28 Ocak 2020 Salı

ALTIN NESLİN DİNSİZ ÇOCUKLARI

altın nesil ile ilgili görsel sonucu
Devletimiz büyük bir panikle din eğitimine verdi kendisini. Kendince de haklı, zira Ateizm, Deizm, Agnostisizm, Tengricilik ve dine karşı olan ne varsa aşırı bir yükselişte. Devlet, kendi usulünce tedbir alıyor. Daha çok din eğitimi, daha ağır din eğitimi ve daha zor din eğitimi.
Oysa gerçekte ülkedeki dinsizlik akımını başlatan, din eğitiminin bu aşırı  yoğunlaştırılmış hali ve gençlere dayatılan bu zorbalık.
12 Eylül sonrasının, Akp öncesinin haftada 1-2 saatlik, herkesin zorlanmadan yüksek not aldığı din dersleri ile yetişen çocuklar, halen şu anki iktidarın ana tabanı durumdalar. Üstelik o yılların çoğu tek kanallı televizyon, TRT ve Polis radyoları ile geçmişti. Doğru dürüst gazete, dergi ve kitap okunmuyordu. Kitap okuma oranları bu günlere kıyasla bile acınacak seviyedeydi.
Bu da 12 Eylül rejiminin başarısıydı. Uzun yıllar zaten günde 4-5 saat olan tek kanallı televizyon yayınının (genelde 18-19 gibi başlar, saat tam gece yarısında da biterdi.) yarım saati haberler, bu yarım saatin on- on beş dakikası da bitirilen örgütlerle ilgili eski militanların ifadeleri olurdu.  Sonra örgütsel doküman diye bol bol gazete, dergi ve kitap gösterilir, hatta bu kitapların bazıları da çok bilinen roman-öykü kitapları olurdu. Zaten 12 Eylül rejimi, ünlü kitap yayımcısı Muzaffer İlhan Erdost'u askerlere döverek öldürtmüş, pek çok evde de kitap araması yapmıştı.
Sonuçta Türkiye'de kitap satışları uzun yıllar inanılmaz düştü. Öğrenciler de tüm bilgiyi sadece öğretmenden ve ders kitabından alıyordu.
12 eylül darbesi ile ilgili görsel sonucu
Buna rağmen o yıllarda da Ateizm patlaması başlamıştı. Lakin bu patlama genelde Alevi ve bazı solcu ailelerin çocukları ile sınırlıydı. Sağcı iktidarlar ve diyanet bunu zerrece umursamıyordu. Tarikatlar üye patlaması yapmakta, her tarafa imam hatipler yapılmakta, dini kitaplar, özellikle kupon karşılığında gazete promosyonu olarak, çok satmaktaydı.
Zaten o yıllarda Alevilerin Müslüman olması için, önce Hristiyan olması gerekir diye, bu gün dahi bana anlamsız gelen bir söz pelesenk olmuştu sağcıların diline. Bu söz, doksanlarda Alevilerin ne derece ciddi bir oy potansiyeli oldukları, özellikle de DYP-ANAP rekabeti sırasında görülünce, unutuldu. Bu sefer de Aleviler namaz kılmalı falan diyerek, asimilasyon çabalarına hız veridi.
Oysa doksanlarda yeni bir dinsizlik rüzgarı Kürtlerden geldi. Hatta bu rüzgar bir ara, 2010'lu yıllarda, bu günlerin Tengricilik akımı gibi Zerdüştlük akımına döndü. Gene hatta geçen sene sağcı bir gazete, bir PKK katliamını Zerdüştler manşeti ile duyurmuştu.
Bunlar sağı pek yaralamaz, çünkü sağın olması için, solun da olması gerekir. Faşizm için düşman gerekir. Onlara göre memleketin %70-80'i sağ, %20-30'u soldur. Bu oran pek değişmez ve bu azınlık 20'in dini, imanı da öyle değildir.
ateizm ile ilgili görsel sonucu
Oysa şimdi başka. Bu dinsizlik salgını sağcı gençliğe daha doğrusu sağcı ailelerin çocuklarına da sıçramış durumda. Sağın, 1950'li yıllardan beri hayalini kurduğu ALTIN NESİL'in çocukları arasında dinsizlik (deizm, ateizm,agnostisizm vb) hızla yayılmakta.
Bunu sırf youtube'dan bile görmek mümkün. Ben internette ateistlerin mekanı ekşisözlük sanırdım, meğer youtube'muş. Youtube, din karşıyı yayım yapan ve bundan az ya da çok para kazanan yayımcılarla dolu. Videoların altları da geçen seneye kadar beş vakit namazı aksatmazken, şimdilerde imansız olması ile övünen gençlerin yorumları ile dolu.
Bunun en büyük sebebi, gençliğe dayatılan hayat tarzının, sağcı gençleri bile zorlaması. O kadar ki, Leman Kültür, Ot Kafe,  Zaytung Zone gibi mekanların müşterileri arasında da çoğunlukta. Bu yüzden bu dergiler, özellikle Leman, çok fazla muhalefet etmiyor, çok muhalif olduğu sayılar da kafelerde dağıtılmıyor.
Şair Ahmet Telli,  Hacettepe Üniversitesinde linç girişimine uğradığında, onlarca edebiyat dergisinin hiç biri manşet yapmak bir yana, haber bile yapmadı. Sadece Leman arka kapağında gösterdi.
Leman'da özellikle taşra şehirlerindeki kafelerinin sağcı müşterilerini kışkırtmamak için miniminnacık boyutuna indi.
leman kültür ile ilgili görsel sonucu
Siyasal İslamın iktidarının gençlere biçtiği rol, gençleri zorluyor ve bunaltıyor. Üzerinde Atatürk resimli-imzalı tişörtle gezen pek çok genç, sırf biraz rahatlamak için böyle yapıyor.
Geçen sene çalıştığım okulda bir çift vardı ve öğrenci velilerinin dilinde hep bu çift vardı. Çiftimizi önce sınıftan birbirine uzak yerlere oturttuk. Sonra da ertesi sene oğlan başka bir okula gitti  ve mesele kapandı.
Oysa bu ikli okulumuzdaki tek aşk vakıası olmadığı gibi, en ateşli vakıa da değildi. Çiftimiz Ediz Hun-Hülya Koçyiğit tarzında gayet masumdu. Velileri bu kadar öfkelendiren şey, kızın türbanlı olmasıydı.
Şu yıllarda türbanlı kadınlara en fazla  zulmeden muhafazakarlar. Onlar doksanlı yılların türbanlı kızlarını-kadınlarını arıyorlar. Tıpkı donsanlardaki gibi makyajsız, çalı gibi kaşlı, asık suratlı, erkek arkadaşı olmaz, bakışları genelde önde olan kızları istiyorlar. Şimdiki türbanlılarla, o zamanın türbanlılarını karşılaştırıyorum da, o zamanlar türban harbiden siyasi bir kıyafetmiş. Şimdi hatırlıyorum da,  o zamanlar türban denen bu giysi, solcuların parka giydiği gibi giyilirdi. Sizin kurallarınızı umursamıyorum ve takmıyorum tavrı takınılırdı giyildikten sonra.
Şimdi ise o ideoloji iktidarda ve kimse böyle bir tavra ihtiyaç duymuyor.
Bu baskın ideoloji gençliği boğuyor ve gençlik çıkışı dinsizlikte (ateizm, deizm, agnostisizm vs) buluyor.
Bu iktidar ise, kendisini iktidara getiren altın nesle yaptığı gibi, bolca din dersi ve tarikat desteği ile bu krizi aşma çabasında. Halbuki bu nesil kitap okuyan (bir önceki nesle göre daha fazla), sosyal medyada aktif ve dünyayı daha fazla tanıyan bir nesil ve bu yaptığınız sorunu büyütmekte.
Üstelik o ders kitabı ve ya her neyin kitabıysa,  çizmeye çalıştığı imajdan çok kötü muhafazakarların imaj kötü.
O kadar ki, pek çok okul tarikatların elinde olduğu halde, pek çoğu Atatürk resimleriyle reklam yapıyor. Şu anki milli eğitim bakanının kendi özel okullarında ki Atatürkçülük de bu yüzden. Ayrıca devlet okullarında bazı fen liseleri bile, neredeyse imam hatipler kadar seçmeli din dersi (siyer, peygamberin hayatı vs) alırken, özel okullarda sadece zorunlu din dersi var. Pek çok okulda da din dersinde ders falan işlenmiyor, test çözülüyor.
Özel okullardaki din dersi kimsenin umurunda değil. Zenginler dini zaten bilir. Din, fakirlere öğretilen ve fakirlerin yaşadığı bir  şeydir.
 Pek çok özel hastane tarikatların elinde ama devlet hastanelerini türbanlılarla dolduran tarikatlar, kendi hastanelerinde türbanlı hemşire çalıştırmıyor.
Sonuçta ortaya attığınız muhafazakarlık gençleri boğuyor.
Yapmanız gereken gençleri biraz daha rahat bırakmak., onların iş ve gelecek heveslerini teşvik etmek.
Yoksa Türkiye'de dinin geleceği çok daha karanlık olabilir.

