarda tesettürlü kadın sayısı-oranında artma bir yana patlama yapmıştı. İmam hatipler öğrencisizlikten kapanıyordu ama öğrenciler tesettürü açıp okula giriyor, çıkınca da kapatıyordu. Sonra tesettür üstü peruk modası başladı. Yani tesettür denen ilgi çok ama çok kötü günleri de gördü.
Bence bu günlerde ve önümüzdeki günlerde daha kötüsüne hazırlanıyor.
Geçenlerde şahit olduğum bir olay, bunun nedenini anlatıyor. Bulunduğum ortamda iki yakışıklı genç erkek, üç tane de güzel tesettürlü kız vardı. Lise çağlarında gençlerdi, kızlar gayet belli bir şekilde kanka (kan kardeş) ayağına oğlanlara asılıyor, oğlanlar da gayet belli şekilde anlamazdan geliyordu.

Bunun gibi manzaralara sık sık rast gelir oldum.

Yeni nesilde bizim neslin erkeklerindeki tesettürlü fantezisi yok.  Orta ve daha yaşlı muhafazakar, dindar, sağcı vs  kişiler yüzünden de tercih etmiyorlar.
Bu devirde herkesin çıktığı, sevgilisi, flörtü vs var ama kız tesettürlü olunca tüm öfke onlara kusuluyor. Oysa yeni nesil, tesettürlü ya da değil, hiçbir şeyde geride kalmak istemiyor. Geçenlerde bir şarkıcı, içkili bir plaj barında konser veriyormuş. Tesettürlü hayranları içeri girmek istemiş, alınmayınca da olay çıkmış, hatta şarkıcı da bu olayı protesto etmiş.
Kusura bakmayın da, insanların bikini ve şort ile alkol aldıkları yere de, tesettürla gelmesinler. Onlar sizin şerbetli, ejder sulu, somonlu mevlitlerinize, burada neden alkol ikramı yapılmıyor diye kavga çıkarıyor mu?
Bu her şeyden geri kalmama hevesleri, onları tasavvufçuların deyimi ile dehri (dünyacı) yapıyor.  Sonra dindar gazeteler ağlıyor:
Türbanı kazandık ama içindekini kaybettik deyip duruyorlar, oysa artık türbanı  da kaybetmeye başlıyorlar.
Bu her şeyi yaşama, her şeyden geri kalmama hevesleri, onların çekiciliğini kaybettiriyor, çünkü tesettüre, türbana verilen değerleri yok ediyor. Daha doğrusu erkeklerin var zannettiği değerleri yok ediyor.
Tesettürlü ya da türbanlı kadın, seksenli ve doksanlı yıllarda, dindardan da öte, erkeğe bağlı, namus timsali kadın olarak tanıtılmıştı. Hatta daha öte, erkeklerin kendilerini daha erkek hissettirecek, eski usul köle ruhlu kadındılar ya da öyle sanıyorduk.

Dindar olmayan erkekler için de tesettürlü kadın, bir gizem dünyasının kapısıydı.

Türbanlı kadınlar, her türlü dünyevi zevki tadarak, hem muhafazakâr erkekler gözünden düştükleri gibi, o gizemi de her şeyi göz önüne serdiler.
Aynı durum, imam hatipler için de geçerli. İmam hatipler de kendilerine verilen bu değerlerden uzak. Ha bire açıp durdukları kız imam hatipler de, ihtiyaç duyduğunuz itaatkâr, dindar kız ihtiyacını karşılayamayacak.
Yeni nesilde kızlar türbanlı, tesettürlü de olsa, kız imam hatipli de olsa, kocasını boşuyor, o eski köle ruhlu kadın yok. Kız imam hatipteki kızlarında çıktıkları var.
Bunu benim kadar bu çağın gençleri de biliyor ve onlar için imam hatip sadece bir sürü Arapça duanın ezberletildiği bir okul, tesettür ya da türban ise, sadece kadın giysilerinden biri. Türban, erkek egemen ideolojik anlamını kaybetti. Sadece seksenleri, doksanları yaşayanlar için halen anlamlı ve özellikle iki binden sonra doğanlar için bu anlam bitmiş durumda.
Tesettürün erkeklerin üzerindeki değeri düşünce, kadınların üzerindeki değeri de düşüyor. Ayrıca kadınlar da tesettüre verilen bu erkek egemen bakış açısından sıkıldığı gibi, bu ideolojik yüklemeden de sıkılmış durumda. Pek çok genç kız görüyorum, Atatürk resimli tişörtlü ve türbanlı ve anne türbanlı ve çocuğu Atatürk tişörtlü.
Bu araya, yazının başlığının nedenini açıklayayım. Aziz Nesin’in Maçinli Kız İçin Ev adlı kitabı, kadınlar uğruna acı çeken erkeklere dair hikâyeler içeren tematik bir kitaptır.  İşin doğrusu aynı şey kadınlar için de geçerli. Türbanı bu günlere taşıyanlar erkekler oldu. Kadınların ilgisi de, erkeklerin verdiği bu değerler yüzünden oldu. Bu değerler düşünce, türbanda gözden düştü.
Bence kadınları artık rahat bırakalım, ne giyeceklerine kendileri karar versinler.

8 Eylül 2018 Cumartesi

AZINLIK SUÇLARI-KOKU VE AZINLIK ATEİZMİ


Azınlık suçları 5, Koku: Bu koku konusu sadece Hitler değil, öncesi ve sonrasındaki pek çok faşizan yazıda, sevmedikleri milletlerin farklı koktuklarını, onları bu şekilde fark ettiklerinden bahsederler.          Bu koku konusu Ömer Seyfettin'in nekrofili (ölüseviciliği) konulu hikayesi Beyaz Lale'de de geçer. Sapık Bulgar subayı, diri diri yaktığı milletlerin (Balkanlarda her millet birbirine düşmandır. Sırp, Romen, Arnavut, Yunan vs, her milletten adam yakmıştır subayımız. Hatta asi Bulgarları bile. Balkanlaşma böyle bir şeydir. ) hepsinin ayrı koktuğunu hisseder.
        Bu koku ile ilgili üç teorim var. 
        Birincisi faşistler, tıpkı köpekler gibi korkunun kokusunu alıyorlar. Çünkü birilerini korkuttukları anlarında nedense bu duyguya kapılıyorlar.
              İkincisi de bu koku, kendi nefretlerinin kokusu.Üniversitede ve ilk öğretmenlik yıllarında sanki ben de bu kokuyu alıyordum.
             Üçüncü teorim, bazı olumsuz duyguları kendimizde koku olarak duymamız. Bazen bu kokuyu hissettiğim kişiler, faşist olmak bir yana, sağcı bile olmayabiliyordu.

