11 Aralık 2020 Cuma

TÜRKİYE'DE ÖĞRETMENLİĞİN MESLEK OLMAMASI

 


Her sene ÖSS sonuçlarında, özellikle sayısal derslerdeki felaket durumları konuşulur ama sözel durumlar konuşulmaz, sözel de pek parlak değildir. 

Normalde bir ülkenin bu durumda acil durum ilan etmeli, her işi bırakıp eğitimi düzeltmesi gerekir. Oysa bu durum uzun yıllardır pek kimsenin, hele de öğrenci velilerinin pek umurunda değildir. Bu meslekte yirmi ikinci yıldayım, çocuğuma şunu öğretmemişsiniz diye sızlanan  şikâyet  eden veliye rastlamadım. Çocuk yıllardır İngilizce-Almanca dersi alıyor, gene de en basit yazıları bile anlamıyor sızlanan bir veli yoktur. Yıllarca müzik dersi alıp, her sene de aynı blok flütü çaldığı halde, ninni bile çalamadığı için kimse müzik öğretmenine çemkirmez. Hatta  durun kendim için de söyleyeyim. Oğlan o kadar felsefe dersi aldı, felsefe nedir diye sorduğumda, kafayı  üşütmektir diyor, sen ne biçim felsefe öğretmişsin diye karşıma çıkan bir veli de olmadı.

Oysa velilerle, öğrencilerle çok karşı karşıya kaldım ayıptır söylemesi. Veliler okula ya disiplin suçundan şikayetimi geri almam, ya da not istemek için karşıma geldiler.

Eğitimimiz o  kadar dökülüyor ki, İmam Hatipliler Yasin ya da bazı okunması zor ayetleri okuyabiliyor sa atanabilirler, bir sürü imam hatip var, gene de diyanetçiler sık sık atayabilecekleri imam hatip mezunu bulmakta zorlanırlar. Son yıllarda din dersleri arttırıldı (kuran-siyer vs diye dayıyorlar öğrenciye) ve sonuç, gençlerde dinsizliğin adeta patlama yapması, imam hatiplerde bile deizm salgını vesaire..

Koca Türk milletinin, resim, müzik ve beden eğitimi dersini tamamen çöpe attığını bilmek insanları nasıl  dehşete düşürmüyor? Bu derslerde hiç bir şey yapmayan öğrencilere bile yüz verilmesi, öğrenci ve velilerinin, hatta devletin bu derslerin kazanımından hiç bir şey beklememesi ne dehşet vericidir, neden farkında değiliz?

Daha dehşeti, liselerin bir senesi, merkezi bir sınav yüzünden çöpe gitmesi. Merkezi sınavla öğrenci alan pek çok ülke var ama işi dershanecilik, kursculuk diye testi çözme kısa yolları kurnazlığına indirgememiz ve öğrencilerin bir sene boyunca başka bir iş yapmaması; üzerine de mezuna kalma adına sonraki yıllarını da bu beş seçenekli testi çözmekle geçirmesi korkunç değil mi? Lise son sınıf öğrencileri, ne okul spor takımında, ne tiyatroda temsilinde ne de okuldaki herhangi bir etkinlikte görev alabiliyor, varsa yoksa, test çözsün. Hatta bu sene din, yabancı dil ve bazı sözel dersler, öğrenciler rahat test çözsün diye boş bırakılıyor.

Bundan daha dehşet verici olan ise, bu test çözme maratonu adına öğrencilerin rapor alıp, devamsızlık yapıp, okula hiç gelmemesi, ilginçtir bu durum toplumu hiç rahatsız etmiyor. Bir kere dershanelerin bazı dersleri anlatmayıp, soru türlerini anlattığını öğrenmiş, dehşete kapılmıştım ama bu durum öğrencileri rahatsız etmiyor.

Bu saçma duruma o kadar alışmışız ki, gençlerin zihin ve bedenlerinin en güçlü oldukları bu yılları sadece beş seçenekten hangisini  seçmekle geçirmeleri, bilim-sanat-spor adına hiç bir şey yapmamaları, gençleri bile rahatsız etmiyor. Okulumda sevgililer bile son sene daha rahat test çözebilmek adına birbirinden ayrılıyor.

Diğer bir dehşet verici olan ise ülkemizde meslek yasalarının olmaması, öğretmenliğinse bir şeyler öğretme mesleği olmaması, pek çok öğretmenin öğretmenlik diplomasına sahip olmaması.

1998'de ilk atandığım zaman, ilçedeki neredeyse tüm sınıf öğretmenleri, ziraat mühendisliği mezunuydu. 2017'de milli eğitimin bir seminerindeydim, ben hariç diğer tüm öğretmenler sınıf öğretmeniydi. Bir ara kendi aralarındaki sohbete dahil oldum. Hiç biri eğitim mezunu olmadığı gibi, fen-edebiyat mezunu da değildi. Biri iki yıllık kütüphanecilik, diğerlerinin de çoğu iktisat-işletme veya öyle bölümler mezunuydu.

Üniversite yıllarımızda hocalarımız bize kızdıklarında, 1978-79'da iki yıllık eğitim enstitüsünün hızlandırılmış kursunu bitirenlere atfen, sizler kırk beş günlüklerin ürünüsünüz derdi; ben de bazen bunlar ziraat mühendislerinin ürünleridir diyorum.

İşin komiği, 2013'de ilk okullar beş yıllıktan dört yıllığa düştüğünde açıkta kalan binlerce sınıf öğretmenliği mezununun, okuldaki yan alanlarına, çoğunlukla sınıf ve sosyal bilgilere geçmesiydi (kolay diye seçmişler). Ziraat mühendisini sınıf öğretmeni, sınıf öğretmenlerini beden eğitimi öğretmeni atayan ülkenin kalkınma hayalleri görmesi çok komik arkadaşlar.

Bu alan karmaşası sadece sınıf öğretmenliğinde var sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Teyzem (teyze dediysem benden bir buçuk yaş büyük), altı sene bankacılık yaptıktan sonra, bankası iki bin yılındaki bankalar krizinde kapandıktan sonra, sırf üniversitede İngilizce eğitim almış olduğundan dolayı, İngilizce öğretmeni olarak atandı ve halen de öğretmen. Gene ilk atandığım ilçede, askerden döndükten sonra, okula yeni bir resim öğretmeni gelmişti. Ben daha üç yıllıktım ama o yirmi yılı devirmiş, iki kere de memurluktan istifa edip, geri dönmüştü. Kendisi grafik-tasarım mezunuydu. Dediğine göre Türkiye'de onun gibi yedi kişi varmış ve bir tarihte Bolu'da bir kursta bir araya gelmişler. Kız kardeşim, giyim öğretmeniydi. Hakim olan eşi Edirne'ye atanınca, kadro bulamadı ve teknoloji-tasarım öğretmeni oldu, hatta iki sene kadar işitme engelliler orta okulunda ders verdi. Tekstil sanayinde makineleşme artınca, ücretlerde düşmüş durumda ve artık gençler bu alana gitmek istemediğinden, giyim bölümleri kapandı ve hemen hepsi teknoloji-tasarım (eski iş teknik) öğretmeni oldu.

Çok daha ilginç olanlarına da rastladım. İktisat mezunu bir arkadaş, meslek lisesine muhasebe öğretmeni olmuştu. Sınıf öğretmeni olarak atanıp, özel kararname ile İngilizce öğretmenliği yapan Ziraat mühendisi vardı.

Milli eğitimin üst kademelerinde de, eğitim mezunu olmayan pek çok kişi olduğu gibi, hiç öğretmenlik yapmamış pek çok kişi de vardır. Bakanlık müfettişlerinin pek çoğu,  diğer bakanlıklarda müfettişlik kadrosu bulamadığı için milli eğitime geçmiş kişilerden oluşur. Denetlemelerde bunu söylemezler. Ben, şube müdürlüğü sınavını kazanan bir arkadaşımdan bunu duydum. Kurstaki arkadaşlarının çoğu diğer bakanlıklarda şube müdürlüğü kadrosu olmadığı için geçen kişilermiş.

