YAŞAYAN ÖLÜLER KERVANI
YAŞAYAN ÖLÜLER KERVANI
YOL
Bir ağıttan taşırıp çığlığımı
Yaramı sağaltıp özsuyla
Ermeli soluğum
Kesildiği yerden yarına
Kırılır dallar
Kanar
Kabuk bağlar
Yine de uç verir bahara
Acısında maya bulur
Çiçek açmaya dalından tomurcuk
Kızıllığıyla büyürken güneş
Batarken ufukta
Yarına bir yol var
Ardı sıra denizlerin
Dağları dolanarak patikalardan
Yarına bir yol olacak
Alaca dağlarında sabahın
Çalarken fabrika düdükleri
Söylenirken şantiyelerde
Özlemle gurbet türküleri
Yarına bir yol
Doyamayan bebelerin açlığından
Anaların dinmeyen avazından
Tutsağı sabırla işleyen
Saat gibi voltasından
Kaybeden canlarla yaşayan
Cumartesi Meydanı'ndan
Hrant'ın düştüğü yerden
Havalanano ürkek güvercinden
Yarına bir yol
Madencinin kara ellerinden süzülen
Işığın aklığında
''Öyle mi alay komutanı'' diyen
Yüreğin berraklığında
Yarına bir yol
Elindeki kitapla
Orduların karşısında
Ordulardan büyük
Yeryüzünün lanetlisi
O haylaz çocukların
Omuzlarında yükselecek
Yarına
Bir yol
Açılmamış belki
Açılacak
Fırçasıyla çizdiği düşlerin
El ele veren
Rengaren kardeşliğinde
Türküsüyle buluşturduğu
Terlerken avuçları
İndirdiğinde sırtındaki
Bin yıllık yükleri
Kazmasını kaldırdığına göğe
Yürünmüş tüm yolların
Buluştuğu bir açmazda
Yarına
Bir
Yol
Var
Açılacak
Şafağında
Sabahın
(Erman Barış)
Bir İyon yontusudur şimdi
Yaralı bir üveyik
solgun ateş çiçeği
Dün kanla kovduklarımız
çöktüler yine suyun gözüne
Dağımız yaralı, suyumuz sası
tutsak edildi derelerimiz
Irzına geçilirken gözleri bağlı kızın
kılıç gösteriyor bize bir kılıç artığı
Üç otuza gidiyor alın terimiz
Tecavüzler, intiharlar
kadın cinayetleri...,
Bize yeni bir zafer gerek
Yenmiştik, gene yeneceğiz,
Bizden yanadır toprağın belleği
suyun öfkesi bizden
Mayıs'tan sorsunlar bizi
Ağustos'tan, Eylül'den
Can erikler yesin diye çocuklar
dişleri kamaşmasın diye tarihin
Ekmek için, gül için
hürriyet günleri çin...
Bize yeni bir zafer gerek
Yüzümüzde vakur
ve muzaffer gülümseme
inebilmek için yine Belkave'den İzmir'e
Yıkmak için sermayenin saltanatını
bize yeni bir zafer gerek
Şimdi ben bu konuyu daha önce de yazmıştım, hem de defalarca: (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/madem-bakara-114-var.html) ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/bakara-makara.html) ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/07/bakara-tantm.html)
Konuyu özetlemem gerekirse, Kur'an'da, Bakara suresi adını, Sami dillerinde (Arapça-İbranice) Bakar yani buzağı-dana-sığır anlamına gelir. Mısır'dan kaçan Yahudiler, Musa'nın öncülüğünde ve yine Musa'nın Kızıldeniz'i ikiye ayırması sonucunda kurtulurlar. Bir süre (bir rivayete göre aylarca, bir rivayete göre yıllarca ya da günlerce) çölde dolaşırlar. Sonra Musa, on emti almak ve Yehova ile konuşmak için Tur dağına (Rivayete göre bu dağ, Sina yarım adasındaki Sina dağı, bazılarına göre de Arap yarım adasının kuzey batısındaki dağlardan biridir) gider. Bir süre dağda kalır. Bir ateş şeklinde kendisi ile konuşan tanrı Yehova ile konuşur. Sonra geri döner ve şok edici bir manzara ile karşılaşır. Halkı bir buzağı heykeline tapıyordur. Bu heykelle ilgili çeşitli rivayetler vardır. Kimilerine göre altındandır, kimilerine göre altınla kaplı çamurdandır ve ağzı ile anüsü arasında deliik vardır ve rüzgar estikçe ses çıkarmaktadır. Musa öfkeli bir şekilde konuşunca, biz tek ya da iki çeşit yemekten sıkıldık, çok çeşit istiyoruz deyip, isyan etmiş. Bunun üzerine de Musa, buzağıya tapanları lanetler. Bu kabile, rivayete göre İsrailoğullarının kayıp 13. kabilesidir ve çölde kaybolmuşlardır.