26 Ocak 2020 Pazar

Gözden kaçmış bir kitap-Kırmızı kadife

kırmızı kadife ekrem marakoğlu ile ilgili görsel sonucu"Bu gün okurlarıma kamuoyunun gözünden  kaçmış Kırmızı Kadife adlı kitap. Yazarı da bir dönemin ünlü avukatı Ekrem Marakoğlu. Bir dönem kamuoyunun bildiği bir isimdi, mesleği avukattı ve genelde mafya babalarının avukatlığını yapardı. Kitabı 2002'de yazmış, 2006'da kanserden ölmüş.
Dediğine göre normal iş adamlarının da davalarını alırmış ama hep mafya babalarının avukatı olarak anılmış.
Daha bürosunu ilk açtığında, yazıhanesinin misafirleri hep yeraltı dünyasının elemanları olmuş.
Dediğine göre bu kişilerle hemşehri ( Gaziantep) olması sebebi ile tanışıyormuş. Ben yeraltı dünyasında Kürt ve Karadenizli çok diye biliyordum, meğer bayağı da Gaziantepli varmış. Diğerlerine de onlar vasıtası ile tanışmış, bazıları üniversiteden ve komünizmle mücadele derneğinden arkadaşları.
Onlara Ülkü ocaklarında tanıştım demiyor hiç.
lucky-s gemisi ile ilgili görsel sonucuKitapta iki husus ilgimi çekti. İlki uyuşturucu piyasası ile ilgili. Yazdığına göre Avrupa ve Orta Doğuda en fazla uyuşturucu yakalanan ülkenin Türkiye olması, Türk güvenlik güçlerinin başarısı olmadığı gibi, tesadüf de değil. Zira Marakoğlu'na göre Avrupalı devletler, kendi mafyalarını koruyor. Yakalanan uyuşturucunun maddi kaybını Türk aracılar çekiyor. Böylece uyuşturucunun ekim alanı olan Kaynağı olan Afganistan ve Pakistan'daki üreticiler de, bu kayıptan korunuyor. Örneğin meşhur Kısmetim1 ve Lucks-S gemilerinin yakalanması için Pakistan'daki üretici barona paranın gönderilmesi beklenmiş.

Tabi bu da geçmiş yıllarda narkotikçilere  uyuşturucunun ağırlığınca verilen parayı da açıklıyor. Bu para ödüllerinin uluslararası bir fondan ödenmiş olabileceğini bile akıllara getirebiliyor. Gerçi öyle olsa kamu oyu  bir şekilde duyar, Marakoğlu gibileri de yazardı. (Yoksa yazmaz mıydı ) Marakoğlu'nun yazdığına göre, bu para her operasyondan sonra en az yüz elli polise pay edilirmiş ki, bazılarının operasyondan haberi bile olmayanlarmış.
Bu uyuşturucu ödülü bir ara çok tartışılmıştı. Türkiye'ye giren uyuşturucunun %80'inin  (yazı ile yüzde seksen) girdiği Hakkari'nin Yüksekova ilçesinde narkotik büronun kurulmama sebebi olarak, büyük şehirdeki polislerin bu arayı paylaşmak istememesi gösterilmişti. En sonunda rahmetli Eşref Bitlis, jandarma narkotiği kurduktan sonra Yüksekova'ya narkotik büro kurulmuştu.
ömer lütfü topal ile ilgili görsel sonucuOlayın başka bir boyutu da, Avrupa'da uyuşturucu bollaştığında, rakip çetelerin birbirini ihbar etmesi. Zira uyuşturucu da olsa bir ürün, iktisadın temel kurallarına bağlı, piyasada bollaşınca, fiyatı düşüyor. (hem uyuşturucu ticareti, hem de vurgunculuk, ilginç)
Kitapta ikinci çarpıcı olan ise Ömer Lütfü Topal ile ilgili anlattıkları. Topal'ın yurt dışında uyuşturucu ile yakalanıp, hapis yatmasından kısaca bahsediyor. Öbür türlü meleğin biraz aşağısı. Kumarhanelerinde adam dövmeler, iflas edip, intihar edenler, adam dövenlerin hızla yükselip, müdür olması, ondan habersiz olmuş oysa.

