8 Ekim 2020 Perşembe

CÜNEYT ARKIN'IN VEREMEDİĞİ HESAP

 


Türk sinema, dizi, müzik, tiyatro ve benzeri sahne-sunum sanatçıları sanat ve topluma dair genelde iyi sınav vermemişlerdir. Darbe ve baskı dönemlerinde iktidar sahiplerine yaltaklanmışlar, para için en sefil filmlerde-dizilerde rol almışlardır. Yönetmenler, senaristle ve yapımcıların bile en iyi ürünleri ile en kötü ürünleri arasında devasa farklar vardır.

Cüneyt Arkın ise bunlardan birisidir. Kaç tane filmde oynadığını kendisi de bilmemektedir. Yılda on dört filmde başrol almıştır.

O kadar filmden geriye, şu filmde Cüneyt Arkın muhteşem oynuyordu diyebileceğimiz bir film yoktur. Filmlerinde en fazla akılda kalan aksiyon sahneleridir.

Cüneyt Arkın denilince akla ilk gelen film, absürtlükte zirve yapmış, Dünya'yı Kurtaran Adam' dır.  Bu film, Arkın'ın Aytekin Akkaya ile beraber çektiği bir sürü absürt macera filminden biridir. Absürt olsun diye yapılmamış ama sonuçta absürt olmuş filmlerdir bunlar.

Ben genel anlamda Cüneyt Arkın filmlerinden, kötü Türk filmlerinden ve hatta Dünyayı Kurtaran Adam'dan bile bahsetmeyeceğim. Hatta bahsedeceğim filmin de içeriğinden bahsetmeyeceğim. Filmin amacından bahsedeceğim.



Bu film 1977'de yapılan ama amacı için 1978'de yayımlanan Güneş Ne Zaman Doğacak filmidir. Bu film, konusu önemsiz, hamasi faşizan siyasi sloganlarla dolu bir filmdir. Film, 1977'de yapılmasına rağmen 1 Nisan 1978'de gösterime girmiş, 19 Aralık 1978 günü başlayan Kahramanmaraş katliamının  da tetikleyicisi olmuştur. Filmin yapımcısını tek filmdir, yani en baştan bu katliam için planlanmıştır.

Filmin kadın oyuncusu Oya Aydoğan, 

Cüneyt Arkın ve filmin yapımı ile ilgili olarak ilgili herkese şu soru sorulmalı: Filmin yapım amacını biliyor muydunuz? Bilmemeleri çok zor zira olaylardan sonra olacaklar tamamen belirsizdir.

Soru şu ki Cüneyt Arkın,  Oya Aydoğan ve tüm o film ekibinin bunu bilmemesi mümkün müdür? Hatta Sezercik'in ana-babası bile biliyor olmalıdır. Çünkü katliamdan sonra bir süre ortadan görünmemeliydiler. Hepsi de filmi ve yapılış amacını biliyordu.



Oya Aydoğan, ölümüne yakın bir röportajda Alevi olduğunu açıklamıştı (bir de sayısını hatırlamadığı kadar çok kürtajı olduğunu). Bence bunu yapımcılar da biliyordu ve Aydoğan bilinçli bir seçimdi.

Arkın bu filmin amacını bilmiyor varsayalım. Ya diğer berbat filmlere ne demeli? Bu sadece Arkın'ın değil, diğer tüm Türk oyuncuları için geçerli bir sorun. Para hırsı sebebi ile her türlü saçmalıkta rol alırsanız, saygınlığınızı yitirirsiniz.

Arkın seksenlerin ortalarında Türk sinemasını  krizi başlayınca Işıkçılar ve onların yayım organlarında köşe yazarlığı, dizilerinde oynamış, bu tarikatın televizyonu TGRT-TV, sabıkalı Güneş Ne zaman Doğacak filmini tekrar tekrar yayımlanmıştır.

Kahramanmaraş-Çorum-Sivas ve daha nice katliamlar üzerinde nedense herkes susuyor ve bir açıklama yapmıyor. Suskunluğunuz ikrarınızdan mı geliyor sayın Cüneyt Arkın?



3 Ekim 2020 Cumartesi

ÇOK SOLCULUĞUN ELEŞTİRİLEMEZ SEFALETİ

 


Doğu Perinçek'in hayatı boyunca tek gerçek düşmanı CHP olmuştur. Marksist, Maoist, Ateist, Laik, Atatürkçü, Atatürk düşmanı, Fetöcü, Türk Milliyetçisi, Kürtçü ve en sonunda Cumhur ittifakını sembolik ortağı oldu ve hepsinde de CHP düşmanı oldu.

CHP'yi Kürtçü iken Türkçü, Türkçü iken Kürtçü, ateistken dindar, dindarken ateistlikle suçladı ve sola bir miras bıraktı. Hiç bir sağcıyı suçlayamıyorsan, CHP'yi suçlar. Çünkü kendileri çok solcudur ve az solcu, burjuva ve küçük burjuva partisi CHP'yi yerden yere vurma hakları vardır. Çünkü ÖDP ( adı değişti, Sol parti oldu ) 'nin dediği gibi onlar en solcuydu. Sonra Atatürkçülük yaptığında da CHP'yi yeterince Atatürkçü bulmama modasını başlattı.

Radikalliği adamlık sanmak, din merkezli toplumlara ait bir hastalıktır. Tarikatlar, şeriatçılar, normal halka üstün Müslümanlık ya da üstün Sünnilik sanılması gibi, Marksist-Leninist güruh da üstün solculuk sanılır. Oysa tarikatların şeyhlerinin pek çoğu din açısından zır cahildir ve en temel itikatlara uymayan gelenekleri vardır. Halkımız tarikat, iktidar ile kavga edene kadar bunu anlamazdan gelmiştir. Bu tarikat nasıl oluyor da Müslümanlığın yasak olduğu Angola'da (Müslüman olursanız vatandaşlıktan çıkmanız gerekiyor. Eski Portekiz sömürgesi olan Afrika ülkesi Angola'nın vatandaşı olmayı kim ister, o da ayrı konu.), Müslümanların düpedüz soykırıma uğradığı Myanmar'da nasıl okul kuruyor diye sormaz.

Bu durum radikal sor örgütler-partiler için de geçerlidir. Onlar ara ara merkez medya ya da holding medyasında arzı endam ederler, sağ partilerin eylemlerini açıkça desteklerler ama onlara kimse bir şey demez. Ankara'da Yüksel caddesi, Olgunlar sokak, Mithat Paşa caddesi arasında merkezleri bulunan  bütün o sol gruplar,  polis provokatöründen başka bir şey değiller. Özellikle SDP'nin yaptıkları Gezi döneminde kabak gibi kameralarda görülmüştü. İsim değiştirip, ortalıkta gene dolaşıyorlar. Bir ara her gün basın açıklaması yapıp, sorgulanmak üzere polis arabasına dolduruluyorlardı. O zamanlar polisi Kızılay'a yerleştirmeye bahane lazımdı. Polis Kızılay'a yerleştikten sonra bu basın açıklamaları kesildi.

