12 Ekim 2017 Perşembe

DOKSANLI YILLAR-5 FETÖ, CEMAATLER VEYA TARİKATLER VE 15 TEMMUZUN BAŞARISIZLIK NEDENİ
                Doksanlı yıllar bu gün Fetö, o zamanlar Cemaat dediğimiz tarikat başta olmak üzere, tüm tarikatların patlama yaptığı zamanlardı. Tarikatlara patlama yaptıran dershanecilik sektörüydü. O zamanlar dershane açmak çok kolay ve karlıydı. Bulunduğunuz şehrin merkezi bir yerinde, almayı düşündüğünüz öğrenci sayısına göre birkaç kat ya da bina kiralardınız. Branşlara göre öğretmen de görevlendirip, büro elemanların da tuttunuz mu tamamdı. Atandığı yeri beğenmeyen ( o zamanlar atanamayan öğretmen meselesi yok denecek kadar azdı), emekli olan öğretmenler dershanede çalışır ya da kendisi dershane kurardı. 12 Eylül rejimin dershaneleri kapatmak istediği, fakat halkın tepkisi yüzünden kapatamadığı konuşulurdu. Pop müzik gibi dershanecilikte patlama yaptı ve bazı dershaneler büyüyerek, zincir oldu. Önceleri sadece o zamanlar son sınıf olan lise 3’de gidilirdi.  İlkokul 5 ve ortaokulda da bazen dershaneye gidilirdi. Yavaş yavaş her sene dershaneye gidilmeye, 2010’dan sonra da öğrencinin 2. Okulu olmaya başladı. Bu aşamadan sonra da bence öğrenciye yararlı değil, zararlı olmaya başladı. Çünkü bu dershaneler, çoğunlukla şehir merkezinde ve ailenin yerleşim yerinden uzaktı.  Çoğunda da öyle doğru dürüst yoklama yapılmıyor, öğretmenler sınıf disiplini ile uğraşmıyordu. Giderek ders anlatmamaya, sadece soru tipleri ve pratik çözüm yollarını öğretmeye başladılar. Abiler, ablalar ve ilçelerden dershanelere gelenlerin kaldığı yurtlar sayesinde de gençleri kendilerinden yapmaya başladılar.
                Buradan da gençlerin cemaatlere yönelmesine sebep olan 2. Alana, yani özel yurtlar ve evler konusuna geçiyoruz. O yıllarda pek çok Anadolu şehrine yeni üniversite açılmış, mevcutlarının da kapasitesi arttırılmıştı. İkinci öğretim, pek çok bölümün öğrencisini iki kat arttırmıştı. Buna karşın yurtlar yeterince artmamıştı. Ev kiraları, özellikle öğrenciler olduğunda fahiş fiyataydı. Buna bir de o zamanlar yurtlara egemen olan Ülkücülerin zorbalığı vardı. Özellikle doğu ve güneydoğudan gelen pek çok genç okulu bırakmak ya da eve çıkmak durumundaydı. Ülkücülerin zorbalığı sadece Kürtlere, Alevilere ya da solculara değil, neredeyse herkeseydi. Kişiliği düşük olanlarda Ülkücülere katılıyor, çabucak REİS unvanıyla da kız tavlamaya çalışıyordu.  Üniversitenin her birimi için bir reislik makamı vardı. Yurtta kız, erkek ayrı, bir de yurtta katlar ve koridorlar için reislikler vardı. O zamanlar kavgaların gerisinde hep kız kavgası olurdu. Ülkücüleri de Yurtkur görevlileri le üniversite hocaları korurdu. Bütün bu nedenlerin sonucunda da yurttan ayrılmak isteyen öğrenci ilk tercih olarak eve çıkardı. Ev kiralayamayanlar ya (o zamanlar cemaat dediğimiz) fetö başta olmak üzere tarikatların evlerine ve yurtlarına taşınırdı. Eve çıkmakta her zaman durumu kurtarmazdı. Yurtta kurulan arkadaşlıklar, eve çıkınca düşmanlığa döner, ev ortakları dağılır, yurda geri de dönülmeyince, cemaat evlerine gidilirdi mecburen. Yurtlar ve evler, cemaatlerin gençleri kaptığı yerlerden biriydi ve halen de öyle. Akp iktidara geldiğinde, cemaatler öyle güçlendi ki pek çok yerde, gençlere bu yurt ve evlere mecbur kalsın diye yurtlar boş bırakıldı. Pek çok kişi aylarca yedek listelerde süründü.
                Doksanların başına birçok cemaat vardı. Nurcular bile otuzdan fazla gruba bölünmüştü. (Yeni Asyacılar, Kırkıncı Hocacılar, Dilara vs vs) Birbirleri ile yer yer çirkinleşen rekabet içindeydiler. Birbirlerini sık sık hırsızlıkla, dilencilikle falan suçlarlardı. Fettullah Gülen tarikatı, zamanla güçlendi ve güçlendikçe diğer tarikatları da yönetmeye ve yönlendirmeye başladı.  Bir HDP milletvekili, AKP ile Fetö’yü ayırmak, keki undan ayırmak gibi bir şey demişti.  Sadece AKP’yi değil, tarikatları da birbirinden ayırmak bu kadar zor hale gelmiştir.  Bu 91-92’den sonra yavaş yavaş oluştu. Önceleri her seçim öncesi o zamanlar cemaat denen tarikatların hangi partiye oy vereceği konuşulurdu. Geleneksel olarak Kadiriler (bir kısmı diyelim) MHP’ye, Süleymancılar ANAP’a oy verirdi. Süleymancılar, tamamen bitip, Demokrat parti ile birleşip, yok olana kadar ANAP’a desteğini sürdürdü ama sadece liderleri. Yanılmıyorsam yandaşlarına SMS bile attılar ANAP’a oy vermesi için ama iktidar olmayacağı belli olan bir partiye kimse oy vermek istemedi. O yıllarda pek çok kişi tarikat şeyhlerinin halkın oy verme kararında etkili olduğu sanılırdı. 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarına kadar ben de öyle sanırdım.  Oysa doğu ve güneydoğuda elli, altmış yıldır dededen, toruna milletvekilliği, belediye başkanlığı devşiren şeyhler ve aşiret ağaları bile AKP iktidarından sonra aday bile olamaz oldu. 1995-96’dan sonra sadece Fetö’nün desteği merak edildi. Hatta bir iddiaya göre bir ara DSP’yi destekledi fetö. DSP’nin son iktidar dönemi, benim öğretmenliğimin ilk yıllarında denk geldi. bu dönemde DSP hem iktidarın büyük ortağı, hem de Milli Eğitim bakanlığını üstlenmişti.  O dönemde bile pek çok makama fetöcüleri getirmişlerdi. O dönem DSP’nin tek faydası EĞİTİM-SEN’in örgütlenmesi oldu.  Tarikatlar genelde DYP-ANAP arasında gidip, gelirdi. 2002’de Fetö ve neredeyse Süleymancılar gibi birkaç istisna grup hariç tüm tarikatlar AKP için çalışmaya başladı. Yoksa 11 aylık parti, %35 ile 1. Parti olamazdı.
                Fettullah Gülen, kendisinin devlete sızması ile ilgili videosu açığa çıkınca, Amerika’ya gitti.  Bunu ortaya çıkaran Ali Kırca ve programına katılanların itibarı birer ikişer gizli kamera çekimleri ve kumpaslarla zedelendi. Gülen’se Amerika’da güvende iken, teşkilatı çalıştı. Gülen, Amerika’ya gitmeden evvel de güçlüydü. Hatırlıyorum bir konferans ya da kongrede,  muhabir bir kız, ona Fettullah bey diye seslendi diye seslendi diye dünyanın ayarını yemişti. Üç yıllık köy ilkokulu mezunu Fettullah Gülen’e, Fettullah Gülen Hocaefendi denmeliymiş. Fettullah Gülen’in o koca teşkilatı kurduğuna ve yönettiğine asla inanmadım. O bir puttu ve onu yücelten bir sürü şaman vardı. O süs biberi gibi duruyor, etrafındakiler de onu yüceltiyordu. Bu sadece Gülen için değil, diğer dini liderler ya da tarikat şeyhleri için de geçerli. Ben gene de bu tarikatların, özellikle de fetöcülerin teşkilatlanmasına hayrandım. Düşünsenize, Türkiye’nin hemen her yerinde yatabileceğiniz bir mutlaka vardı. Otel ya da yurt değil, öğrenci evi. Üstelik kadın olsanız bile. Hemen her yerde ablalar denen kadın yöneticiler de olurdu. Doksanlarda bile durum böyleydi, AKP iktidarı ile beraber, FETÖ başta olmak üzere cemaatler daha da güçlendi ve kalabalıklaştı. Ta 17-15 Aralık olayına kadar.
