8 Şubat 2023 Çarşamba

(NASUH MAHRUKİ'YE) BEN O ŞEHRE GELEMEM



 (NASUH MAHRUKİ'YE)

BEN O ŞEHRE GELEMEM

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Atlantik’te bir gemi batar fırtınada

Bir denizci ölür

Denizcinin  çocuğu ağlar.

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Deprem olur,yer gök biri birine girer

İnsanlar çürük Kızılay çadırlarına doluşur

Nasuh  Mahruki yıkıntıların arasına bağırır

‘orda kimse var mı?

Ben o şehre  gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Sokaklar ateş denizi olur

Sağlı sollu kavga eder insanlar

Erdal Eren’in yaşını büyütüp asarlar

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Zeki Müren ölür,Barış Manço ölür,

Adile Naşit ölür,Kemal Sunal ölür

Ölür bütün güzel insanlar

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Bir seans gongunun sesi ile yıkılır umutlar

Borsa battı diye

Banka iflas etti diye

Yıkılır hayaller

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Depreşir duygularım

Batar bana yalnızlığım

Platonik aşklarım gelir aklıma

Bunalır ,sıkılırım

Dayanamam ağlarım

(Bu ergenimsi şiiri,  uzun süre görmediğim ve yıllarca da göremeyeceğim platonik aşkım olan kız için yazmıştım. Şiirde Nasuh Mahruki'nin adı geçtiğine göre, 1999, 17 Ağustos depreminden hemen sonra ve ben 1999 Kasım ayından önce yazmış olmalıyım. Aslında insanlara göstermeye utandığım bir şiirdir ama televizyonda Nasuh Mahruki'yi görünce, onu, kurduğu AKUT  derneği ve kurtardığı hayatlar adına şereflendirmek istedim. Çabalarını ne kadar önemsemişsem, doğal olarak adını şiire eklemişim. )

KENDİN İNMEK ZORDUR AMA GENE DE İNMESİNİ BİLMELİ -MEMENTO CADES

 


Nasıl ki uçaklar havada, gemiler denizde ve araçlar yolda sonsuza kadar kalmazsa, iktidarlar da iktidarda sonsuza kaldar kalmayacaktır.Düşmek  kaçınılmazdır ama kimse kolay kolay kendisi inmez. Pek çok demokraside inmek kanuna-kurala bağlanmıştır. İnmek her durumda zordur. En başta devletin imkanları veya makamın imkanları ile yaşanan bir lüks yaşam vardır. Bu lüks bazen gözle görünür bazen de gözlerden saklanır. Mesela Hitler daha iktidara gelmeden evvel Eva Braun'un sadece mutfağına 10-15 kişi çalışıyordu ama Almanların büyük çoğunluğu, Hitler'in ölmeden evvel evlendiğini öğrenince çok şaşırmıştı. Çünkü onun kendini halkına adadığını ve kadınlarla ilgilenmediği falan duymuşlardı. Oysa Nazi devleti führerini muhteşem bir lüks hayat yaşatıyordu. 

İkinci sorun da, lider ya da partiden ziyade, ondan geçinen ve ondan zengin olanlardır. Bunlar, kraldan çok kralcıdır. Çünkü kral tahttan düştüğünde bir şekilde geçinir ama bunlar aç kalır. Lider ya da parti inmek istese de bunlar indirmez ancak düşme kaçınılmaz olduğunda ilk  bunlar sırt çevirir ve yeni iktidardan nimet ummaya başlar.

Üçüncü sorun da sosyal mevkiden düşmedir. Bir zamanlar sizin gözünüze girmek için bin bir takla atanlar, sizi görmezden gelir. Pek çok insan için sosyal konum, birilerinin hayranlığı, hayati önemdedir.  Anoreksiya olan kızları düşünün, bu kızlar ne için kendilerini aç bırakmaktadır? Demek ki uzun ve yorucu oruçların, açlık grevlerinin tek amacı ideolojik ya da dinsel adanmışlık değildir. Din adamları da (hemen her dinde vardır bu bedeni zorlayanibadet ve zikirler) pek çok kere tanrısal sebeplerden değil, kamu oyuna dşndarlığını göstermek için kendisini aç bırakır. Pek çok için toplumsal konum, hayatından da önemli olabilir.  Bu yüzden pek çok kişi, yaşadığı lüksü gizleme çabasındadır.

Dördüncü sorun da, indikten sonra geri çıkmanın zorluğudur. Düşene kimse acımaz. 1950'de  seçimler öncesinde Milli Şef ünvanlı İsmet İnönü, her yerde törenler, hatta kurbanlar kesilerek karşılanırken,  1952-53 gibi bazı ilçelere sokulmuyor, atılan taşlardan başı kanıyordu. CHP, 1950'den beri tek balına iktidar olamadı. 1991'den sonra Macaristan ve Polonya'da Komünist parti, sosyal demokratlaşarak, 1995-96 gibi tekrar iktidara geldiyse de,  bu iki ülke şu anda Avrupa birliğinin en sağcı ve en dikta iki ülkesi. Yani inince, geri yükselmek, başlangıçtan yükselmekten daha zor. Eski politikacılardan Süleyman Demirel, sürekli kendisine oy veren köylü kitlesi sayesinde yedi kere gitti, sekiz kere geldi. En sonunda 1997 28 Şubatından evvel bu kitleyi kaybettiğini anladı. Yıllarca sırtını dayadığu muhafazakar kitleye sırt çevirdi.

Beşinci neden de, uzun süre iktidarda kalmanın oluşturduğu kibirdir. Ben bunu okul ya da kurum müdürlerinde çok gördüm. Okullarda son bir kaç yıldır müdür rotasyonu var. O zamanlar pek çok müdür, ben şu kadar yıldır buranın müdürüyüm diye söze başlardı. Şimdilerde de şu kadar yıllık müdürüm diye söze başlıyorlar. Pek çok yönetici, sadece politikacılar ya da diktatörler değil, alt kademe yöneticiler de, bulundukları kurumu kimse kendilerinden iyi yönetemez diye düşünmeye başlıyorlar. Bir de, bir makamı uzun süre işgal eden kişi, zamanla çok şey öğrendiği ve çok fazla tecrübeli olduğunu falan sanıyor. Makamı altındakileri ya da makamından hizmet alanları, çocuğu gibi görüyor.

Bütün bunlara rağmen gitmesini bilmeli. Önce kendiniz için. Emre Kongar'ın bir yazısında dediği gibi, güç tehlikelidir, mutlak güç, mutlaka tehlikelidir. Uzun süre güç sahibi olmanız, sizden başka herkesin size düşman olmasına sebep olabilir. Siz ölseniz de aileniz ve sevdiklerinize, mutlak gücünüz ve bundan dolayı düşman olabilirler. Bunun için pek çok diktatör, kaçış planları yapar. Kaçsalar da, İran Şahı ya da Vahdettin gibi paraları çabucak biter. Vahdettin, hicret etti diyenler, kendisi 39 Ağustos zaferi için, İstanbulluların bütün ısrarlarına rağmen bir kutlama telgrafı çekmemiştir. İdi Amin, sığındığı Suudi Arabistan'da,  telefonlarının kesilmesi ile aşağılanmıştır.