Benzeri başka bakanlıklarda da var. Sağlık meslekte tanıştığım bir edebiyat öğretmeni,  bir dönem il sağlık müdürlüğünde şube müdürlüğü yapmıştı (Önceden sağlık meslek liselerinin çoğu. Bunu da siyasi partinin desteği ile yapmış, partisi bakanlığı bırakınca, o da öğretmenliğe geri dönmüştü.

Hep milli eğitim bakanlarının öğretmenlik yapmamış kişilerden olduğu söylenir. Milli eğitim bürokrasisi hiç öğretmenlik yapmamış ya da en son ders anlatalı onlarca yıl geçmiş kişilerle dolu. Bir kere yönetici olan, bir daha öğretmenliğe dönmediği gibi, öğretmenin halinden de pek anlamıyor.

Bir dersi anlatacak öğretmenlerin hangi dersleri almış olması gerektiğine dair hiç bir yasa yok. Bir ara norm fazlası kalan yabancı dil öğretmenlerini, Türk dili ve edebiyatı öğretmeni yapıp, yabancı dil öğretmenlerine, Türk dili dersini maaş karşılığı yaptılar. Bu yönetmelik değişti mi, halen duruyor mu, bilmiyorum. Resim öğretmenlerine, sanat tarihi dersi maaş karşılığı oldu.

Bu branş değiştirmeyi ben de yaşadım, hem de biri isteyerek, biri de istemeden iki kere. Felsefe öğretmeni iken,  Anadolu Öğretmen lisesi, öğretmenlik meslek bilgisi branş öğretmeni oldum. Arkadaşlarım her yerde Anadolu Öğretmen lisesi olmadığını, dolayısı ile Ankara (veya başka bir yer)'ya tayinim zorlaşacağını söylediler. Oysa ben tam aksine Ankara il sınırlarına girmek için branş değiştirdim çünkü Anadolu Öğretmen lisesi azsa, bu branşın öğretmeni de azdı. 

Bu branşı yetiştiren öğretim programları ile ilgili Hacettepe üniversitesinin eğitim fakültesinin eğitim programcılığı bölümü kapatılmıştı. Bazı eski öğretmenler emekli olup, açık ortaya çıkınca akıllarına felsefe öğretmenleri geldi. Zaten bu branşın dersleri felsefe öğretmenlerinin branş dersiydi. (Ne alaka diye soracaksanız, ben de bilmiyorum) Branşa geçtim ve önemli bir kısmını daha önce hiç duymadığım konuları, önce internetten biraz kendim öğrenip, sonra anlatmaya başladım. Okulda  Hacettepe'nin bu bölümünden mezun bir branşdaşım vardı ve dediğine göre bazı konuları o da duymamış.

Sonra Anadolu öğretmen liseleri kapanınca, ister istemez ve otomatikman felsefe öğretmenliğine geri döndüm.

Ben de sosyoloji mezunu olarak gerekli 16 kredi psikoloji, 16 kredi felsefe ve 8 kredi mantık dersi almama rağmen felsefe müfredatı değince ilk defa duyduğum felsefe akımlarını anlatmak zorunda kaldım.

Dostlarım, hiç İngilizce öğretmeninin bankacı, sınıf öğretmeninin ziraat mühendisi atandığını ya da makine mühendisinin, inşaat mühendisi olarak çalıştırılabildiğini duydunuz mu? Ülkemizde öğretmenlik yıllardır öğretme işi değil de,  gençleri bir süre avutma-bakma oyalama işi yapan kişiler olarak görülüyor.

Eğitimde başarı isteniyorsa önce öğretmenliği profesyonel ve uzmanlık alanları olan  bir meslek olduğunu kabul ederek, bu zihniyeti değiştirerek başlayalım.


8 Aralık 2020 Salı

YIRTIK DONDAN FIRLAYAN ÜNLÜLER

 



Gün geçmiyor ki bir ünlümüz, eski ünlümü, yarı ünlümüz ya da kendini ünlü zanneden biri, bir röportajda ya da twitter başta olmak üzere sosyal medyada açıklamaları ile dikkatleri üzerine çekmesin ve hemen ardından sosyal medya gündemini gün boyu meşgul etmesin.

İşin doğrusu Türk halkı olarak artık bundan sıkılmaya başladık. Bunun kökeni benim hatırladığım Turgut Özal ara ara ani çıkışlarla gündemi değiştirmesiydi. Sonra Aziz Nesin'in Türk halkının aptallık yüzdesi verdiği o meşhur  mülakatla başladı. Sonra Ahmet Kaya'nın linçe konu olan açıklamaları ile devam etti.

Ahmet Kaya ne yazık ki böyle çıkışları çok yapar, medyanın ilgisini üzerine toplamaktan zevk alırdı. Oysa bu yaptığının itibarını zayıflattığını düşünmemişti. O çıkışları onun linç edilmesinde zemin hazırladı. Çünkü bu gereksiz çıkışlar, kişinin toplum içinde önce itibarını, sonra popülerliğinin yitirilmesine sebep olur.

Son bir kaç yıldır, pek çok ünlü  ya da ünlümsü kişi, iktidarı alkışlayan ya da gelişmiş ülkeler bizden daha kötü gibisinden açıklamalar, hem kendi itibarlarının, hem de iktidarın yıpranmasıdır.

Çünkü fazlası ile zengin ve hali hazırda devletin imkanlarından da nemalanan bu kişiler, ilginçtir referandumlarda ben de varım derken, biz bize yeteriz ve benzeri iktidarında dahil olduğu bağış kampanyalarında yokturlar.

Bu fırlamaların bir kısmı, koronanın başlarında, iflas ettik, fakir kaldık, kiralarımızı alamıyoruz diye ağlıyorlardı, sonra onlara youtube konseri verildi de, sustular.

Sık sık her şey çok güzel oluyor diyenlerin en büyük özelliği varlıklı olmalarının yanı sıra, pek çoğunun aileden de varlıklı olması. Mesela Kenan İmirzalıoğlu, Ankara'nın Bala ilçesini sahibi Mirzaailioğulları soyunun bir ferdi.

Hani denir ya, ağaların iki oğlu varmış, biri soldan, diğeri sağdan politika yaparmış; işte bu sözlerin kaynağı, Mirzaalioğulları soyudur ki Bala ilçesinin sahibiler desek yalan olmaz. Aile, soy adı kanundan sonra iki ayrı soy adı aldı, Mirzaalioğulları ve İmirzalıoğulları. Mirzaalioğulları sağdan, İmirzalıoğulları soldan siyaset yaptı, Kenan'ın amcası CHP'den milletvekili bile seçildi. İki ayrı soy adına rağmen, aileler birbirlerini akraba olarak bilirler, ayrıları, gayrıları yoktur. Kenan bey de bu ailenin mensubu olarak, ülkedeki sıkıntıları yaşayacak, olumlu ya da olumsuz yorum yapacak biri değildir.

Ülkemizde zenginlerin hep yoksul çocuğu olduğu imajı verilir ki, bu pek doğru değildir. Serdar Ortaç'ın babası, beş yüzden fazla işçisi olan bir fabrikatördü. Sertap Erener'in abisi ülkenin en büyük reklam ajansının sahibi vs, vs.

Kaldı ki çocuklukları fakir bile geçmiş olsa, yıllardır magazin basını ile gözümüze sokulan süper lüks bir yaşamları var ve pek hayır sever oldukları da söylenemez.  Baştan da söylediğim gibi, biz bize yeteriz ve benzeri kampanyalarda sessiz kaldılar.

Diğer bir sorun da pek çoğunun kendisini ünlü zannetmesi. Bir  kısmı eskiden ünlüydü. Mesela Hülya Koçyiğit'i, salgında evvel bir AVM'de görmüştüm. Kendi yaşlarında otuz kadar kadınla konuşuyordu ve galiba AVM yönetiminin davetlisiydi. Aynı gün tam karşısındaki AVM'de yeni yetme bir youtuber, binlerce gençler ortalığı yıkıyordu.