                17-25’den ve 15 Temmuzdan sonra bu hayranlığım bitti. Bütün bu örgütlerin dinden çok devletin, özellikle de derin devletin, bu derin devleti kuran NATO kurumlarının sayesinde örgütlendiğini anladım. Çünkü o devasa topluluk, o muhteşem örgütlenme, ilk ciddi zorlanmada kötü not almıştı. Fetö 12 Eylül hatta 28 Şubat rejimi ile bile iyi ilişkiler içinde oldu. Hatta 1997-98’de türban yasağı tekrar hortladığında, Pensilvanya’dan emir geldi, iş yerinde, okullarınızda türbanı çıkarın diye. Topluluğun büyük kısmı, hatta diğer tarikatlar bile bu emre itaat etti. Her zaman hile, kumpas ve tehditle ilerledi. İlk zorluk olan 17-25’den sonra önce esnaf terk etti fetö ve diğer tarikatları.  Tarikatlar mertçe savaşa, göğüs göğüsse bir mücadeleyi sevmiyordu. Pek çok okuruma garip gelecek ama ben bu tarikatlardaki güç ve popülarite kaybını, düzenledikleri kermeslere ilginin azalmasından anladım. 17-25 Aralık olayından bir kaç kadar sonra, Fetö mü, değil mi, net bilmediğim bir kermese gittim ve gelen gidenin azlığına hayret etmiştim.  Ertesi sene de, gene net olarak bilmediğim bir kermese, Kırıkkale’de gitmiştim.  Yarı fiyatından daha ucuz döner ekmeğe bile rağbet yoktu. 15 Temmuzdan birkaç sonra gittiğim ve fetöcü olmayacağı artık kesin olan aşka bir tarikatın kermesinde ise in cin top oynuyordu. Ne olmuştu da, bu halk, tarikatları terk etmişti?
                Bunun cevabını da, o kadar işsiz öğretmen varken, dışarıdan din dersine gelen bir hocadan öğrendiklerimi, eski öğrendiklerimle karşılaştırınca anladım. İmamın anlattığına göre ilçedeki Menzil tarikatı dergâhına (resmi adı vakıf tabi ki), bir taziye sebebi ile gitmiş. Herkesin şeyhe çok doğaüstü biriymiş gibi davrandığını ve o daha gelmeden şöyle dur, böyle davran diye öğüt verip durmuşlar. Oysa gayet normal bir şekilde konuşmuş. Dergâhtakiler camiye gitmiyor, dergâhta, yani dernekte namaz kılıyormuş. Şeyhleri camiye gidin dediği halde, gitmiyorlarmış. Dedim içimden, camide seni kim görüyor. Sonra üniversitede, yurtta ülkücüler egemenken, yemekhanede, yurt nüfusun neredeyse yarısının katıldığı toplantılar geldi. Oda arkadaşımın dediğine göre ocaktaki toplantılarına yirmi kişi zor geliyormuş. Bu ilk yıldı, 2. Sınıfın ortalarında o da Ülkücülerden ayrıldı, toplantılarına katılmaz oldu. Bu da aynı şeydi.  İnsanlar artık inandıkları için değil, geçinmek ve para kazanmak için tarikatlara gidiyordu. Tarikatlar, ideolojileri, inançlarını kaybetmiş, çıkar topluluğuna dönmüştü. Bu da yeni bir şey değildi. Bence 28 Şubatta, Pennsylvania’dan gelen bir emirle, okullarda ve devlet dairelerinde türbanların çıkarılması ile başladı. Çıkarılmamasının bedeli büyük olacaktı. Bu bedel iç savaş çıkması falan değildi. Devlet dairelerindeki kadroları işten çıkarılacak, şirketleri ihalelerden men edilecek, mücadelede daha da zora gelinecekti. Sol örgütlerin 12 Eylül zamanı yaşadıklarını yaşayacaklardı. Oysa 1998-99’da, ilk öğretmen olduğumda, DSP-ANAP-MHP koalisyonu zamanı, 28 şubatçılığın da en hızlı zamanında, Milli Eğitimde halen onların borusu ötüyordu. Tam da yeni başladığım zaman Fetöcü bir müdürümüz vardı. Aksi biriydi ve işi beceremiyordu. En nihayetinde istifaya zorlandı. Görevden alınsaydı bir daha idarecilik yapamayacaktı.  Onun yerine Yazıcı Nurculuk denen ve şeyhleri Isparta Fen Lisesinde öğretmen olan başka bir tarikatın üyesini aldılar. Dediğim gibi, solun son iktidar otaklığının tek faydası, Eğitim Sen başta olmak üzere KESK’in örgütlenmesiydi. KESK’e defalarca kapatılma davası açıldı ama üyelerinin hem kalabalık olması, hem de eylemliliği, davaların geri çekilmesine sebep oldu.
                Tarikatlar bir adım geri çekilip, kadroları ve paralarını koruyup, ideolojilerini kaybettiler. Milli görüş ise,  ideolojisi hariç, her şeyini kaybetti. Bu, bazı gazete köşe yazarlarının Anaplaşma dedikleri şey. 28 Şubat 1997 ve sonrasında olanları Fetö ya da 3 büyük tarikata (Fetö, Süleymancılar ve Menzil (Adıyaman da denir)) mal edilemez.  Tüm tarikatlar, yıllarca, 12 Eylül ve tüm sağ iktidarlardan kazandıklarını kaybetmeme uğruna ideolojilerinden taviz verdi. 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasının temel sebebi de budur. (17-25Aralığın sebebi 15 Temmuzun ideolojisini yapmaktı. Onu 15 Temmuz’dan ayırmıyorum) Yoksa akşam erken saate almaları, devletin önceden haberdar olması gibi şeyler, tali sebeplerdir. O gece sokağa çıkması gerekenler Fetöcülerdi. Oysa o gece devletten yana sokağa çıkan, hatta yaralanan pek çok kişi Fetö soruşturmasından işten atıldı ya da tutuklandı. Pek çoğu 17-25 aralık sonrasında terk etmişti. Kalanlar da 15 Temmuzdan evvel en son olarak kayyum atanan Bankasya’nın kapanmaması için dua edip, Kuran okuyordu. Oysa iktidarı ele geçirmek için para ve puldan, hatta İbrahim Ethem ve Buda gibi devletten, iktidardan, tahttan, taçtan vazgeçebilmek gerekli. İkisi de bir gece tahtlarından vazgeçmiş, dinlerini yaşamayı seçmiştir. Kapitalist dünyada her şey para ile ölçülmekte. Muhtemelen paranın icadından beri öyleydi. Filozof Thales’e de öğrendiği bilgilerden kaç para kazandığı sorulunca, o da çok soğuk ve sert bir kış zamanı zeytin ezme makinelerini satın almış. Baharda zeytinyağı fiyatları artınca elindeki makineleri yüksek fiyattan satmış. Bir filozofun isterse çok para kazanabileceğini, lakin temel görevinin para olmadığını söylemiş. Pastör yada Einstein, postit denen yapışkanlı kağıdı icat eden kadar para kazanamadılar.