Azınlık Suçları 6, Azınlık Ateizmi: Hitler, özgür düşünceli (ki o yıllarda Ateist Yahudilere böyle denilyordu anlaşılan) Yahudiler ile dindarlar arasında hedefleri arasında fark yok diyor.
      Bu konuda kısmen haklı. Azınlık olmak, sadece dini bir konu olmak değildir. nazım Hikmet'de bir komünist olarak bir mevlitten haz ve heyecan duyduğunu anlatmıştır, çünkü o sırada Rusya ve Romanya'dadır. Türkiye'de olsa belki de hiç hoşlanmayacaktır. Rusya'da ise bir azınlık psikolojisi içindedir.
        Özellikle din adına ötekileşmişseniz ya da aynı dinden olsanız, hatta aynı mezhepten bile olsanız dışlanmaya engel olunmuyorsa (Amerika'da zenciler, Türkiye'de Kürtler gibi), metafizik duygular zayıflıyor insanda. Bunu bizzat kendimden biliyorum.
       Öbür taraftan bu metafizik duygulardaki zayıflama, kendi topluluğun arasındaki bağın zayıflamasına değil, güçlenmesine sebep olur. Özellikle çatışma dönemlerinde bu daha güçlü olur.
        Bununla ilgili bir fıkra vardır. Kuzey İrlanda'da ve İrlanda'nın geri kalanında birisi ateist (tanrı tanımaz) olduğunu söylediğinde, ona bu sefer başka bir soru sorulurmuş.
        -Peki Katolik Ateist misin, Protestan Ateist mi? Ben de yıllar önce bir arkadaşımı Sünni Ateist diye tarif etmiştim.
         Din, bir tarafı ile de kimlik işidir. İlk siyonist yerleşimcilerin çoğu (Yalaşık altmış aile, yani beş yüz kişiden az. Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı kitabında, Arapları çöle süren Siyonistlerin kaç kişi olduğunu bilseniz, paranın gücünü görürdünüz diye yazar) sosyalisttir ve kibutz denen İsrail çiftlikleri, sosyalist ekonomiye göre modellenmiştir.
           Kaldı ki pek çok haham ve koyu dindar Yahudi,  henüz mehdinin gelmediği gerekçesi ile İsrail'in kuruluşuna ve İsrail'e göçe karşıydı. Bazıları halen öyledir.
        Din, sadece inanç değil, aynı zamanda bir kimliktir. Bu sadece Yahudilik, Ezidilik gibi soy kökenli dinler için değildir. İnsanlar kendilerini sevdikleri gibi, kendi ailesini ve köklerini de sever.

7 Eylül 2018 Cuma


KAMAŞMA VE KARANLIK

                1981 Nobel Edebiyat ödüllü yazar Elias Caneeti’nin Almanca adı Die Blendung, yani Kamaşma adlı roman, Türkçeye körleşme adı ile yayımlanmıştır. İşin doğrusu her iki isim de romanın içeriğine uygundur. Roman, kamaşmanın nasıl insanı körleştirdiğini anlatır.
                Romanın başkarakteri, Avrupa’nın büyük şehirlerinden birinde mütevazı ve münzevi bir yaşamı tercih etmiş bir mirasyedidir. Toplumu hor görmektedir, para kazanma çabalarını ve para kavramını, siyasi mücadeleleri hor görmektedir. Kendisi doğu dilleri ve edebiyatı eğitimi almış, doktora bile yapmış, Hintçe, Çince gibi dilleri çok iyi bilip, bu dillerin edebiyatı konusunda uzmandır. Kibrinden dolayı üniversitelerin hocalık tekliflerini ret etmekte, sadece konu ile ilgili sempozyumlara bildiriler göndermektedir. Bildirileri de kendi sunmamakta, son dakikada bir bahane uydurup,  birilerine okutmaktadır.
                Bu başkarakter, aslında ülkesinde kimsenin zerre kadar umurunda olmayan konulardaki uzmanlığı yüzünden çevresini görmemekte, kibri ve kitapları ile tek başına yaşamaktadır. Kitaplarda hep doğu edebiyatı üzerinedir.
                Kitabın baş kısmı uzun uzun karakter tanıtımına ayrılmıştır. Sonra karakter, hizmetçisi ile evlenmeye karar verir ve tüm yaşayacakları da gerçeği anlamasını sağlamaz. Kendisinin parıltısından kamaşmıştır.
                Kitap, düşünen insan için gayet ağır felsefi mesajlar taşır. Pek çok şeyi görmememizin sebebi kamaşmadır. Bazı şeyleri görmek için, parlaklığı azaltmak, ışığı kısmak gerekir. Bazı şeyler hakkındaki gerçek, yaldız döküldüğü zaman görülür. Güneşi değil ama güneş tutulmasını görmek için kararmış cam kullanmalıdır.
                Ve pek çok yalan bağırıla, çağırıla söylenir.
                Solcu örgütlerdeki işbirlikçiler genelde Kürt ve Alevidir. Çoğu kez de en fazla Sosyalistliğini kabartan çıkartan kişidir.  Vatanseverleriği  bağıra çağıra ilan edenler, vatan hainidir.  Münafıklar, en dindar görünmeye özen gösterir.
                Pek çok mesaj da, bir şeyler anlatılmayarak verilir.
                Bir ara gençlerde bir İllimunati  komploları üretme modası vardı. Her üçgende ve gözde illiminati simgesi ararlardı. Bir de özellikle Disney çizgi filmleri ve pek çok filmin gerisindeki çıplak kadın ya da erkeklik organını gibi şekillerde subliminal mesaj arıyordu. Gerçek subliminal mesajlar, metinde olmayan, anlatılmayan şeylerdir.
                Mesela herkesin bildiği ve ülkemizde Red Kit diye bilinen çizgi romanı-filmini ele alalım. Bu çizgi roman güya demokrattır. Kızılderililer başta olmak üzere Amerika’yı oluşturan her milletten birileri vardır ve hepsi de özünde iyidir, ama dikkat edin!
       Red Kit çizgi romanında zenci kahraman yoktur. Zenciler sadece garson ya da benzeri bir işte, konuşmadan, kıvırcık siyah saçları, kocaman siyah gözleri ile botokslu sosyete dilberleri gibi aptal aptal bakarlar. Red Kit’e göre vahşi batı tarihinde siyahiler yoktur. Çünkü bu çizgi roman Belçika yapımıdır ve hümanist Red Kit,  Belçika yapımıdır.  Belçika yapımı diğer çizgi romanlara bakalım. Tenten’de, Tenten Kongo’da düpedüz Afrikalılara hakaret eder. Şirinler diye dilimize çevrilen Sumurf çizgi romanının bir bölümünde de mavi insanlar, siyaha dönüşür ve aptallaşır. Seksenlerde bu yüzden yasaklanınca, bu siyahlık, mora dönüşür. Red Kit’in özellikle Kızılderililere karşı demokrat tavrı, zencilere karşı düşmanlığını saklamanın yoludur.