Öldürülmesinin de tek sebebi, bir akrabasını işten çıkarması, onun da bilinmeyen (?) bir şekilde öldürülmesiymiş. Tabi zavallının ölüsünün bir bulunup, bir kaybolması da ayrı bir muamma..
Kendisi öldürülünce arka arkaya kamuoyu kumarhanelere karşı basının da yardımı ile kışkırtılıyor. Derken kumarhaneler yasaklanıyor ve en sonunda da kapatılıyor.
Kendisi kumarhanelerin kapatılmasına karşı. Ayrıca Ömer Lütfü Topal, harbiden kumarhaneler kralıymış. Zira Türkiye'deki kumarhanelerin tamamına yakını ona ait, olmayanlar da ona bağlıymış. Kendisi neredeyse tüm bürokrasiyi (ki buna yargıtay, danıştay vs hakimleri de var) ve siyaseti maaşa ve bedava tatile bağlamış. Topal ölünce de hepsi tanımazdan gelmiş. Ya ne olacaktı?
Kendisi kitabı 2002'de yazmış 2006'da da kanserden ölmüş. Tahminim kanser olduğunu öğrendikten sonra yazmış. Kitap yazıldığında meşhur Kurtlar Vadisi dizisi yeni başlamıştı. Diziye de, ben onun (Ömer Lütfi Topal) hiç tombalacılık yaptığını görmedim diyor.
Kurtlar Vadisi demişken, aklıma dizideki avukat Nizamettin Güvenç geldi ama dizinin fanları başka bir avukatı işaret ediyor.
Kitap bu kadar da değil, tamamı da yeniden keşfedilmeli bence.
nizamettin güvenç ile ilgili görsel sonucu