Balzac’ın yazdığı ve muhtemelen Fransız efsanesi olan bir öykü ile bu durumu anlatma isterim. Fırtınalı bir gecede bir grup köylü, kayıkla karşıya geçmeliymiş. İçlerinde hırpani bir berduş, dul bir kadınla iki çocuğu, para dolu çantalarıyla Yahudi bir banker ve daha birkaç kişi varmış. Fırtına şiddetlenince berduş, bana inanan arkamdan gelsin, demiş ve ardından su üzerinde yürümeye başlamış. Uzatmayayım bazıları inanmamış, son dakikaya kadar kalmaya çalışmış, geride kalmış. Bankerin çantaları ağırlık yapmış ve suyun dibini boylamış. Bu hırpaninin İsa peygamber olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Yaptığım mecazda altın dolu çantaları ile suya batanlar kimler, onu da yazmayayım artık.

28 Eylül 2017 Perşembe

DOKSANLI YILLAR 4 --MERKEZ SAĞIN ERİMESİ VE BİTMESİ VE SOSYAL DEMOKRASİNİN KRİZİ
MHP’NİN TRENİ KAÇIRMASI
             Geçen yıldı galiba, bir öğrencim, merkez sağ ne demek hocam ya, demişti. Çocuk haklı, kendisi 16-17 yaşında ve kendisini bildi bileli AKP’nin iktidar olası bir yana, merkez sağ denen partiler bırak %10 barajını aşmak, ciddi bir muhalefet bile olamadılar. Merkez sağın eriyişi, seksenli yıllara kadar gider. ANAP 1987’de  genel seçimleden 1. Seçilse de 1989 yerel seçimlerinde özellikle pek çok önemli belediyeyi SHP’ye kaptırarak önemli bir yara almıştı. Diğer önemli yara da iki merkez sağ partinin, DYP ve ANAP’ın rekabeti ve bu rekabetin de hizmet değil de, halka rüşvet vererek olmasıydı. Bu rüşvetler, sayım günü gelen misafirlerin ya da sayım memurlarının ölüyü diriye katarak irice köyleri belediyelk yani belde yapması (ek bilgi, o zamanlar nüfus sayımı 5 yılda 1 ve akşam 17.00’a kadar sokağa çıkma yasağı ile yapılırdı), beldelerin ilçe, ilçelerin il yapılması, seçimlere yakın makarna, kömür vb dağıtımı (bu yıllarda da vardı bu), kamu kuruluşlarına ve kamu iktisadi teşebbüslerine işçi alımı, Toprak Mahsulleri Ofsisi  ve benzeri kamu kuruluşların, çiftçinin ürünlerini yüksek fiyattan alması, orman talanına göz yumulması ve benzeri şeylerdi.  O yıllarda kamu işçileri çok yüksek maaş alırdı, memurların üç, beş katı bazen. İşçi statüsünde olduklarından,  sendikalıydılar ve hiçbir iktidar ya da iktidar ortağı parti,  hele seçim zamanı bir kamu işçileri grevini yaşamak istemezdi. Bırakın uzun süreli bir grevi, bir günlük iş bırakmalar bile partilerin kâbusuydu. Benzer bir şekilde çiftçinin ürününün ucuza gitmesi de partileri bitirirdi.  2017 yılındaki gibi, geçen sene 20 tl olan fındık, bu sene 7 buçuk olacak, Karadeniz komple yanardı. Seçimlerde düşecek oylar bir yana, protestolardan dolayı hayat yaşanmaz hale gelirdi.
                Merkez sağ, özellikle Özal ve neo liberalist politikalar yüzünden halkı memnun edemiyordu. Daha Özal tek başına iktidarken çoğu belediyeyi 1989’da SHP’ye kaptırmasından belliydi. Merkez sağdan doğan boşluğu SHP, DSP ya da sol dolduramadı. Bunun çeşitli sebepleri vardı. İlk olarak 1989 yerel seçimleri sonucu, Uzan holding, Star yayın grubu (tv-radyo kanalları, gazete ve dergiler), Sabah-ATV grubu başta olmak üzere, holding medyasının genelde sola, özelde de SHP’ye cephe almasıydı. İstanbul Büyükşehir Belediyesinde patlak veren İSKİ skandalı, bu medyanın tüm sol belediyelere saldırması için vesile oldu.  Star1 tv kanalı aylarca birinci haber ve manşet olarak verdi skandalı. O yıllarda kuraklık olması ve daha önce de yeterli yatırım yapılmamış olması, büyükşehirleri su sıkıntısı çekmesine sebep oldu. Sonuçta 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere belediyeler kaybedildi. Gene de pek çok il, ilçe ve belde de başkanların başarıları sayesinde sol belediyeler iktidarda kaldı ve bir kısmı da halen devam etmekte. İkinci sebep solda birlik olmaması ve sol partilerin birbirini yemekle meşgul olmasıydı. Önce SHP- DSP rekabeti solu yıprattı.
 Buraya ara not alayım. DSP asla kitlelerin partisi olmadı. Özünde Bülent Ecevit’i sevenler derneğinin, partileşmiş haliydi. Partideki kişiler, bazen haberleri bile olmadan görevden alınır ya da görev yeri değiştirilirdi. Bülent Ecevit siyasi yasaklıyken, parti başkanı görünüşte Rahşan hanımdı. Aslında o zamanlarda da partiyi Bülent Ecevit yönetiyordu. Sağdan oy alıyor da olsa, özünde CHP’den oy alan bir partiydi. 1999’da iktidar olduğunda CHP baraj altındaydı. CHP’den oy alma sebebi de Deniz Baykal’dı.
Baykal uzun süre SHP liderliği için uğraştı, olağan üstü kongre üzerine kongre düzenletti, olmadı. Sonra 12 Eylül rejimi dâhil tüm kapatılan partilerin açılmasını sağlayan anayasa mahkemesi kararı çıktı. Milliyetçi Çalışma Partisi, tekrar Hareket oldu. Baykal’da eskiden bakanlık yaptığı CHP’yi tekrar kurdu. Sonra iki partinin CHP çatısı altında birleşmesini önerdi. SHP bunu kabul etti çünkü İş Bankası hisseleri dâhil, pek çok mal varlığı CHP üstüneydi. Bu sayede ilk kurultayda genel başkanlığı da aldı. Baykal’ı halk sevmiyordu, bu yüzden CHP oy kaybetti, bir ara %10 barajının altında kaldı.
Solun asıl krizi, Sovyetler Birliğinin dağılması, bir zamanların sosyalist ülkelerinin hızla kapitalistleşmesi, hatta sağcılaşmasıydı. 1990-91’de sadece Varşova Paktı, Sovyetler Birliği dağlımadı, o yıllarda dünya solu dağıldı. İsveç’te sosyal demokratların, neredeyse yarım asır süren, efsanevi kesintisiz tek parti iktidarı yıkıldı. İtalya’nın kızıl kentleri bile belediye başkanlıklarını sağ partilere devretti. Bir tek Küba dayanıyordu.
Bütün bu olanların sonucunda, merkez sağ dediğimiz DYP ve ANAP’dan kaçan oylar, MHP ve Refah (Fazilet, Erbakancı- milli görüş)’a yöneldi. Bu partilerin içi Ülkücü ve MHP asıllılarla doluydu. MHP’lier, Ülkücüler, ne çekiyorsak, bu asıllılardan çekiyoruz diyordu. Oysa partileri genel anlamda partiler, daha doğrusu tarikatlar yönetiyor, çekip, çeviriyordu. O zamanları bilmeyenler garip gelecek ama Necmettin Erbakan, tarikatları, cemaatleri hiç sevmezdi. Cemaatler de aynı şekilde Erbakan’dan nefret ederdi. O yıllarda kitlelerin Refah’a yönelmesinin bir sebebi de cemaatlerin sevimsizleşmeye başlamasıydı. (Cemaatler-tarikatler bir sonraki yazının konusu olacak) MHP ise, daha önce de söylediğim gibi, meydanlarda, ocaklarda göründüğünün yüzde birini sandığa gönderemedi. Türkeş’in 1995 yılında yaptığı hatalar (İlgili yazıda bahsetmiştim) trenin kaçmasına sebep oldu.

Önceki yazımda belirtmediğim, çünkü yeni fark ettiğim bir çıkarımı buraya yazmak istiyorum. Faşizan örgütler, yüceltilmiş, yüce unvanlar verilmiş bir lider etrafında toplanıyorlar. Bu lider yeterince etkiliyse, ihtilal yapma, iktidara gelme potansiyelinde oluyorlar. Mesela emekli tümgeneral Osman Pamukoğlu’nda böyle bir potansiyel yoktu. Alparsalan Türkeş’te vardı ama parti başkanlığına aday olan oğlu Tuğrul dâhil, aile üyelerinde bu potansiyel yoktu. Kaldı ki böylesi partiler, bu süper yükseltilmiş lider öldükten sonra iktidar olma şansını kaybediyorlar. Hollandalı faşist lider Pim Fortuyn öldükten sonra ülkede faşizm yükselse de, partisi iktidar olma ihtimalini kaybetti.