Bir arkadaşım ÖDP (Sol Parti)'li ve bana yetmez amacılar aleyhine yazdığım bir yazıdan dolayı kızgın. Ben halen yetme amacılığın tek sebebinin hainlik olduğu fikrindeyim. 2010 yılında devletin neredeyse tüm işletmelerini üç beş büyük firmaya özelleştiren iktidarın hakim atamalarına müdahil olunca demokratlık yapmayacağını elbet biliyorlardı. Bilmedikleri işlerin kendileri için daha kötüye gideceğiydi. Onlar sistemde kendilerine yer olduğunu, parlak bir gelecekleri olduğunu sandılar. En azından Orhan Pamuk gibi Nobel değilse bile uluslar arası bir kurumdan ciddi bir ödül, makam sahibi olacaklarını sandılar.



Uzun zamandır Türk kadın yazarı okumuyorum, okusam da imza gününe gitmiyorum. Maşallah hepsi de zengin ve soylu ailelerden geliyorlar. Kitaplarında değilse bile, imza günlerinde mutlaka bir şekilde anlatıyorlar. İmza gününde en büyük hayal kırıklığım Oya Baydar oldu. Daha önce iki kitabını ( Elveda Alyoşa ile O Muhteşem Hayatınız)okumuştum ve yetmez amacı güruhtan olduğunu bilmiyordum. Sen komünizm uğruna üniversite öğrencilerini kışkırt,  sonra Doğu Almanya'da yıllarını geçir, Berlin Duvarı yıkılınca Elveda Alyoşa diye ağıt yak, sonra tüm devlet fabrikalarını yok pahasına üç-beş burjuvaya satan iktidara en kritik anında destek ver, sonra halk bana neden yüzünü döndü diye üzül.

Hani fabrikalar, tarlalar, her şey emeğin olacaktı? Bunu tüm o çok solcu güruha sormalıdır. 2010'da en kritik zamanda, siz yetmez ama diyerek beş- altı büyük firmaya teslim ettiniz. ÖDP'li bir arkadaş ta partisini savunuyor. Sanki böyle kritik zamanlarda bölünmek iyi bir şey ya da iyi niyet göstergesiymiş gibi. ÖDP denen ve eski Dev-Yolcular temelli oluşum (pek parti diyemeyeceğim), Ufuk Uras olacak siyaset soytarısını genel başkan yapmak, biraz da HDP'lilerin desteği ile İstanbul milletvekili seçmek oldu. ÖDP (Sol olmayan Parti oldu şimdilerde) meclis dışında Obama'yı protesto etme uğrunca polisten dayak yerken, kendisi avuçlarını patlata patlata Obama'yı alkışlıyordu. Sonra partisi ve onu kurduğu KESK (Kamu Sendikaları Konfederasyonu), HDP'nin peşine takıldı.



HDP bence Türkiye'nin en karanlık partisi ve en az MHP kadar düzenin bir parçası. Çözüm sürecine nasıl inanmadıysam, şu anki kavga sürecine de o kadar inanmıyorum. 2009-2010 yıllarını hatırlarsanız, AKP'lier Esat Oktay Yıldıran'ı oynayacak tiyatro oyuncusu bulamamışlardı da, sandalyeye gömlek giydirip, Esat yüzbaşı yapmışlardı. Sabah gazetesi kamere kör, anten sağır manşeti atmıştı. Yetmez ama evet derken, parti kapatmak zorlaşacak diye övünüyorlardı. Oysa o sıralarda radyo-televizyon karartma ve kapatma kolaylaşıyordu. Anayasa Mahkemesine bireysel başvurusu hakkının verilme amacı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruyu zorlaştırmaktı. O zamanlar böyle şeylerle egemenliklerini artırdılar, cambaza bak dediler. O zamanlar HDP referandumu sözde boykotu ile destekledi. Boykot bitince de Seni başkan yaptırmayacağız kampanyası başladı.

Şimdilerde de HDP'nin son kayyum atamalarından sonra 65 belediyeden sadece 6'ı kaldığını konuşuyoruz da, AKP'ye transfer olan HDP belediyelerini hiç konuşmuyoruz. Doksanlı yıllarda Tansu Çiller, devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir dedikten, hem DYP, hem ANAP, oy için bazı illerde işbirliği yaptığında bu iki parti doğu ve güney doğuda korkunç oy kaybına uğramıştı. Üstelik de üç, dört nesil, dede-baba-torun milletvekilliği yapmış yöresel şeyhler, aşiret reisleri falan oldukları halde merkez sağın eriyişine engel olamamışlardı. Şimdi AKP-MHP açık ortaklığı bir yana AKP trolleri açık açık Kürt kimliğine saldırırken, AKP nasıl bu kadar rahat ve HDP'liler ne yapıyor? İktidar partisine daima çekici değildir. Bu geçişler için en azından ideolojilerin yakın olması ya da geçişten sonra kamu personeli olarak geçişler açılmalıdır. Sonra belediye başkanının transferi ile beraber o kasaba ya da şehre hizmet ve para yağmalıdır. Öyle olsaydı en azından sosyal medyada birileri bunun  haberini verir, hatta iktidar  bu haberi reklamı olsun diye bizzat verirdi.

HDP ve kendisini en solcu ilan eden çeteler, 2010 yetmez ama döneminde olduğu gibi perde arkasında oyunlar oynamakta. HDP'nin Gezi'de darbeyi gördük deyip, o rüzgarı dindirmeye kalkmamışlar mıydı? Türkiye Komünist Partisinin, Tunceli belediye başkanına rağmen İstanbul Büyük Şehir Belediyesi  seçimlerine son bir umutla boykot etmemiş miydi? (Neyse ki kimse onları dinlememişti) 

Bu çok solcu sefilleri artık eleştirmemiz lazım.





29 Eylül 2020 Salı

REŞAT NURİ GÜNTEKİN'İN DEHASI



 Reşat Nuri Güntekin, Türk Edebiyatının hem şanslı, hem de şanssız yazarıdır. Şanslıdır çünkü çok okunmuş, sinemaya, tiyatroya, televizyon dizisi gibi popüler görsel sanatlara çok uyarlanmış, okullarda tavsiye edilmiştir.

Şanssızdır çünkü genelde lise öğrencisi iken okunur daha sona pek ele alınmaz. Edebiyat otoriteleri Güntekin'i incelemeye değer bulmaz. Pek çok kişi için de edebiyat zevki Reşat Nuri Güntekin'de kalmış diye küçümser tabir kullanılır. Onun eserlerindeki derinlik anlaşılmaz.

Bunun bir sebebi de Güntekin'in, Milli Edebiyat (Türkçü) akımına hayatının sonuna kadar bağlı kalıp, o yıllarda yeni okuma-yazma öğrenen halkı bilgilendirme ve edebiyattan ürkütmeme adına yazım tarzını basit tutmasıdır. Uzun tasvirlerden, aforizmalardan, öğütlerden sakınmış (Aslına burada milli edebiyattan ortak bir tavır yoktur. Bazı yazarlar uzun uzun öğüt, akıl verirken, bazıları da Güntekin gibi okurun olaydan sonuç çıkarmasını ister), kısa cümleler kurmuştur.

Eserlerinin çoğunu okudum ama itiraf edeyim hepsini değil. Bu yazıyı yazdığıma göre bundan sonra elime geçtikçe okumam gerekir.