Diğer yandan zamanında makamdan inmek, ideolojiniz ve ülkeniz için de gereklidir. Eğer Sovyetler Birliğine, Komünist parti zamanında iktidarı muhalefete bıraksaydı, birlik böylesine dağılmazdı. Ülkelerde tek parti, tek adam ya da saltanat değişimleri sancılık ve kargaşalıklarla dolu olur. İktidarı devretmek ya da kaybetmek kaçınılmaz olduğuna göre, bunu ideolojinize ve ülkenize en az zarar verecek şekilde olmasını sağlamalısınız. Bu, bir daha iktidara gelmenize sebep olsa bile.

Tarihte bunu, en azından benim bilebildiğim tek yapan Türkşye'de CHP oldu. 1946 seçimleri üzerince CHP'yi eleştirenler bilmelidir ki, o zamanlar ne patlayan bombalar ve bombalar patladıkça oy oranımız arttı diyen yüzsüzler oldu, ne de Demokrat Partinin malları kamulaştırıldı. Demokrat parti, seçimlerdeki şüpheleri de kullanarak, özgürce propagandaya devam etti. Pek çok kişi, CHP'nin iktidarı erken devrettiğini söylese de, bence 1946'da devretmiş olsa daha iyi olurdu.

CHP dışındaki örnekler, Amerikan destelkli paramiliter grupların desteği ile iktidarı bırakan Nikaragua'daki Sandilistler (on sene sonra seçimle iktidara geldiler) ve Sovyetler birliği dağılınca iktidarda kalamayacağını anlayan Doğu Avrupa'nın komprador iktidarları oldu. Onlarda da Romanya direndi. Ukrayna ve Gürcistan'ın Rusya yanlısı partileri de isyanlar sonucu yıkıldı.

Acı gerçek şu ki, bir iktidarın ilk bilmesi gereken, bir sonraki iktidara iktidarı nasıl  ve  kime bırakacağıdır. Bu bazen nasıl geldiği bir yana, neler yaptığından bile önemlidir. Sovyetlerin dağılışı, Libya ve Irak'ın hali buna örnek olmalıdır. Sovyetler Birliği Komünist partisi, iktidarını seçimle devretseydi, ülkede sosylaizm halen ya da en azından umut olarak yaşıyor olabilirdi.Bir iktidarın demokratlığı, nasıl geldiğiyle değil, nasıl gittiği ile ilgilidir.

(Bu yazıyı depremden evvel başlamış ve bayağı ilerletmiştim. Bitirmesem olmazdı. Onunla ilgili de zaten defalarca yazmıştım, gene yazacağım)


5 Şubat 2023 Pazar

DEDİKODU CİHADI



 Dedikodu ile ilgili pek şok söz, atasözü vardır. Bir kısmı, ateş olmayan yerden, duman çıkmaz veya yarası olan gocunur diyerek,  dedikoducuları destekler. Önce parantez açıp, şunu söylemeliyim ki, dedikodu yapmak, toz bile olmayan yerde yangın yaygarası koparmaktır. Birisi size bir ithamda bulunduğunda, kendinizi doğal olarak savunuyorsunuz.

Diğer yandan dindarlar sürekli gıybet, çiğ et yemektir, duyduğunu anlatması Müslümana günah olarak yeter falan derler. Oysa bir yerde ilk dedikodu üretenler de dinar, muahfazakar ve daha doğrusu tarikatçı kimselerdir. Dedikoduyu genelde, herkes bunu konuşuyor, hakkınızda konuşuyorlar diye. Size hakkınızda böyle konuşuyor diyenler, çoğu kez o dedikoduyu üreten kişilerdir. Dedikodu ile ilgili en büyük yanılgı, dedikoduların kökeninin yanlış anlama ya da kıskançlık olduğunur.  Gerçekse dedikodu, bilinçli ve planlı olarak yapılan saldırılardır. Bu saldırılar uzun hazırlıklar gerektirir. Bu saldırılar da keşifler gerektirir. Bunu taşraya giden memursanız, bir kaç yer de değiştirirseniz, yerli halkla konuşmamaya ve onları evinize sokmamaya, onların da evlerine girmemeye çalışırsınız. Gerçi dedikodu üreticileri genelde, misafir olmayı sevmeseler de, ağzınızdan laf almak uğruna sizi sık sık evine davet edebilirler. Başka bir konu da, birilerinin evine sık girip- çıkmanız da dedikoducular için malzeme olma özelliği taşır. Sizinle ilgili öğrendikleri her bilgi,  daha sonra üreteceği dedikodular için malzemedir. Sizinle ilgili ne kadar çok şey bilirse, ona katacağı yalanlar o kadar inandırıcı olacaktır. Sonra bu dedikodularını doğrulaamk için o ayrıntıları yüzünüze vuracaklardır.

Eğer memursanız dedikodular, görev sürenizin sonuna doğru çıkacaktır, daha doğrusu yoğunlaşacaktır. Bunun sebebi sadece birilerinin çıkarına dokunmanız ya da onlardan olmamanız değildir. Taşralı olarak gider ayak size haddinizi bildirmeyi amaçlarlar.

Diğer yandan tarikatlar, bir kişiye saldırmadan evveli o kişinin itibarına saldırırlar. O kişi ya da grup için en akıl almaz dedikoduları üretirler. Zaman hazetesi de ilk yıllarında, belli bürokratlarla ilgili olarak,  sadece adını vermeyerek ( kim olacağı kolayca anlaşılacak şekilde) dedikodular yazardı. Sonra internet sitelerindeki kaynağı belirsiz siteler ve sosyal medyada kaynağı belirsiz hesaplar, bunun yerini aldı.

Seçimlerden önce de muhafazakarlar ve tarikatlar, basını da kullanarak bir dedidoku fırtınası estirirler. Aslında tarikatlar ara ara dedikodu fırtınası estirir. Mesela 2017 KPSS'ye beş milyona yakın kişi katıldı. Çünkü o zamanlar, 15 Temmuz sonrasında kamu personelliğinden atılan on binlerce kişi yerine daha fazla kamu personeli alınacağı dedikodusuydu. Lozan antlaşmasının 2023'de ( yılbaşısı geçti, 29 ekim mi yoksa antlaşmanın imzalandığı 24 temmuz mu) biteceği ya da tek parti döneminde Kuran yasaklandı gibi dedikoduları üretip, durmaktalar. Bunu da ara ara en üst düzeyde yöneticilerine söyleterek, gerçeklik algısını arttırmaya çalışıyorlar.

Sorsanız zina çok ama çok büyük günahtır.