                Şimdi bu anlattıklarım karşısında bazı gerçekleri bir daha okuyalım. Ben 2012’de, çözüm sürecinin en ateşli günlerinde bile, AKP’nin güneydoğuyu ateşlere atacağını, ortalığın gene kan gölüne döneceğini biliyordum. O zamanlar CHMHP diyorlardı. Şimdi de CHDPKK diyorlar. HDP lideri Demirtaş şu anda hapiste, İç İşleri bakanı telefonda HDP’lileri tehdit etti.
                İşte ben de tam bu günlerde, yakın bir gelecekte gene çözüm süreci ve ya benzer bir süreç olabileceğini söylüyorum çünkü görüyorum. İç İşleri bakanı Süleyman Soylu’nun meşhur HDP ve CHP’liler şehit cenazelerine gelmesin sözündeki gizli anlam şudur:
                Yakında pek çok şehit cenazesi gelecek manası var bu sözde. Ayrıca daha derin bir mana da, olası bir yeni çözüm meselesi için HDP’ye karşı öfkenin bir kısmını da CHP’ye yükleyelim anlamı vardır. Böylece ilerde HDP ile barışmaya zemin sağlama çabasıdır.
                Yakında olacaklara da bu gözle bakmak, gerçekleri cilaların kazınması ile görüleceğini bilmemiz gerekir. Ne Temel Karamollaoğlu, ne Meral Akşener, mevcut düzene tam muhaliftir. Radikal sol örgütler ve sözüm ona sosyalist-komünist örgütler de sistemin çok sağlam bir parçasıdır.
                Sol partiler ne zaman yükselmeye başlasa, bu çok solcu, en solcu partiler hemen CHP ( seksenlerde SHP)’yi az solcu bulur, bu gruplar nedense sağcılardan çok, az solcu bulduklarını eleştirir. Şimdilerde de buna CHP’yi az Atatürkçü bulanlar eklendi.
                Bu çok solcuların ve çok Atatürkçülerin ise ne yaparak böyle çok olup, birilerini az bulmayı hak ettikleri ise şüphelidir.
                Doksanlı yıllarda bayağı bir etkin olan Özgürlük ve Demokrasi partisi (ÖDP), Ufuk Uras’ı meclise taşıdıktan sonra, önce kendi iç kavgaları ile zayıfladı. ÖDP’liler meclis dışında A.B.D başkanı Obama’yı alkışlarken, tek aday olarak, bütün delegelerin oyları ile seçilen parti başkanı Profesör Ufuk Uras, elleri patlatırcasına Ufuk Uras’ı alkışlamakla meşguldü.
                ÖDP’nin iki önemli yan ürünü oldu. Birincisi Leman dergisi ve yayın grubudur. Dergicilerin aynı zamanda kafe işletmesi geleneğini başlattı. Öküz dergisi ise şimdilerin Kafa, Ot, Kafka okur ve benzeri dergilerin atasıdır.
                Dergi, doksanların ortasında muhteşem bir muhalefet yaptı.  Cinsel faşizme hayır kampanyası ile LGBT haklarını ve kadına karşı şiddete ciddi anlamda kampanyalar başlattı. Okur mektupları köşesi küçük çaplı bir sosyal medya işlevi görmekteydi.  Tansu Çiller’in meşhur gaflarından biri olan Taocu muhalefet sözlerinden sonra meşhur bir Taocu muhalefet kapağı yapmıştı. Muhafazakâr dünyaya karşı bir tavırdı.  Gene doksanların en ünlü kitlesel muhalefet eylemi, sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemi, Beyoğlu Leman kafede başlamıştı.
                İki binlere doğru dergi yavaş yavaş muhalifliğinin dozunu azalttı. Bu dergi ve kafeden çıkan süper yıldız  Cem Yılmaz ise asla politik mizah yapmadı ve apolitik mizahın öncüsü oldu. Bu apolitik mizah, Recep İvedik seviyesine kadar indi. Ben düzenli Leman almayı en son Leman Mobil diye bir dergiyi Turkcell bayinde gördükten birkaç hafta sonra bıraktım, gezi olaylarına kadar almadım. Leman’da gezi dönemine kadar muhalif olma özelliğini bıraktı. 2002 seçimlerine az kalmıştı.
                Geçmişe baktığımızda Leman, sosyal demokratlara hakaret eden ve onlara dergi satan bir kurum oldu. Çok solculuğun da böyle bir garabeti vardır. Sosyal demokratların ve Atatürkçülerin sırtından geçinir, sosyal demokratları az solcu, Atatürkçüleri de devletçi, faşist, küçük burjuva devrimcisi falan görürler.
                ÖDP’den kalan diğer bir eser de,  benim de üyesi olduğum (ayrılmayı da hiç düşünmediğim) KESK oldu. İlk ciddi memur sendikası olan bu kurum da, ÖDP’nin kendini yıkma sürecinde HDP’ye devredildi. HDP’lilerde memur haklarını korumak yerine,  Kürtçülük yaparak sendikayı önce böldü, sonra zayıflattı.  Eğitim İş ise, MHP’yi bile aşan bir faşizmle yola çıktı. FETÖ’cü olduklarını iyi bildiğim müdürüm ve birkaç avanesi beni Eğitim İşe üye olmam için zorlayınca vazgeçmiştim. Şimdilerde de HDP, KESK’in yönetimini yavaş yavaş Emek partisine devrediyor.
                Buna bir de az Atatürkçüler eklendi. Kökenlerine baksan Atsızcılar. Hüseyin Nihal Atsız, Dalkavuklar gecesi adlı kitabında düpepüz Atatürk ile alay ederken, bunlar hem Atsızcı, hem Atatürkçü olma derdindedir. Bunlardan en ünlüsü emekli bir generaldir, şu günlerde kitap yazmakla meşgul. Zamanında televizyon kanallarını gezdi ve terörü bitireceğim dedi. Nasıl bitireceğini söylemedi. Ekonomi ile ilgili fikriyatı ise sıfır. Bütün övündüğü, Şırnak komando tugayındaki iki yıllık tugay komutanlığı, öncesinde Güneydoğu’ya turist olarak bile gitmemiş. Sorsan o da kimseyi beğenmiyor.
                Geriye ne kalıyor, bir tek kendimiz, bir avuç Atatürkçü. CHP dersen foyası 24 haziranda döküldü bence. İşte kamaşmamın ardındaki gerçek budur. Bu bir avuç yapar devrimi. 1917 ekiminde Bolşevik partisi, yüz milyonluk Rusya’da 16 bin 3 yüz kişiydi. (Lenin’in kendi ifadesi) 1959’da Fidel, Raul ve Che dâhil 83 (seksen üç ) kişi devrim yaptı. O zamanlarda başkent Havana’nın bile 1 milyonun üzerinde nüfusu vardı. 1979’da Sandilistler üç yüz kişi ile Nikaragua’da devrim yaptı.
                Başlangıcımız bu, 1919 yılında da durum farklı değildi. Buradan başlayacağız ve bu sönük halimizle parlak günler için çalışacağız.