Koçyiğit'in otuz filmde rol arkadaşlığı yapmış Ediz Hun'un halen ünlü olduğunu söyleyebilirim. Ahatha Cristine'in meşhur On Küçük Zenci oyunu ile salonu dolduruyor ve muhteşem oyunuyla izleyicilerini memnun ediyor. 

Başka bir eski ünlü de Hülya  Avşar. Selfi filminin başarısızlığından beri ortada görünmüyor. Daha öncesi on beş yıl kadar sadece Acun Ilıcalı'nın yarışmalarında jüri üyeliğinden başka kayda değer iş yapmadı. Oynadığı sinema filmleri ise sırf o oynuyor diye iş yapmadı.

Bazıları da neye göre, kime göre ünlü diye sormalı. Eskiden iletişim kanalları azken, belli kişiler gerçekten ünlüydü. 2001'de cenazelerde bile Kuzu Kuzu dinleniyordu, Tarkan'ı bilmiyorum demek mümkün müydü? Daha öncesinde İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Sezen Aksu ve benzeri bazı sanatçıların kasetini almamış olanlar bile üç-beş şarkısını ezbere bilirdi. Sonra eskiden tek televizyon ve çok az gazete-radyo vardı. Oralarda bir kere görünen bile ünlü olabiliyor. Oysa ben bu gün kendince ünlü olan ya da kendini ünlü zanneden pek çok kişiyi hiç bilmiyor, bu da kim diyorum ki, benim gibi tepki veren pek çok kişi var.

Ünlü olmak giderek değersizleşiyor ve bu saçma çıkışlar, ünlü olmayı da giderek değersizleştiriyor.

Onlara Amerika'nın meşhur başkanı Kenedy'nin sözü ile sesleniyorum.

Tarihi değiştirecek şeyler söylemeyecekseniz, kalabalıklar önünde konuşmayınız.




4 Aralık 2020 Cuma

MUHAFAZAKARLAR İÇİN KARMA EĞİTİMİN GEREKLİLİĞİ



 Kız liseleri ile ilgili görüşlerimi daha önce yazmıştım. Karma olmayan eğitim, akademik başarıyı önemli oranda düşürdüğü için AKP iktidarının ilk yıllarından önemli ölçüde kaldırıldı. Kız teknik eğitim ve erkek teknik öğretim kapatılarak, teknik ve mesleki öğretim genel müdürlüğü yapıldı. Derken Yetmez ama referandumundan sonra rüzgar ters yönden esince, önce imam hatipler, sonra kız imam hatipler çoğaldı. Ardından da karma eğitime düşmanlık başladı. En büyük kozları ise, kız babalarının hassas noktası olan aşna-fişne işleriydi. 

Muhafazakarlar gençlik deyince seksenli, doksanlı yılların gençliğini anlıyor. Özellikle doksanlar türbanlıları ki dini inancı ya da siyasi görüşü yüzünden örtünenler, onlardı. Makyaj yapmazlar, kaşlarını bile aldırmazlar, asla kahkaha atmaz, gülümsemeleri bile çok nadir olur, koyu renk ve bol giyinirler, ellerinde genelde bir kitap olur, genelde bir arada gezerler, erkeklerle konuşmaz, hatta selam bile vermezlerdi ki, bir de erkek arkadaşları,  sevgilileri olsun. Üniversitenin üçüncü, dördüncü sınıfına doğru bazıları erkek arkadaş edinince, ağzımız beş karış açık kalmıştı, vay be, türbanı ile erkek arkadaş edinmiş diye. O zamanlar türban takmaya başlayan kızlarda aniden bir ağırbaşlı olma başlardı.

Şimdilerde imam hatipli, türbanlı kızların bile sevgilileri var, sık sık da yeniliyorlar. Bazı kızlar ara ara kapanıyor, açılıyor. Türban şimdilerde sadece bir giyim tarzı ve her yeni gelen sınıfta azalıyor.

Bana kalsa liselilerin sevgilileri olmasını istemem. Zaten bir sürü ergen bunalımı çekiyoruz, üzerine bir de sevgilileri ile gerilimlerini yaşamak çok can sıkıcı. Keşke hiç sevgili edinmeseler.

Neyse ki bakirelik halen bir tabu ve erkeklerin eş seçiminde geçer akçe de bir de hamile öğrencilerle uğraşmıyoruz.

Okul karma olmayınca ya da bir cins çok yoğun olunca gençler başka okullardan ya da okula gitmeyen birilerinden sevgili ediniyor. Okulda kız-erkek dengeli ise sevgilisini okuldan ediniyor ve en azından gözümüzün önünde olup, çok fazla yaramazlık yapmıyorlar. Eğer okul disiplinliyse el ele bile tutuşamıyorlar. Oysa okul dışında ne yaptıklarını bilen yok. Ayrıca tüm gün yan yana oturmak, onlara duygusal doyum sağlıyor, birbirlerinden sıkılıyorlar ve okul dışında pek görüşmüyorlar. Bir de bu sıkılmadan dolayı ayrılmaya meyilli oluyorlar. Öbür türlü iş büyüyüp, faciaya dönüşebiliyor. Bizim okulda son sınıfa gelen çiftler yavaş yavaş ayrılmaya başlıyor, okul bitiminde ayrılmış oluyorlar.

Karma olmayan eğitimin zor anlaşılan yönü de kızların, akranları erkekleri tanımamışlarsa,  yaşıtlarını erkek olarak görmüyorlar ve yaşı çok büyük erkeklere meyletme daha fazla oluyor. Öte yandan kapalı alan homoseksüelliği denen olguyu da unutmamak lazım. Bu yüzden okul pansiyonlarında 2 kişi kalmak yasaklandı. 1, 3 ve daha fazla olacak, gene en az 2 öğretmen şartının gerekçelerinden biri de bu.

Muhafazakar dünyada gençler ile orta yaşlılar ve yaşı daha ileri olanlar arasında ciddi bir uçurum var. Bu uçurumu kapatmanın yolu, gençleri eski neslin değerlerini benimsetmek değildir. Eski nesilde sosyal medya yoktu, her evde telefon yoktu. Ayrıca bu kadar umutsuzluk ve yoksullukta yoktu. 

Karma eğitimden uzaklaşmak işleri, işleri zorlaştırmaktan başka işe yaramaz.



1 Aralık 2020 Salı

ATATÜRK DÜŞMANI VE SAPIK ABDULLAH ŞEVKİ (ZÜMRÜT APARTMANI YAZARI )

 


Bir kaç ay kadar kadar önce bir roman sosyal medyayı ayağa kaldırdı. Zümrüt apartmanı isimli romanın bir bölümünde açıkça çocuk pornosu vardı. Bir sapığın çocuğu tacizinden aldığı zevk, ayrıntılı olarak anlatılıyordu.  Yayımcısı Alaattin Topçu ve kendisi de bu yaptığını marifetmiş gibi savunuyordu.



Her ikisi de Marksist-Leninist'tir hatta Alaattin Topçu'nun  bu sebepten hapse girmişliği  vardır ama her ikisinin de Marksistliği, Kenan Evren'in Atatürkçülüğüne benzer. Evren'de zorunlu din dersleri, Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumunu kapatma, her yere İmam Hatip açma, Alevi köylerine cami açma, sözde faizsiz Arap bankalarına kolaylık sağlama gibi Atatürk düşmanı icraatlar yapmıştı ama gardırop Atatürkçülüğünün bayrak taşıyıcısıydı. Her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü, her meydana (pek çoğu da Atatürk'e benzemeyen) Atatürk heykelleri de onun icraatlarındandı.

Alaattin Topçu ve onun Kurgu Kültür Merkezi yayımı, kahretsin ki, benim kitabımın da yayımcısı. Alaattin bey para karşılığında şeytanın bile kitabını yayımlar. En son karısının gizlice çıplak resimlerini internette paylaşmış TRT eski sunucusunun kitabını basıp, iki kere de imza günü yaptı. (Malum olaydan sonra yayım evi Kekeme yayın evi, kafesi de Kekeme kafe oldu) Abdullar Şevki, Kurgu'dan ondan fazla kitabı yayımladığına göre Alaattin Topçu'da onu eleştirenlere karga beyinliler der.