23 Aralık 2019 Pazartesi

LİBYA'NIN YAKIN ÇAĞ TARİHİ

Libyanın Yakın Çağ Tarihi
Bu gün Libya dediğimiz ülke, 1912e kadar Osmanlının bir eyaletiydi. kmanlının Afrika'daki son toprağı ve en sadık Arap eyaletiydi. O kadar ki pek çok Libyalı göçebe kabile, 1914'de 1.Dünya savaşı başlayınca, Mısır'daki İngiliz birliklerine saldırdı, bazıları Kurtuluş savaşına katılmaya Anadolu'ya geldi ve Türkiye'ye yerleşti. Gene de Libya, 1943'e kadar İtalya sömürgesi olarak kaldı. 1949'da bağımsız oldu ve 1951'de İdris el Sunusi krallığını ilan etti.
Olayları hızlı geçiyorum zira Libya'nın asıl anlatılmaya değer hikayesi, 1 Eylül 1969'da Kral İdris Türkiye'de iken Albay Muammer Kaddafi öncülüğünde darbe ile devrilmesi ile başlandı. Ülkeyi başlangıçta bir konsey ve bir parti (BAAS PARTİSİ) yönetirken, yönetimde yetkilerini giderek genişleten Kaddafi, 1973'de tamamen diktatör oldu. Kaddafi 1976'da meşhur Yeşil Kitabı yayımlayarak, ideolojisini ilan etti.
libya ile ilgili görsel sonucu"
Ülke o andan itibaren hakiki bir istikrar ile yönetildi ve istikrar her yıl daha da sağlamlaştı. Ülkede muhalefet olmadığı gibi, Kaddafi ve ailesinden habersiz yaprak bile kımıldamıyordu.
Kaddafi ise ülke ile oyuncak gibi oynuyordu. Arada ismini değiştiriyor,  eyaletleri değiştiriyor, kah Arap, kah Afrika birliği sevdasına düşüyordu.
Her diktatör gibi Kaddafi'de savaş ve inşaat yapmaya aşırı düşkündü. Güney komşusu Çad'ı işgal girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca o da her Arap-İslam dünyası diktatörü gibi Amerika'ya dayılandı. Karşılığında ülke bolca Amerikan bombası aldı. Meşhur 1988 Lockerbie faciasından sonra da ülke halkı dünyada dolaşamaz oldu, zira hep terörist damgası yedi. Libya pasaportu ile sadece Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'ta  rahatça turist olabiliyordunuz, diğer ülkeler için potansiyel terörist idiniz.
Bu arada Kaddafi dönemi Libya-Türkiye ilişkilerini ayrıca anlatmalıyım (tabi kendi bildiğimce). Kaddafi'nin Türkiye'ye karşı sevgiyle karışık nefreti, daha doğrusu kıskançlıkla karışık bir sempatisi vardı bence.
Mesela Kıbrıs harekatı sırasında Türkiye'ye silah yardımı yapması (özellikle efsanevi uçak tekerlekleri) sebebi, uzun süredir ilk defa Müslüman bir ülkenin, Hristiyan bir ülkeden toprak almasıydı. Öte yandan Kaddafi, her diktatör gibi önce savaş, sonra inşaat hastasıydı .Her diktatör gibi, savaşmadığı zamanlarda ülke şantiyeye dönerdi. Arka arkaya aldığı bombardımanlar, Çad yenilgisi falan derken, kendisini iyice diplomasiye, o her yere taşıdığı kocaman çadırına ve inşaatlarına verdi. İnşaatların tamamını da Türk müteahhitlerine verdi. Bunun sebebi de ülkenin zamanında Osmanlı egemenliğinde olması sebebi ile Türkleri kendi emrinde çalıştırmak arzusuydu ve halka da böyle diyordu.
Kaddafi, hemen her diktatör gibi zaman geçtikçe daha da kendisini kaybetti, Amerika'nın kokusundan savaşamadığı bütün bütün inşaatçı oldu. Afrika birliği rüyası ile sahra altı Afrika ülkelerinin diktatörlerine ve devlet adamlarına Libya'nın  parasını yedirdi. Libya'nın parasını başka yiyenler de vardı. Ona Amerikan bombardımanlarını önceden haber veren Fransız ve İtalyanlar silah tüccarları ile, ona yağ çekmeyi ihmal etmeyen Türk müteahhitler.
kaddafi yeşil kitap ile ilgili görsel sonucu"
Tür müteahhitler Libya'dan çok şey öğrendiler. Özellikle diktatör yağlamayı. Kaddafi'nin Yeşil kitabından sonra Sefer Murat Türkmenbaşı'nın Ruhnamesi'ne basıp, bedava çoğalttılar. İyice öğrenmişlerdi ki, diktatör dediğin, inşaat hastasıdır. Zira ahmaklara göre kalkınma, inşaattır. Bir yerlere beton dökülüyorsa, ekonomi tıkırındadır. İnşaat, piyasaya çarpan denen ve harcamalardan dolayı oluşan geçici bir canlılık yaratır ve yandaşları da zengin  eder.
Ülkede Amerikan ve diğer batılı ülkelerin ambargoları sebebi ile pek çok ilaç, bebek maması falan zor bulunuyordu ama ne gam. Hışto'nun hançeri misali ülke Türk inşaatçıları, Fransız ve İtalyan silah-güvenlik uzmanları ve şirketleri ile doluydu.
Kendisi her ne kadar Amerikan korkusu ile sinmiş ise de, gelecekten korkusu yoktu. Koca ülke elinde oyuncaktı ve bu oyuncağı elinden alacak yoktu. Basın borazanıydı, muhalifi yoktu, olanı hapisteydi.
Düşlerini oğulları gerçekleştirecekti. Büyük oğluna da buna uygun ad koymuştu. Seyfülislam Kaddafi, yani İslamın lideri Kaddafi.
seyfülislam kaddafi ile ilgili görsel sonucu"
Sonra Irak'ın işgali oldu ve kendisi de işgal edilme korkusu yaşadı. Bu yüzden batılıara tavizler verdi, bazı muhaliflerini hapisten çıkardı. O sırada altı oyulduğundan tamamen habersizdi. İsyan başladığında korkmadı. Saddam isyanlarla yıkılmamıştı, o  da yıkılmazdı. Zira ordu onun Sirte kabilesinin elindeydi, tüm devlet kurumları onundu. Ancak işgal olursa yıkılırdı. İşgalde olmayacağına göre asileri fareler gibi ezerdi.
Oysa tuzak çoktan kurulmuştu. O çok güvendiği Türk müteahhitler ülkeyi ilk terk edenler oldu. Fransız ve İtalyan dostları güvenlik sisteminin tüm sırlarını verdi. Çabucak  kabilesi Sirte'nin şehrinde kapana kısıldı.
Burada kalamazdı tabi, kuşatmayı yarmaya, konvoyu ve oğulları ile bir kaç milyar dolar para sakladığı komşu ülke Nijer'e gitmeyi planlıyordu; oysa Fransız dostları telsiz şifrelerini NATO 'ya vermişti ve konvoyu pusuya düştü.
kaddafi ölüm fotoğrafları ile ilgili görsel sonucu"
Bir fare deliği gibi köprü menfezine sığındı. Sonunun geldiğini anlayınca son bir umut asilere seslendi, sizi kandırıyorlar dedi. Kalaşnikofun kızgın namlusunu hissederken, ben sizin babanızım diye bağırıyordu.
Ölümünden sonra halen bitmeyen, biteceğe de benzemeyen bir iç savaş başladı. Faşizmin ülkedeki bölünmeleri azınlıklara bağlayan teorileri de Libya örneğinde çöktü. 7 milyondan az olan ülke, hemen hepsi aynı mezhepten, ırktan ve aynı şeriatçı ideolojiden. 2019 Aralığı itibariyle üçe bölünmüş durumda ve hiç biri de uzun süre tüm ülkeye hakim olamayacak. Çünkü üç bölgede  de petrol var.Hem de dünyanın en kaliteli petrolü. Birbirlerine karşı silah alabilmek adına ucuza satıyorlar.
Şimdi Türkiye, kendi tanıdığı üçte birlik bölümle antlaşma yaptı diye bazıları çok seviniyor.
Oysa belki de Afrika'nın Dubai'si olacak ülke, ruh hastası bir diktatörün elinde heder oldu, şimdi de iç savaşla heder olmakta.
libya iç savaşı ile ilgili görsel sonucu"