3 Şubat 2023 Cuma

Memento cades DÜŞMEME TEDBİRLERİ 2

 


İktidar sahiplerine akıl vermemiz,  yazımızın 2. bölümü ile devam ediyor. Nerde kalmıştım, evet eğitim:

6)İdeolojik eğitim: Her zaman halkı cahil bırakmak olmaz. Çünkü kapitalizm, eğitilmiş emek istiyor. eğitilmemiş insanın emeği de bir işe yaramıyor. İktidarlarında bu çıkması var. Geçen yazıda hatırlarsanız, Sosyalist-Komünist ülkeler hariç, diktatörlüklerde okur-yazarlık düşük demiştim. Peki neden Sosyalist-Komünist ülkeler hariç? Çünkü zaten devrimler, üst sınıflar beraber, okur-yazar sınıfın da yurt dışına kaçmasına, devrim sebebi ile yargılanıp, idam-hapis ya da mevkiden düşmesine sebep olur. Sosyalist- Komünist devrimler ise yapısı itibarı ile  üst sınıflarla beraber, eğitimli sınıfın da çoğunu ülkeden kovar. Bu yüzden eğitimli insanların, bir eğitilmiş sınıfa ihtiyaç duyulur. Benzer bir durumu Osmanlı'da yaşamıştı. Özellikle Abdülhamit döneminde, bir okullaşma çabası  içine girer devler. Bir kaç tane kız okulu bile açılır. Gene de Cumhuriyet ilan edildiğinde kadınlarda okuma-yazma binde dörttür ve 1917'de önemli büyükelçiler ve Hariciyenin  (Dışişleri bakanlığı) çoğu memuru Ermeni ya da Rum'dur. Çünkü yabancı dil bilen Türk yoktur. Osmanlı, bir imparatorluk olarak, her milletten yeteneklerine göre faydalanıyordu. Osmanlı ailesi için Türkler, asker ve çiftçi olarak gerekliydi ve cahil kalması gerekliydi. Bu yüzden Osmanlıda en son Türkler (Araplardan sonra) matbaayı kullanmaya başladı. Milliyetçilik tüm ülkeyi sarmaya başlayınca, elde bir tek Türkler ve Anadolu halkı kaldı.

İktidarlar bu durumda, eğitimle beraber, ideolojij eğitimi de icat etmişlerdir. Eğitimin açık işlevlerinden biri de, devletin ideolojisini vermektir. Her pazartesi ve cuma günleri yapılan bayrak törenleri, zorunlu din dersleri ve derslerin içine serpiştirilen konular, bu eğitimin bir parçasıdır. İlk çağlardan beri her iktidar, gücünü eğitimle pekiştirmek istemiştir. Roma Katolik kilisesi, Rönesansla beraber yiten iktidarını, eğitimle korumak istedi ve her tarafa Cizvit kolejleri başta olmak üzere, okullar açtı. Hatta günümüzün meşhur işletme mastırı eğitimi (A.B.D'de, ev satın almaktan sonra en karlı garantili 2. yatırım kabul ediliyor), Cizvit  tarikat-ı (Doğrudan Papa'ya bağlı) tarafından verilmekte ve serfitikası onaylanmakta. Gene de bu eğitim sistemi Avrupa'da deist-Ateist sayısını artmasıan engel olamadı. Descartes'da Cizvit koleji mezunuydu. Sonraki yıllarda pek çok dinsiz, dini okullardan çıktı. Aziz Nesin, hafızdı ve 1957'de Bursa'da sürgündeyken, Kuran öğreterek para kazanmıştı. Stalin, ilahiyat mezunu, Turan Dursun Sivas ili eski müftüsüydü. Yani din eğitimi de, bitecek olan din iktidarını kurtarmıyor.

İktidarlar, istedikleri kadar müfredata kendilerini koysunlar, istedikleri kadar öğretmenler, ders kitapları, hatta çocuk kitapları onları anlatsız, çağ değiştiğinde, düşünce de değişecek ve eğitim bir şekilde hayata uymayan iktidara muhalif insanları yetiştirecektir. Eğitim, önce iktidarın düşmesiniavaşlatır, hatta engeller bile olsa, sonra düşmeyi hızlandıracaktır. Bu yüzden de pek çok iktidar, sadece gerekli teknik elemanı yetiştirmekle yetinmek ister, Tuba Ağacı Nazariyesini falan savunurlar. Oysa kapitalist hayat, çok fazla eğitimli insan ister.

7)Ey çekmek, diğer ülkelere diklenmek.  Pek tavsiye edeceğim bir yol değildir. Çoğu kez düşmeyi hem hızlandırır, hep daha kötü yapar. Bu Hışto'nun hançerlerinden en önemlisidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/10/diktatorlerin-marifetleri-histonun.html) Başka ülkelere, hele devasa imparatorluklara yalandan da olsa direnmek,  taraftarlarınızı coşturur. Öte yandan dış desteklerinizi azaltır. Uluslar arası siyasette müttefiksiz olmak da güçsüzlük sebebidir. Bir de bu ey çekenlerin başka ülkelerin karizmalarını yıkma durumları da vardır. Yani onlar da kendilerine fazla ey çekenlerin sesini kısmalıdır. Bu yüzden de ey çekenler, mahvedilmelidir.

Saddam Hüseyin,  A.B.D başkanı Bush'a, işkence gören Amerikan askerlerinin videosunu hediye etmişti. Aylarca bir kuyuda, inde saklandı. Yakalandığında, başkan Bush'la görüşmeye hazırım deyim, yakalayanları güldürmüştü. Aşağılana aşağılana sorgulandı, yargılanda ve asıldı. Benzer bir sonu da Kaddafi yaşadı.

Ancak hiçbirinin sonu, Romanya'nın diktatörü Çavuşesku kadar kötü olmadı. Kendisi Sovyetler Birliğinin kompradoru duğu Avrupa diktatörlerden biriydi. (Komprador, İspanyoca satın alan ya da mümessil demek. İşgal ettikleri ülkelerde, yerel halkla muhattap olmak istemeyen bazı İspanyol komutanlar, yerel halktan temsilcilere iş gördürmüş. Yabancı devlet ya da işgalciyle işbirliği yapanlar için kullanılan bir deyimdir. Z ve diğer yeni kuşaklar not.) Görünüşte Sovyet politikalaarından en uzak ve bağımsız liderdi. 1968 Çekoslovak isyanında, isyanı bastırmaya asker göndermeyen tek Varşoca paktı ülkesiydi Romanya. Benzer bir şekilde, A.B.D ve müttefiklerinin, Afganistan savaşını bahane ederek boykot ettiği 1980 Moskova olimpiyatlarına karşılık olarak boykot edilen 1984 Los Angeles olimpiyatlarını boykot etmeyen tek sosyalist ülkeydi. Oysa gerçekte Romanya'nın petrolü dahil tüm varlığını Sovyetlere adanmıştı. o kadar ki, bir petrol ülkesi olmasına rağmen halk, at arabası kullanıyordu. Hatta o atlar, Sovvetlerin yıkılmasından sonra kesilip, İsveç köftesi yapıldı da, Avrupa çapında skandal oldu. Varşova paktı dağılırken bir tek Romanya'da kan aktı, bir tek Romanya'da politikacılar ve istihbarat (Çavuşesku'nun çok acımasız ve kendisine sadık bir istihbarat-paramiliter örgütü vardı. Çavuşesku devrildikten sonraki iki sene boyunca terör eylemlerine devam etti.

Sovyetlerin dağıldığı kritik yıllar olan 1989-1991 arasında sadece Romanya, Kafkasya ve Orta Asya'da kan aktı. Romanya hariç doğu Avrupa, en kansız şekilde Rus egemenliğinden kurtulu. Kim ne derse desin, 1990 öncesi Varşova paktı doğu Avrupa ülkeleri, şu anki Başkursitan ya da Yakutistan devlet başkanının, Putin'den bağımsız olduğundan daha bağımsız değildi.

8)Yağ çekmek: İktidarda kalmanın bir yoldu da, eğer komprador yöneticiyseniz, koruyucunuz büyük devlete yağ çekmektir. Fakar Küba'yı yöneten Batista yönetimi gibi koruyucunuz tarafınız tarafından bile korunamıyor olabilirsiniz. Gorbaçov'da, traih gecikeni affetmez cevabı alan Eric Hooneker gibi terslenebilirsiniz.