7 Eylül 2017 Perşembe

DOKSANLI YILLAR 3 ÜLKÜCÜLER VE MHP
O yıllar Ülkücülerin en güçlü olduğu, ya da güçlü göründüğü zamanlardı. Alparslan Türkeş yaşarken, MHP hiç %10 barajını aşamadı.  1995 seçimlerinde barajı aşmaya heves etti. Dişçisi, doktoru ve dünürü başta olmak üzere parti teşkilatlarının sevmediği kişileri, milletvekilliklerinde 1. listeye aldı, taban tepki verdi ve parti %7 ile baraj altında kaldı. O zamanlar MHP’nin oy oranları düşük, meydanları, ocakları kalabalıktı. Her MHP mitingi dolar, taşar ama seçimler genelde hüsran olurdu. Gene de yükseldiği görülebiliyordu. Bafra, Tarsus gibi büyük ilçelerin belediye başkanlıklarını alarak bir anda kamuoyuna şok geçirtiyordu. Hemen her okulda Ülkücü teşkilat vardı ve çoğunda da okula teşkilat hâkimdi. Üniversitelerde, her tülü okulda teşkilat bir yana, reisten geçilmezdi. İç İşleri bakanlığı ile Sağlık bakanlığı çok açık olarak ülkücülerin ve MHP’nin elindeydi. O yıllarda yeni kurulan Özel Harekat Timlerine alım sonuçlarının önce Ülkü Ocaklarına gittiği söyleniyordu. DYP’nin kadın başkanı ve başbakanı Tansu Çiller’in bil Türkeş’e, Başbuğum dediği iddia edilirdi. Ülkücülerin, DYP, ANAP ve Fenerbahçe kongrelerine müdahale ettikleri iddia edildi.
1994 seçimlerinde MHP’lilerin Başbuğ diye hitap ettikleri Alparslan Türkeş, miting kalabalıklarının, Ülkü ocaklarının gücünü ve anket sonuçlarının verileri ile tek başına seçime gitmeye (daha önce Refah Partisi ile ittifak yapmışlardı) heves etti. Amacı barajı aşmaktı.  Anket sonuçlarına kanıp, dişçisini, dünürünü, doktorunu, böylesi birkaç tanıdığını ve teşkilatların sevmediği bir sürü kişiyi (aralarında o zamanlar öğrencisi olduğum Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi dekanı Bayram Kodaman’da vardı) aday gösterdi. Teşkilatların itirazlarına da Başbuğluğuna güvenip, kulaklarını tıkadı. Sonuç %7 ile baraj altı. Gerçi bu bile MHP’nin, Türkeş’le aldığı en yüksek oydu. 1997 Nisanında öldüğünde, Ankara’da birkaç kanalın canlı yayınladığı, pek çok ünlünün de dâhil olduğu mahşeri bir cenaze yapıldı. Sonrasında kongre yapıldı, en güçlü aday oğlu Tuğrul Türkeş’ti. Hatta Baştuğ diye zorlama bir unvan da edinmişti.  İlk turda yarıya yakın oy aldı. Lakin geri kalan 5 adaydan 4’ü Devlet Bahçeli lehinde adaylıktan çekilince, Tuğrulcular çıldırdı. Ülkü Ocakları başkanı Azmi Karamahmutoğlu kürsüyü devirip, ‘Yaşasın Hainler Karşı İllegalite diye bağırdı. Ardından kavga çıktı ve sandalyeler havada uçuştu. Ardından partiye kayyum atandı, 2. Bir kongre yapıldı ve Devlet Bahçeli, partinin genel başkanı oldu.
90’ların diğer bir Ülkücülük olayı da Erciyes Zafer Kurultayıdır.  O zamanlar İç Anadolu, Karadeniz ve İç Batı Ege’de çok güçlü olan MHP, Kayseri’de de çok güçlüyü. Bölgede kalabalık olan Çerkezlerin çoğu Ülkücüydü. Doksanlı yılların sonuna doğru, özellikle MHP’nin koalisyon ortağı olduğu 1999-2002 arası abartısız bir buçuk milyondan fazla izleyicisi vardı kurultayın. Kurultay aslında Nazilerin, Nümberg kurultaylarının taklidiydi. Tıpkı Ülkü ocaklarının NAZİ S.A’larının (İktidara geldiklerinde SS olmuştur), başbuğu unvanının führer ve duçe ünvanlarının taklidi olması gibi.  Kurultay denen festival, bazı yıllar üç haftadan fazla sürer, sonrasında birkaç ay boyunca Kayserililer bol klorlu su içerdi. Kurultay için tuvaletler konuyorduysa bile, kanalizasyon sistemi yoktu. Koli basili bakterileri tüm Erciyes’e yayılırdı.
Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra Devlet Bahçeli, Ülkü ocaklarının sayısını azalttı ve pek çoğunu kapattı. Mevcutlarını da sokaklardan çekti. Partiyi de Türkçü geleneğini bozmadan,  partinin aşırı uçlarını törpüledi. Sonuçta %17.98 , yuvarlama ile 18’i aşarak,  %10 barajını aşmakla kalmadı,  genelde 2. , sağ cenahta da 1. ,parti oldu. 99  seçimleri demişken. Hatırladığım bir şeyi size aktarmak isterim.
O seçimlerde, milletvekili seçimleriyle, belediye seçimleri birlikte yapılmıştı. Seçimlerde büyükşehir, il ve ilçe belediyelerinde Fazilet (Refah’ın devamı), DSP ve MHP güçlüyken, merkez sağ denen DYP-ANAP, buralardan silinmişti. Ancak belde belediyelerinin çoğu halen DYP-ANAP kazanmıştı. İlçelerde bu iki parti, mevcut durumlardan daha iyi durumdaydı. O zamanlar yeni atanmıştım. Başka bir öğretmen arkadaşa, sebebinin aday olan kişiyle ilgili olup, olmadığını sorduğumda da, olayın aslında belediyeye para girmesi ile ilgili olduğunu söyledi. Ha, bir de o zamanlar belde belediyesi çoktu. Nüfus 2 bini geçince belediye kuruluyordu. 5 yılda bir yapılan nüfus sayımlarında da beldelerden şehre göçenler 1 günlüğüne misafir oluyor, beldenin yerlisi sayım görevlileri de kafalarına göre defterleri dolduruyorlardı. Belediyenin kapanması için en az  2 sayımda 2 binin altına düşmesi gerekiyordu.  Önce 2000 yılı sayımında küçük yerlerin hileleri fark edildi. Ardından AKP iktidarı döneminde beyana dayalı nüfus sayımı geldi ve belde kurma nüfus sınırı 5 bin oldu. Önce 2005 ve 2010 nüsü sayımlarının ardından ardı ardına nüfusu düşen pek çok belde kapatıldı,   arkasından da epey bir kısmı büyük şehir yasasıyla yok edildi. Asıl konumuz şu ki, Dünya’nın çoğunda (Neredeyse Çin hariç hiçbir yerinde) devrimler ve değişimler köyden başlamamıştır, hep şehirden başlamıştır.

MHP, sağın yükselen yıldızı ve geleceğin iktidar partisi olabilirdi ama 1999 seçimleri kazananlarına değil, kaybedenlerine yaramıştır. Zaten 90’lar boyunca beli bükülen ekonomi, 2001 ocağındaki Anayasa kitapçığı krizi ile ağır bir darbe daha yedi. Sıkı para politikaları halkı daha da yoksullaştırdı. Devlet Bahçeli de, iyi kötü işleyen koalisyonu 2002’de yıkarak seçime gitti. O seçimlerin yükselen yıldızı Cem Uzan ve Genç partisine verdiği paslar da oy kaybı olarak geri döndü. Sonuçta 2002 seçimlerinde, Genç Parti, DSP, ANAP, DYP ile beraber MHP’de baraj altı kalıp, iktidar olma olasılığını en az elli sene ve belki de sonsuza kadar kaybetti.