21 Aralık 2019 Cumartesi

MARAŞ ,ÇORUM, SİVAS VE DİĞER KATLİAMLAR HAKKINDA YANLIŞ ANLATILANLAR 2

çorum katliamı ile ilgili görsel sonucu"
4)Kışkırtmaya sebep olan sır: Çorum olayları, cenazeye katılanların cami yaktığı haberi üzerin başlamıştı. Oysa caminin yandığı falan yoktu, hatta o caminin  minaresinden, cenazeye katılanlara ateş ediliyordu. Caminin yanmamış olması, kalabalığın umurunda değildi.
30 Eylül 1965 gecesi Endonezya devlet başkanı Sukarno'nun öldüğü zannedildi. Bu olaydan sonra Endonezya Komünist Partili beş kadın, bir generali işkence ile öldürdü. Ardından da bir yılı aşan bir süre boyunca, ülkede sayısı bir milyonu geçtiği sayılan, suçları sadece solcu ya da Çinli azınlık olmak olan insanlar katledildi. Çin ile ilişkiler koptu, Sovyetler Birliği ile zayıfladı, Amerika ve batı ile koptu.
Bu olay yıllarca belirsizliğini korudu. O olayı gerçekten o beş kadın mı yaptı, yaptıysa hemen ardından bu katliam anında nasıl başlamıştı?
Bu gün 6-7 Eylüle sebep olan Selanik'te Atatürk'ün doğduğu evin bombalanması haberinin yalan olduğunu bugün biliyoruz. Gene o günlerde suçlanan komünistlerin ve solcu aydınların masum olduğunu bugün biliyoruz.
6 7 eylül ile ilgili görsel sonucu"
Oysa 1978 Nisanında Malatya belediye başkanı Hamit Fendoğlu'na bomba göndereni halen bilmiyoruz.
1990'da, Profesör Bahriye Üçok'un öldürüldüğü günün ertesinde postacının biri, vaktiyle Fendoğlu'na gönderilen paketi kendisinin teslim ettiğini anlatmıştı. Sonra Malatya PTT'den biri bombalamayı haber vermiş ve kamyonu ile iki gün dağda, ıssız bir yerde saklanmış.
Eylül 2015'de Dağlıca sınır karakolu  baskısı sonrası Beypazarı ilçesinde Kürt tarım işçilerinin kovulmasına ne demeli? O kadar planlı saldırıydı ki, olayların ertesi günü 1980'li yıllarda havuç hasadı için getirilen Kürtler yerine Suriyeliler getirildi.
hamit fendoğlu ile ilgili görsel sonucu"
Sonra bu yalan suçlama moda oldu. Faşizm daima kara propagandasıyla beraber gelir. Bir dönem Kürt işçiler (tarım ya da inşaat) bayrak yaktı haberleri sık çıkar oldu (tabi linç girişimiyle beraber). Olayların aslı şuydu ki,  işçilerin yevmiyelerinin üzerine yatmak isteyen işverenlerin oyunuydu bu.
aksaray otistik yuhalama ile ilgili görsel sonucu"5)Halkın kışkırtılmışlığı: Bakunin der ki, ezenlerden nefret etmezsen, ezilenleri sevemezsin. Buradan yola çıkarak, katillerden nefret etmezseniz, kurbanları sevemezsiniz. Katilleri sevmenin en belirgin yolu, onların kışkırtılmış masumlar ilan etmektir.
İçinde vahşilik olmayan insanlar, böyle kıyım yapabilir mi? Üstelik daha iyi yağmalama ve katliam için dost görünmek için (bunu daha ayrıntılı olarak tekrar anlatacağım)Alevi komşuları ile özellikle ahbap olmuşlarsa.


2019 kasım ayında, Aksaray il merkezinde, otistlik çocukları yuhalayanlar,  sanki bir sonraki çocukları otistik ya da engelli olmayacakmış gibi nefret kusmaları nedir?Bir tanesi, engelli annesine uyanın çocuğunuzdan utanın diye bağırıyordu.
Aslında Aksaray'da olan şuydu. Taşra da il ve büyük ilçe merkezlerinde, tam çarşının içinde, tercihen de valilik meydanının yanında, öğrenci velilerinin arkası güçlü- torpilli kimseler olduğu okullar vardır. Bu ilk okulda tahminim böyle bir okuldu ve çocuklarını kayıt etmek için araya  adam koydukları okulu otistiklerle paylaşmak istemiyorlardı.
Aksaray demişken, velilerden birinin biz az otistiklere karşı değiliz demesi gerçek bir trajikomediydi.
Halklar da kötüdür ve kötülüğün kaynağı da genelde öyle üç beş kişi ya da azgın azınlık falan değilidir. Karaman'daki taciz olayında kuru gürültü arasında sorulmamış iki soruyu burada sorayım:
karaman çocuklara taviz ile ilgili görsel sonucu"
1)45 (Yazı ile kırk beş) tane çocuk, yıllarca (en az üç yıl) bu istismarı hiç mi bir başkasına anlatmamış? Bunu koca ilde sadece hiç kimsenin bilmiyor olmasına inanıyor musunuz?
2)Kırk beş çocuğun ırzına sadece o bir öğretmen mi geçti? suç ortakları yok muydu sanıyorsunuz? Hatta o il merkezinde, çocukları istismarının bedava mı sanıyorsunuz? İl halkının olay hakkındaki aşırı sessizliğinin sebebini biraz merak ederseniz, anlarsınız.
Ekşi sözlükte Drasden bombardımanı üzerine on üç sayfa, her sayfada da onar olmak üzere yüz otuza yakın yazı var, Auschwitz üzerine de yirmi sekiz sayfa.
dachau toplama kampı ile ilgili görsel sonucu"
Dachau toplama kampı,  Bavyera eyaletinin devasa başkenti Münih'e otomobille 22 ile 38 dakika arası tutuyor. Dachau ise bir köy değil, bu gün yüz elli binden fazla nüfusu olan bir şehir. Bu gün Türkiye'de, hele de doğuda yüz elli binden az nüfusu olan onlarca il merkezi var. Münih halkının Dachau'da olanlardan habersiz miydiler sanıyorsunuz?
Hitler, Kavgam'da her şeyi açık açık yazmıştır. Bu yüzden ne Drasden, ne de Hiroşima'da ölenlere zerre kadar acımam. Bir beş yıl önce olsa acırdım, hatta bir yıl önce de. Artık öğrendim ki halklar da vahşidir, halklar da kötüdür. Çoğunluk olmaları, onları iyi yapmaz. Hiroşima ve Nagazaki'den dünyaya yayılan radyasyona üzülürüm. Ölen Japon ya da Alman çocuklarına falan da acımam. Onlar her şeyi gayet net biliyorlardı. Japon gazeteleri Nanking'de yapılan katliamları ayrıntıları gayet net anlatıyorlardı.
drasden bombalanması ile ilgili görsel sonucu"
Bir diktatörün peşinden zaferlere giden halk, yenilgilerin acısını da sonuna kadar tatmalıdır.
Fransız ihtilali, filozofları devrimci yapmak, kitlelere yön vermek heveslisi yaptı. Dev kitlelerin çobanlığı hayali ile pek çok filozof, düşünür ve yazar, toplum mühendisliğine, daha doğrusu halk çobanlığına özendi. Oysa halk çobanlığı, kurt çobanlığıdır. Türk ve Alman faşistlerin köpekleri hor görmesi, kurtları yüceltmesi boşuna değildir. Köpekler, kendilerinden akıllı olana itaat ederler, bu yüzden evcilleşmiştirler. Kurtlar ise kendilerinden vahşi olana itaat ederler.
Karl Marks'ın ve Marksistlerin yanıldığı nokta, işçi sınıfının da, burjuva kadar insan olduğu ve vahşileşebileceğini unutmasıdır. Nazi ya da diğer faşizan katliamlara katılan işçi sınıfından çok insan vardı.
Katliamlarda halk da devleti kışkırtmıştır.