Yağ çekseniz bile, patronunuzun gözünüzden düşebileceğiniz gibi, bir kere gözden düştünüz mü, geri dönüşünüz çok zordur. Sedat Simavi'in oğulları Haldun ve Erol Simavi'nin başına gelenler buna örnektir. Sedat Simavi, bir basın patronu olarak, kaleminizi kırın ama satmayın demişti. Bu iki kardeş ise basının en zor zamanına denk gelmiş, hayatta kalma savaşının tam ortasına kalmışlardı. 12 Eylül rejimi tepelerinde ötüyor, onlarsa Gırgır başta olmak üzere pek çok muhalif pek çok dergiye ve yazara sahiptiler. Özellikle Hava Kuvvetleri Komutası Tahsin Şahinkaya'nın tüm dünya basınının diline düşen servetini aklamak adına iki kardeş çok çalıştı. Heyhat, Sedat Simavi ilkeli basın bitmişti. Erol Simavi'nin Hürriyet gazetesini elinden aldılar, kurtlar Vadisi Pusu'nun Davud Tataroğlu'su Aydın Doğan'a verdiler(Aydın Doğan gerçekte de Kırım Tatarıdır ve kızı Vuslat Doğan Sabancı'da çok etkili biridir). Haldun Simavi'nin Günaydın gazetesi ile yok edildi, bir süre Sabah gazetesinin eki oldu. çünkü Günaydın gazetesi bir medya blogu olarak pek çok yerel gazeteyi, özellikle akşam üstü saat 16.00 gibi basılan gazeteleri barındırıyordu. Holding bunları ne kadar denetlerse denetlesin, genelde büyük ölçüde bağımsızdılar. Günaydın gazetesi ile yerel medya da büyük ölçüde zayıfladı. Bu kadar lafın aan fikri, artık istenmiyorsanız, tağ çekmek sizi kurtarmaz.

Şahinkaya olayı önemli. CASA denen İspanyol marka kalitesiz uçaklarının sklandalı, uluslar arası boyuta taşındığı için duyuldu. 12 Eylül rejimi  ve merkez medya da unutulması için çabaladı. Şahinkaya ile ilgili tek skandal, CASA olayı da değildir. Darbeden hemen sonra, o zamanlar bir kamu kuruluşu olan Petrol Ofisi istasyonlarının tamamnının Kale Seramikle döşenmesi de unutuldu. Üstelik Uğur Mumcu'nun yazdıklarına göre Tahsin Şahinkaya, İbrahim Bodur'a ihale vermeye daha albay rütbesindeyken başlamış. Diğer MBK (Milli Birlik Komitesi, Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının adı) ve o yıllarda sürekli yönetim kurulu üyesi, banka müdürü, şube müdürü falan olasn subayların da mal varlıkları şaibelidir. Zira o dönemde subaylar, müzelerdeki resimlere bile el koymuşlar ve bazıların kaybetmişlerdir. (  https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/hediyelesmede-eski-turkiye-ve-yeni.html ) 

9)Medyayı kontrol etmek: Bunu  9. madde yaptığına inanamıyorum. Napolyon bile, gazeteleri kontrol edemezsem, üç ay iktidarda kalamam dememiş miydi? 1980-1985 arası çocuk hikayelerinin %80.'den fazlası, büyüklerin sözünü dinlemeyen çocukların başına gelenlerle ilgilidir. Yani iktidarlar basını o kadar yoğun kontrol ederler. İlk çağlarda medya ya da basın, şairlerdi. Okuma-yazmanın az olduğu yıllarda insanlar ezberlerinde çok fazla şiir ezberlerdi. Devlet adamları, yöresel derebeyleri, şairleri ve saz aşıklarını maaşa bağlardı. Aşıklar,  zengin birinin oğlu öldürüldüğünde ağıt yaktıklarında, ağıt güzel olmuşsa, bahşişi avuç avuç, alırlardı. Çünkü iyi bir ağıt, dillere dolandıktan sonra sanıkların affedilmelerini engeller, idamına sebep olur, yıllarca unutulmamasını sağlardı.

Toplumu medyasız bırakmak ya da bağımsız medyasız bırakmak da önemli bir iktidarda kalma yoludur. Osmanlının yüzlerce yıl matbaayı yasaklamasının hat esnafı olduğu palavrasına inanmayın. Fatih Sultaan Mehmet, daha o zamanlar bu makinenin yeni fikirleri hızla yayacağını anlamıştı. Aslında matbaa ve benzeri makienelerin geçmişi çok eskidir. Mesela Ankara'nın Beypazarı ilçesinde halen yaşatılan ıhlamur baskı tekniği ile askerlerin, özellikle de üst düzey konutanların, padişahların ve şehzadelerin elbiselerine Kuran ayetleri ve hadisleri yazılırdı. Bu baskıya ıhlamur baskı denmesinin sebebi, baskı kalıplarının genelde ıhlamır ağacından yapılmasıdır. Gutenberg'den altı yüz yıl kadar önce Çinliller, 8. yüzyılda matbaayı yapmışlardı. Avrupa'da aydınlanma, daha 1470'lerde el yazması kitap bulmayı imkansız hale getirmişti.

Osmanlıda ve Cumhuriyette basın hep kontrol altında tutuldu ya da tutulmaya çalışıldı. Sadece Osmanlıda değil, tüm dünyada böyle oldu. Dünya genelinde çoğu ülkede klasik basın (radyo-tv-gazete-dergi), iki buçuk holdinge bağlıdır. Dönem ve devir değiştikçe, basın patronları da değişir. Bağımsız medya ise hiç istenmez. 1999 yılında, Şehriban Coşkunfrat adlı kızın, arkadaşlarınca öldürülmesiile basın devasa bie Satanizm (şeytana tapma) yaygarası kopardı. Aslında ülkemizde Satanizm o yıllarda pek yaygın değildi. Çıkarılan yaygaranın hedefi, o yıllarda yeni yeni geişmeye başlayan fotokopi medyası diyeceğimiz, İstanbul, Kadıköy'de, Akmar pasajı etrafında toplanmış dergilerdi. Henüz bir okuyucu tabanları yoktu ama potansiyel gözüküyordu. Gazete-dergi dağıtımındaki tekel de böylece kırılabilirdi. Bir fırtına ile yok edildi.

Sonraki yıllarda teknolojinin gelişmesi ile bağımsız-muhalif medyanın çoğalması,RTÜK ve benzeri kurumlarla rağmen  sürdü. Osmalıda da, 2. Abdülhamit'in ağır sansür ve muhbir ağına rağmen muhalif  medyanın çoğalmasına engel olamadı. 1997'den sonra da önce internet, sonra sosyal medya geldi ve gelişti.

Ben de bu yazıyı bloger'da, yani sosyal medyada yazıyorum. Devletler ve zenginler, bu alanı da kontrol etmek istiyor, kişleri yönlendirme ve algoritma yollar ile bunu yapmaya çalışıyor ve belki de biraz başarılı oluyor. Ancak gene de birileri yeni fikirleri üretiyor , yazıyor ve az da olsa okutuyor.