Ben de yıllardır yayımlanmayan Bakara adlı romanımı yüklü bir para ile Kurgu'ya yayımlattım ve yayımlattığıma da pişman oldum. Hiç yayımlanmasa daha iyiydi, bu da başka bir konu.



Bu yazıda bu şahsın Zümrüt Apartmanı romanı değil, Poetika ve Felsefe kitabı. Başlangıçta şiir ve hitabet ile ilgili yazılar var ama kitabın sonlarına doğru Atatürk'e (Kemalizm diyerek) saldırıyor. Yazıların kitap için yazılmadığı belli ama daha önce nerede ve ne için yayımlandığına dair bir ibare yok. Sadece yazılarında ara ara bu konuya Hürriyet Gösteri dergisindeki yazımda değinmiştim diyor. Felsefenin Bilişsel Bilimi ve Yazma Edimi adlı kitabından da söylüyor ki bu yazılar, Hürriyet Gösteri, Gerçek Edebiyat ve Sincan İstasyonu dergilerinde yayımlanmış yazılarının bir toplanması.

Kitabın son yazılarında ise Kemalizm diyerek Atatürkçülüğe saldırıyor. Hatta kitaptaki son yazının adı tam olarak şu: Yeni Ütopya ya da Kemalist Ploreteryen Cumhuriyetin Tasfiyesi Ne Anlama Geliyor. Neoliberal, post-Marksist Abdullah Şevki hazretleri, Kemalizmin tasfiyesi çok önemlidir deyip duruyor. Kitap 2011'de, tam Yetmez Ama referandumu ve kumpas davaları zamanı, Hürriyet Gösteri, Gerçek Edebiyat ve Sincan İstasyonu dergilerinden Kemalizmin tasfiyesinden dolayı iktidarı kutluyor ve iktidara akıl veriyor. Varsa çocukları, torunları ileride sigortasız ve asgari ücretin bile altında bir Suriyelinin ya da Katarlının yanında işçi olarak çalıştığında, Kemalizmi tasfiye eden dedelerin kutlarlar artık.

Kemalizme düşmanlığı bununla da sınırlı değil. Mesela Kemalist Pozitivizmi yaydığı için üniversitelerin felsefe bölümlerinden Bilim Tarihi dersinin kaldırılmasını istiyor. Sivil demokrasi gibi, yetmez ama yıllarının kelimelerini çok kullanıyor.

Kendisine bu aklın Fetöcüler tarafından verildiği ise, filozofların nasıl öldüğüne dair bir yazıda ortaya çıkıyor. İbni Sina'nın iki kadınla cinsel ilişki sonrası afyondan öldüğünü yazmış ki bu yalan, dincilerin Meşai (Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt, Kındi vs) filozoflarına attıkları iftiralardan biridir.

Kendisinin o meşhur romanını okumadım, piyasadan alelacele çekilmiş. Tahminin 2 şubat 2004'de altındaki mağazanın kolonları kesmesi yüzünden aniden çöken Zümrüt Apartmanı zinadan yıkıldı demek için yazmış olmalı. Üç oyun diye, üç tane kısa piyesi bir arada olan kitabı var ki, İmam Hatip Ortaokullarında oynansın diye yazılmış. Hemen hemen hiç bir şey olmuyor.



Felsefenin Bilişsel Yazı Edimi adlı kitabında da, Marksist Zihin Felsefesi başlıklı bir yazı var. Yazıda Marksizm hariç tüm materyalist sistemler eleştiriliyor. Hızını alamayıp, Descartes'in dualist yaklaşımını da eleştirip, ona göre ruh tözü ile insanın deney yapmayıp, sadece düşünen varlık olacağını söylüyor. Oysa felsefe profesörü Afşar Timuçin, Descartes felsefesinin deney için uygun olduğunu söylüyor. Avusturalya materyalizmine de eleyici materyalizm deyip, aşırı buluyor. En sonunda en iyisi Marksizm diyor ama Marksizm'i anlatmıyor. Descartes eleştirisini de muhtemelen Fetöcülerden almış olmalı. Gene aynı kitabın bir yerinde Marksizm'den dincilere ideolojiik katkı olmaz diyor,  oysa kendisinin bir önceki kitabında nasıl hunharca Atatürkçülüğe saldırdığını unutuyor.

Kaldı ki Poetika ve Felsefe kitabında zaten kendisine liberalmiş ve post-Marksist demiş. İktidara destek olan Sezen Aksu, Adalet Ağaoğlu gibi ünlü solcular kadar bu sapık gibi pek tanınmamışları da var.

Bu kitapları okuyalı çok olmadı. Daha iyi yorumlayabilmek için güncel bir kitabı okuyup, bitirmeyi bekledim. 

Çünkü bu destekçiler, kandırılan kullanışlı aptallar değillerdi. Kitabı okuyunca daha bir aydınlandım. Doksanları ve iki binli yıllar boyunca çok moda olan o toplantı ve davetlere katılımlar bedava değilmiş. Huzur hakkı adı altında zarflar içerisinde para dağıtılırmış.



Bir de Karen Fogg'un doksanlarda patlatılan email kutusundan fışkıran pislikler var, unutmayalım. Türk yazarları için, parayı görünce hemen dipleri düştü diye yorum yapmış, yazarlara nasıl yazacaklarını emretmiş, buna karşılık olarak Mehmet Ali Birand gibi meşhur bir gazeteci-yazarın Agop'un Yeri meyhanesindeki içki faturalarını bile ödemiştir.

Ödemenin değişik şekilleri olmuştur. Örneğin Hasan Cemal, Cumhuriyet gazetesini özelleştirmeci-neo-liberal politikaların güttüğü zaman Aydın Doğan'ın Dışbank'ı; Aydın Doğan'ın onlarca gazete ve dergisine vermediği desteği, Cumhuriyet'in her salı ve perşembe ücretsiz verdiği kitaplar için veriyordu. Kumpas mağdurlarına, başka kapıya diyen Can Dündar'ın bandrollü kitapları, Milliyet gazetesin ücretsiz veriyordu. Meşhur, Ergenekon ört bas edilmesin diyen üç yüz aydın dilekçesine imza atan ressam Bedri Baykam'ın boş çerçeveleri Murat Ülker tarafından satın alınıyordu (şu anda o boş çerçeveler nerede acaba?) 

Fetö ya da mevcut iktidar bazılarını uzun, bazılarını da kısa süreli satın almıştır ve aslında çöpe de atmamış, yedeklemiş, Thomson donanmasına almıştır.

Bu tanımı bir belgeselde duymuştum.  2. Dünya savaşı sonucu A.B.D'nin elinde bir sürü atıl tank, top, uçak, gemi vs kalmış, üstelik pek çoğu da savaşın sürdüğü bir kaç yılda aşırı hızlı gelişen teknoloji yüzünden atıl kalmış durumda olan. Bir kısmını Türkiye gibi müttefiklerine, fabrika kapatma karşılığında hibe etmiş ama özellikle gemilerden ve denizaltılarından bazılarını gres yağı ile uzun süre olası başka bir savaş için bekletmiş ve galiba bundan sorumlu generalden dolayı bu gemilere Thomson donanması denmiş. Bunlar da Thomson donanması gibi, gene yeni bir sağ iktidar gelsin diye pusuda bekliyor ve bir taraftan da el altından az da olsa besleniyor. Öyle kullanışlı aptal falan değiller, tek kullanımlık da değiller.

Geçenlerde sokağa atılmış bir dergide  kendisine Nobel ödülü verilmiş teröristle röportajı gördüm ve hangi dergi diye baktım ki, iktidara çok yakın kitap mağazaları zincirinin broşürüymüş. Reislerinin terörist dedikleri diğer kişiler de benzer şekilde, el atından bir şekilde korunmasalar bile, pışpışlanmaktalar.  

Nitekim çoğu da pişman değil ve ara ara o büyük medya patronlarına göz kırpmakta ya da sözde iktidara muhalefet etme adına, muhalefete muhalefet etmekte.