14 Aralık 2019 Cumartesi

KURU KURU KURBAN OLAYIM

Kuru Kuru Kurban Olayım
İnternet garip bir dünya. Aklınıza hiç gelmeyecek şeyleri öğreniyor, hatta çok seviyorsunuz.
Rus flok müzik grubu Beloe Zlato grubu da benim için bunlardan biri. Gerçi internet ortamlarında insanın ilgi alanı çeşitleniyor ve bu çeşitlilikte de ara ara bazı şeylere bakmayı uzun süre unutabiliyorsunuz.
Bu grubu da ne zamandır dinlemiyordum. Bir kaç gün önce youtube bana tekrar hatırlattı. Aslında youtube'a o kadar çok video ekleyen bir grup değil. Gene de bir kaç video eklemişler.
Bir videoları da Suriye'de çekilmiş. Video'dan ve video altında yazılan açıklamalardan anladığım kadarı ile iki kere Suriye'ye gitmişler. Oradaki Rus askerlerine moral konserleri vermişler. Beş kız, küçücük bir konteyner odada kalmışlar. Bir kaç kere de zırhlı personel taşıyıcıları ile gitmişler. Askeri aracın içinde çelik yelek ve kask takmışlar. Süslü püslü, bol makyajlı şarkıcı kızların kask ve çelik yelek giymesi sanki gülünç olmuş ama sonuçta gerekli olmuş.
marilyn monroe kore ile ilgili görsel sonucu"
Geçen sene de, basına habersiz bir şekilde İncirlik'e gelen bir Holivud sanatçısı da, araya sızmış bir Türk'ün çektiği fotoğrafları yüzünden zor durumda kalmıştı. Marlin Moonre, Kore'de moral konserleri vermişti. Elvis Presley Almanya'da askerlik yapmıştı. İngiliz tacının veliaht prensi,  rahmetli Diana'nın  oğlu Albert'da bir ara Afganistan'da helikopter pilotu olarak askerlik yapmıştı
Türkiye'den de örnekler var diyeceksiniz. Pek çok sanatçı (Komedyen Cem Yılmaz ve pop şarkıcısı Ege örneği gibi), itiraz etmeden vatani hizmeti olan askerliği yaptı. Lakin büyük çoğunluğu, bir zamanlar her Türk gencinin vatani görev olarak yaptığı askerlikte bedelli uygulamasının kalıcılaşmasına rol oynadı.
elvis presley askerlik ile ilgili görsel sonucu"
Ayrıca Ege ya da Cem Uzan gibi çok az olan örnekler de iktidar yanlısı değil, muhalif ya da apolitik örnekler. İktidar yanlılığı ile bilinenler anca reislerinin yanında gezilere katılıyorlar cümbür cemaat, bir de bol bol kamu spotları ile siyasi reklamlarda rol alıyorlar.
Bir de bol bol, tercihen  ülkemizin batısının zengin illerinde festivallerde, şenliklerde, bol ücretli konserler verip, iktidar yanlısı tweet'ler atıyorlar.
Annem bu gibi durumlara, kuru kuru kurban olayım, takır takır yollarında öleyim, der. Yani lafta olan bir fedakarlıktır. Kız babalarının dediği gibi evlenmeden evvel Roma'yı yakarım deyip, evlenince kombiyi yakmamaktır.
Kore demişken, Kore'ye giden bir Türk sanatçısı olmamış. Mesela Zeki Müren, şöhretini Demokrat Parti ve Adnan Menderes'e borçludur. O zamanların tek kitle iletişim araçları, Demokrat Parti yılları boyunca sonuna kadar açıktı. O zamanlar BESLEME BASIN denen Menderes'in yandaş medyası ise sürekli Zeki Müren'i övmekle meşguldü. O da Kore harekatını uzaktan desteklemekle yetindi.
Şu anda cumhurbaşkanının yanındaki sanatçılar, eskiden Tansu Çiller ve Turgut Özal'ın da çevresinde pervane olan sanatçılardı.
Bizde muhalif sanatçılarda en azında muhalif olmaları yanları ile samimi. Gerçi samimiyet, hamsi balığından daha çok çürür. Baskılar ve para kazanma imkanları azalınca, muhalif sanatçı sayısı da azalıyor.
Konuşunca tüm sanatçılar  vatansever. Peki en azından üç defa terörist Dağlıca karakolunda veya Suriye'de güvenliği alınmış bir köşede askerlere sürpriz yapsalar fena olmaz mı?
zeki müren adnan menderes ile ilgili görsel sonucu"Bunu tavsiye etmek için yazmadım zira bunu ilk akıl eden ben değilimdir muhtemelen. Eminim bunu daha önce yazanlar olmuştur.
Onlar da reisleri isteseydi çoktan gitmişti. Ülkemizde politikacıların reklamı, askerin moralinden daha önemli demek ki.

7 Aralık 2019 Cumartesi

MARAŞ ,ÇORUM, SİVAS VE DİĞER KATLİAMLAR HAKKINDA YANLIŞ ANLATILANLAR 1

maraş katliamı ile ilgili görsel sonucu"
Ülkemizde ara ara ev işaretlemesi ve nefret içerikli duvar yazılarının haberleri çıkıyor. Ev işaretlemesi ya da duvar yazısı,  1978 Aralık ayında MHP ve Ülkü Ocaklarının öncülüğünde yapılmış olan Kahtamanmaraş katliamı ve 1980'in Mayıs ve Temmuz ayında gene Ülkü Ocakları ve MHP öncülüğünde yapılmış olan Çorum katliamına atıftır. Alevilere sizi gene böyle yaparız demektir.
Bu ve benzeri Alevi katliamları ile ilgili olarak google'dan arama yapabilir ve pek çok bilgiye ulaşabilirsiniz.
Ben bu bilgilerden yanlış anlatılanları maddeler halinde sıralayacağım:
maraş katliamı ile ilgili görsel sonucu"1)Ölen sayısı, genelde her iki katliamda da yüz küsurlarda bırakılır. Gerçekte ölü sayısı binin çok üzerindedir. 1999 Körfez depreminde ölen sayısı 17 bin civarı olmadığı gibi, bu katliamlarda da rakamlar resmi açıklamanın çok üzerindedir.