10)Erkenden ölmek: Bir diktatör ya da liderin çok yaşayanı makbul değildir. Bir sistem, kurucusu öldükten bir süre sonra yıkılırsa, en azından kurucusu rezil olmamış olur. Bir zamanlar elini öpenlerin, onu ezmek ve yok etmek için nasıl koşuşturduğuna şahit olur. Kaddafi ve Saddam, bunun için yeterli örneklerdir.

Diğer yandan erkeın ölen kişi, gerçek yüzü görülmeden ölmüştür. Alparslan Türkeş, 1995 seçimlerinden önce ölseydi, gerçek bir efsane olarak ölecekti. 1995 seçimlerinde dünürü, dişçisi, ve doktoru başta olmak üzere, parti teşkilatlarının istemediği kim varsa aday gösterip,  milletvekili bile olmadan ölmesi, en azından benim gözümde, zamanına buna hayran olarak ne aptalım fikrine sahip olmama sebep olmuştur. Bence ölümünden sonra oğlu Tuğrul'un genel başkan olmamasının ikincil sebebi budur. (Birinci sebep, olaylı kongrede olayları başlatan, dönemin Ülkü ocakları başkanı Azmi Karamahmutığulları'dır.) 

Bazı kişiler de zamanına ölselerdi, efsane ölecek, haklarındaki iddialar da hiç umursanmayacaktı. Mesela Nazlı Ilıcak, 2013 Aralık ayından, daha doğrusu  17 Aralık 2013'den evvel ölseydi, her seviyede okullara, meydanlara adı verilecek, adına gazetecilik ödülleri verilecekti. 12 Eylül ve 28 Şubat diktalarına nasıl karşı geldiği hep hatırlanacaktı. 15 Temmuz öncesi açıkça darbe çağrısı yapınca, demokratlık maskesi düştü. (Onunla beraber Çetin ve Mehmet Altan başta olmak üzere, tatlı su Liberalllerinin de maskesi düştü.) Süleyman Demirel'de, 28 şubat 1997'den önce ölseydi, bir demokrasi kahramanı olarak ölecekti. 1978 Aralık ayınca, Maraşta kan gövdeyi götürürken, bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz dediği unutulacak, el sıkışmadığı solla, yıllar sonra koalisyon yapması hatırlanacaktı. Temel oy kitlesinin erimesi sonucu, tekrar seçilemeyeceğini anlayınca, ortalığı karıştırması ve türbanlılar okumak için Suudi Arabistana gitsin gbi sözleri yüzünden, tüm ülkenin nefretini kazanarak öldü.

Pek çok diktatör, ölümünden hemen sonra düşer. En bariz olanı Stalindir. Daha cesedi soğumadan adı, kanunları ülkeden silinmeye başladı. Hayatta kalan kızı da A.B.D'ye göç etti. Bazılarının düşmesi için, ölümü üzerinden zaman geçmesi gerekir.

İspanya diktatörü Franko için bu yaklaşık elli yıldır. Ölümünden sonra elli yıl boyunca anıt mezarı kaldırılamadı ve İspanya'nın çeişitli bölgelerindeki halkın Franko ailesine gönüllü bağışladığı mülklerin tekrar devletleştirilmesi ve Franko'nun anıt mezarının sökülmesi ve geri aile mezarına taşınması, yuvarlak rakalma elli yıl aldı. Bu süre içinde İspanya demokrasiye geçti ve Sosyalist parti on dört yıl tek başına iktidar oldu.

11)Savaş veya iç savaş çıkarmak: Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşına girme nedeni olarak hazinenin boş olmasını, maaş bile verilememesini söyler. Almanlardan alınan altın marklar, maaşların verilmesini sağlamıştır. Savaş ya da iç savaş, ulusun ya da taraftarlarınızın sizin etrafında kenetlenmesini sağlar. Öte yandan savaşı kazanacaksınız diye bir şey yoktur. Savaşı iki şekilde kaybedebilirsiniz. Biri düşmana gerçek anlamda yenilerek, diğeri de Pirüs zaferi kazanarak. Pirüs zaferi, Yunanistan'ın Epir bölgesinin kralı Pirusa'nın neredeyse tüm ordusunı kaybederek, Romalılara karşı kazandığı bir zafere atıftır. Kendisi ölen askerlerinin çokluğuna bakıp, tanrıalra bir daha böyle zafer vermemesi için yalvarmıştır. Duası kabul olmuştur ki, iki yıl sonra Epir, Romalılar tarafından işgal edilmiştir.

Bu yüzden pek çok savaş, aslında her iki tarafın da yenilgisidir.  Mesela 1514 Çaldıran savaşı, bir Osmanlı zaferi olmakla beraber, Osmanlı o kadar çok asker, özellikle de Yeniçeri kaybetmiştir ki, tüm İran'ı işgal etmeyi göze alamamış, Tebriz'i işgal ettikten sonra geri dönmüş, sonraki yıllarda da Van'ın ötesinde kalıcı olamamış, Anadoludaki gayrı müslüm ailelerden de Yeniçeri ocağına devşirme alınmasına karar vermiştir. 93 Harbi de bir Rus zaferidir. Ruslar, doğuda Erzurum, batı da Yeşiköy'e kadar gelmiş, Rus generalleri, koca Osmanlı padişahını ateşkes yapmaya ayağına çağırmışlardır. Oysa bu görkemli zafer, Rusya'ya o kadar pahallıya mal olmuştur ki, çöken ekonomi sınıf savaşına ve 1917 Ekim devrimine sebep olmuş, Rusya'yı yöneten Romanov iktidarı, Osmanlı iktidarından daha evvel ve daha hazin sonla yıkılmıştır.

Bu yazı, pek çok konuda tekrarlarla dolu oldu. Konunun genel yapısı için gerekliydi. Gerçkte düşmektense, inmek daha iyi ama inmek, düşmek kadar zordur.


29 Ocak 2023 Pazar

SİNAN ATEŞ YA DA BÜYÜK SESSİZLİK

 



SİNAN ATEŞ YA DA BÜYÜK SESSİZLİK

 

Bir Faşist vuruldu güpegündüz

Başkentte ve merkezi bir mahallede

Kendi ülküdaşlarınca

Bir torbacıya öldürtüldü

Sonrası büyük sessizlik

Kulakları ve vicdanları sağır eden sessizlik

En sağırların bile duyacağı bir sessizlik

Bir fırtınanın sessizliği

Fırtına öncesinin değil

Fırtınanın kendi sessizliği

İktidar sağırlarının duyamayacağı  ses

Kibir sağırlarının duyamayacağı ses

Bu kadar sağır olanlar

Yıkıntıların altında kalmadan duyamaz

Sessizliğin sesini

Hele de bu kadar yüksek sessizliğin

Kendileri susunca dünya sustu sananlar

Dünya sessizken daha tehlikelidir

Ne kadar zamandır sessizse

Sesi o kadar çok gür çıkacaktır

Üstünü  o kadar çok yıkacaktır

Dua edin de o deprem

Bir an önce gelsin

Geciktikçe daha yıkıcı

Bekledikçe daha yıkıcı

Dileyin de tez gelsin

Yoksa siz çok biteceksiniz.