6 Eylül 2017 Çarşamba

DOKSANLI YILLAR 2 KATLİAMLAR VE TERÖR
Bir kere 90’lar ölümler, soykırımlar, cinayetler ve katliamlar dönemiydi. Hem ülke içinde, hem de dışında. Biri çok yakınımızda, biri de biraz uzakta iki katliam oluyordu. Yugoslavya iç savaşı, 1994’den itibaren Bosna iç savaşına ve Boşnak soykırımına dönmüştü. Dokuz yüzlü hatlardan bile Bosna’ya yardım parası toplanılıyordu. Bakın onu neredeyse unutuyordum. Uzakta olan da Ruanda katliamıydı. Dünya kamuoyu uzun süre ikisine de sessiz kaldı.  Gene bu dönemde Irak’ın devlet başkanı Saddam Hüseyin, minik ama petrol zengini komşusu Kuveyt’i işgal etti. Amerika hemen ardından önce bölgeye güç yığdı, sonra Kuveyt’i kurtardı.  Irak’ın geri kalanını işgali 2003’e kadar gerçekleşmedi. Kuveyt işgali sonrası, Irak ve Orta Doğunun bu gün bile devam eden büyük kâbusu başladı. Irak’ın güneyinde Şiiler, kuzeyinde Kürtler, Amerika’nın kışkırtması ve yardım vaadi ile defalarca isyan etti. İsyanlar çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Amerika ve NATO’nun yaptığı ise, yüz binlere Kürt, Türkiye’ye kaçtıktan ve ülkenin her tarafında on binlerce insan öldükten sonra, ülkede 36-34 paraleller arasını uçuşa yasak bölge ilan etmiş oldu. Ülkedeki hava kuvvetleri zaten bitmişti.  Sonrasında terör örgütü PKK’nın terör eylemleri arttı, çünkü örgütün Kuzey Irak’ta serbestçe dolaşabileceği bir alan oldu. 1993-94-95 gibi güney doğu resmen yanıyordu. Bu süreç boyunca bölgece olağan üstü hal ve olağan üstü hal, bölge valiliği vardı.
Sonrasında devlette sertleşti, hatta vahşileşti. Bu sefer sadece güney doğu değil, her taraf yanıyordu. Adapazarı, Hendek, Sapanca üçgeninde yüzlerde ölü bulundu. Sonrasında örgüt giderek güç kaybetti, iki binlerin başında bitmiş gibiydi ama bitmemişti.  1999’da örgütün başı Abdullah Öcalan, yakalanıp, Türkiye’ye getirildi. AKP’nin iktidara geldiği yıl terör sebepli şehit sayısı sıfıra inmişti. Kürtçe ile ilgili olarak, 12 Eylül askeri rejiminin getirdiği pek çok yasak kalkmıştı. Örgüt bir daha kendisini toparlayamaz sanıyorduk. Tabi birilerinin çözüm süreci diye, elinde silahla dağ gezenleri, üstelikte zayıfladıkları bir dönemde ve kendileri teklif götürerek masaya bir devlet gibi oturtacaklarını bilmiyorduk.