2)Katliamlar sadece şehir merkezi ile sınırlı değildir. Daha sonraki maddelerde sayacağımız kışkırtılmışlık ve ani gelişme tezlerini desteklemek için bu katliamlara dair sağcı-faşizan anlatılar, katliamın sadece şehir merkezleri ile sınırlıymış gibi sunulur. Maraş'ya Elbistan ve Afşin'de büyük katliamlar yapılmıştır. Çorum'da ölenlerin çoğu tarlalara atılmıştır. Yani asıl katliam şehir merkezinde değil, köylerde olmuştur.

aleviler artık burada oturmuyor ile ilgili görsel sonucu"3)Katliamların ani bir infial ile olduğu iddiası düpedüz yalan iken, katilleri aklamak için sürekli tekrarlanır. Oysa Maraş katliamının ilk hazırlıkları iki yıl öncesine kadar dayanır.  Çorum katliamından önce solcu polislerin örgütlendiği POL-DER üyeleri topluca Kayseri'ye sürüldü. Mayıs ayında barikatlar yüzünden katliam yapılamayınca, temmuz ayında tekrarlandı. Sivas katliamından önce bir sürü şeriatçı, Hicret koşusu etkinliği altında şehre yerleşti. Şehrin camilerinde cemaatler elinde benzin bidonları ile çıktılar. Zaten Müslüman dediğin camiye benzinsiz girmez, değil mi?
4)Katliamların sebebi sağ-sol kavgası, sık söylenen en büyük yalandır. Sağ-sol kavgası o zamanlar ülkenin her yerinde vardı. Kadın, çocuk ve hatta bebeklerin kitleler halinde katledilmesi, Alevilere karşı nefretten oluşan bir şeydir.
çorum katliamı ile ilgili görsel sonucu"

Ben Maraşlı sosyal demokrat-solcu Sünnilerle tanıştım. Pek  çoğu olaylardan sonra orada yaşamaya devam etti ama Alevilerden oralarda yaşamaya devam eden olmadı. Ayrıca katliamdan sonra duvarlara ALEVİLER ARTIK BURADA OTURMUYOR diye yazılar yazıldı, Solcular oturmuyor diye yazılmadı.
malatya katliamı ile ilgili görsel sonucu"
Üniversitedeyken Sağcı, hatta Ülkücü ve Alevi oda arkadaşım vardı. Namazına, orucuna Sünnilerden daha düşkündü. Doksanlı yılların ortalarıydı ve üniversitelerde, hele de taşra üniversitelerinde Ülkücülerin en güçlü olduğu zamanlardı. İlk sene hevesle Ülkücülerin arasına girdi ve bütün o hevesliler gibi yaşadığı hayal kırıklığı olmuştu. Lakin onun hayal kırıklığı daha fazlaydı. O arkadaşım, solculardan daha fazla ezildi. O kadar ki, büyük heveslerle girdiği Ülkü ocağına, ikinci sene ve üniversitedeki sonraki yıllarında uğramadı bile. Üstelik ailesi ve akrabalarının çoğu da MHP'liydi.
sivas katliamı ile ilgili görsel sonucu"
Ona benzer birisi yıllar sonra tanıyacak daha doğrusu  tanıştırılacaktım. Kendisi hemşireydi ve müdür yardımcımın tanıdığıydı. Onu gibi birinin, bana nereden bir kız bulacağını şaşırmıştım. Meğer sağcı Aleviymiş ve benle ilk iş politika tartıştı. Ben de oracıkta işi bitirdim, ikinci buluşma olmadı.Aynı eziklik onda da vardı. Yani beş vakit namaz, Ramazan orucu, siyasi tercih falan, nefreti dizginlemiyor bile.
İlk atandığım ilçede de başka bir gerçeğin farkına vardım. Sünniler kendi içlerindeki solculara, radikal solculara ve hatta Ateistlere karşı öyle çok fazla kin duymuyorlardı. Orası çok küçük bir ilçeydi, daha doğrusu kaymakam atanmış bir köydü. Köyde ne namaza itibar vardı, ne de oruca. Ramazanda sokakta rahatça yemek yenebilecek nadir köylerden  idi.
Öte yandan köylüler Alevilerden nefret ediyordu, tabi benden de. Daha ilginç olansa,  hem nefretlerini kusuyorlar, hem de beni evlendirmeye çalışıyorlardı. O ilçede çalıştığım için, o ilçe sayesinde para kazanıyormuşum ve bu parayı tek başına yiyemezmişim.
gazi mahallesi olayları 1995 ile ilgili görsel sonucu"
( O ilçede yaşadıklarımı yazarsam, ölümden sonra yayımlanabilir. Zira yüzlerine karşı ispat edemem.)
Sonra başka ve daha büyük ilçeler ve şehirlerde de çalıştım. Benzer durumu oralarda da gördüm ve yaşadım. Benden çok daha radikal, gençliği örgütlerde geçmiş solculara karşı değil de, Alevilere karşı bir nefret vardı.
İnternet okuyucusu uzun yazıyı sevmiyor. Ben de diğer işlerim yüzünden de hızlı yazamıyorum. Konuya daha sonra devam edeceğim.