Güntekin'in dehası, amacına en uygun eserleri vermesidir. Eserlerinde iki hedef vardır. İlki toplumdaki çarpıklıkları anlatma, sonra da çözüm yollarını göstermek. Bunu anlamak için en önemli üç eseri (Çalıkuşu, Acımak, Yaprak Dökümü)

Çalıkuşu ya da Feride, çağından altmış, yetmiş yıl sonrası için bile çok gözü kara bir kadındır. Kendisini aldatan nişanlısı ile evlenmemek için evi terk eder ve bir İstanbul hanım efendisi için hiç değeri olmayan diplomasına sığınarak Anadolu'ya gider. Oysa romanın ilk yayımından (1922) elli sene sonra bile ufak tefek kaçamaklardan dolayı kadın, kocasından ayrılmaz, yuvasını yıkmazdı. Seksenlerde bile bu böyleydi. Doksanlarda ekonomik krizlerle beraber boşanmalar patlama yapıp, her aileden boşanmış birileri olmaya başlayınca, kadınlar aldatılmalara tahammül edemez oldu.

Nişanlısından kaçan Feride, Anadolu'ya, Bursa'ya gider. (Güntekin sadece B. ve Ç der açıkça yazmış olmamak için. Ancak bazı basit tasvirler bile bize gerçeği anlatır) O dönemde bir İstanbul kadını için, hele de yanında erkek olmadan gideceği en uzak yer Bursa'dır. Orada şehir merkezinde Anadolu gerçeği ile karşılaşır. Şehir merkezinde güzel bir okula tayini çıkmıştır. Ancak bir rakibi vardır ve onu yolun ortasında tüm çirkefliği ile rezil eder. İhtiyar bir adam da vazgeçmesini öğütler ve mecburen vazgeçerek, tayinin bir köye aldırır.

Bu Anadolu'nun kumpas kurma, dolap çevirme ve iki yüzlülük gibi özellikleri ile ilk tanışmasıdır. Aslında kadının illa Bursa'da yaşaması gerekmemektedir ve o tiyatalitro için çok hazırlık yapılmıştır. Öğüt veren ihtiyar bile önceden ayarlanmıştır.

Köyde bir anda İstanbul'la alakası olmayan ilkellik ve vahşilikle karşılaşır. Çocuklar bile cenaze oyunu oynamaktadır. Sonra Egenin batısını, Marmara'nın güneyini dolaşır, pek çok şey yaşar. Sırf Fransızca bildiği için bir okula atanır, müdür Fransızca bildiğini tesadüfen öğrenir. Oysa yabancı dil doksanlarda bile üniversite bitirmeye eşdeğerdi. 

Gittiği yerlerde ise olağan üstü bir ilgi ile karşılanır. Müdür, makyajını silmesini iste, Çanakkaleliler gülbeşeker diye ona lakap takar. Ona bu ilginin sebebinin güzelliği olduğunu söylerler, oysa sebebi kimsesiz, daha doğrusu erkeksiz bir kadın olmasıdır. Zamparalar tuzağa düşürmek için çırpınmaktadır. Derken biri kısmen de olsa başarır. Aile ziyareti, Feride'nin rezilliği ile son bulmuştur, zampara Feride  ile yatmasa da, yatmış kadar olmuştur. Onu bu durumdan, yaşlanmaktan erkekliğini bile unutmuş babacan bir ihtiyarla evlenerek kurtulur.

Bu sürede Güntekin, başka kadınların yaşadıklarından da kadının halini ortaya koyar. Bir tanesi onca talibi varken kılıçlı zabite (subay) varacağım diye taliplerini tepmiş, zabitte onu çocukları ile yüz üstü bırakıp, gitmiştir. Bir kadın,  zamparanın birinin vaadine uymuş, bir çocukla ortada kalmıştır, Feride o çocuğu evlat edinmiştir, o evlat ölünce, Feride evlat acısını da yaşar.

Romanın sonunda, hemen her Reşat Nuri öyküsünde olduğu gibi yanlış anlama vardır ve nişanlısı masumdur. Kendisi yıllarca eğitim müfettişliği yapan Reşat Nuri, muhtemelen iftiraya uğrayan çok kişinin soruşturmasını yapmıştır. Roman ve hikayelerindeki kişiler çoğunlukla ya babası gibi doktor, ya da kendisi gibi öğretmendir.

Acımak romanının kahramanı da öğretmendir ve bu roman da, Çalıkuşu gibi günlük halinde yazılmıştır. Yıllar sonra babasının günlüğünü okur ve babasının aslında hiç de annesinin anlattığı gibi olmadığını anlar. Çalıkuşu hep bir öğretmenlik, idealize öğretmen romanı olarak okunmuştur, oysa derinde bir kadın-erkek eşitsizliğinin irdelenmesidir. Çalıkuşu olaya kadın tarafından bakarken, Acımak, erkek tarafından bakar. Roman kahramanı baba da, Çalıkuşu kimsesizdir. Yalnız Çalıkuşu kimsesizliği gurur sebebi ile kendisi seçmişken, baba doğuştan kimsesiz, sıradan bir evrak memurudur (Sonra kızı öğretmen, hatta müdür olacaktır.) Burada erkek egemen topluma mağdur olan erkektir. Ölen mesai arkadaşının kızı ile tanışır. Romanı uzun uzun anlatmayayım, anne kız zavallıyı hem mağdur, hem de perişan ederler. O ise son bir gayretle kızını, annesinin yolundan gitmesin diye yatılı okula gönderip, öğretmen yapar. Erkek egemen gibi görünen sistemin, iyi niyetli ve kimsesiz olunca, bir erkeği bile nasıl ezdiğini gösterir romanında Reşat Nuri.

Yaprak Dökümünde ise, değişen kültüre ayak uyduramayan karı kocanın sistemde ezilişini gösterir. Küçük memur ailesinin sınıf atlama hevesi ile maceralara atılarak çürüyüşünü ve çöküşünü okuruz.

Bu üç şaheser Güntekin'in dehasını anlamak için sadece bir başlangıçtır. Harabelerin Çiçeğinde örneğin. Küçük yaşta yüzü yanmış, tanınmayacak hale gelmiş bir insanın hayatını anlatırken, şu tespiti toplumun yüzüne vurur. ''İş istediğimde kimse iş vermiyordu ama istemediğim halde hemen herkes cebime üç  beş kuruş sıkıştırıyordu'' Roman, yüzü yandıktan sonra ailenizin bile size nasıl adım adım düşman olduğunu, adım adım nasıl yalnız kaldığınızı anlatır. Dudaktan kalbe romanında ise zengin sınıfın zevkleri için çevresini nasıl acımasızca sömürdüğünü görürüz. Bütün o zengin erkek, fakir kız masallarının yalanını, gene böyle bir masalı bize anlatarak gösterir. Balıkesir Muhasebecisi adlı oyunu ise bence gözden kaçmış bir şaheserdir. Ahlakta iki yüzlülüğü gözler önüne serer.