Eskiden böyleleri, Cemil Meriç, Necip Fazıl, Hasan Kaçan ya da İsmet Özel gibi hidayete erip, düz sağcı olurlardı. Şimdilerde ise sağı alkışlayıp, pek çok konuda sağcılarla aynı görüşte olmalarına rağmen,  liberal solcuyuz, post-Marksist'iz diye zırvalıyorlar. Çünkü bunlar sağa, sağ partilere birer dönek olarak lazım değil. Kamuoyunu böyle tiplerle sakinleştiriyorlar. Kamuoyu derken solcuları falan demiyorum. Sağ, o kadar vahşileşti ki, kendi tabanı bile reislerinden korkuyor. Ayrıca sol olursa her  şey çöker korkusunu da, solun içindeki çatışmalardan kaynaklanıyor. Bunlar da bunlar solcu değil, asıl solcu biziz diye gürültü yapıp, sağın ekmeğine yağ sürüyor.

Aslında bunlar ne solcu, ne liberalist,  ne özgürlükçü, ne marksist, ne de postlar. Bunların ihanetlerini asla unutmayalım.

23 Kasım 2020 Pazartesi

DİNSİZ BIRAKAN DİN EĞİTİMİMİZ (DİNSİZLİK TÜRLERİ 9 )



 Ülkemiz son on yıldır iyiden iyiye din eğitimi ve tarikatlar ülkesi oldu. Öte yandan gene son on yıldır giderek artan bir dinsiz (deist-ateist) nüfus var. Bu dinsizleşme ergenler-gençler arasında olduğu kadar, kırklı yaşlardaki vatandaşlar arasında da yaygın. 

Eskiden de deizm-ateizm olarak dinsizlik vardı ama daha ziyade Alevi kökenliler veya radikal sol, Marksist-Leninist kişiler ve çocukları arasında yaygındı. Atatürkçü ya da sosyal demokratlar arasına bile dinsizlik çok nadir görülürdü. Şimdi basbayağı dindar-milliyetçi-muhafazakar ailelerin çocukları ya da düpedüz ırkçı kişilerde bile dinsizlik yaygın.

Bloğumu okuyan çok az kişi bilir ki, ne zamandır bunun üzerinde düşünüyordum. Son  beş yılda üç ayrı okulumu düşünürken bir şeyin farkına vardım. Bu beş okuldan ilki Anadolu öğretmen-fen lisesi olduğu halde bazı sınıflar yer yer altı saat ( siyer, kuran ve benzeri dersler de vardı), ikincisi meslek lisesi ve sadece iki saat (üstelik derslere cami imamları girdiğinden dersler yer yer de boş geçmekteydi), şu ankinde ise sınıfına göre 2 ya da 3 saat.

İlgin. bir şekilde en çok dinsiz öğrenci ilk bahsettiğim okuldaydı. Pansiyonda, özellikle doğu ve güney doğudan  gelen Kürt öğrenciler arasında yaygındı. En inançlı öğrenciler de din dersleri boş geçen endüstri meslekteydi.

Ciddi ciddi artık öğrencilerin din dersi aldıkça dinsizleştikleri kanısına vardım ve bunun sebepleri üzerine düşünmeye karar verdim. Özellikle imam hatip okullarından bile bolca deist yetiştiğini okuyunca, tespitlerimi özel olarak yazmaya karar verdim. Öğretmen alışkanlığı ile madde madde yazmaya karar verdim.

1)Din hocalarının-adamlarının ayarsızlığı: Din adına konuşanlarının ağzının-kaleminin ayarı yok. Kamuoyunun çok bildiği bir din adamının  (adını yazmıyorum çünkü ağzından duymadım) satrancı kumar sayıp, haram ilan etmesi, gençler arasında popüler olan şarkıcılara hakaret etmeleri gibi durumlar, insanları dinden en fazla soğutan sebepler. Din adına otorite oldum diye saçmalayanlar, gençleri dinden soğutan birinci etken. Kalabalıklar önünde konuştuğunuzda lafınız nereye gidiyor, bir düşünün.

2)Din adamlarının yeni nesilden bihaber olması: Din adamları ve tarikat şeyhleri ne zamandır fildişi kulelerinde yaşamakta, gençliğin gerçeğinden habersiz bulunmaktalar. Ben de en sonuncusu 2 sene ve 2 aylığına olmak üzere üç kere imam hatiplerde çalıştım. Çalıştığım okullarda tarikat yurtlarında kalan-kalmış öğrencilerim oldu. Doğrusu ben dinsizine rast gelmedim.



Lakin hepsinin sevgilisi vardı ya da sevgili bulmak için çabalamaktaydı. Hepsi de yaşadıkları şehirde gezilecek mekanları iyi bilmekteydi. Sonra pek çok sağcı-türbanlı-Ülkücü vs kızın solcu sevgilisi oluyordu. Sosyal medya bunu anlatanlarla doluydu. Sebebi de icabında o erkeği başından kolayca atabilme olduğunu öğrendim. Erkeklerin yaptığı meşhur eğlenilecek kız-evlenilecek kız ayrımını kızlar da artık yapıyor. 

 Bir de kız-erkek Atatürk tişörtü giymiş bazı  gençler konuşunca dinci-tarikatçı çıkıyordu. Sonra sebebinin kız-erkek arkadaş bulmak veya kız-erkek arkadaşı ile takıldığında muhafazakar yetişkinlerin saldırganlığından kaçınmak, olduğunu öğrendim. Pek çok iş yeri de gençler kendisini rahat hissetsin diye duvara Atatürk resmi asmaya başlamıştı. Gençler kendilerine dayatılan sıkıcı dinci-muhafazakâr kültürü benimsemek istemiyor.

Oysa din adamlarının kafasında seksenli, doksanlı yılların dinci gençleri, türbanlı kızları var. O yılların türbanlı kızları, erkek arkadaş edinmez, makyaj yapmaz, kaşlarını bile almazdı. Tarikat yurtlarında müzik bile dinlenmez, aynı alışkanlık ailelerinde de devam ederdi. O zamanlardan bu yana çok şey değişti. 

Gençlik değişti, dini de ona göre anlatmalı.

3)Tarikatların gençlere kötü muamelesi: Milli eğitim, değerlere eğitimi diye tarikatları iyice din eğitim işine sokmakta. 

Oysa tarikatlar birer çıkar kurumu olarak, gençleri kullanma çabasında ve gençlere pek de iyi davranmıyor. Fetö'den beri bu böyle ve 15 Temmuz'dan beri (bunu az sonra ayrı bir madde olarak yazacağım) bu daha  çok gençleri üzüyor. Milli Eğitim bu yurtları hiç denetlemiyor ve bu yurtların çalışanları, sosyal medyaya düşmedikçe gençlere zulüm etmekten çekinmiyor. Bir de bu tarikatlar kullanamayacaklarını anladıkları ya da düşündükleri gençleri içlerinden kovuyor.

Youtube'da ateizm-deizm propagandası yapan youtuberleri izlemeyi merak edindim uzun süredir. Bir kaç tanesi de dini bırakan takipçilerinin mektuplarını okuyor. Hemen hepsi birbirine benziyor. Muhafazakar bir ailede büyüme, zorla gönderilen ve sonradan sevilen Kuran kursları, imam hatip  liseleri,  tarikat yurtları falan derken, ergenlikle beraber sorgulamanın başlaması ama dinden kopmanın pek olmaması; ardından da ekonomik özgürlük kazanılmaya başlanınca dinsiz yazarlara ve youtube araştırılıyor, inançlar sorgulanıyor ve dini terk.

Devlet, Fetö'den ağzı yanmışken ve fırsatı varken tarikatları, cemaatleri harcayacaktı, şimdi tarikat ve cemaatler dini harcıyor. Zararın neresinden dönülse kardır.



4)Dini bilgilerin günümü insanının yaşamına uymaması: Pek çoğu peygamberin ölümünün iki üç yüz sonra yazılmış ve günümüze hiç uymayan ilmihal kitaplarını, üstelikte kendileri de pek bilmeyerek  gençlere anlatmaları ve  artık gençlerce saçma bulunması da, gençleri dinden uzaklaştıran bir neden.