 


24 Ocak 2023 Salı

BRUJUVA DERGİSİ LEMAN

 


Anlatıma  radikalleri adam sanmamız problemi ile başlayacağım. Bunu daha sonra da ayrıntılı yazmayı düşünüyorum. Entellektüel olarak gelişmemiş toplumlarda, radikallik, saygınlık kazanmanın bir yoludur. Bunun kökeni bence ilkel çağlarda akıl hastalarının ya da homoseksüellerin, metafizik güçlerle bağlamaya kadar gider. Bu yanılgı, aynı zamanda tarikat üyelerini daha dindar sayma yanılgısı ve ırkçıları daha milliyetçi, Marksit-Leninist ve Stalinistleri daha solda sanma problemine dönüşür. Bir insanın fikrini yazdıklarından çok, yaşamından anlamalıyız.

Doksanlı yıllarda radikal sol yayım denilince akla gelen ilk yayın Leman dergisiydi. Perşembe günleri öıkar, pazartesi günleri bayilerde kalmazdı. Kesin satış rakamlarının açıklandığını hatırlamıyorum. İki yüz binin üzerinde olduğu söylenirdi ki, bence üç yüz bin de olabilir. Bassalar daha çok satabilirlerdi. LGBT ve erkek şiddetine karı yayın yapan ilk dergiydi. Şimdi aleyhine yazıyorum ama itiraf edeyim doksanlı yıllarda candı, cansuyuydu. Hele Ülkücü çetelerin baskısının yoğun olduğu, o yıllarda yeni açılmış taşra üniversitelerinde, haftanın Leman dergisini almak çok önemliydi. Sosyal medyanın olmadığı zamanlar, okur mektupları köşesi, sesimizi duyuracağımız tek yerdi. Faili meçhullerin sıradan olay (vakayı adiye) olduğu o yıllarda, sesimizi duyuracağımız bir tek Leman vardı. Bir zaman sonra Leman değil, Leman grubu dergileri oldu. Bunlardan Öküz, bugünlerin moda olan Ot, Kafa, Kafka Okur, Bavul gibi edebiyat dergilerinin atasıydı.  Ayrıca bugünkü Bayan Yanı dergisinin ninsei çıkacak Pazartesi dergisi başta olmak üzere, başarılı-başarısız pek çok dergi çıkardı. Sonra Beyoğlu Leman kültür vardı, başka şehirlerde de şubeler açtı.

Leman dergisinin okur mektupları köşesi, bir ara hapishanelerdeki sol örgütlerin (O zamanlar sadece DHKP-C yoktu, pek çok örgüt vardı. Yıllar içinde sadece DHKP-C kaldı.) propaganda alanıydı. Hapishaneden buraya mektuplar gönderilir, adres vererek, mektup arkadaşı ararladı. Ben de bir kaç tanesi ile mektuplaşmıştım, biri hariç, diğerleri ile uzun süre devam ettirmemiştim. Uzun süre devam ettirdiğim şahısa da direk yazmamıştım. O zamanda kamuoyunda çok konuşulan, Manisa'da işkence gören öğrencilere yazmıştım. Sonra başka biri çıktı. Adını unuttum, kendisi DHKP-C'nin Ege kır gerillası sorumlusuymuş. O zamamlar derginin yazarı olan Cezmi Ersöz'le o zamanlar arkadaştım, mektup arkadaşı. Bu mektup arkadaşlığı kurumunu son yaşatanlardan biri de bendim. Mektuplaşmanın başlarında ne olacakmyav, derken, iş ciddileşince, dikkatli olmalısın demişti.



Cezmi Ersöz ile ilgili şahsi bir şey anlatacağım. Onunla arkadaşlığımı bitirmemle ilgili. Uzun yıllar arkadaşlığımıza karşılık, ondan yazdıklarımı yayınlatmasını ya da yayımlamasına yardımcı olmasını istemiştim.O ise beni uzun süre oyalayıp, en sonunda beni bu işe karıştırma demişti. Ina kırılmadım dedim ama kırılmıştım. Cezmi, o yılların çok satan ve en keskin yazanlarındandı. Dayak yiyen, öldürülen, hapse atılan solcuların en gür sesiydi. 12 Eylül öncesini ve sonrasını en zor haliyle yaşamışlardandı. Ancak yıllar sonra fark ettim ki, Cezmi Ersöz devrimci değil, burjuvaydı. Devrimci olsaydı o kadar uzun süreli arkadaşlığın ve yazdığım sayfalarca mektubun hatırına, en azından beni yayımcılarla görüştürür, yazdıklarımı da dergilerde yayımlattırırdı.  Oysa artık kendis çok satan, burjuva bir yazar olarak, şöhretini tehlikeye atmak istemiyordu.

Tam o yıllarda Leman başta olmak üzere mizah dergileri de zayıflıyor, Gırgır'dan beri süregelen reklam almama geleneği de kırılıyor, Leman çizerleri, GSM operatörü için Leman Mobil dergisini çıkarıyordu. Leman'dan ayrılanlar yeni dergiler kuruyor, onlar da ciddi oranlarda satıyor ama genel anlamda mizah dergilerinin satışları düşüyordu. Penguen ve Uykusuz'un kuruluşuylar mizah dergileri, yalancı bir bahar, yalancı bir ikinci altın çağ yaşadılar. Bu da 2010'a kadar falan sürdü. İki binlerin ortalarında, Ankara, Atatürk Kültür Merkezinde,  kitap fuarı yapılmıştı. (Ataon Congresium daha inşa edilmemişti).  Penguen dergisinin imza standındaki kuyruk,  binanın dışına taşıyordu. Tam da bu yazıyı yazdığım gün, Uykusuz dergisinin kapandığını, daha doğrusu yarın son sayısını çıkaracağını öğrendim. 

Dergilerin güçten düşmesinin temel sebebi, sosyal medyaydı. Başka sebeplerde vardır elbette ama bunu klasik medyada çalışma tecrübesi olan biri yorumlamalı. Bütün bu süreçte, dergiler küçülürken, işlettikleri kafeler büyüdü. Sadece Lamn değil, Ot, Kafa ve Zaytun'unda kafeleri oldu. Bu kafelerin en pahalı ve lüks olanları, Leman Kültür oldu, en başından beri. Sadece ürünlerinin pahalılığı değil, emekçi sömürüsü açısından da Leman Kültürler başı çekti. Frençaysing denen bayilik yöntemi ile yayıldl. (Beyoğlu, asıl Leman Kültür hariç) Buralarda sendikalaşma sıfır, pek çoğunda işçilere doğru düzgün sigorta bile yok. Denizli Leman Kültür'ün (intertten öğrendiğim kadarı ile) sahibi Belçika'da yaşıyor ve kafesini internetten, kameralarla yönetiyor.



Diğer yandan Leman, Ot ve Kafa'nın eskisi kadar muhalif olmamasının temel sebebi artık siyasi baskılar değil, tücari baskılar. Zayfun'da, kafelerinde Zaytung Zone denen 4-8 sayfalık bülteni dağıtmayı ve büyük ekranlarda espiri yapmayı bıraktı. Leman ise iyice küçüldü, içeriklerinin çoğu da eski içerikler. Pandeminin başında birden küçülmesinin sebebi kağıt değil, bu kafelerin eskisi kadar solcu barı olmaması, müdavimlerinin önemli bir kısmının sağcı olmasıdır. Muhafazakar-sağcı cenah, kendi mahallesinde sıkıldığında, buralar geliyor. Hele Ot Kafe, neredeyse tüm ülkeye yayıldı. Leman'da, hem artık kafelerinde dağıtılmıyor, hem de iyice küçülerek, yayımcılıktan uzaklaştı.