Burada okuduğum tüm Reşat Nuri eserlerinin özetini verecek değilim. Kendisi Anadolu gericiliğinin modern yaşamdan daha fazla özgürlüğe düşmanlığını, iki yüzlülüğünü çok güzel anlatır. Şeyhlere kanaat önderi, gerici şiddete mahalle baskısı diyen yetmez amacı güruhun kafasına Reşat Nuri kitaplarını zorla okutmak ya da kafalarına çalmayı çok istedim. Yeni nesle Reşat Nuri kitaplarını tanıtmalıyız.



25 Eylül 2020 Cuma

DOĞU PERİNÇEK KİMDİR?




 En başta söylemeliyim ki, aktif bir siyasetçi, gazeteci ve siyasi tarihçi değilim. Perinçek üzerime bu yazdıklarıma da inanmayabilirsiniz.  Yazdıklarımda eksik vardır, fazla yoktur. 

,Bu yazının amacı Perinçek hakkında internette pek az bulacağınız bilgileri vermektir. Türkiye'nin en hızlı döneği, en sık fikir değiştiren şahsıdır. Ayrıca en fazla insanın tutuklanmasına sebep olan şahıstır da. Onlarca yıl yok denecek kadar az satan gazete ve dergileri; gene yok denecek kadar az oy alan, adı sık sık değişen partileri ile ortalığı karıştırmayı, toplumu yönlendirmeyi başarmıştır.







İlk toplumsal yönlendirmesini, Türk Marksizm'ini Atatürk düşmanı çizgiye çekerek yapmıştır. Atatürk'e küçük burjuva devrimcisi demek, Atatürkçülüğü faşizm olarak görmek, Perinçek'ten yayılan bir düşünce hastalığı olmuştur. Perinçek uzun yıllar Marksizm'e dayanarak Atatürk düşmanlığı yapmıştır.

Yetmişli yıllarda Marksist-Leninist olmayı bırakmış, Maoist olmuş, küçük grubu ile Türkiye'de Maoizmin tek temsilcisi olmuştur. 12 Mart muhtırasından sonra, sola muhalefet olan sol olmuştur. CHP'ye az solcu, sağcı, faşist; Marksistlere de devlet düşmanı, Sovyet Rusya işbirlikçisi demiştir. 

12 Eylül yaklaşırken de, o ve Aydınlık dergisi-gazetesi önce kurtarılmış bölgeler yazı dizisi ile Dev-Yol'u (12 Eylül öncesi Türkiye'nin en büyük Marksist-Leninist örgütüydü. Rivayete göre o yıllarda kırk milyon olan Türkiye'de beş yüz bin üyesi vardı ki, o zamanlar ordunun asker sayısından da fazlaydı) hedef aldı. Özellikle Fatsa'yı uzun uzun yazdı. Fatsa operasyonlarında, ilçedeki Ülkücüler, askere-polise yol gösterecekti ama Perinçek, Ülkücüleri de yakacaktı. Fatsa davası iddianamesi, olduğu gibi Aydınlığın yazı dizisinden alınmıştı.

12 Eylüle aylar kala Aydınlık bu sefer de MHP'yi hedef aldı. MHP ve Yan Örgütleri yazı dizisi, 12 Eylülden az önce yayımlandı. 12 Eylül sürecinde açılan MHP ve Yan Örgütleri davasının iddianamesi, Aydınlıkta yayımlanan yazı dizisinin kopyasıydı. Tutuklamaların, cezaların hemen hepsi Aydınlık yazıları yüzünden oldu.

İdam edilen DEV-YOL, MHP   ve  Fatsa sanıklarının hepsinin tek delili Aydınlık dergisi-gazetesi yazı dizisiydi.

Kendisi ve ekibi 12 Eylülde yargılananlardandı. Yalnız ilginç bir nokta, darbe yönetiminin işkenceleri sır değildi ama hep kameraların, şahitlerin  gözü önünde de değildi. O işkencelerden geriye tek bir video, tek bir fotoğraf zor bulunur. Perinçek ise, hapishane ziyaretçilerinin gözü önünde hazırolda durma cezası aldı.

12 Eylülden sonra haftalık 2000'e Doğru dergisini yayımladı ve sonradan adı Vatan Partisi olacak İşçi Partisini kurdu. Dergisi çok satmadı ama çok ses getirdi. Çünkü hem pek çok bilgi ve belge nedense doğrudan ona ulaşıyordu, hem de merkez medya denen holding medyası bu dergiyi doğrudan takip ediyor, haberini haber yapıyordu. Adından (iki bin) daha az satan dergisi, Çin Hava Yolları başta olmak üzere bazı garip reklam veren buluyordu.

Bu dönemde Perinçek ileri derecede Kürtçü ve asker düşmanıydı. Az oy alan partisinin pek çok üyesi vardı. Madımak otelinde öldürülenlerin dördü ( biri de Hasret Gültekin'di) İşçi partisi üyesiydi. Dergi sürekli askere saldırıyordu. Bekaa Vadisine gitme (Yeni nesil bilmez, ben de yazıyı uzatmayayım, Bekaa vadisi ve PKK kampları ile ilgili bir araştırma yapın) ve Abdullah Öcalan'ı ziyaret etme modasını yanılmıyorsam (Emin değilim, Mehmet Ali Birand'da olabilir) o başlatmıştı. Öcalan'ın Perinçek'e gül uzattığı meşhur fotoğrafı da internette görebilirsiniz. Bana nedense gay sevgililer fotoğrafı gibi gelir.

Bu dönemde Perinçek ve ekibi, İlhan Arsel, Muazzez İlmiye Çığ ve Turan Dursun gibi Ateist yazarlara dergisinin ve yayım evinin (o zamanlar Kaynak yayımları) kapılarını açtı. Turan Dursun vurulduğu zaman, 2000'e Doğru yazarıydı. ( Derginin kapağında da iki bin yazı değil, rakamla gösterilirdi.)

Doksanların ortalarında Perinçek gene döndü ve bu sefer bir anda Atatürkçü olup, kimselerin Atatürkçüğünü beğenmedi. Yıllarca insanları Atatürkçü olduğu için insanlara sağcı, faşist diyen Perinçek, bu sefer en Atatürkçü oldu. Atatürkçülüğü de faşizme varan bir milliyetçilikle yorumladı. Bir zaman Kürtlere özerklik, ana dilde eğitim ve benzeri şeyler için savaşan Perinçek, bir ara Kürt böreği yenmesin çağrısı yaptı kebap düşmanlığı yaptı (şaka değil). Gene bu dönemde radikal laik, hatta Fetöcülerin deyimi ile laikçiyidi. Bu döneme kadar Çin'in Türkiye'deki avukatı gibiydi. Bu dönemde Maoculuğu ve Çin hayranlığını da bıraktı.






Perinçek'in adamı diyebileceğim Faik Bulut vardı. Doksanlarda Orta Doğuda Şeriatçı Örgütler diye bir kitap yazdı,  sonra polis-mit o kitapta adı geçen herkesi tutukladı.

Perinçek'in adı Balyoz-Kumpas davalarında da geçti ve galiba bir ara tutuklandı da. Sonra ne oldu ise Fetö ile arayı düzeltti, Türkçe olimpiyatlarına misafir oldu.

Perinçek en son olarak yıllarca sürdürdüğü iktidara karşı olmayı bırakıp, Cumhur ittifakının sembolik ortağı oldu.