Pkk olmasa da ülke kan içindeydi. 12 Eylül darbesi ile sinmiş Alevi düşmanlığı, sağ parti ve gruplarca tekrar canlandırıldı. 1993 Sivas ve 1995 Gazi Mahallesi katliamları, 70’lerden bu yana pek çok şeyin değişmediğini gösterdi.
DOKSANLI YILLAR GÜZELLEMELERİNE İTİRAZ
İnternette çokça dolaşan doksanlı yıllar güzellemelerine itiraz olarak bir seri yazı yazacağım. Önce o döneme damga vuran radyo-tv ve pop müzik konularıyla başlayalım.
1.BÖLÜM RADYO-TV VE POP
Epeydir sosyal medya ortamlarında bir doksanlar güzellemesi var.  Doksanları hiç görmemiş çoluk çocuk bile, bunun muhabbetini yapıyor. Doksanları bizzat göbeğinden yaşamış, 1994-98 arasında üniversitede okumuş biri olarak bahsetmeye karar verdim.
Doksanlar denince ilk akla gelen pop müzik, daha doğrusu hareketli pop müziktir.  Yetmişler ve seksenler, özellikle seksenler büyük ölçüde arabesk-fantezi dönemidir. Bu döneme de hâkim olan radyo, polis radyosudur. Doksanlar ise artık Kral tv’nin devridir. Beraberinde bir sürü özel radyo ve televizyon kanalının açıldığı, iletişim fakültelerinin puanlarının tavan yapıp, ÖSS ve ÖYS sınavlarında bazı bazı ilk yüzde birden öğrenci aldığı dönemdi. Özel bir kanala stajyer giren iki sene geçmeden başka bir kanala yayın yönetmeni oluyordu. 1991’se Star1 kanalının açılması ile yaygınlaşan klip yayımı, 1994’le hız kazandı. Bu patlama 1990’da Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye albümünü ile başladı. Asıl patlama ise Yonca Evcimik’in 1991 tarihli Abone albümüdür. 1994’de kurulan Kral tv, uzun süre pop müzik piyasasını yönlendirmiştir. Seksenlere Polis radyosunda bir-iki kere çalan bir şarkı, kasetinin satışlarını patlatırken, doksanlarda aynı işi Kral tv görüyordu. Polis radyosuna bir şarkıyı çaldırmak için telefonla arayıp, istek yaptırmak yeterliydi. Zaten radyonun programları çoğunlukla istek saatlerinden oluşuyordu. Kral TV’de ise bu iş biraz paraya, biraz Uzan ailesinin keyfine ve hatta bazı dedikodulara göre Kemal Uzan’ın ve Uzan ailesi erkeklerinin cinsel arzuları rol oynuyordu. Bazı kadın popçuları, kendisi ile ilişkiye girmeyi ret ettikleri için kliplerini yayımlamadıkları gibi, kadını magazin programlarında rezil ediyorlardı.
Doksanlar popu bolca Sezen aksu demekti. Özellikle 95-97 arasında haftada bir, iki, bazen de dört-beş yeni popçu (abartmıyorum) piyasaya çıkardı. Çoğu da Sezen Aksu’dan feyz alır, onun tarafından müzik piyasasına sürülürdü. Uzanların, Aksu’ya Kral tv (ve kendilerine ait 5-6 kanalda) boykotu bile Sezen’in yıldızını söndürmedi. Onun yıldızını yıllar sonra 2010 Referandumunda Yetmez Ama Evet güruhuna katılması, akabinde yüz felci geçirip, birkaç yıl hiç görünmemesi söndürdü. O dönemim ve bu günlerin mega starı şüphesiz Tarkan’dı. Uzan ailesi bile onu boykot etmeye cesaret edemedi. Uzanlar Tarkan’ı televizyondan boykot edemedi, sadece uzun yıllar düzenledikleri Rumelihisarı konserlerinden boykot ettiler. Doksanlı yıllar Uzanlar ve Rumeli Holding demektir birazda.
Boykot edilenler sadece Sezen Aksu ya da Tarkan değildi, özellikle rak müzik, uzun yıllar Kral Tv ve Uzanlar boykotu ile karşılaştı. Mesela Mor ve Ötesi grubu, biraz da muhalif yapısından dolayı, uzun yıllar televizyon kanallarına çıkmadı ve çok fazla tanımadı. Kısa ömürlü Eko TV kanalına çıkıp, bir de kliplerini yayımlayınca patladı.
Pop patlaması boyunca çok aşırı kaset formatında albüm satıldı. C.D’nin ömrü kısa oldu. Çünkü hemen ardından mp3 ve ADSL interneti geldi. Artık kotalı ve belli saatlerde uygun internet yoktu, bol ve ucuz internet vardı ve pek çok kişi kaset almaktansa, bedava indiriyordu. İndiremeyenlerde, 100-150 şarkı barındıran ful albüm mp3 CD’leri alıyordu. 1997-98 gibi bir anda türkü tarzı pop patladı. Meğer sebebi, orijinal bestelerde yüksek telif maliyeti, düşen kaset satışları ve anonim türkülerin bedava olmasıymış. Kaset satışlarının düşmesi ile beraber pop fırtınası azaldı ise de şöyle 2008 civarına kadar sürdü.