5)15 Temmuz: Özellikle gençlerin çoğu ve halkın da önemli bir kesimi için artık tarikatların hepsi potansiyel birere Fetö ya da Adnan Hoca'dır. Değerler eğitimi diye tarikatların eğitime burnunu iyice sokması da, günümüz genç insanının dinden soğumasına başka bir neden.

Yıllardır haftada 6 saat yabancı dil dersinin yabancı dili öğretememesi gibi,  daha fazla din dersi de din öğretmiyor. Böyle giderse din referansları ile konuşan siyasiler, dinsiz gençlikle büyük iletişim sorunları yaşayacak.

20 Kasım 2020 Cuma

ÇARPIŞMA VE DİĞER MAFYA DERİN DEVLET DİZİLERİ ÜZERİNE

 


Uzun zamandır yapmak istediğim bir şeyi, gene uzun zamana yayıp, yaptım ama sonuna kadar yapamadım. Çarpışma dizisini, sırf Nihat Genç'in adını Ezel ile anması yüzünden, yer yer ilerleterek de olsa izledim.

Şimdi siz Simsons çizgi dizisinin kehanetlerinden bahsediyorsunuz ya, hah işte Ezel'i izlememişsiniz diyeceğim. Arada bir bazı videolar youtube trendlerine çıkıyor ve yeni şeyler keşfediyorsunuz. Mesela Ezel,  dövülerek öldürülen Ali İsmail KORKMAZ'ın yerine geçiyor, Ali İsmail de 19 yaşında (inanmıyorsanız izleyin). Dizi, Gezi olaylarından üç sene önce bitti. Dizide TEMMUZ adlı asker İstanbul boğazına KAFASI KESİLEREK ve vurularak ve belden yukarısı ÇIPLAK olarak atılıyor. Ramiz dayının DIŞARIDA MIYDIN sorusuna hayır İÇERİDEYDİM diye cevaplaması, gene Ramiz'in Kenan'a monolog olarak BEN SANA ÇOK KÖTÜLÜK ETTİM AMA SEN SAF KÖTÜLÜK olsun diye seslenmesi ve daha bir çok sahne var böyle. Dizinin senaryosu, müzikleri, çekim açıları, hepsi mükemmel.,

Oysa Çarpışma dizisi o kadar kötü, o kadar dandik ki, bir zaman sonra bu kadar dandik bir dizi, her biri iki saatlik 24 bölüm nasıl sürmüş diye merak ettim.

Aslında mafya dizileri, atası olan Deli Yürek dizisinden beri reytingsizliğe dayanıklıdır. O dizi tam bir buçuk yıl düşük reytingle devam etti, üstelik de üzerine yatırım alarak. Meşhur Kurtlar Vadisi, gene meşhur ilk 97 bölümlük serisi bittikten sonra Kurtlar Vadisi Terör diye bir seriye başlanmış ama dizi tutmayıp, ilk dört bölümde bitince, Kurtlar Vadisi Pusu diye yeni bir seriye başlanmıştı. Yani derin devlet- mafya dizilerinin kredileri bayağı yüksek.

Çarpışma,  senaryosunun zırvalığı ile bana Sağır Oda'yı hatırlattı. Gerçi o dizinin çoğu oyuncusu tanınmamış isimlerden oluşuyordu. Serdar Akar ve Soner Yalçın'da terk ettikten sonra dizide senarist değişmiş, helikopter uçurma, kamyonla gül dökme sahnelerini arabalı kovalamacalar, koşuşturmalar almıştı. Hatta dizinin sonuna doğru Mercedes ve Audi'lerin yerini Toyota ve Renoult'lar almış; yalıda oturan zengin aile önce çiftlik evine, sonra bir tekkeye sığınmıştı. Sonra da bunların hepsi bir rüyaydı manasında final yapılmıştı. Baş rol oyuncusu Orhan Kılıç daha sonra Zehirli Sarmaşık diye bir dizide oynadı, o da tumadı.

Çarpışmanın kadrosu ise devler kadrosu, Kıvanç Tatlıtuğ, Elçin Sangu, Melisa Aslı Pamuk,   Şebnem Dönmez, Ali Sürmeli,  Şebnem Sönmez,  Mustafa Uğurlu vesaire vesaire.. Oyunculuklar ise yerlerde, Onur Saylak haricinde Flash TV, Gerçek Kesit ya da ilkokul piyesi kıvamında. Bu haliyle bir de Seul'de gümüş ödülü almış. Bu kadroya rağmen reytinglerde yerlerde. İzlerken ne amaçla 24 bölüm yayımlanmış, Nihat Genç haklı olabilir mi diye düşündüm, kendimi Akıl Oyunları filmindeki şizofren matematik dehası John Nash gibi hissettim.

Senaryo ve yönetmenlerin de eski filmlerine baktım, Uluç Bayraktar, Ezel'in de yönetmeni ve bir çok başarılı dizisi-filmi var. Senarist Ali Aydın ise İstanbullu Gelin, Arka sokaklar gibi yüksek reytingli dizi ve filmlerde çalışmış. Oyuncuların her filmde aynı kaliteyi tutturamamaları kısmen anlaşılır zira sadece para için oynadıkları işlerine çok da özen göstermiyorlar. Bu dizide de 5. bölümden sonra Onur Saylak hariç hepsi piyese çıkan çocuklara dönmüş. Yönetmen ve senaristlerin işlerindeki kalite farkı da onların da yönlendirildiğini düşündürüyor.

Bu dizide saçmalıklar en başta diziye adını veren dört otomobilin  çarpışma sahnesi ile başlıyor, zira birbirinden lüks dört aracın hiç birinin hava yastığı açılmıyor. Sonra hastaneye gidiyorlar, dördü de aynı odada, perde ya da paravan olmadan tedavi ediliyorlar, hiç birinin de ameliyatlık durumu yok maşallah. Normalde acillerde aynı kazada yaralananlar ayrı odalarda ya da tek oda ise paravan konarak tedavi edilir ki, bir de acilde kavga çıkmasın.

Dizideki karakterlerinde maşallahı var. Mafya babası tarafından infaz edilip, kafalarına sıkılmadıkça, kolay kolay ölmüyorlar, bir kaç güne dimdik ayaktalar. Hele Kıvanç'ın oynadığı Kadir Adalı, izlediğim 13 bölüm boyunca 4 veya 5 kez vuruldu, yaralandı. Ayrıca dizideki karakterler polis, avukat, banka müdürü falan oldukları halde sahipsiz. Bir kere alayı yetimhanede büyümüş, hapse giriyorlar, hastanelik oluyorlar, yanlarına veya almaya kimse gelmiyor. Hiç mi dostunuz, dostu geçtim akrabanız yok? Banka şube müdürü, kendi bankasını soyuyor,  kendi yetim, kocasının akrabaları da gelmiyor. Böyle bir olay olsa, facebook arkadaşların bile hastaneye doluşur, bunlar hep tek.

Banka müdürü olarak 10 milyon  yuro, senin şubende ne arıyor? Ben otuz bin küsur dolar çekme ihtiyacı duydum, bir gün önceden haber vermem gerekti. Sen şube müdür olarak, sadece kasaya kasaya kilitlediğin gariban bir güvenlikçiyle, o kadar paraya yaklaşabiliyor musun? Diğer bir husus da ilk defa ben söyleyeyim.  On milyon yuro, yüz bin adet yüzlük yuro eder, her yüro 1 gramdan, yüz kilogram demektir  ki, Elçin Sangu gibi ufak tefek bir kadını bunu kaldırmaz. Filmde paraları yüzlük olarak görüyoruz, beş yüzlük olsa, yirmi kilo olması mantıklı. Kaldı ki bir banknotu 1 gram saymamız, dolar için geçerli, yurolar dizide anlatıldığı gibi oluşan kara para trafiğini zorlaştırmak için, değeri büyüdükçe, daha büyük kağıda basılıyor. Amerikan merkez bankasının bastığı dolarlar daha hafif olmakla beraber, gene böylesi trafiği zorlaştırmak adına, neredeyse iki yüz yıldır, yüzlükten daha büyük banknot basmıyor. Zira ne yaparsanız yapın, paranın kağıda dönüşmesi zorunlu.