Perinçek'in yarım asrı aşan siyasi (düşünce demiyorum) yaşamında değişmeyen tek şey CHP düşmanlığı oldu. Solcu iken az solcu olmakla, Kürtçü iken Kürt düşmanı olmakla, ateistken laiklik karşıtı olmakla, Atatürkçü iken Atatürk düşmanı olmakla, Türkü iken Kürtçü olmakla, bir ara din düşmanlığı ile ve her zaman da öncelikle CHP'yi suçladı ve hep CHP düşmanı oldu.





23 Eylül 2020 Çarşamba

BALKAN YARIMADASININ SOĞUK SAVAŞ SONRASI ÇÖKÜŞÜ



Aslında bu yazıyı Bulgaristan için yazacaktım ama Sırbistan ve Kosova başbakanlarının Trump'ın karşısındaki hallerini görünce, Balkanlar için yazmaya karar verdim.
Bu fotoğraf işin gerçeği Rusya için de bir hezimettir çünkü Balkan yarım adasında Ruslara sempati duyan iki millet vardır, Bulgarlar ve Sırplar. Bosna savaşına Sırbistan, Rusya ve o zamanlar açıkça Rus yanlısı iktidarı olan Ukrayna'nın desteğini almıştı.
Bu destek sadece Bosna-Hersek'de yüz binlerce Müslümanın öldürülmesi, Bosna'nın kantonlara bölünmesi sonucunu doğurdu. Bu Sırp kantonları Bosna'nın yönetiminde olmadığı gibi Sırbistan'da olmadı, Sırp ekonomisinin bir parçası da olmadı.
Sırbistan ve Kosova başbakanlarının, Tel Aviv'deki başkentlerini Kudüs'e taşıyacaklarını Trup'ın ağzından öğrendiklerinde yaşadıkları şaşkınlık, aslında tüm Balkan yarım adasının halidir.
Çöküşün başlangıcı, Sosyalist rejimin çöktüğünü öngören Bulgaristan hükumetinin şoven duygularla aldığı faşizan bir kararla başladı.


Ülkede Bulgarların ve diğer Hristiyan unsurların doğum oranlarının düşmesi ve Türkler ve diğer  Müslüman  azınlıkları önce zorla asimile etmesi, sonra da Türkiye'ye sınır dışı etmesi ile başladı.
Hikaye uzun, asimilasyon politikası çöktü, üzerine de Türkler gidince tarım sektörü çöktü. Çünkü Bulgaristan her ne kadar sosyalist bir ülke de olsa, hatta sosyalistliği Sovyetlerden de önce ( Lozan konferansında Bulgar delegeleri taksi kullanıyordu çünkü Bulgaristan'ın solcu Köylü partisi lüksü yasaklamıştı) sosyalist de olsa, gayet ırkçı ve ayrımcı bir ülkeydi.
Doğma, büyüme Bulgaristanlı bir Türk'le tanışmıştım internetten. Anlattığına göre Bulgaristan'da piramitsel bir yapı vardı. Piramidin en altında Romanlar vardı ve Romanların önemli bir kısmı Müslümandı ve Bulgarlar bunlara Türk Çingenesi diyordu. En ağır ve pis işleri yapanlar bunlardı. Bir üstte tarım ve köy işlerini yapan Türkler ve en üstte de memurluk, beyaz yaka işler ve şehirlerde yaşayan Bulgarlar vardı.
Türkler gidince  tarım başta olmak üzere ağır ve zor işleri yapacak kimse kalmadı ve tarım sektörü çöktü.
Sovyetler Birliği çökünce ve iki Almanya birleşince, en büyük ticari ortağını kaybeden diğer eski doğu bloku ülkeleri (Polonya, Çekostovakya (Çekya ile Slovakya), Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) gibi ekonomik krize girdi. (Batı ile birleşen Doğu Almanya, krizi de batıya yükledi.)
Meşhur Demir Perde 'nin yıkılması ile genç nüfus batıya aktı ve iyice nüfussuz kalan Bulgaristan, Avrupa Birliğine üye olunca,  gençlik Avrupa'nın dört bir yanına dağıldı. Sonra nüfusu iyice azalan Bulgaristan, bir zamanlar ülkeyi terke zorladığı vatandaşlarına, tekrar vatandaşlık hakkı verdi.
Bunu Avrupa Birliği kriterleri gereği mecbur olduğu için yapmadı. Nitekim Yunanistan, vatandaşlıktan çıkan, göç etmiş, Yunan kökenli olmayanlara geri vatandaşlık vermiyor.
(Yunanistan'ı sonra anlatacağım)
Aslına bu anlattıklarım hemen her Balkan devletinde olan bir şeydi. Tüm Balkanlarda Sosyalist rejimler iktidarda da olsa, toplumsal yaşamda gerçek bir faşizan piramit vardı. En altta genelde Romanlar, bir üstte de Türk-Tatar veya diğer Müslüman azınlık olurdu.






Balkan yarım adasında etnik düşmanlık sadece Müslümanlara, Türklere ve Romanlara değildi. Yugostlavya iç savaşında ve Bosna iç savaşında Sırp-Hırvat savaşında da çok insan öldü. Bulgaristan,
 sırf Sırplardan intikam almak için Almanya yanında savaşa girmişti.
Yabancı bir yazarın hikayesini okumuştum. Bir Sırp subay, savaş anısını anlatıyordu. Sırplar kaçarken, yaralıları geride bırakmak zorundadır. Askerler, Bulgarlara esir düşmektense,  ölmeyi tercih ederler. Sırplar, arkadaşlarını mermi ziyan olmasın diye kılıçla öldürürler. Çünkü Bulgarlar Sırplara, Sırplar Bulgarlara çok kötü işkence yaparlar.
Balkanlarda milletler arası bu düşmanlıkların kökeni, Osmanlı egemenliğinden bile öncedir. Osmanlı'nın gerileyip, yıkılması, ardından da Avusturya-Macaristan imparatorluğunun egemenliği,  Balkan savaşları, 1. Dünya savaşı ve Nazi işgalleri bu düşmanlıkları körükledi ama üstü kapalı Sovyet egemenliği, Yugostlavya'da Mareşal Tito, Arnavutlukta Enver Hoca egemenlikleri bunu bastırdı.
Bu Sosyalist dikta dönemlerinde baskı altında nefret de büyüdü. Daha ilginci Yugostlavya'da bu dönemde karma evlilikler zirvedeydi, hatta galiba halen de çok yoğun (hele Bosna'da, ilginç).
Yugostlav iç savaşından sonra bölge ülkelerinin çoğunun (Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Kosova hariç) Avrupa Birliğine üye olması veya olacak olması da işleri daha da zorlaştırdı, zira Avrupa'nın işçi açlığı, Sosyalizmin getirdiği sağlık, eğitim gibi devlet güvencelerinin yıkılması ile doğum oranları trigonometrik şekilde düşen bölge ülkelerinin bir de göç vererek tükenmelerine yol açtı.
Uzun süre dikta ve polis devletinin ardından Balkan yarım adası mafya yarım adası oldu. Dünyanın on büyük mafyasından 2'i (Sırp ve Arnavut mafyaları) Balkan yarım adasında. Öte yandan tüm yarım ada mafyalarla dolmuş durumda.
Bence en ilginci ise Romanya. Avrupa Birliğine üye olmasından üç yıl kadar sonra tüm Avrupa birliği projelerinden (Erasmus vs) çıkarıldı, halen de alınmıyor. Ülke o kadar ki yolsuzluğa batmış. Muhtemelen birliğin üye yaptığına en çok pişman olduğu ülkesi. Sıradan bir Avrupalı için Rumen ya da Romanya denilince akla ilk ve son gelen yankesici ya da cepçi denen sokak hırsızları.
Tüm Balkan yarımadası boyunca doğum oranları mevcut nüfusu besleyecek durumda olan ülkeler Bosna-Hersek ve Arnavutluk.
Yunanistan hariç hiç biri göç almıyor. Yunanistan, Gürcistan ve Kafkasya'dan iki milyon kadar Yunanca bilmeyen Ortodoks Hristiyan'ı Batı Trakya'ya yerleştirip, nüfusunu 10 milyon yaptı ama son bitmek bilmeyen ekonomik krizinde beş yüz binden fazla genci de yurt dışına göç etti. Ülkenin ana ekonomik damarlarından gemi taşımacılığı da, Alman ve diğer büyük Avrupa ekonomileri karşısında çökmüş durumda. Kuzey Kıbrıs ve Malta bir zamanlar kolay bayrak (Vergi Avantajı) ülkesiydi ama birliğe katılınca bu özelliklerini kaybetti.
Balkanlar ve Doğu Avrupa (Ukrayna, Baltık Ülkeleri vs), Karaip adaları ile beraber Dünyanın hızla nüfus kaybeden iki bölgesinden biri.
 Balkanlarda (Yunanistan hariç) göl ve deniz kıyısındaki turistlik tesisler ve devlet kurumları haricinde işleyen ekonomi yok ve onlar da mafyanın elinde. Çöküş de dibi bulmadı, daha da sürüyor.