29 Ağustos 2018 Çarşamba

Kırmızı Pazartesi Krizleri


Gazeteci Nedim Şener, Hrant Dink cinayetini anlatan kitabına Kırmızı Cuma demiş, ekonomi yazarı Uğur Gürses’te mevcut krize aynı ismi vermiş.
Her ikisinin de bu isme konu olan KIRMIZI sıfatını, Kolombiyalı, Nobel Ödüllü ve İspanyolca’nın Cervantes’ten sonra en önemli yazarı sayılan Gabriel Garcia Marquez’in kısa ve ünlü romanı Kırmızı Pazartesi’nden almıştır.
Bu romanı ben de okudum. Olaylar hem akıcı, hem basittir ve en ilginci hiç sürpriz yoktur.
Romanda yakışıklı bir genç öldürülür, zira ilişkiye girdiği bir genç kız, bakire çıkmadığı için baba evine gönderilir, kız da genç adamın ona tecavüz ettiğini söylemiş, iki abileri de genci öldürmeye karar vermiştir.
Anlaşılan eski dönemlerin Latin Amerika köyleri, Anadolu köylerine benzemektedir.
Kasabada herkes durumu bilmektedir, genç adam sabah sokağa çıktığında öldürülecektir.
Herkes bildiği gibi, herkes de engel olmaya çalışır.
Belediye başkanı  (Avrupa ve Avrupa kökenli kültürlerde her yerleşim biriminin yöneticisine belediye başkanı deniliyor, muhtarlık doğu toplumlarına özgü bir kurum) bizzat ikizlerin ellerinden silahlarını alıyor ama ikizler başka bir silah alıyor.
O zamanlar daha telefon icat edilmemiş, kapı ardından mektup atıyorlar vs vs…

Gene de cinayete engel olamıyorlar.

Sonra ölen gencin aşkına odaklanıyor hikâye, oğlan tecavüz etmemiş, ikili aşk yaşamıştır.
Oğlanın evlenmeye niyeti olmadığı bellidir, gerdek gecesi olacaklar da bellidir.
Sonra kız, kız olmadığı için kendisini terk eden kocasına yıllarca mektup yazar, kocası da yıllar sonra mektupları, zarfları açılmadan iade eder.
Bunlar da en başından bellidir.
Kitap, bunlara rağmen heyecan vericidir.
Bu heyecanı veren, herkesin durumu öngörmesi ama tüm çabalarına rağmen engel olamamasıdır.
İşte bu kriz de öyle olmuştur.
Çok kişi, daha şu CIA mensubu rahip Bronson  olayından evvel de A.B.D-Türkiye arasında kriz çıkacağını ve bunun ekonomik sonuçları olacağını tahmin ediyordu.
İktidar ortağı olan MHP bile kendisine seçim için verilen hazine yardımını dolara çevirmiş ve dolar 7 lira olunca satmıştı.
Pek çok kişi dolardaki yükseliş, ekonominin kötüleşmesini görmüştü.
Ben de uzun süre bu romandaki gibi kamı oyundaki gelişmeleri izledim.
Oysa yabancı dil bilmeyen, yurt dışına hiç çıkmamış, yüksek lisansı olmayan ve hayatı boyunca yurt dışına çıkmamış bir lise öğretmeniydim.
Oysa tüm o kumpas davalarının yalanlığını, çözüm sürecinin daha beter kavga ile biteceğini biliyordum.
Sonunda en nihayetinde yazmaya karar verdim. En azından bir şeyler yapmaya çalışmış olmalıydım.
Fikirlerimi sadece eşe dosta anlatmamalı, daha fazla insana ulaşmaya çalışmalıydım.
Şimdi de bu Rahip Bronson ile başlayan ekonomik krizin sonrasında neler olacağına dair tahminlerimi yazayım, tıpkı Kırmızı Pazartesi’de olacakların önceden belli olduğu gibi.