O çılgın ve korkunç doksanlarda göremediğimiz şey, Leman'ın bir burjuva dergisi olduğuydu. O dönemlerde ÖDP (Şu günlerde SOL parti) ve HDP'yi savunan Nihat Genç, şimdilerin yeni nesil faşisti. Bir ara yazısı derginin sayfalarına sığmazdı. Kadın ve LGBT'ye yönelik şiddete karşı çıkan Leman grubunda, tek gerçek muhalif, Feminist bayan yanı kaldı. Lemancılar ise, sağın en güçlü iktidarında, küçük burjuva konforlarından feragat etmemek adına muhalifliği bıraktı. 

O zamanlar kendilerinden daha sağcı gördükleri gruplar (adlarını yazmamaya karar verdim), ÖDP, Leman ve hatta illegal sol gruplardan daha devrimci çıktı. Leman hep ucuz kahramanlık yayını oldu. Hep kolay yerin solcusu oldu. Taşrada okuyanlar iyi bilir. ODTÜ, İTÜ ya da İzmir- Eskişehir gibi yerlerden daha zordur, Isparta, Yozgat ve Erzurum gibi yerlerde solcu olmak. Hele doksanlarda,  bazı şehirlerde,  Alevi, Kürt ya da solcu olduğunuz söylemek, elinize Leman- Cumhuriyet benzeri bir yayımı görünür şekilde göstermek bile, tek başına cesaret işiydi. Büyük şehirlerde okuyanlara, kolay yerde soculuk yapıyorsun derdik.



Leman ve yazar-çizerleri, gerçek devrimci olsaydı, çoktan kapanmış, bu kapanışta da büyük kavgalar vermiş, Leman Kültürlerde ucuz, öğrenci işi yerler olmuştu. Fakat Leman öğrenci dergisi olmasına rağmen, hele de gariban öğrenci dergisi olmasına, öğrencilerin ekmeğinden kestiği paralarla alınmasına rağmen, Leman Kültür hep sosyetenin mekanı oldu. Cem Yılmaz, Beyoğlu Leman Kültürde parladı. Meddah olmadan evvel de çizerdi. Korkuç Tilbe adında, önüne gelen erkeklerle yatıp, onlara laf sokan, burjuva yosmanı bant karakteri bile vardı.

Şimdi ise Leman, sadece kapağı ile var ve sadece Uykusuz da kapandığına göre, Teodor Kasap'ın Diyojen dergisinden beri süregelen,  Oğuz Aral'ın Gırgır ve Tekin Aral'ın Fırt dergileri ile yetmişlerde ve seksenlerde şahlana Türk Mizah dergiciliği öldü diyebiliriz. Geriye halen cidden savaşan bir avuç yürekli feminist ve bir kaç lüks kafeterya kaldı.

Herkesin başı sol olsun.



22 Ocak 2023 Pazar

DÜŞECEĞİNİ HATIRLA- Memento cades (2-DÜŞMEME TEDBİRLERİ)



 Düşmek kaçınılmazdır demiştim. Gene de insanlar düşmemek ya da düşmeyi ertelemek için çeşitli tedbirler alırlar. Ben de bu tedbirleri ve ne kadar işe yaradığına bakmaya çalışacağım.

1.Korku, baskı ve terör: En çok kullanılan yöntemdir. Size muhalif olanı öldürün, katledin, hapse atın falan filan. Tabi bunu yapmanızın da bir sınırı var. Fazla baskınız, insanların size karşı nefretini arttırır. Bu yüzden arada bir iyi yüzünüzü göstermeli, en azılı muhaliflerinize bile şefkatinizi göstermelisiniz. Bu sadece sizin imajınızı düzletmekle kalmaz, size muhbir ve yeni yandaş kazandırır.

2.Muhbir ağı: Muhbir ağı denilince ilk akla gelen 2. Abdülhamit'de olsa, bu tarih boyunca vardı. Abdülhamit, bu muhbir ve jurnal ağını kurumlaştırmıştır. Hani Bulgaristan'a hurda kağıt diye satılan tonlarca Osmanlı arşivi var ya. İşe arşiv, bu jurnallerdi ve hatta Abdülhamit sonrası İttihatçılar ve öncesinde de bolca ihbar vardır. Bu ihbar ağı, baskı toplumlarında, toplumsal ahlakı en çok çürüten şeydir. Bir zaman sonra insanlar, içlerindeki gizli nefret ve kıskançlıkları, asıllı ve asılsız ihbarlarla giderir. Diktalar yıkıldıktan sonra geriye açıldığı zaman tüm toplumu birbirine katacak kocaman bir arşiv kalır. Atatürk'de muhtemelen bu arşivi hurda kağıt olarak sattı.

Aslında muhbirlik Türklerde çok eskidir. Nizamülmülk'ün Siyasetname kitabında, dış istihbarata ait bir öğüt yoktur ama vali ve benzeri görevliler arasında isyan ve düşmanla işbirliğine karşı muhbirler bulundurulması gerekliliği anlatılır.

3.Muhaliflerinizi satın alın. Bu bir Osmanlı geleneğidir. Celali isyanlarının aralıksız yüz yıl, aralıklarla da iki yüz yıl kadar sürmesinin bir sebebi de devletin sık sık asilerle uzlaşması, onları Balkanlara akıncı, vali ve Girit savaşına falan göndermesiydi. Yayla İmamı Tarihi adlı kitap, Girit fethine gönderilen Celalilerin, nasıl kaçtığını ve Venediklilerin koca Osmanlı gemilerini kolayca almalarını anlatır. Celali İsyanları bitse de Osmanlı, dağa çıkan eşkiyalara sık sık af çıkarmaya, İstanbul kabadayılarını  polis başkomseri yapmak gibi icraatlarda bulundu. Abdülhamit'de muhaliflerini sık sık satın alır ya da korkutarak kendi saflarına çekerdi. Teodor Kasap'ı şahsi kütüphanecisi yapıp, ona roman çevirileri yaptırmıştı. Namık Kemal'i, önce Magosa zindanına mahkum, sonra Magosa'ya mutasarrfı (Kaymakam), sonra da Sakız mutasaraffı yapmı, son yıllarında da Namık Kemal o aşırı muhalif tavrından vazgeçmişti. Rahmetli biraz daha yaşasaydı yandaş bile olabilirdi.

4.Kendiniz kutsayın, uüceltin, metafizikleştirin. Firavunlardan beri işe yarayan sistemdir. O kadar işe yarar ki, tarihte en uzun süren rejim, firavunluk olmuştur. Neredeyse üç bin yıl sürmüştür, hatta belki daha fazla. Yazının daha ilk icat edildiği milattan önce üç binli yıllardan, milattan önce ellilerde Roma işgaline kadar aralıklarla sürmüştür. Fakat bu sizi yanıltmasın. Bu süreçte otuz üç ayrı firavun sülalesi hüküm sürdü. Halkın ayakları altında linç edilen firavunlar oldu. Firavun sülalelerinin bazıları Sudanlı, yani siyahi, bazıları da Libyalıydı.  Aslında bu süreç içerisinde, gerçek iktidar Amon rahipleri denen din sınıfının elindeydi. Benzeri bir rejim de, şu anda Japonya'da devam eden rejim. Bizim imparator dediğimiz Japon Meijiliğinde de meijiler, firavunlara benzer bir kutsallık halesi ile çevrili. Halen de meiji ile ilgili protokol farklı.