18 Eylül 2020 Cuma

TÜRKİYE'DE TARİKATLARIN YÜKSELİRKEN ÇÖKMESİ



İktidar partisinin sinsice yaptığı bir şey var ki, sıradan bir öğretmen olan benim dışında kimse bahsetmedi veya bilmiyor. Başka bir ihtimal de ben kuruntu yapıyorum.
Hükumet tarikatların ne olduğunu istiyor, ne de öldüğünü. Tarikatların itibarını, muhalif bası aracılığı ile eziyor.
Şimdi sizden kuruntu yapıyorsam da kuruntumu okumanızı isteyeceğim.
Bundan ilk defa  Soner Yalçın'nındı, bir tweet'e verilen bir cevapla şüphelenmeye başladım.Yazan kişi Fetöcü olduğu besbelli bir hesaptı ve Soner Yalçın'ı iktidarı Fetö operasyonu yapmak için kışkırtmakla suçluyordu.
Sonra garip bir şekilde Fetö operasyonları ile, Soner Yalçın-Odatv-Sözcü Gazetesi şeytan üçgeninde, hükumet halen Fetö ile işbirliğinde, her an barışabilirler, üstü örtülü af geliyor ve benzeri haberler çıktıktan sonra, Fetö operasyonları yapıldığını fark ettim.
Sözcü gazetesini elde, koltuk atında taşımak, AKP muhalifi olduğunu sokakta göstermenin en bariz yolu oldu.
Odatv ise muhaliflerin başına ne geleceğinin simgesi oldu. Site yazarları ya iki yıl içeride, iki dışarıda ya da altı ay içeride, altı ay dışarıda yaşıyor.
Gene de çocuk tacizcisi şeyh, Odatv, Sözcü ifşa eder de rezil olurum diye sesini tit tir titretiyor. Zira artık açık ki, yandaş gazeteler, tarikatın üyelerini iktidara düşman etmemek adına ifşa işini muhalif basına bırakmış durumda.
İç kavgalarda düşmanı kullanmak yeni bir durum değil. Seksenlerin sonunda Dev-Sol'un DHKP-C olması sürecindeki Dayıcı (Dursun Karataş)-Bedrici (Bedri Yağan) savaşında taraflar birbirlerini polise ihbar ediyor, birbirlerini polise öldürtüyorlardı.
Şimdi de iktidar benzeri taktiği uyguluyor. Çünkü her ne kadar iktidar partisinin temeli bu tarikatların üyelerine dayanıyor da olsa, 15 Temmuzdan beri tarikatlarla ilgili olarak diken üzerinde.
Irak ordusunun Amerika karşısında hızlı çözülmesinin arkasından bazı şeyhlerin subaylara teslim olması olduğunu biliyoruz. Libya'da da benzeri oldu. Saddam'dan farklı olarak Kaddafi, tüm kilit noktalara kendi kabilesi olan Sirtelilerle doldurmuştu ve buna güveniyordu. Oysa şeyhler ve kabile reisleri iç savaş için kendi subaylarını atamıştı bile.
Esad ise bu tür unsurları ordusundan itina ile temizlemişti. İç savaşı da çok önceden sezip, Lazkiye limanını Rusya'dan gelecek büyük gemiler için derinleştirmişti. Bunun sonucunda da ordusu iç savaşın başlarında Lazkiye ve Şam'ın bir kısmında kapalı kaldığında bile çok fazla fire vermedi. (Savaşı bitiremedi, o ayrı)
 Ben altı gün savaşlarında İsrail'in muhteşem zaferinde de benzer durumlar olduğundan şüpheleniyorum.
Ülkemizde olmaz diyenler, 15 Temmuz sonrası devletin helikopteri ile Yunanistan'a sığınan Fetöcüleri hatırlasın.
Bir de Tarikat kelimesini sosyolojik olarak anlatayım ki, aklı başında kimselerin ve hükumetin tarikatların gizlice altını oyduğunu anlatayım.
Amerikalı sosyologlar (o kitapları okuyalı uzun zaman oldu, isim vermeyeceğim) tarikatları dinsel değil, örgütsel olarak ele alır. Hatta bir tanesi Ferdinand Tönnies'in meşhur Cemaat (birincil, senli-benli ilişkilerin olduğu çoğunlukla da küçük insan toplulukları)-Cemiyet (İkincil, resmi ilişkilerin olduğu, büyük ve sizli bizli konuşan topluluklar) ayrımına 3. olarak ekler tarikatı.
Tarikatlar, belli ortak hedef ve değerleri olan, birbiri ile samimi ama hiyerarşik olarak örgütlenmiş topluluklardır.
Bu tanıma göre sosyalist-komünist örgütlerin pek çoğu, pek çok siyasi parti, bazı mafya grupları (Cosa Nostra, Ndrangetha, Camaro vs) ve çok büyümemiş bazı mezhepler (Sabataycılar, Yezidiler vs) tarikat sınıflandırmasına girer.
Tarikatların asıl tehlikeli özelliği hiyeraşileri ve bu hiyeraşiye bağlı okültist (gizli öğreti) yapısıdır. Tarikatlarda rütben yükseldikçe bazı sırları öğrenir, bazı törenlere katılırsın.
Nazi partisi iktidarının doruğunda olduğunda bile üye sayısı otuz beş bini geçmemişti.(Boşevikler, Lenin'in dediğine göre iktidara geldiklerinde on altı bin üç yüz kişi  kadardılar. 1979'da Sandilisler üç yüz kişi ile Nikaragua'da iktidarı ele geçirdiler, Castor ile kendisi dahil seksen üç kişi ile Batista rejimini devirdi) Bazı toplantı ve törenlerinde ne yaptıkları halen belli değildir. Bazı  iddialara göre Hristiyanlık öncesi Alman kabilelerinin dinlerine inanıyorlardı.
Tarikatlar taze üyelerine bazı bilgileri vermezler, bunun için tarikatın içine girmeli, topluluğa karışmalı ve uyum göstererek, tarikatın dediğinin doğruluğuna inanmalısınız.
Bu uyum durumu o kadar güçlüdür ki 26 Mart1997'de Uzay Kapısı (Heaven's Gate) tarikatı toplu intihar ettiğinde, ölen otuz dokuz kişiden ikisi, iddialara göre tarikatı kontrol etmekle görevli FBI ajanlarıydı. Daha sonra tarikattan iki kişi daha intihar eder. Ölenlerin çoğu bilgisayar sektöründen, bilgisayara ve yazılım mühendisiydi.