Şu günlerde soğanın fiyatı aşırı artınca, birileri de kendilerini döyle savunmuş. Ülke halkı olarak firavundan kaçıp, kaçmamız tartışması bir yana, biz kudret helvası ve bıldırcın kebabı ile mi besleniyoruz ki, soğan pahalı diye şikayet etmeyelim?
Şu günlerde herkes, 1980 yapımı Zübük filmini ve onun üzerindeki gizli sansürden uzun zamandır çok konuşuluyor. Bu da filmin, internet sitelerinde daha çok izlenmesine sebep oluyor. Öte yandan 1985 yapımı, başrolünde Şener Şen'in oynadığı Namuslu filmi gözden kaçıyor. Ben her ikisi ile de ilgili bir yazı yazmaya karar verdim.
İki film, birbirinin yansıması yada zıddı gibidir. Beş sene sonra yapılan Namuslu filmini, Zübük filmine cevap olarak alabiliriz. Zübük filminde, Kemal Sunal'ın oynadığı Zübük karakteri, filmdeki tek kötü karakterdir. Namuslu filminde ise, filmin bir noktasına kadar Şener Şen'in oynadığı Ali Rıza karakteri tek iyi karakterdir, sonra o da kötü olur. İronik bir şekilde, Kemal Sunal çoğu filminde, tesadüflerin de yardımıyla kazanan saf, masum iyiyken, Şener Şen, başarısız, komik kötü olur. Bazen Kemal Sunal'ı (Özellikle, Kibar Feyzo filminde), bazen de İlyas Salman'ı (Özellikle de Banker Bilo filminde) ve arada diğer oyuncuların (Mesela, Şalvar Davası'nda Müjde Ar'ın) başına bela olan kötüdür. Aslında genel anlamda filmin sonuna kadar başarılıdır. Sonuçta her iki oyuncu da, bu filmlerle alışılageldik rollerinden çıkıyor. Öte yandan bu iki film, iki ayrı felsefi soruyu soruyor. Zübük, bir namussuz, namuslular arasında nasıl yaşar, sorusunu sorarken; Namuslu filmi, namuslu insanın, namussuzlar içine nasıl yaşar sorusunu sorar. Etfarındaki çoğu insan dürüstken, Zübük dürüst olmayı düşünmez bile. Namuslu Ali Rıza ise bir noktada yoldan çıkar ve kendisinin namussuz olmasını isteyenleri cezalandırır.)