En baştan söyleyeyim, nasıl ki 1999 krizi kitapçık krizi değil, kitapçık sadece olayın tetikleyicisi ise, Rahip Bronson denen CIA ajanı da bu olayın tetikleyicisi bile değil, sadece bahanesidir.
Hem siyasi, hem de ekonomik krizinde Bronson saadece bahanedir.
Söz konusu rahip 15 temmuz darbesinden beri, yani 2 seneden uzun süredir hapiste,  hem de hücre hapsinde, tek kişilik tecritteydi.

Ev hapsinden sonra ortam bu kadar gerilmemeliydi.

Kaldı ki Bronson’da İlknur Üstün gibi gece yarısı serbest bırakılıp, uçakla memleketine gönderilebilirdi.

Trump’ın da rahibi kurtarmak için daha uygun yollar bulabilirdi. Olay gene bir şekilde Halkbank’a dayanacaktı.
Trump ve A.B.D, böyle yaparak hem Evangelist Hristiyanların oylarına göz kırptı, hem de Türkiye hukuk devleti değil, diktatörün keyfince yönetiliyor imajını dünya kamuoyunun gözüne soktu.
Reza Zarab’ın yargılanması ile de yolsuzluğa battığı, daha önemlisi büyük patron Amerika’yı kazıkladığı imajını dünyaya duyurdu.
Daha sonra yapacaklar için Amerikan ve Dünya kamuoyunu hazırladı.
Erdoğan’da Türk kamuoyunu hazırladı ama aması var bu işin.
Akp, daha doğrusu Türk sağı toptan bir Amerikan düşmanlığına hazır değil.
Gerçekte herkes bir an önce barışmayı bekliyor.
Pek çoğu da unu başkan Trump’a bağlıyor ve o düşünce, her şey düzelecek sanıyor.
Oysa Reza tutuklandığında başkanlık için Trump’ın adı bile geçmiyordu.
Amerika’da politikalar, öyle kolayca politikacılara göre değişmez.
Büyük devlet olmasının sebeplerinden biri de budur.
En başta cumhurbaşkanımızın torunu Ömer Tayyip Erdoğan, Amerikan vatandaşı, Diriliş Ertuğrul’un Ertuğrul’u Engin Altan Düzyatan’ın ve pek çok önemli kişinin oğlu da öyle.
(Şimdi bu Amerikalıların, köleliğin kaldırılışından kalma bir yasa bu. Amerikan devletinin sınırları içinde doğan tüm çocuklar, Amerikan vatandaşı oluyor. Köleler ve kölelerin çocukları vatandaş olabilsin diye yapılmış. Köleliği hatırlattığından iptal edemiyorlar.  Manhattan adasında sırf çocuğu Amerikan vatandaşı olmasını isteyenler için bir Türk oteli ve doğumhanesi varmış. Bu yasadan en fazla Çinliler ile Türkler faydalanıyormuş.)
Sağcıların kabullenmediği acı ve net gerçek şudur:
Sadece Fetö değil, diğer tüm tarikatları bu günlere getiren NATO, dolaysı ile Amerika’dır.
Sadece tarikatlar değil, asında Nazi hücum kıtaları S.A’ların (Naziler iktidar olunca SS olmuşlardır) karikatürümsü bir taklidi olan Ülkü ocakları ve onlardan ayrılarak kurulan Nizam-ı Alem ocakları da pek farklı değil.
Türk askerinin başına çuval geçirilirken, Amerika’ya nota vermeyen, ne notası, müzik notası mı diyen AKP mi ABD’ye tepki gösterecek?

AKP’nin ve Sağın kafasındaki fikir şu.

Amerika, Türkiye’nin sol tarafından yönetilmesini kabullenemez, tüm sağda AKP ittifakında buluştuğuna göre mecburen barışacak.
Taşra esnafı gibi, başka esnaf olmadığından hem size kazık atar, hem de kendi varlığını bile bir amme hizmeti gibi gösterir.
Derken o taşra yerine yeni yol yapılır veya bir market zincirinin şubeleri açılır ve o kibirli esnaf kapanır.
Şimdi AKP ve ortaklarının başına gelecek olan da budur.
Çünkü düşmanınla illa barışmalısın ama hainleri asla affetmemelisin.
AKP zannediyor ki, en fazla üç yıllık bir ekonomik kriz olarak, belki de 1999 krizi bini on binlerce küçük işletme batacak.
Oysa A.B.D’nin hedefi Reza Zarab’la beraber İran, Venezüella gibi ülkelerle el atından ticaret yapanlar, ambargoyu delenler.
Dikkat ettiyseniz, Reza Zarab tutuklandıktan sonra İran ve Venezüella ekonomileri büyük bir çöküş yaşadı.
Her şey Zarab’da bitmiyordu, onun gibi birkaç kişi daha tutuklanmadıysa bile işbirliği yaptı ve kendini geri çekti.
Erdoğan, hepimiz aynı gemideyiz sözünün asıl muhatabı halk değil, burjuvazidir.
ABD’nin öfkesi daha çok ambargolarını delen bu zadegân sınıfına karşıdır.
Erdoğan’ın sözleri, eğer bizi satar ve A.B.D’ye itirafçı olursanız, kendinizi kurtaramazsınız uyarısıdır.
Amerika’nın 1999 ekonomik darbesinde 3 yıllık bir ekonomik kriz, Ecevit’i iktidardan düşürebildi.
Çünkü Ecevit’in arkasında medya desteği sıfır, hatta eksilerdeydi.
Televizyon kanalları ekonomi programlarından geçilmiyor, birkaç ayda % 40 ve fazlası devalüasyon gördüğümüz şu günlerde hiç ekonomi programına rastlıyor musunuz?
Ogünlerde tüm medya hükumeti suçluyordu, saldırı diyen yoktu.
Herkes iflas senaryoları konuşuyordu, çıkacağız, kurtulacağız diyen yoktu.

Muhalefetin en büyük eksiği, propaganda silahlarının olmamasıdır.

Türk halkı halen televizyon halkıdır ve televizyonda muhalefet hem yok denecek kadar azdır, olanlar da iktidar yanlısı kitlelere ulaşamamaktadır.
Öte yandan uzun süreli yoksulluk, öyle propaganda ile geçiştirilebilecek bir şey değildir.
Uzun süreli iktidar propagandası ise yorucu bir şeydir, hele de sürekli olarak artan yoksulluk varsa.
Bu süreçte iktidarın elini güçlendiren 2. olgu (1.si propaganda araçlarının iktidar yanlılarının elinde olması) beceriksiz muhalefet.
Sadece seçimlere üç, beş ay önce hareketlenen, seçim gecesi balon gibi sönen, sonra kendi iç kavgasına düşüp, seçmeni küstüren muhalefet partilerinde iş olmaması.
Bu böyle gitmeyecek, iktidara karşı öfke bir şekilde yeni bir muhalefet hareketi geliştirecektir.
AKP-A.B.D ekonomik savaşı uzadıkça daha fazla belirsiz sonuçlara gidecektir.
Savaşlar daima belirsiz sonuçlar içerir.
1. İnönü savaşında Türk ordusu, Yunan ordusunun yarısı kadardı ve bazı subayların anılarına göre Türk ordusunda çok fazla firar vardı (bazı subaylar sabah uyandıklarında emir erlerini bile yerinde bulamamışlar.)
İsmet paşanın Kars kalesinde Ermenilerin sapasağlam ve cephaneleri le terk ettiği bazı büyük topları Kazım Karabekir paşadan istemesi, Yunan askerinin bu topların sesi ile paniklemesi, tarihin seyrini değiştirmiştir.