İnançlarına göre 1997'de Dünya'nın yakınından geçen Halley-Bob kuyruklu yıldızı (76 yılda bir geçen Halley kuyruklu yıldızı ile karıştırılmamalı) onları cennete götürecek gemiydi. Zehirle intihar ederek, bu uzay gemisine binecek ve cennete gideceklerdi. Ceplerinde gemiye giriş ücreti olarak on dolar ve gemideki (öğünler hariç) yeme-içme otomatlarından yararlanmak için bozuk para vardı.
İnsanlar normalde saçma gelen fikir ve inançlara kapılmada birinci  nedenleri uyum durumudur. İnsanlar bulundukları durumlara uymaya eğilimliydi.
Bu uyumla elde edilen düşünce değişikli en güçlüsüdür. Hasan Sabbah'ın fedaileri afyonkeş değildi. Bu katiller çok önemli kişilerin yanlarında uzun yıllar kalıp, ciddi mevkilere geliyordu. Psikiyatristlere göre bir maddeyi bir buçuk yıl almazsanız, artık bağımlı değilsinizdir. Bağımlılık, iş yapmanızı engelleyen bir unsurdur. İmam Gazali ve Enver Berhan Şapolyo; Hasan Sabbah aleyhine çok şey yazsalar da, esrarkeşliklerinden bahsetmez.
Bir genç nasıl tarikat ortamına girer?
Yurtlar ve Kuran öğretmeyen Kuran kursları ile. Ülkemizde halen bir milyondan fazla çocuk, tarikat yurtlarında.
Şu an hem iktidar, hem de tarikatlar bir ikilem içinde.
Tarikatlar, evlerin içine girerek iktidar için oy topluyor, iktidar da tarikatlara devletten kadro vererek elini güçlendiriyor.
Lakin her ortaklıkta çıkar çatışmaları bulunur ve bu yüzden hiçbir ortaklık sorunsuz değildir. İktidar partisi, tarikatlardan, yukarıda bahsettiğim durumlardan dolayı korkuyor. Zira bir tarikatın en iç çemberindeki sır odasında ne karar verildi, bilemezsiniz.
Diğer yandan da İslamcıları Amerika'ya tam anlamıyla sırtını döneceklerine inanmak fazla saflık olur. Bu tarikatların hepsi Nato ile yükseldi, 12 Eylül ile beslendi. Türkiye bir yana, dünyanın dört bir yanına Amerika desteği ile yükseldi. Tarikatlar yeni bir 15 Temmuza kalkışmaz sanıyoruz, belki de kalkışmaz ama gene de iktidara zarar verebilir.
Tarikatlar, Akp benzeri bir sağcı iktidarı hazırlamadan Akp'yi iktidardan indiremez, iktidar da açıkça tarikatlara cephe alamaz.
Bu memnuniyetsizlikler çatışmaya dönmeyecek demek değildir. Her memnuniyetsizlik, eninde sonunda çatışmaya döner.
Bu çatışmanın sonucunda da insanlar dinden kaçıyor. Bir milyon genç tarikat yurtlarında ve kuran öğretmeyen kuran kurslarında demiştim ya,  onlardan en az yüz bini dinsiz yetişiyor. Sosyal medya ya da internette iki yıldır dinsiz takılan pek çok genç ya buralarda kalmış ya da halen kalmakta.
Okulu terk eden çocukların da çoğu imam hatipli desem yalan olmaz galiba.  sene önce yarım dönemliğine bir imam hatibe yarım günlüğüne derse gitmiştim. Teneffüs arasında öğretmenlerle konuşuyordum. Okul o zamanlar açılalı dört yıl olmuştu. Okulun eski öğretmenlerinin anlattığına göre okula ilk açıldığında (5. ve 9. sınıflar, yani orta okul ve lise başlangıcı olarak) bin dört yüz küsur öğrencisi varmış. Dördüncü yıl sonunda dört yüz küsur kalmış.
Hemen her yeni açılan imam hatip lisesinin başına gelen bu.
Bu iktidar nasıl ve ne zaman düşecek diye bir tahminim yok. Her iktidar gibi, şu anki iktidarımızın da bir sonu var.
Bildiğim bir şey varsa, bu iktidar değiştikten sonra bir saha uzun süre sağ iktidara gelemeyecek, gelse de eski sağcılık olmayacak. Daha şimdiden dinsizlik kartopu gibi büyüyor. Bir zamanlar Zaman, Türkiye, Akit aboneliklerini gözümüze sokan esnaf, duvardaki Atatürk resmini gözümüze sokuyor. Çünkü iktidar sayesinde zenginleşen sınıflar bile, bu zorlama muhafazakarlıktan nefret ediyor.
Geçenlerde bir apartmanda Atatürk'ün Kocatepe pozu olan bir ilan gördüm. İlk önce siyasi bir ilan sandım, oysa bir ciğer kebapçısına aitti.
O muhalif Sözcü-Cumhuriyet ve hatta Birgün gazetelerine yaz boyu reklam veren özel okullar hep tarikatların elinde.  Müşteri çekmek için sadece bu ilanları vermiyorlar. Tiyatro kulüplerine Atatürklü oyunlar oynatmak gibi çeşitli gösteriler yapıyorlar. Özel hastanelerin  de pek çoğu aynı şekilde tarikatların elinde ama mümkün olduğunca türbanlı personel (en azından göz önünde) çalıştırmıyorlar. Konu para olduğunda dinin imanın bir değeri kalmıyor.
İnsanlar din adına oynanan bu siyaset oyunundan sıkıldı ve sıkılanlar her geçen gün daha da artıyor. İktidar, tarikatlara karşı kendisi bir tarikat olmak için diyaneti kullanıyor. Tarikat yurtlarına karşı, kendi yurtlarına ilahiyat mezunu manevi danışmak atıyor.
Oysa devlet memuru, tarikat şeyhi ya da abisinin yerini tutmaz. Tarikatlar, devlet içinde güçlü olmalı, devlet içinde torpil-adam kayırma işine yaramalı, ama devletin kendisi tarikat olursa bu iş tutmaz.
Katiller, tecavüzcüler tutuklu yargılansın diye twitter'da çırpındığımız, imara açılan her ormanda yangın çıkan bu dönemde, din ve tarikatlar, para ve iktidar olarak yükselseler de,  kalplerde çökmekteler.
Bu kalplerde çöküş, para ve iktidarda çöküşü de getirecektir.