Her iki filmde, fazlasıyla politiktir. İlk film, politikacıları hedef alırken, ikinci film, seçmenleri hedef alır. İkinci film, çalıyor ama çalışıyor diyen seçmeni yıllar önce görmüştür. Ali Rıza, yoksulluğu için suçlandığında ailesine çalayım mı diye sorar, kaynanası Adile Naşit, nerde sende o göz diye cevap verir. Anlarız ki Zübüklere oy verenler o kadar masum değildir. Zübük romanında ve filminde de benzer mesajlar filmin sonunda verilir. Filmin ve romanın esas konusu Zübük olduğu için, filmdeki bu mesaj kaçırılır. Zübük filmi, 1961 tarihli ve Aziz Nesin imzalı romanı ile bayağı paralel bir senaryoya sahiptir. Aradaki otuz yılı ve ne kadar mükemmel olursa olsun, bir romanı sinemaya uyarlama zorluklarını da hesap etmeli. Filmde, romanda olmayan 1977 Güneş Motel olayı da vardır. Türk siyasetine damga vuran olay, 1980'de film yapılırken halen tazedir. Özellikle bu otelde yapıan pazarlıkla gümrük bakanı olan Tuncay Mataracı'nın rüşvet skandalı, CHP iktidarının bej sıfır (bej değil, Trakya aksanı sebebi ile bej) ara seçim yenilgisinin ve 12 Eylül darbesinin yol taşlarından biri olmuştur. Filmde ve romanda Zübük'ün küçük bir kasaba politikacısından çıkması, 1976 yapımı, Zeki Alasya-Metin Akpınar'ın başrolterinde oynadığı, Umur Bugay senaryolu, Atıf Yılmaz'ın yönettiği Hasip ile Nasşp filminin de, Zübük romanından etkilendiğini düşündürür. Aslında taşrada bir süre yaşarsanız, kasaba politikacılarının hikayelerinin birbirine benzediğini görürsünüz. Aziz Nesin'de romanın konusunu, gazetecilik ve benzeri etkinliklerde turt gezilerindeki gözlemlerinden aldığını yazmıştır. İşin gerçeği, her kurgu karakterin kökeninde, gerçek bir karakter vardır.
Zübük politikacılar ve Zübük seçmenleri, son Kızılay sıkandalında da gördük. Sıkandal üzerine muhalifler kan vermeyi kesince, Kızılay kansız kaldı. Ölürüz, kanımız akar diyenler, kan verme iğnesine bile yanaşmıyor. Sonuçta çalıyor ama çalışıyor diyen kitlenin cesareti bile yalan
SİS
Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...
Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
18 Şubat 1317
CAN'larıma
Yağmur yağar sel olur
Evimiz Asi'ye bakardı
Asi delicesine taşar
Yaşamak bize yakışırdı
...
Ah Antakya
Yıkılmış duvarların
Taş sokakların yok artık.
Ne çan kalmışi ne ezan
Göçük altında hazzan
Ne eski meclis binası
Ne de vali konağı
Ne künefeciler kalmış.
Ne dönerciler saray caddesinde
Uçup gitmiş zahter
Uzun çarşıda ceset,
Kan ve yanık kokusu
.....
Ah canlarım
Alanlarda toplanılır
Eylem bize yakışırdı.
.....
Of Antakya
Hep üvey evlattın ama
Mksüz, yetim ve sakatsız vesselam
Yıkılmış kalelerin
Hatice Can yok
Mithat can yok artık.
.....
Ah canlarım
Ne zaman savaş olsa
''Hayır'' size yakışırdı.
.......
Çığlıklar yankılanmış
Dolaşıyor enkazlarında hayaletler
''Takdir-i İlahi'' diyorlar ya
Faili belli cinayetler.
Ah annem
Ah babam
Ne zaman haksızlık olsa
Mücadele size yakışırdı
.....
Oyyy 6 Şubat
''Ölüm her şeyi eit kılar''
Yazar müzedeki lahitte...
Eşitlik midir yaşayabilecekken ölmek?
Atarak yardım çığlıkları
Ve duyarak başka sesleri
Beklemek umutla yardımı
Durması için yağmurun
Dua etmek karanlıkta
Teslim olmak yokluğa
......
Ah annem
Çocuklar işkence görür,
Savunmak sana yakışırdı
Kadınlar şiddete uğrar
Haykırmak sana yakışırdı
.....
Ah Samandağ
Deli dalgalar sahili döver
Mangalda et kokardı
Üstümüzde deniz tuzu
Çocuklar suyla oynardı
Humus, abaganuş ve salata
Portakal ve çiçek kokuları
Kızlar duvarları boyardı
Rakılar içilir
Gülmek bize yakışırdı
Güneş yakar, kavurur
Tekneler sahile yakışırdı
Kadehler tokuşur
GÜLMEK EN ÇOK BİZE YAKIŞIRDI
(İNAN CAN)