Filmin diğer iğrenç tarafı da herkesin bir birine racon kesmesi, diklenmesi, kimsenin de geri vitesinin olmaması. Bir özür dile, biraz taviz ver yok, iyi ya da kötü tüm karakterler geri viteslerini söküp, atmışlar.

Nihat Genç'in iddialarını da pek anlamadım. İlk bölümde Kıvanç'ın giydiği 8 numaralı Sarıyer forması,  bir ara üstünü çıkarması ve yüzünde uzun  süre silinmeyen ve ara ara beliren yara izi ile Ezel dizisine bir gönderme gibiydi. Dizide Ezel'i hatırlatan tek şey, ilk beş bölüm boyunca Onur Saylak'ın Ezel dizisindeki Kerpeten Ali gibi konuşması. Hatta ilk an onu Barış Falay (Kerpeten Ali'yi oynayan) sandım. Daha sonra Onur Saylak, kerpeten Ali olmaktan çıkıp,  Veli Gevher karakterine dönüşüyor.

Sekiz'in Fetöcüler için ne önemi olabilir anlayamıyorum. Sekiz Artvin'in plakası ve Artvin'den önemli bir Fetöcü yetişmediği gibi, tamamına yakını Sünni olmasına rağmen Fetö'nün en zor ve en geç örgütlendiği il oldu. Mavi Beyaz ise, Sarıyerspor ile beraber, İzmirspor'un rengi, Erzurumspor'un değil.

Dizideki patlama sahnesi de detayları ile Ankara garı patlamasına benzetilmiş. O patlamada ilginçtir yüzden fazla insan öldü, hiç polis ölmedi. Oysa intihar saldırılarında asker ve polis, öncelikli hedeftir.

Diğer yandan dizi o kadar zırva ki, ne mesajı verilmiş anlamıyorsunuz. Bu zırva senaryoya, o kadar ünlü oyuncuları oynatmak bir yana, en ünlü Türk Rak şarkıları da müzik olarak kullanılmış.

Ben de bir zaman sonra sıkıldım. Dizi muhtemelen şiddet övgülü dizi serisinden biri. Bu seri, Deli Yürek'le başladı ve yazının başında da anlattığım gibi ilk bir buçuk sene ciddi bir reytingi olmadı. Ardından süper reytingli Kurtlar Vadisi ve Ezel geldi. Bu dizilerin çoğu ara ara reyting kaybı yaşasalar da, yatırım alarak yollarına devam ettiler.



Bu dizilerin amacını anlamak için öyle derin derin ayrıntılara boğulmaya gerek yoktur. En başta şiddeti ve derin devleti, sırf şiddet ve devlet oldukları için överler. Mesela meşhur ilk 97 bölümlük Kurtlar Vadisinde, Aslan Ustaoğlu (Akbey) (Hiram Abas; Abas, Arapça da aslan anlamına gelen onlarca kelimeden biridir. Hiram ise, masonların ata olarak kabul ettiği, Süleyman mabedini yapan Hiram ustadır. Vay be, bir zamanlar torununa Hiram adı verebilecek kadar cesur masonlar varmış.), baron Karahanlı ile neden mücadele etmektedir? Ne suç oranları düşmüş, ne de terör etkinliğini kaybetmiştir. Ezel dizisindeki dayı-Kenan çekişmesi de benzerdir. İkisi de kötüdür. İzleyicinin  Baron Karahanlı'ya karşı, Aslan-Polat ikilisini ya da Kenan'a karşı Ezel-Dayı ikilisini tutma sebebimiz, Kemal Sunal'ın Tosun Paşa filminde Tellioğulları'nın tarafını tutmamızla aynıdır. Oysa tüm hile ve üçkağıt Tellioğullarındadır.  Seferoğullarının erkekleri daha iri yarıdır ve Tellioğulları daha çok dayak yer, lakin tüm kumpasları kurup, ortalığı karıştıranlar onlardır. Tellioğullarını severiz çünkü sevilen ve tanınan oyuncular Tellioğullarındadır ve Seferoğullarının evini bile görmeyiz.

Bu dizilerin bir numaralı mesajı, terörü, mafyayı ya da suçu bitirmediği halde, derin devletin cinayetlerini ve kumpaslarını yüceltmesidir. Çünkü kameralar Polat'dan yana oldukça, seyirci de Polat ve adamlarının cinayetten aldığı hazzı alırız. Ezel'de dayının ve Ezel'in en büyük marifeti kumpas kurmasıdır.

Bu dizilerde insan öldürülürken hiç suçluluk hissedilmez, acı çekilmez, ben bunu neden öldürdüm ya da ne oldu da bu adam devlet düşmanı oldu, biz öldürdükçe bu illegal yapılar nasıl yeni insan kaynağı buluyor falan diye sorgulanmaz. Bu dizilerde devlet kutsal bir varlıktır. Hatta bir yerde Abdülhey adlı karakter bunu doğrudan söylüyor. Bu dizilerdeki devlet, her sene yüzlerce kurban isteyen Aztek-Maya devletine benziyor. Tek farkları, insanları öldürme şekilleri.

Bu diziler sadece şiddeti değil, kumpasları, ayak oyunlarını da yüceltiyor. Pek çoğunda  çocuk kaçırıp, sonra babasına (Ezel'de dedesine, sekiz Ramiz'in torunuydu) düşman etme var.  Öykünün orijinali İran mitolojisinde Zal oğlu Rüstem'in oğlu Şorap'ın, şeytan Afrasiyab  tarafından yetiştirilip, babası ile dövüştürülmesidir. Aslına tarikatlar ve pek çok kurum, öğrenci yurtları, Kuran kursları ve benzeri kurumlar aracılığı ile bunu yapıyor, o da ayrı.

Bu dizilerde, özellikle Kurtlar Vadisinde pek çok açık mesajlar var. En basitinden Kurtlar V adisi Pusu, Kaşif Kozinoğlu'nun ölümünü bir hafta öncesinde açık açık ilan etmişti. 15 Temmuzdan önce Polat Alemdar, kocaman bir Erdoğan yazılı mezar taşı önünde poz vermişti. Dizinin ilk bölümlerinde doksan yıllık zulüm bitecek demişti Hiram Abas.



15 Temmuz ve internet dizileri, gençliği bu dizilerden uzaklaştırdı ama bu diziler,  bir kaç nesli (eğitimde 5 yıl bir nesildir) mahvetti. Derin Devlet bu dizilerle kendisini akladı, demokrasiye, insan haklarına, sosyal eşitliğe inancı sarstı.

Şu an satılan normal ekmek, 1940'lı yıllarda karne ile satılan palamut unlu ekmekten bile daha çok sağlığa zararlı ve 1980'e göre üçte bir daha küçük. Eski Yeşilçam filmlerine bakın, ekmekler ne kadar büyük. Giderek fakirleşiyoruz, gençler Avrupa'da garsonluk hayali kuruyor ve bütün bunlara karşı çıkmaya bile cesaret edemiyor, bütün bunlar kim ve neler olduğunu bilmediğimiz çeteler yüzünden oldu.

Şiddeti ve çeteciliği hayatımızdan çıkarmalı ve böylesi dizilerin zihindeki pisliğini temizlemek için çalışmalıyız.



10 Kasım 2020 Salı

AKLIMIZA GELMEYEN FELAKETLER

 


Aslında gene eğitimle ilgili bir yazı yazacaktım ama İzmir depremi, kafamda hep ertelediğim bir yazıyı yazmaya karar verdim. İmar affının tuzlu su içmek olduğunu yazmıştım. Deprem ve diğer felaketleri barbarları bekler gibi beklediğimizi de yazmıştım. bu sefer aklımıza pek getirmediğimiz felaketleri, olma ihtimali sırası ile yazacağım.