Doksanların ışıltılı başka bir yüzü de yeni açılan özel televizyon ve kanallarıdır. 1990’da Star 1 ile başlayan furya, arka arkaya pek çok kanalın açılması ile sürdü.  Bu dönemde açılan radyo ve televizyonlar, yasaya, hatta anayasaya göre kanunsuzdu. Anayasaya göre radyo ve televizyon kanalı açmak yetkisi sadece devletteydi ama cumhurbaşkanının oğlu, ilk özel radyo televizyon şirketinin sahibiydi.  Star1 uzun bir süre tek televizyon kanalı olarak kaldı. Sonra Uzan ailesi, kardeş kanallar kurdu. Derken diğer pek çok şirket, özel televizyon kanalını kurdu. Ardından özel radyolar geldi.
Radyolara burada özel bir yer ayırmalıyım. Radyo doksanlı yıllar boyunca ikinci altın çağını yaşadı. Sadece Kral fm gibi büyük kanallar değil, bir sürü küçük ve yerel radyo kanalı da bu furyaya katıldı. Sermayesi düşüktü, basit bir telsiz vericisiyle kısa dalga, yani fm yayın yapmak yeterliydi. Genelde Kral tv başta olmak üzere, pop şarkıları çalınırdı. Bazıları da arabesk yayınlayıp, aradan sıyrılırdı. Arabeskin de halen önemli bir dinleyici kitlesi vardı. Viceylik denen radyo sunuculuğu, gözde bir meslektti. Benimde viceylik yapan arkadaşlarım oldu. Anlattıklarına göre o zamanlar radyolarda dijitall sistem ya da CD çalar yokmuş ve kasetle yayın yapıyorlarmış. Bir şarkı yayınlanırken, ötekinin kasetteki yerini ayarlıyorlarmış. Masrafı pek olmayan, geliri çok bir işti radyo yayımcılığı. Diceylerden bazıları iyi maaş alırdı, çünkü hangi radyoya giderse, onu dinleyen kitleleri olurdu. Viceylik denen Kral tv gibi video müzik kanallarının sunuculuğu da vardı. İki binli yılların başında bazı kanalların viceysiz yayımların bazı bazı daha çok izlendiğini fark edilince, bu meslek ölmeye başladı. Radyoculuk ise, iki binli yıllardan sonra toptan ölmeye başladı. Parlak olduğu doksanlarda bir de solcu radyolar furyası vardı. Bolca devrim şarkıları, protest müzik yayımlarlardı. O yıllara ait başka bir ayrıntı da her erkeğin sesine âşık olduğu bir kız vicey vardı. Bir de o yıllarda genç erkeklerin sesine aşık oldukları bir kız radyocu olurdu.
Parantezi kapatıp, televizyonlar konusuna geri dönelim. O dönem televizyonlarda bolca seks, çıplaklık ve küfür vardı. Bu yayımlar özellikle gece yarısından sonra. Gerçi pek çok gündüz yayımında da böylesi görüntüler, o yıllar boyunca normaldi. Küfür ve argo da gırlaydı. Şimdiki nesil o dönemin programlarını izlediğinde, bunlar nasıl yayımlanmış falan diyor. O zamanlar daha önce de söylediğim gibi bu kanallar yasal değildi bir de o zamanlar internet yok ve yeni başlamıştı. Gazete bayisinden utana sıkıla porno dergi ya da Tan, Bulvar gibi gazeteler alır, genelde bodrum katta ve pis kokak sinemalara giderdiniz. Olay yasaktan çok, ihtiyaç meselesi, şimdi internetten, üstelikte cepten her türlü görüntüye ulaşabiliyorken, çok da ihtiyaç değil. Televizyonlarda dönüşüm 1997’de Levent Kırca’ın Olacak O Kadar programındaki Jet Ski skeci ile başladı. Tansu Çiller’in ve merkez sağın siyasi yaşamının sonu olan bu skeçten sonra, uzaya TÜRKSAT uyduları fırlatıldı, Anayasa değişti, RTÜK kuruldu.
Teknolojik ve sosyal değişim olarak 1920’ler ile kıyaslanabilirdi. Bu yıllar elektrik,  otomobil ve radyo’nun günlük hayata girdiği yıllardır. Doksanlar da bilgisayar, internet, cep telefonu ve bankamatiklerin insan hayatına girdiği yıllardır. Cep telefonu ile internetin birleşmesi yaklaşık on beş yıl sürdü, 2010’ları buldu. Poşetli dergilerin, Üç film birden sinemalarının, VHS-BETAM videokasetlerin,  merkez sağın ve ev telefonlarının son yıllarıydı. Sabit telefon demişken, o yıllarda sabit telefonlardan dokuz yüz diye başlayan ve bu yüzden dokuzyüzlü hatlar olarak anılan telefon numaraları aranır, burç, fal, seks yorumları, maç, ganyan tahminleri falan dinlenir ve gayet kabarık telefon faturaları ödenirdi. Cep telefonları yeni çıkmıştı, sahip olmak ve konuşmak çok pahalıydı. Renkli kapaklar ve yılan oyunu bile iki binlerin başına doğru yeni yeni gözükmeye başlamıştı.