Bu kutsallaştırma hep oldu, özellikle de devletin egemenliği zayıfladığı zamanlarda. Orta çağlar boyunca Avrupa krallarına Papalar ya da kardinaller tac giydirdi, papalar bazı kralları afaroz etti,  hatta Kutsal Roma (Alman) imparatoru 4. Henrich, afedilmek için papanın yanına yürüyerek gitti. Hatta meşhur Makyavel, Türklerde şeyhülislam padişaha bağlı, padişah kızarsa kafasını uçuruveriyor (gerçekten de Osmanlı tarihi boyunca idam edilen şeyhülislam sayısı, sadrazamdan fazladır), biz kardinallerin karşısında titriyoruz. Bizde de din, devlete bağlı olmalıdır, demiştir. Şu anda Avrupa'nın Protestan kuzey krallıklarında (İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka) kilise doğrudan krala bağlıdır.

İslam dünyasında da krallar kendilerine seyfullah (Allah'ın kılıcı), hıfzullar (Allah'ın gölgesi), halife  gibi kendilerine unvanlar vermiştir. İşin doğrusu bu unvanlar da işe yaramamıştır. İslam tarihi tahttan indirilen, linç edilen halifeler, padişahlar, Hristiyan tarihi de papalarla doludur.

 5.Halkı cahil bırakın: Geçenlerde sosyal medyada Mahmut Esat Bozkurt'a ait olduğu söylenen güzel bir söze denk geldim. Madem bu Arap alfabesi bu kadar kutsaldı, neden halka öğretilmedi bunca yüzyıl? Osmanlıda okuma-yazma oranı hiç bir zaman yüzde on beşe ulaşmadı. Türk halı zaten o yıllarda okuma-yazma bilmiyordu. Kadınlarda okuma-yazma oranı binde dörttü, binde. Kaldı ki şu anda yüzlerce Kuran kursu, İmam Hatip lisesi, Osmanlıca bilen eleman yetiştirebiliyor mu? Tarih ve Türkoloji mezunarı dört dönem Osmanlıca okudukları halde, Osmanlıcaya hakim olamıyorlar. Çünkü Osmanlıca diye tek bir dil yok. Arapça, Farsça ve son dönemlerinde de Fransızca ve İngilizce'den özentilerle ileri derecede bozulmuş bir Türkçe var. Sorun sadece alfabe değil, alfabe kendi başına bir sorun. Bir kere Kuran alfabesi ya da yazımı ile aynı değil. Esre, ötre gibi pek çok işaret, belli bir dönem Osmanlıcasından sonra yok. Tanzimatla matbaa yaygınlaşıncaya kadar noktalama işaretleri de yok. Kaldı ki el yazısı Osmanlıca, çok kuralsızlıklar içeriyor ve bazen o yazıyı okumak için, o yazıyı yazanı tanımak gerekiyor. Mesela elif ya da dal gibi bazı harfler, bir sonraki harfle birleşmiyor ama mektuplaşan kişi birleştirmiş. Alfabe dışında başka bir problem de, kelimelerin anlamları. Mesela hasta, Farsça yorgun demek, hastane de otel. Farsça ya da Arapça'dan, hatta batı dillerinden alıp, farklı anlamlar verdiğmiz pek çok kelime var. Mesela İngilizce İngilzce meeting, toplantı demeke, Türkçe'de kitlesel meydan gösterisi. Osmanlıca'da da o kelimeyi hangi anlamda kullanıldığını anlamak için, metnin bütününe bakmak gerek, mesela sümük kelimesi, kemik, dil kelimesi kalp anlamından kullanılmış olabilir.

Osmanlı alfabesi ve dilindeki bu çelişkilerin sebebi, Osmanlı devletinin bir eğitim politikası olmamasıydı. Osmanlı için eğitim, elit eğitimiydi. Bu tarih öncesine, Asur, Babil'e kadar dayanır. Platon bile, Devlet kitabında, köle sınıfına sadece el becerisi öğretilmesi gerektiğini,  okuma yazmanın kölelere yasaklanması gerektiğini söyler. Gazali, felsefenin, matematik dahil konularının, halkın kafasını karıştırdığını ve sadece din alimlere öğretilmesi gerektiğini yazar. 

Osmanlı da, sistematik olarak halkı cahil bırakmıştır. Matbaayı yasaklamasının sebebi de budur. Matbaa için, hattat esnafını suçlamak, çok zavallıca bir durumdur. Fatih muhtemelen matbaanın yeni fikirleri hızla yayacağını biliyordu. Osmanlıya matbaa, gerçek anlama ancak Tanzimattan sonra geldi. İbrahim Müteferrika'nın ve sonraki amatör matbaacıların matbaalarının çok bir önemi yoktur. Osmanlıdan sonra cumhuriyet döneminde de Osmanlı kökenli aydınların cahil halk aşkı devam etmiş, Cüneyid-i Bağdadi'nin Nişaburlu okuma bilmeyen kadınların imanı gibi, cahil insanların ferasetini övmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında da, sağcı akademisyenler de koro halinde Tuba ağacı nazariyesi diye ötmüştür. Bu teoriye göre milli eğitimin bütçesini, okuma-yazmayı arttırmak ya da köylere okul yapmaya harcamak yerine, çok iyi eğitilmiş, deha gençler için bir elit eğitime harcanmalıdır. Bu yüzden köy enstitüleri çabucak kapatılmış, Demokrat Parti iktidarı ile uzun yıllar köy okulları ihmal edilmiş, okuma-yazma oranlarının düşüklüğü  pek önemsenmemiştir.12 Eylül darbesi olduğunda ülkede okuma yazma halen çok düşüktür. Darbe yönetimi de geniş çaplı bir okuma-yazma seferberliği başlatır, kırklı, ellli ve daha yaşlı pek çok insana okuma-yazma öğretir.

Gene de Türkiye tarihinin en okuma düşmanı rejimi 12 Eylüldü. Tonlarca kitabı yasaklayıp, hurda kağıda gönderdiği yetmiyormuş gibi, kitapları bir suç aleti yaptı. Ülkenin tek kanalı olan TRT, yıllarca ana haber bülteninde, bazıları klasik olmuş kitapları, suç unsuru olarak gösterdi. Seksenli yıllar Türk yayımcılığı için tam bir kabus olarak geçti. Bir ara TÜYAP İstanbul kitap fuarı hariç, ülkedeki tüm kitapların üçte biri Ankara'da satılıyordu. Bazı yayınevleri yıllık satışlarının yarıdan fazlasını 2 haftalık TÜYAP İstanbul kitap fuarında satıyordu. O yıllarda pek çok kişi okuma-yazmayı tabelalardan öğrendi.

Şu anda da Dünya'da, Komünist ya da eski Komünist ülkeler haricindeki diktatörlüklerin, uzun süreli iktidar ve saltanatların cahil halka borçludurlar.   Tüm dünya Müslümanlarının %55'nin okuma-yazma bilmediğini bizzat cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, bizzat kendisi söyledi.

(Yazı fazla uzadı, ikiye bölüyorum.)