12 Eylül 2020 Cumartesi

6 UNDERGROUND FİLMİ VE BEYAZ ADAM KİBRİ

6 Underground (2019) - IMDb
Amerika Birleşik Devletleri başkan yardımcısı Joe Biden'ın sözleri yaklaşık yedi ay sonra Türkiye'de gündem oldu. AKP'yi darbe ile değil, seçimle indireceğiz dedi ve muhalefette dahil olmak üzere tüm Türkiye'nin tepkisini çekti.
Oysa epey bir zaman önce, Rus uçağının düşürüldüğü zaman, üst düzey bir Rus politikacı, televizyonda canlı yayımda, Rusya için AKP'yi indirip, CHP'yi iktidara getirmek dedi. Aynen böyle dedi. (Olayın videosunu bulmaya üşeniyorum ama oldu böyle bir olay)
Olayı Türkiye'de kimse umursamadığı gibi, daha sonra Fetö ve 15 Temmuz'un da etkisi AKP ile Putin Rusya'sı can ciğer kuzu sarması olup, Amerika'yı kıskandı.
Bizde nasıl yeni Osmanlıcılar, Osmanlıyı en güçlü hali ile hatırlayıp, bir sürü ülkeyi küçümsüyorsa, beyaz adamlar da halen aynı kafada ve dünyanın geri kalanı ile oyuncak gibi oynama kafasında.
Gerçi itiraf edelim, beyaz adam egemenliği 1922 Kurtuluş Savaşımız ve 2. Dünya Savaşından sonra hızla gerilemekte ise de halen çok güçlü.
En son teknoloji dehası milyarder Elon Musk, Bolivyalı bir takipçisine, Bolivya'da olan bir darbe ile ilgili olarak, İstediğimiz zaman darbe yaparız, buna alışın dedi.
6 Underground filmi de bu konuda yapılmış en zırva film. Bir çeşit aksiyon pornosu da diyebiliriz. Maksat aksiyon olsun diye arabalar uçuyor, kovalamacaların biri bitiyor, diğeri başlıyor. Yönetmen Michael Bay, Hollywood'un Bombacı Mülayim'i. İstisnasız her filmde en fazla on beş dakika ara ile bombalar patlıyor, bir yerler yıkılıyor. Adama romantik komedi filmi versen, onda bile bir kaç yüz kilo dinamit patlatır.
Filmi, film eleştirisi yapan youtuberlar zaten yerin yedi kat dibine gömmüş. Biraz zorlansa absürt komedi olacakmış. Film, ara konuşmalar hariç kabaca üç bölüm. Floransa, Hong Kong ve hayali Turgiya ülkesi bölümleri.
İlk iki bölüm, özellikle de ilk bölüm, ülke tanıtımı. Malumunuz İtalya ve (her ne kadar Çin ile arasında bayağı fark olsa da bir şekilde Çin'e bağlı olan Hong Kong'un da dahil olduğu) Çin, korona salgınından dolayı turizm sektöründe çok para kaybetti.
Turizm denilince de bizim küçük burjuvaların bir kaç yüz yuroyu denkleştirip gittikleri bir kaç günlük hızlı turları anlamayın. Özelikle İtalya ve Fransa'nın asıl turist kaynağı, diğer
ülkelerin zenginleri ve ünlüleridir. Bu zengin ve ünlüler, sırf alış veril için bile yılda bir kaç kez Fransa ve İtalya'ya gider,  beş yıldızlı otellerde kalır, mini bardan da korkmadan faydalanır, zaten Türkiye, Mısır, Bangladeş gibi ülkelerde yada koronayı getiren Çinliler gibi yabancı işçilerin diktiğ, tasarımını da gene bu ülkelerdeki stilist kızların yaptığı elbise, ayakkabı ve mobilyalara, Türkiye'de bir tekstil atölyesi kuracak kadar servet bırakırlar. Çünkü bu markalar, İstinye Park gibi Türkiye'deki mağazalara her tasarımlarını göndermezler.
Pasifik Asya'da ise fuarlar ülkesi Hong Kong benzer durumda. Turizmde kuraldır, işler dursa da, tanıtım durmamalıdır.
Üçüncü bölümde hedef alına ülke ise çok açıkça Türkiye. Sadece  ülkenin adının Turgistan olmadı değil bana bunu düşündüren. Sulan 1. Ahmet'in kardeşlerine kafes hayatı yaşatıp, katletme geleneğini bırakması da açıkça söyleniyor. (Kafes hayatı da bir tek Osmanlı'da olmuştur. Avrupa'da orta çağda ara ara manastıra kapatma olmuştur.) Filmde ülke Arap ülkesi gibi gösterilmiş, o başka.
Sultanın, pardon başkanın kardeşinin kafesi de ülke dışında, Hong Kong'da. Bana Pensilvanya'da kafes hayatı yaşayan birilerini hatırlattı. Bence de onu kastediyorlar ama Amerikalılar artık bu işe açıkça devletlerinin karışmasını istemiyorlar.
 Kanlı Pazar'da kıblenin tersinde duran 6.Filoya karşı namaz kılan İslamcılar bile Amerikan karşıtı olmuş durumda. Bu yüzden filmde bile olsa Amerikan devletinin böyle şeylere karışıyor göstermemek için  senaryonun temeli absürt bir hikayeye dayanıyor. Milyarderin biri kendisini ölü gösterip, beş kişi daha bulup, onları da ölü gösterip, süper aksiyonlarla dünyayı kötülerden kurtarıyor.
Sadece altı kişi olduklarından, diktatörü devirmek için yaptıkları, ulusa sesleniş sırasında yayına girip, halkı isyana teşvik etmek. O sahneyi izlerken merak ettim, cumhurbaşkanımızın 97 kanalda birden yayımlanan konuşmasına girilebilir mi diye. Gel gelelim öyle tek bir konuşma ile halk sokağa çıksa bile Gezi, hatta George Floyd olaylarında olduğu gibi zamanla sönmeye mahkumdur. İsyanı örgütleyecek birileri gereklidir.
Film, sanki bir şeyleri kışkırtmak ama sorumluluğu almak istemeyen birilerince hazırlanmış gibi. Bizin tamamen varlığını unuttuğumuz Fetö ve örgütünün Amerika için halen umut olarak görüldüğünü düşünebiliriz.
Diktatörün demokrasi aşığı kardeşi bana hep Fetö'yü ve diğer tarikatları hatırlattı. Siyasal İslam eskiden İngiliz Muhipleri Cemiyetine bağlıydı, bu gün Nato. 2016 öncesine kadar İslamcıların Amerika aleyhine bir yazısına rastlayamazsınız.
Saddam Hüseyin ve Kaddafi, şeyhleri aracılığı ile satın alınan generalleri sayesinde çabuk yenilmişti. Türkiye'de olmaz derseniz,  15 Temmuz sonrası helikopterleri ile Yunanistan'a iltica eden subayları hatırlayın.