3 Aralık 2019 Salı

İSTİKLAL MARŞI VE ORHUN YAZITLARI KARŞILAŞTIRILMASI

İstiklal Marşı ve Orhun Yazıtları Karşılaştırılması
Malumunuz doğada  her şey arz ve talep meselesidir. Bu benim küçük blogum için de geçerli. Atatürk'ün nutku ile Orhun yazıtları, özellikle Bilge Kağan yazıtı arasındaki alaka ile ilgili yazım özellikle son 2 aydır sık sık okununca, ben de ilk yazımda eksik bıraktığımı düşündüğüm bazı şeyleri de ekleyerek, 2. bir yazı yazdım.  Yazım epey okuyanları etkilemiş olmalı ki, özellikle twitter'da Orhun yazıtlarını, Nutuk ile ilişkilendiren yazı gördüm.
Atatürk'ün Orhun abideleri, özellikle de Bilge Kağan anıtından etkilenmesi çok barizdir. Bundan üçüncü bir yazı yazmam, tavşanın suyunun suyu öyküsüne döner.
Öte yandan Mehmet Akif Ersoy, Orhun Abidelerinden en son etkilenecek şair gibi görünüz. Zira İstiklal Marşı dahil her şiiri aruz veznindedir.
Lafın burasında değinmeliyim ki, İstiklal Marşının okunuşunun zor olma sebebi besteciler değil, şiirin aruz vezninde olmasıdır. Şimdiki nesil için şiir içten okuna bir şey gibi. Oysa şiir, yüksek sesle okunur ve şiirinde bir ses ahengi vardır. Bu bestelenme değilidir. Bu yüzden bazı meşhur şiirler bestelense de, öyle dile dolanmaz.
ergenekon destanı ile ilgili görsel sonucuMehmet Akif Ersoy'un istisnasız tüm şiirlerinde aruz vezni vardı. Gene de İstiklal marşının, Ersoy'un diğer şiirlerinden ayrılır. Zira bu şiir, nutuk çeker tarzı ile dikkat çekicidir. Ersoy'un diğer şiirlerinde böyle emredici-nutuk çekici bir tarz yoktur. Pek çok şiiri de aslında aruz vezni ile yazılmış hikayedir ve tüm şiirlerinin yer aldığı Safahat kitabı bütününe bakarsanız, Mevlana'nın mesnevisine daha çok benzer.
İstiklal marşının ilk sözlerini hatırlayalım:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdunun üstünde tüten en son ocak
Burada Bilge Kağan anıtındaki;

Ey Türk, titre (sarsıl, silkin) kendine dön. Altta yer yarılmasa, üstte gök delinmese, yurdunu, töreni kim yıkabilir; sözleri arasında benzerlik vardır. Her ikisi de cesaret veren emir kipi, kısa bir cümle ile başlar, sonra da verdiği cesaretin nedenini açıklar.
O benimdir milletimin yıldızıdır ancak
O benimdir o benim milletimindir ancak
diye bildiğimiz bu günkü anlamda milliyetçiliğe vurgu yapar. O vakte kadar bu günkü anlamda milliyetçiliği yapanlara Türkçüler denilirdi. Bu kelimeyi ilk kullanan Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi yazar ve şairler, daha çok dindaşlık anlamında kullanmıştı ki, Arapça köken olarak da bu anlama gelir. Hatta Erbakan ve arkadaşlarının bir sürü parti kurduran Milli görüş geleneğinin kökeni de dindaşlık ideolojisidir.
İstiklal marşında Göktürklere ait en doğrudan sözler, Yırtarım Dağları Engimlere Sığmam Taşarım sözleridir. Bu sözler, Göktürklerin demir dağı erittiklerini söyledikleri Ergenekon destanına doğrudan atıftır.
İlginçtir, İstiklal marşında Türk kelimesi hiç geçmez. İstiklal marşında her şey mecazdır. Bu daha çok divan edebiyatının gereğidir.Türk sözü yerine: Kahraman IRKIMA bir gül, ne bu şiddet bu celal sözü vardır.
Orhun Abidelerinde Ötüken'i terk etmeyin, Çin'e kervanlar gönderin der, İstiklal Marşında; Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı, der.
Orhun Abidelerinde doğrudan Çin hedef alınırken, İstiklal marşında dolaylı olarak İngilizler hedef alınır:
Ulusun korkma, nasıl böyle bir cihanı boğar; Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar. Burada Ulusum demiyor, sonda m harfi yok, n harfi var. Yani ulumaktan bahsediyor. Tek dişi derken de dişten bahsetmiyor, dişi, yani kadın demek istiyor. Tek dişi kalmış canavar, dönemin süper gücü İngiltere ya da Büyük Britanya imparatorluğudur.. Anadolu'nun çok yerinde kurda, canavar derler ve kurt Anadolu halkının kafasında yağma, soygun ve katliamla ilişkilendirilir.  Şiirde Türkler ise, Kükremiş sel gibiyim, enginlere sığmam taşarım sözleri ile aslanla özdeşleştirilmektedir.
İstiklal Marşının on kıtası boyunca bir dinsel hava vardır, sürekli dini kavramlara atıf vardır. Aynı şey Orhun Abidelerinde de vardır. Sürekli Gök Tanrıya atıf buluruz.
Orhun Abidelerinde, İslamın Allah'ına benzer bir her şeye hakim ve kendisinden başka bir tanrı tanımayan tanrı vardır.
safahat ile ilgili görsel sonucuOysa Sibiryayı gezen antropologlar (Radlof, Aralof vs) ve benzeri yazarlar, böylesi bir tek tanrıdan pek bahsetmez. Gerçi Tanrı Kayra han vardır, hatta o bazı Altay destanlarında diğer tanrıları da yaratmıştır. Lakin gene de bence, yazıtlardaki gibi Gök Tanrı pek görülmez.
Gene bence bu yazıtlarda İslam ve Hristiyanlığa karşı da mücadele vardır. Zira o tarihlerde Türkler, Araplarla savaşmakta, misyonerlerde Asya'nın uzak köşelerine kadar dolaşmaktaydı. (Henüz Talas savaşı olmamıştı ve çok az Türk boyu Müslüman olmuştu)
Mehmet Akif'in de İstiklal Marşına bu kadar çok dini öge yerleştirmesi,  Osmanlı'da cirit atan misyonerlere karşı bir tepkisidir. Ahmet Vefik Paşanın kızı, Tevfik Fikret'in oğlu gibi pek çok önemli Türk'ü Hristiyan etmeyi başarmışlardı.

Mehmet Akif'in Orhun Abidelerini okuduğu ve ondan etkilendiği açıktır. Bunu ilk defa bir öğrencilere felsefi metin incelemesinden bahsederken, İstiklal Marşını örnek gösterirken fark ettim. Sonra neden o vakte kadar fark etmediğim üzerine kendimi sorguladım.
İşin doğrusu onun İslamcılığı ya da ona bu gözlükle ona bakmamız, bunu fark etmemize engel olmaktadır. Yazarları incelemek için ön yargılarımızı bırakmamız işte bu kadar zor olmaktadır.