Savaş uzadıkça bu belirsizlik artar. Napolyon savaşları uzayınca, Almanlar, Prusya önderliğinde birleşmiştir.
1. Dünya savaşının uzaması, Rusya’da, 2. Dünya savaşının uzaması Çin’de ve Doğu Avrupa’da komünizmi iktidara getirdi.
Körfez savaşı ve Saddam’ın devrilmesi uzadıkça, Irak’lı Şiiler, iki de bir kendilerini isyan ettirtip, katledilmelerine seyirci kalan ABD’ye sırtını dönüp, İran ile yakınlaştı.
Uzayacak AKP-A.B.D ekonomik savaşı da pek çok sürpriz ortaya çıkarabilir.
Bence olası ilk sürpriz, o şikâyetçi olduğumuz Suriyeli göçmenlerin büyük çoğunluğunun geri dönmesi olabilir.
Geçenlere medyada az yer bulan iki haber çıktı.
Biri Kilis valiliğinin bayram iznine gidip de geri dönmeyen bazı Suriyelileri geri çağırması.

İkincisi de Esad’ın kapsamlı bir af çıkarması.

Savaş sonrası Suriye’nin yeniden toparlanması için nüfusa ihtiyacı var ve Türkiye’de öyle cennet değil.
Hani haberlerde okuyor-duyuyorsunuz ya, falan hastanede şu kadar kayda geçmemiş çocuk-anne var diye!
İşte o çocuk annelerin tamamına yakını Suriyeli kumalar ve babaların da tamamına yakını kırk yaşından yaşlı ve evli Türk erkekleri.
Pek çok işletme, yok o pahasına çalıştırdığı Suriyeliler ile ayakta. Fuhuşa zorlanan Suriyeli kadınları saymıyorum bile.
Son birkaç yıldır ülkemizi dolduran Afganlıların, ucuz (daha doğrusu bedava) işçilik kaynağı olarak Suriyelilere alternatif olarak getirildiğini düşünüyorum.
Diğer bir beklenilesi sürpriz de yeni cemaat operasyonları ve yeni 17-25 operasyonları olabilir.
Bence hayattan her şeyi, her zaman beklemeliyiz.

28 Ağustos 2018 Salı

AZINLIK SUÇLARI-SİYASİ

                

Azınlık Suçları 4: Siyasi suçlar: Hitler Yahudileri önce kapitalizmi, sonra da sosyalizmi kurmakla suçlar. Sonra da Almanya'daki sosyalist  akımları ve sosyal demokrasiyi Yahudilikle suçlar. Almanların her kötülüğü Yahudiliğe yüklemeleri tarihidir. O kadar ki Varşova önlerine kadar gelmiş, büyük katliamlar yapmış, Moğollara bile Yahudi demişlerdir. Moğollara karşı hınçlarını bile Yahudilerden almışlardır.
            Faşizm için azınlıkların siyasi tercihleri hep bir sorun olmuştur. Bazıları sırf bu azınlıklar oy verdiği için diğer partileri destekler. Çoğu kez verdikleri oy, faşizmin verdiği heyecanla gelen oyun yanında önemsizdir. Bölgesel azınlıklarda durum, bazen biraz değişebilir. Çıkacak tüm milletvekilleri o yöre halkından olacağından, orayı kazanmak için o azınlık topluluğundan birileri olmalıdır.                    Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu buna örnektir. Pek çok ilde en sağcı da, en solcu da Kürt olmalıdır. Hele köylerde, özellikle kadınlar arasında halen Türkçe bilmeyen pek çok kişi vardır. 2018'in şu günlerinde, AKP ile HDP 'nin 6-7 millet vekilinin ana-baba bir öz kardeş olması da bunun ispatıdır. (Akraba ilişkilerini biraz araştırsak, daha neler ortaya çıkacak acaba?)
      Pek çok azınlık, bu bölge avantajından mahrumdur. Özellikle dini azınlıklar ve göçmenler bu statüdedir. Gene de bazı durumlarda partiler, oy alabilmek için o azınlık toplumundan kişileri aday gösterir ve milletvekili seçtirirler. Yakın zamana kadar Yunanistan'da, Batı  Trakya, özellikle Gümülcine bölgesinden her partinin bir Türk adayı ve milletvekili olurdu. Bölgenin demografisinin, Kafkasya ve Gürcistan'dan gelen göçmenlerle değiştirilmesi ve pek çok Türk'ün Avrupa Birliği üyeliğinden sonra diğer Avrupa ülkelerine göçünden sonra bu durum değişti. O zamanlar Yunan sağı bile bir tane Türk, Gümülcine milletvekili çıkarırdı, şimdi bağımsız Türk milletvekili de yok.
         Öteki ilan edilmiş azınlık olmak, ne kadar zengin olursan ol, bir şekilde en alt sınıf olmandır. Daha önceki zengin olmak suçundan hatırlarsanız, ulaştığınız makama sizi hiç kimse layık görmez. Doğal olarak alt sınıf üyesidir.
           Bunun en iyi örneği Avrupa'da, özellikle Almanya'da yaşayan Türklerdir. Türkiye'de hep sağa oy vermişlerdir, şimdilerde de koyu AKP'lidirler. Buna karşına Avrupa'da, hele Almanya'da kazara bile olsa sağa oy vermezler.
          Oysa Türkiye'de pek çok Kürt ve Alevi, birer ahmak gibi sağa oy verir, sağcı olurlar (bu satırların yazarı da o ahmaklardan biridir, bu da ayrı konu).
            Türkiye'deki Sünni Kürtlerin de, Avrupa'daki Türklere benzer bir siyasi tavrı vardır.  Doğu ve Güney doğunun çok yerinde HDP hariç sol partilere, özellikle de CHP, hiç oy alamazken, batıda, özellikle Ege'deki Kürtler neredeyse toptan CHP'ye oy verir.
          Lenin, son tahlilde siyasi tavrınız, sınıfsal konumunuza bağlıdır der. Lenin, abisi idam edilmiş bir anarşist kardeşi olarak mecburen devrimciydi. Pek çok burjuva, Ekim devrim sonrasında 5 sene süren iç savaşta Beyazların safına geçmişti.
        Peki o  zaman neden halkın çoğu fakirken sağ iktidarda ve pek çok varlıklı solcu ya da sosyalist, komünist falan var?
       Önce neden halkın çoğu fakirken sağcı? Çünkü halkın çoğunun bir şekilde sınıf atlama umudu varsa, sağcı olmaya meyillidir. Tarihte devrimler, sınıf atlama imkanlarının olmadığı, alt sınıflara cennetin dahi verilmediği toplumlarda olmuştur. Rusya, orta çağ feodal köleliğinin en son terk edildiği ülkeydi. 1917 itibarı ile de çok da kalkmış gibi değildi. Aristokrat sınıftan değilseniz, yüksek bürokrat, vali, diplomat, akademisyen falan olamazdınız. Yahudilerin aristokratları yoktu, onlar doğrudan alt sınıftı. Tüccar veya tefeci olarak zengin olabilirdiniz ama asla duma denen halk meclisi üyesi olamazdınız. Ne kadar zengin olursanız olun progrom denen katliamlardan kurtulamaya bilirdiniz.
          Çin, Küba ve geri kalan Latin Amerika'ya (Nikaragua, Venezuela ve Bolivya)  baktığımızda, sosyalist devrim ya da seçimlerden önce ciddi bir aristokrasi görüyoruz. Latin Amerika İspanya ve Portekiz egemenliğinden erken kurtulsa da, İspanyol ve Pertekiz kökenli ailelerden aristokrasilerden  kolay kolay kurtulamadı.
          Dünyanın en aristokrasi ülkesi İngiltere'de neden devrim olmadığı da başka bir soru. Burada da verilecek iki cevap var. Birincisi İngiliz aristokrasi sınıfı ne kadar köklü olursa olsun, geçişsiz değildi. Başarılı kimseler kolayca kraliçe tarafından şövalye, kont falan ilan edile biliyordu. İngiltere'nin diğer bir özelliği de, yönetiminin hızlı reform yapma özelliğidir. Ekim devriminden sonra İngiliz hükumeti, yüksek veraset intikal vergileri ile aristokrasinin birer parazit olma özelliğini kaldırıp, aristokrasiyi zayıflattı. Kadınlara ve diğer alt sınıflara oy verme hakkı, grev, işçi haklarını genişletti.
              Konunun azınlıklar kısmına gelirsek, 1. Dünya savaşının bitiminin ardından İngiltere'de bir sınıf kavgası ya da ihtilali tehlikesini atlattı. Sonrasında ise önce İrlanda bağımsızlığını kazandı, sonra diğer sömürgelerinde halkın bağımsızlık mücadelesi başladı. 2.Dünya savaşından sonrada sırayla sömürgelerini kaybetti. Çünkü  sömürgelerindeki insanlar hep 2. sınıftı.
         Azınlıklar sağa oy verirse durum düzelir mi? Oysa Hitler, merkez sağ partileri de Yahudicilikle suçluyor. Peki faşist partiye oy vermek bir azınlığı kurtarır mı, bir de bu soruyu soralım.
         Gayet sağlam MHP'li iki Alevi tanıdım ve daha sonra aslında pek çok sağcı Alevi ve Kürt olduğunu öğrendim. Biri üniversitede arkadaşımdı. Alevi olduğunu Gazi olayları sonrasında öğrendim. Sonrasında sevgilisinden dolayı da ona saldırdılar. Zira cumaları kaçırmaması ve Ramazan orucunu tam tutmasına rağmen, öylesine güzel bir Sünni kızı kendisine layık görmüyorlardı. Sağcılıktan vazgeçemedi ama sonrasında Ülkücülerden kovulma ile ayrılma arası bir durum yaşadı. Yıllar sonra da okul müdürüm beni evlenmem için bir hemşire ile tanıştırdı. Kız Aleviymiş ve bana ilk sorduğu siyasi görüşüm oldu. Güzel bir siyasi tartışma yapıp, dönüş yolunda da cep telefonundan bir daha görüşmeyelim diye mesaj attım. Kendi yandaşları tarafından ezilen tipler, sonra da güçsüz bulduklarını ezerler.
            Faşistle faşist olmanın sizi kurtaramayacağının en güzel örneği, 2010 Selendi ve 2015 Beypazarı olaylarıdır. Selendi'deki Romanlar, bizzat MHP'ye oy verdiği halde, MHP'lilerce evlerinden edildi. Benzer bir şekilde, özellikle belediye seçimlerinde AKP'ye oy veren (ve yıllar önce DYP'li bir belediye başkanı tarafından Mardin ve Diyarbakır'dan Beypazarı'na hasatta çalışsın diye özellikle davet edilip, yerleştirilmiş) Kürtler de aynı akıbete uğradı.
        İnsanlar genelde akılcı tercihler yapmazlar. Hele de az eğitimli ve kindarlığın yüceltildiği toplumlar.  Faşistle faşist olmanın kendinizi kurtaracağınızı sanmak en büyük akılsızlıktır.