1)Kıyamet-i Suğra 2: Espri yapacaklara söyleyeyim, bu korku filmini İstanbullular ve Marmara denizine kıyısı olan tüm yerleşim yerleri 10 eylül 1509'da yaşadı ve bu kabusun artçı şokları 2 yıl kadar sürdü. Tsunami dalgaları İstanbul surlarını aştı ve bu yıkıntı halen tamir görmedi. Bu depremden üç sene sonra Osmanlı tarihinde ilk ve son kez bir oğul, babasını tahttan indirdi. 2. Beyazıt'ın döneminde fetihler o kadar azdır ki, özellikle okul haritalarında gösterilmez (oysa gene de bayağı bir yer fethedilmiştir.). Tarihçilerin bazıları bu döneme yükselmede duraklama der. Osmanlı Yavuz Sultan Selim'le beraber tekrar agresif bir yayılma siyasetine dönmüştür. 

Deprem sadece İstanbul'u değil, tüm Marmara'yı etkilemiş,  güneyde Manyas gölü ve Uludağ'a kadar o geniş ovalar tsunami ile taşınan tuzlu su ve tuzlu çamur içinde kalıp, onlarca yıl ekilememiştir.

Kuzey Anadolu Fay Hattı, 1939'dan beri ara ara batıya doğru deprem üretmekte, ara ara da sağ gösterip, sol vurarak doğu Anadolu ve orta Anadolu'yu vurmakta. Yani büyük İstanbul depremi değilse de, yedi küsurluk bir deprem beklenmekte. İstanbul Büyükşehir belediyesinin dikey bahçeleri yıkma kararının arkasındaki asıl sebep, olası bir depremde yola dökülecek moloz ve toprağın trafiği engellemesidir. 

Türkiye'nin sanayisinin yarısı Marmara bölgesindedir. Buraları rant için imara açılacağına, cazibesini yitirtilmeye ve özellikle sanayinin başka şehirlere teşvik edilmesi gereklidir. 



2)Büyük Konya depremi (veya başka bir şehir) Az önce de dediğim gibi ülkemizin fay hatları sağ gösterip, sol vurmakta. Van depreminden evvel hatırlıyorum Ege bölgesi beşik gibi sallanıyordu. İzmir depreminden evvel de  doğu hafif şiddetli depremlerle sallanıyordu. Bir kaç hafta evvel DASK yatırmaya gittiğimde Elmadağ'ın deprem bölgesinden çıkarıldığını ve daha az DASK ödeyeceğimi öğrendim. Oysa burası, ben yaşarken de pek çok 4-5 arası deprem yaşadı. 

Ülkemizin her tarafı şiddetli deprem bölgesidir. Ortalıkta dolaşan haritalara bakmayın, yaşadığınız yörede daha önce olmuş depremlerin hikayelerini dinleyin. Örneğin gene 2. Beyazıt döneminde Isparta döneminde şiddetli bir deprem sonucu Eğirdir gölü şekil değiştirmiş ve meşhur Miryakefalon savaşının olduğu yer de su altında kalmış.  Ben Yalvaç'tayken Men kutsal tapınağına girmiştim ve oradan hem Eğirdir, hem de Beyşehir gölleri görünüyordu. Yani M.Ö 2. yüzyılda da manzara muhtemelen böyleydi ve Psidya antik şehri insanları, şehirlerinin biraz uzağına bu yere bu tapınağı, bu özelliğinden dolayı yapmışlar. Lakin Eğirdir gölünün yer ve şekil değiştirdiği de gerçek.

Ülkemizin her yeri ve dünyanın her yeri deprem bölgesidir. Yazılı tarih boyunca deprem görülmemiş İskandinavya yarım adasında bile binalar en az 7 şiddetinde bir depreme göre yapılır. Ülkemizde ise tarih boyunca deprem görmemiş yer yoktur. En güvenli Konya denilir ama Akşehir ilçesi 2000 yılında şiddetli bir deprem yaşamıştı.



3)Mültecilerden gelen salgın hastalıklar. Ülkemizde şu anda tüm çocuk felçli hastalar Suriyeli veya onlarla ilişkili insanlar. Bir yakınımızın çocuğu, gittiği otelde yeterince klor olmadığından el-ayak-yüz diye bir hastalık kapıp, ağır tedavi görmüş. Ülkemizde çok az görülen veya artık görülmeyen, hatta hiç görülmemiş hastalıklar Suriye, Afganistan, Pakistan ve Somali gibi ülkelerden gelmiş insanlarda bolca mevcut. Bu insanların pek çoğu mülteci kamplarında da yaşamıyor.



4)Metzamor nükleer santrali. Bu santral Ermenistan'da bulunmakta. Meşhur Çernobil'in kardeşi on santralden biri. Yoksul bir ülke olan Ermenistan bu santrali yenileyemediği gibi, başka elektrik yatırımı yapamadığı için kapatamıyor da. Santral, Azerbaycan ya da herhangi başka bir ülkenin bombardımanına karşı kalkan görevi de görüyor.



5)Büyük Ankara seli (Veya başka bir şehir) : Bir kaç sene önce meteoroloji mühendisinin biri, şiddetli bir yağış sonrası Gölbaşındaki Eymir ve Mogan göllerinin taşıp, Kızılay, Ulus arasını, yani Meclis ve bakanlıkların neredeyse hepsinin ve büyükelçiliklerin yarısının olduğu alanın sele kapılacağından bahsetmişti. Ülkemizde zaten ormansızlaştırma ve betonlaşma etkisi ile sürpriz seller ihtimali çokken, küresel ısınma ile bu ihtimal artıyor. Bütün o eriyen buzullar, bir yerlere yağış ve sel olarak geri gelecek. Ülkemizin her yeri de buna kurban gidebilir. Dere yataklarını ve vadileri boşaltmak zorundayız.



6) Katrina Türkiye: 23 Ağustos 2005 günü A.B.D'nin New Orleans şehrini vuran fırtına, ülke tarihinin en ölümcül fırtınasıydı. Şehrin üçte biri geri dönmemek üzere şehri terk etti. Felaket sonrasında arama-kurtarma ve yardım faaliyetlerindeki başarısızlık, Amerika'nın süper güç imajını zedeledi. Ülkemizde uzun süredir böyle fırtınalar görünmüyor ama tarihte olmuştur. İklim, sabit bir şey değildir. Ülkemizde son on yıldır hortumlar da olağan hale gelmiştir. Arık fırtınalar da göze almamız gereken faktörlerdendir. 



7)Independanta 2: En başta Kıyamet-i Suğra 2 başta olmak üzere Marmara denizi depremi tehlikelerinden dolayı Kanal İstanbul bir seçenek değil. Sovyetler Birliğinin dağılmasından beri boğazlardan geçen petrol ve doğal gaz gemisi sayısı azaldı. Çünkü eski Sovyet ve Doğu Bloku ülkeleri Karadeniz limanlarına muhtaç değil. Karayolu ya da Adriyatik limanlarını da kullanıyorlar. Öte yandan halen bu gemilerin kılavuz kaptan kullanma zorunlulukları yok. Kanal İstanbul yapılsa bile gemiler özellikle Rus-Ukrayna gemileri bedava olan boğazı tercih edeceklerdir. Yapılacak  ilk iş tehlikeli madde taşıyan gemileri kılavuz kaptan kullanmaya mecbur etmektir. Yoksa 15 kasım 1979 Independanta faciasının bir benzerini yaşayabilir. Bu faciayı büyüten deniz itfaiyesinin yanlış müdahalesiydi. İstanbul ve Çanakkale itfaiyesi bunun için tekrar eğitilmelidir. (Çanakkale boğazında bir tanker faciası yaşanmadı ama bu yaşanmayacak anlamına gelmez.


8)Nemrut volkanı patlaması: Nasıl ki


yazılı tarih boyunca deprem görmemiş İskandinavya'da bile binalar 7 şiddetinde bir deprem ihtimaline göre yapılıyorsa, ülkemizde yüzyıllardır volkan patlaması görülmemesine göre sönmüş volkan olan dağların takibe alınması gerekir. En düşük ihtimalli felaket bu, bu yüzden sona sakladım. Bitlis Nemrut dağı da Vikipedya'ya  en son 1441 yılında lav püskürtmüş. Sinop ile Samsun arasında da 2005 yılında keşfedilen ve Piri Reis'in adı verilen bir sıcak çamur volkanı bulunmakta. 

Bunlar benim aklıma gelenler ve aklımıza gelmeyen daha niceleri var.