26 Ağustos 2018 Pazar

AZINLIK SUÇLARINA DEVAM -ZENGİNLEŞMEK

       
3)Zengin olmak ve kadrolaşmak: İşte asıl mesele, işte azınlıkların asıl suçu. Faşizm için öteki ta köle-hizmetçi, ya da hiçtir. Ötekileşmiş azınlıklar,orta çağ alışkanlıkları ile bazı devlet işlerine alınmaz. Bunların başında askerlik ve polislik gibi güvenlik alanları ile, hakimlik, savcılık, valilik, kaymakamlık ve benzeri yüksek devlet memurlukları gelir. Pek çok faşiste bu kişileri işe almaz, işe alsa da yükseltmez.
          Sonuçta size kalan bazı alanlar vardır ve oralarda yoğunlaşırsınız. Bunlar genelde yetenek  ve çalışma olmadan yapılamayan ve bağımsız çaba gerektiren şeylerdir. Bu yüzden en yaygını esnaflıktır. Bu başka alanlar da olabilir. Örneğin Amerikalı siyahiler için spor, iyi bir çıkış noktasıdır. Osmanlı devletinde Türkler, asker deposu olarak görüldüğünden genelde tarıma yönlendirilmişlerdir. Türkler sadece deri işinde tekel olmuştur.
          Osmanlı'da  Türkler ve Müslümanlar, tarımdan ve askerlikten soğutmak istemediğinden, ticaretten uzak tutulmuştur. Osmanlı, orta çağ zihniyetinde bir devletti ve kendisine göre asıl yapılması gereken iş yeni topraklar fethetmek,  bunun için de kalabalık bir orduya sahip olmaktı. Gerileme ve yıkılma döneminde de bu bakışı değişmedi. Daha modern silahlanmış bir ordu ile kaybedilen yerleri yeniden fethetme düşleri gördü. Silahlanma yetmeyince, batı orduları gibi örgütlenmeye, giyinmeye ve bando-mızıka çalmaya başladı.
          Osmanlı ve Türkler, devrin ticaret, sanayi, bilim ve teknoloji devri olduğunu anladıklarında iş işten bayağı geçmişti. Dönüm noktası 6/7 eylül olaylarıydı. Azınlıklara saldırılarda mal yağması hedef alındı. 1978 Kahramanmaraş katliamında ise camilerden, kafir Aleviler zengin, siz Müslümanlar fakirsiniz, onların malları size helaldir anonsları yapıldı.
       Orta Çağda devlet sisteminde Osmanlıda müsadere denen ve aslında her devlette olan bir sistem sayesinde devlet bir zenginin tüm mallarına el koyabiliyordu. Zengin olan Yahudilere de benzer uygulamalar kitlesel olarak yapılabiliyordu. Meşhur Engizisyon mahkemelerinin temel işlevlerinden biri de  buydu. Engizisyonun can çalma özelliği çok konuşuldu ama mal çalma özelliği hiç tartışılmamıştır.
        Engizisyonun mal ve para çalmak için çeşitli yöntemleri vardı. Progrom çıkarıp, Yahudilerin kovulduğu ya da gettolara kapatıldığı ülkelerde, Yahudilerden kalan her şeye sahip olurdu, şimdiki gençlerin deyimi ile çökerdi. Aynı şeyi dinsizlik, iki dinlilik (gizli Yahudi, Müslüman,dinsiz vb olmak), cadılık ve benzeri suçlarla öldürdüğü, diri diri yaktığı insanlara da yapardı. Diğer bir yöntemi ise suçladığı insanlardan şantajla para almak, bunun karşılığında ya bir endülüjans ile affetmek ya da kişi yerine kuklasını yakmaktı.
           Ernest Hemingway, İşgal İstanbul'u ve İki Dünya Savaşı adlı kitabının bir yerinde, Almanya'da Hitler öncesi enflasyon dönemini anlatıyor. Anladığım kadarı ile Almanya'nın yaşadığı süper enflasyonun kökeni 1921'de başlıyor, 1929 'da doruğa ulaşıyor, 1932 para reformu ile birden bitiyor ve bu enflasyon bilinçli. Çünkü Versay antlaşmasında Almanların ödeyeceği tazminat, Alman markı olarak istenmiş. Almanlarda kurnazlık yapıp, bolca para basmış.
           Hemingway'in bu kitabı, ünlü romanları arasında kaybolmuş. Özellikle ilk bölümleri Toronto Star diye bir Kanada gazetesi ve diğer bazı muhabirlik notlarından ibaret. Muhbirliğe tam Yunan ordusu dağıldıktan sonra gelmiş. Resmen Yunan ordusunun yenilgisinin yasını tutuyor. Trakya'nın boşaltılmasına karşı ve Yunan ordusunun Trakya'da, Fransızların 1. Dünya savaşında Marne hattındaki gibi direnmesini falan bekliyor.
         Kitap, muhabirlik notlarından seçmelerden oluşuyor. Tamamı yayınlanmamış, mesela İsmet İnönü ile Lozan'da röportaj yapmış, bu röportaj kitapta yok. Hemingway'in bir çok kitabını okudum, sayısını bilmiyorum. İlk defa ünlü yazarda faşistlik gördüm. Açıkça Türk düşmanlığı yapıyordu.
             Almanya ile ilgili olarak da bir yerde,  ülkedeki yoksulluğu anlatırken, lobide zengin Yahudiler purolarını tüttürüyordu diye yazıyordu.peki iş hayatına NAZİ üniformaları yaparak  başlayan Hügo Boss, bizzat Hitler'in emri ile Vosvosu tasarlayıp, sonra kendi şirketini kuran Porshe ne oluyor. Ya da ta 1921-23 yıllarında grevleri kırsın diye Hitler'e pirim veren Alman çelik şirketleri? (Ek olarak Hemingway'in bu kitabında ara ara alıntılar ekleyeceğim)
        Başka bir konu da, belli mesleklerde Yahudi yoğunlaşması. O yıllarda Almanya'nın sadece %0.75'ini, yani %1 'in dörtte üçü Yahudidir. Buna karşın doktorların onda biri, akademisyenlerin %17'i Yahudidir. İşin gerçeği şudur ki Almanlar Yahudileri, 1918'de kendi egemenliklerinde olan Polonya'nın güneyinde stel denen ve Yahudi olmayanların yaşamadığı kasaba ve köyler ile, gene Polonya'da Napolyon döneminde yıkılacak olan getto denen Yahudi mahallelerine yerleştirmişlerdi. Fakat Polonya'ya yerleştirilen Yahudilerin işleri Almanya'da kalmıştı ve pek çoğu da Naziler iktidara gelene kadar mevsimsel olarak Almanya ile Polonya arasında mekik dokudu. Almanya'da kalanlar, işleri orada olanlardı.
          Diğer bir olay da doktorluk ve akademisyenlik gibi işlerin uzun eğitim süreleri sebebi ile 19. yüz yılda çok da popüler olmamasıdır. Bu akademisyen ve doktorların Almanya'ya katkıları unutulmakta.
            Bu kadrolaşma suçu, öyle doktorlukla sınırlı değildir. İlk atandığım yerde müdürüm bana askerde çok Alevi olduğunu söyledi ve kendi birliğinden bir kaç kişinin adını verdi. Bahsettiği kişilerin hepsi astsubay ya da uzman çavuştu ona göre bu bile yeterliydi.
        Faşizme göre dışlanan azınlık sadece ucuz işçilik, hizmetçilik, kölelik falandır.


17 Ağustos 2018 Cuma

Suyun Çatlağı ve Partisiz Örgütlenme




Seçimler ve partiler ile ilgili olarak gözümü açan ve fikrimi tamamen değiştiren Özcan Yüksek’in tweet mesajı oldu. Yurt dışında, muhalefet partisi liderleri, az da oy kaybetmişlerse, istifa ediyorlarmış. İktidar durumunda da ciddi oy kaybında mutlaka istifa geliyormuş. Ünkü insanlar o lideri yenilgi ile özdeştiriyormuş. Bu yüzden de hemen lider değiştiriyorlarmış. Çünkü o lider hep yenilgi ile anılıyormuş.
                O an Kemal Kılıçdaroğlu’nu folk duygularımla destekliyor olduğumu anladım. O da Kürt ve Aleviydi. Ben o gece, partililerin bile sabah dört buçuğa kadar ulaşamadığı Muharrem İnce’yi de kaybedenler listesine koydum. Seçimden önce, bu iş birinci turda biter diyen adamla, seçimden sonra ikinci tura kalsa alamazdım diyen adamla aynı kişi değil. Selanik göçmeni olması da bizi kandırmasın. O da artık kaybedenlerdendir.
                22 Haziran günü Muharrem İnce’nin Ankara mitingindeydim. Hem kalabalık, hem de kalabalığın heyecanı sahiciydi.  Aradan on gün geçmeden de, Tandoğan meydanında 2 Temmuz anmasındaydım. Yirmi yılın en heyecansız ve tenha mitingiydi. Muharrem İnce, her ikisinin de mimarıydı.
                Muharrem İnce’nin mitinglerindeki heyecan sahici ve CHP’nin başarısıydı. Peki, ne oldu da 24 Haziran’da bu heyecan söndü? Laf kalabalığı arasındaki gerçeği bulmaya çalışalım. O gece olanları, bu satırların okurları az ya da çok biliyordur. Lafı çok uzatmayacağım. Cumhurbaşkanına verilen yetkileri biliyorsunuz. Bir kimse, ya tüh, seçimde az oy almıştım,  bırakıp, gideyim demez.
                Demek ki bir devrime ihtiyacımız var.
                En başta söyleyeyim, hiç öyle ekonomik krize bakmayın. Venezüella’da, Hitler’i iktidara getirdiği söylenen enflasyon kadar enflasyon var, uzun zamandır. Rusya’da da ekonomi hiç iyi gibi değil.  Ayrıca ekonomi de her şey değil. Kaddafi devrildiğinde Libya’da ekonomi tıkırındaydı ve petrol fiyatları zirvedeydi.
                Atatürk’ün dediği gibi sadece kendimize güvenmek zorundayız. Solcular olarak malumunuz, Venezüella devlet başkanı Nikholas Maduro’dan kazığını yedik. Zira altın madenleri olan Venezüella’nın, altın rafinerisi yok.  İstanbul’da bir tane var, Amerikan yaptırımlarından dolayı, eskiden İsviçre’de yaptıkları rafineyi, mecburen Türkiye’de yaptırıyor. Amerika’da bundan memnun, zira Venezüella gibi bir ülkenin ürünlerinin, özellikle petrolünün piyasadan silinmesi, petrol fiyatlarını yükseltir ve bu da Rusya’yı güçlendirir. Amerika’nın istediği yaptırım uyguladığı ülkelerin ürünlerinden para kazanamaması, daha doğrusu ucuza satmak zorunda kalmasıdır.
                Şimdi bizim sosyalistlerin, ya da çok solcuların tuhafına gidecek belki ama AKP’nin Küba ile de arası iyi.  Küba, Türk hastalar, özellikle kanser hastaları üzerinden iyi para kazanıyor. Ülkede hem doktor başta olmak üzere sağlık çalışanı maaşlarının düşük olması, hem de devletin sağlık konusundaki destekleri sayesinde,  Küba pek çok tedavide ucuz bir ülke. Özellikle kanser tedavilerinde, aşılacak koca Atlas okyanusuna rağmen, İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinden daha ucuz olabiliyor. Sağlık bakanlığı da Küba tedavilerini destekliyor.
                Ben Küba devletinden de bir Maduro  tavrı bekliyorum. Yani solcu bildiklerimiz bile bize madik atabiliyor.
                Avrupalılardan da ümit yok, onlar bu tek adam rejimini destekliyor. Yalandan birkaç muhalife sığınma hakkı veriyor, birkaç muhalif derneği destekliyor, o kadar.
                Yani tüm mücadelemizi kendimiz vereceğiz. Dıştan gelen gelenler ancak tuzak olur.
                Açıkça söylemeliyim ki,  Atatürkçüler olarak içte de, düşmanımın düşmanı dostumdur manasında da yok.
                Mesela ben, daha önceki yazımda da söylediğim gibi 2006’da MHP’nin ve son birkaç seçimdir de HDP’nin barajı geçmesi için destek verme mevzusuna karşıydım. Açılım masalına hiç inanmadım, en ateşli günlerinde bile. Eninde sonunda AKP’nin ve HDP’nin yollarını ayıracaklarını biliyordum.
                O zamanlar nasıl çözüme ve birliklerine inanmadıysam, şimdi de ayrılıklarına inanmıyorum. Habur olayı olduğunda dahi, AKP’nin HDP ile yolları ayırıp, AKP’nin MHP ile müttefik olacaklarını biliyordum. Şimdi de Selahattin Demirtaş hapisteyken bile, yollarının tekrar birleşeceğini ve icabında tekrar CHP ve Atatürkçülere cephe alacaklarını biliyorum.
                Tam da bu iktidarın en güçlü oldukları bu dönemde, bu iktidarın bir gün düşeceğini biliyorum.
                Ben en baştan söyleyeyim, mesele bu iktidarın düşmesi değil, düştüğü zaman o iktidarı Atatürkçülerin alması gerektiğidir. Büyük devletlerin neredeyse yüz yıllık oyunudur. Önce bir kriz getirip, sonra iç savaş çıkarıyorlar, Irak, Libya, Suriye ve onlarca ülkede olduğu gibi.
                Bu iktidar sonrası iç savaşı gözünüzün önüne getirin, cemaatler birbirine ve Atatürkçü ya da batı tip yaşayanlara karşı iç savaşı. Buna bir de Ülkücüleri ekleyin.
                Daha şimdiden birbirlerine girmiş durumdalar. Reisleri de bundan faydalanmaya bakıyor. Herkes Adnan hocacılardan sonra, diğer tarikatlara da sıra geleceğini biliyor.  Üstüne son seçimle beraber iktidar ortağı olan Ülkücüler de var. Son seçimde AKP’den MHP’ye kayan oyların bedeli devlet kadrolarında ve ihalelerden pay olacaktır. 2002’den evvel polislerin, hele de özel harekâtçıların çoğu Ülkücüydü. 
                2002’den önce tüm tarikatlar, kısmen yarı açık bir kavga halindeydiler ve birbirleri aleyhine yayımlar yaparlardı. Bu yayımlar daha ziyade gazete ve dergilerinin köşelerinden ve bastıkları broşürlerden oluşurdu. Hatta diyanete de bir tarikatmış gibi davranış, tarikatlar diyanet, diyanette tarikatlar arasında da bu broşür kavgası sürerdi. Bir diyanet çalışanı olan Turan Dursun, Nurculuğun, İslam dışı olduğuna dair bir kitap bile yazmıştı.
                Kadere bakın ki, Turan Dursun, Ateizmi seçim, İslam’dan çıktı. (Nurculuk ve Müslümanlık adlı kitap, yazarın Müslümanlığı zamanında yazdığı tek kitaptır.) Diyanet ise Nurcuların eline geçti.
                2002 ile 2005 arasında birden barıştılar. Mesela Süleymancılar, kendi kuran kurslarına rakip gördükleri imam hatiplere karşıydılar, kendileri imam hatiplere yardım etmeye başladı.  Bu süre içinde Fetullah Gülen cemaatinin büyük abiliğine de sessiz bir barış antlaşması yaptılar. Bunu rejimi değiştirmek için yaptılar.
                24 Haziran seçimlerinden birkaç ay önce, tekrar kendi aralarında kavga yapmanın sinyalini verdiler,  seçimlerden sonra da birden 2002 öncesi gibi yayımlar arttı. Sebebi de yeni rejimde sağ kalma çabası. Bence hiç biri sağ kalmayacak.  Olay sadece sıra meselesi, bu süreçte kimsenin yeri sağlam değil. Osmanlı tarihi, katledilen oğullar ve damatları tarihidir. Yavuz Sultan Selim müstesna o, babasını tahttan indirmiş tek Osmanlı hükümdarıydı.
                Bu kavganın dışarıdan kişilere de büyük zararı olacak. Ben tekrar olarak söylüyorum, Adnan Hoca’dan bu kadar ucuz kurtulamayacağız. En az 15 Temmuz kadar (250 ve üzeri) şehit ve ölüye mal olabilir bu Adnan hoca.
                Diğer tarikatlar da bu tasfiye sürecinde, sıra kendilerine geldiklerini anladıkları andan sonra topluma şiddetle zarar vermeye başlayacaktır.
                Buna bir de beklenen ama hali hazırda olan ve giderek derinleşen ekonomik krizi ekleyin. Önümüzdeki dönemin çok parlak olmayacağı bellidir.   Bu olanlar AKP’de de bazı çöküşler yaşanacaktır.
                Bu çöküş, badanası parlayan ama içi çürümüş bir binanın, yağmur sırasında aniden çökmesi gibi olacaktır. Dış güçler, tek adamı önce destekler, sonra da bir iç savaş çıkaracak şekilde yıkmaya çalışırlar.
                Bizi bu bunalımdan çıkaracak sadece Atatürkçülüktür ve bu ideolojinin müttefiki yoktur, müttefik denenler ya ayak bağı ya da sırasını bekleyen haindir.
                Yıllarca MHP’yi müttefik gördük de ne oldu, tam AKP’yi düşürecek duruma gelmişken,  onu kurtarmadı mı Bahçeli. Hiç şüphe etmeyin, çözüm süreci denen zırvalık, ihtiyaç halinde gene başlayacak ve HDP ile de pişman olacağız. Çözüm sürecinin en ateşli günlerinde bile nasıl çözümün bitip, yeniden kavgaya düşeceklerini biliyorduysam, bir gün gene çözüme benzer bir ortam yaratacaklarından eminim. Meral anne dediğiniz kadın, Çiller ve beyaz Toroslar dönemi içişleri bakanıdır. Temel Karamollaoğlu’da 2 Temmuz’un belediye başkanıdır.
                Daha acısı da CHP’de, diğer sol partiler de bize çok da ilaç değildir. Sözüm ona çok solcu, komünist-sosyalist partiler (ÖDP-TKP vs vs) ile ilgili olarak da zaten yeterince uzamış bu yazıyı uzatmaya niyetim yok. CHP ise bir devrim yapmak için ağır, hantal ve sistemin bir parçası olmuştur.
                Yapmamız gereken partisizce örgütlenip, gençlere doğruları anlatacak bir propaganda örgütü kurmak. Parti kurmak işimize yaramaz. 12 Eylülden kalma partiler yasası ve seçim yasası, düzeni yasa ile değiştirmeyi zorlaştırmaktadır.
                Atatürkçülük,  bir siyasi partiye sığmayacak ve bir tarihlerde sabitlenemeyecek ideolojidir.  Bu yüzden görevimiz sadece propaganda değil,  yeni fikirler üretmek olmalı. Temel alanımız internet ve sosyal medya olmakla beraber, bulabildiğimiz her yolla insanlara, özellikle de gençlere ulaşmaya çalışmalıyız. Bence kırk yaş ve üzerine hiç propaganda yapmayalım, emeğimize yazık.
                Ana minvalimiz tabi ki internet ve sosyal medya olmalıdır lakin diğer iletişim kanallarını da ihmal etmemeliyiz.
                Bizi kurtaracak kahraman yoksa, kahraman biz olmalıyız.