Doksanlar muhabbetine sebep olan bu pop ve eğlence furyasıdır, başka bir şey değil. Bu satırları yazdığım yıl 2017 ve halen bir müzik kanalını açsam, star ünvanlı popçuların çoğu o dönemden kalma. 90’ların asıl öteki ve karanlık yüzü vardı.

14 Temmuz 2017 Cuma

GALİP TEKİN

Bizim kuşağımıza işlemiş önemli çizeri Galip Tekin’i ardından bir şeyler yazmazsam eksik olurdu. Kendisini seksenli yıllardan itibaren kesintisiz değilse bile, sıkı bir şekilde takip ettim. O zamanların Gırgır’ı tüm zamanların en çok satan dergisiydi. Bir ara 750 bini aşan satışı, pek çok günlük gazetenin bile hayallerinin ötesindeydi. Oğuz Aral yönetimindeki dergide, en fazla alan ona aitti. Temelinde güldürü olan derginin bir buçuk sayfasını çizen Galip Tekin, hiç de komik şeyler çizmezdi. Çizdikleri genelde korku hikâyeleriydi.
Bunlar bir korku hikâyesinin çok ötesinde, aynı zamanda bilim kurgu hikâyeleriydi. Diz üstü bilgisayarların ve genetik kopya insanları da ilk olarak Galip Tekin çizmişti. Uzaylıların Dünyaya yerleşmesi, uzay yolculukları, tuhaf canavarlar, boyut kapıları, Galip Tekin’in bolca çizdiği şeylerdi. Buraya kadar Galip Tekin, Stephan King ile Jules Werne karışımı bir şeydir,  bu ikisini karıştırıp, çizgi romancı yaparsanız, ortaya çıkacak kişidir. Bence Galip Tekin, pek çok öyküsüyle bunları bile aşmıştır. Öykülerde kadın erkek ilişkileri, sınıflar arası ilişkiler, çocuk pedagojisi ve benzeri her şey, bırakın seksenli yıllar olan çağının, yazıyı yazdığım 2017 yılının, bu çağın bile ötesindedir. Kendi başına karar veren, uygulayan cesur kadınlar, hakkını atayan emekçiler vardır.,
Diğer taraftan Galip Tekin çizgi romanlarının, öykülerinin karanlık bir tarafı da vardır. Hikâye boyunca bolca uyuşturucu kullanımı ve cinsellik vardır. Öyle ki bir ara çizer Galip Tekin’in de uyuşturucu kullandığı ve çizdiği o garip yaratıkları halüsülasyon olarak gördüğü dedikoduları çıkmıştır.  Kendisinin bunları yalanlaması bir yana, bir müptelanın böyle kaliteli çizimleri, uzun süre ve istikrarlı yapması imkânsızdır. Kendisinin daha sonra Boğaziçi üniversitesinde ders verdiğini, hatta ölmeseydi bu derslere devam edecek olmasını da hatırlatmakta fayda var. 

Çizerliğinin ve hocalığının yanı sıra Kemancı barında ortaklarındandı. Eserlerinde türlü çeşit silah kullanmasına rağmen,  ilk kez silah aldığına dair bir şeyler çizmişti ölmeden kısa zaman önce.  İnsanı şoka soksa da, iğrendirse de Galip Tekin’in çizgi romanları, insanların ufkunu açan eserlerdir. Yeni nesillere tanıtılmalıdır. Her ne kadar çoğunlukla yetişkinler için olsa da.

6 Temmuz 2017 Perşembe


İFRİT AVI (Tarzie Vittachi ) ENDONEZYA SOLCU KATLİAMI
                Bu yazımda yeni baskısı olmayan ve az bilinen bir kitaptan bahsedeceğim. Kitabı sağcı bir yayınevi basmış, Atatürk ve sol düşmanlığı ile bilinen Mehmet Şevket Eygi’de önsöz yazmış.  Eygi, baskılardan dolayı Ramazan ayını Paris’te geçirdiğinden,  Paris’te de hiç Eyfel kulesine çıkmadığından, hep kitapçılarda, kütüphanelerde gezdiğinden bahsetmiş. Muhafazakârların genel özelliğidir, hep batıya gider, oralarda yaşar, paraları varsa oralarda okur, çocuklarını oralarda okutur, sonra da batı toplumlarını kötüler. Bunu bir de Cahit Zarifoğlu’nun düzyazılarından oluşmuş bir kitabında görmüştüm.  Zarifoğlu hep batıyı geziyor ve batıyı kötü, mutsuz insanlarla dolu bir ülkeymiş gibi gösteriyor.  Kendisi hiç Müslüman bir ülke gezmiyor, daha doğrusu gezemiyor ama Avrupa ülkelerini her gezisinden sonra, tü, kaka, mutsuz Avrupa yazıları yazıyor.  Müslüman ülkeleri, hacca ve umreye gitme ve son on-on beş yıldır tatil ve alışveriş cenneti olan Abu Dabi, Katar ve Bahreyn gibi yerler hariç gezmiyorlar. O ülkeler ile ilgili bilgileri batılı gazetecilerden öğreniyorlar.
 Bu kitabı yazan gazeteci batılı değilse bile Sri Lanka’lı ve muhtemelen yazarın Türkçeye çevirtilmiş tek kitabı. BBC, Newsweek, The Economist ve  The Sunday Times  gibi İngiliz yayın kuruluşları adına da çalışmış. Hakkında internetten yaptığım araştırmada, Birleşmiş Milletlerde, Nüfus fonu ve Çocuk Fonunda yöneticilik yapmış. Sri Lanka’da doğmuş ve İngiltere’de ölmüş.
Kitap, 1965-66 solcu katliamıyla ilgili olarak internette, Türkçe sitelerden yazılanlardan farklı olarak anlatıyor.  Endonezya komünist partisi, 19655-66 yıllarında, 3 milyonluk, bir iddiaya göre 5 milyonluk nüfusuyla, İslam dünyasının en büyük komünist partisi olan EKP, Sukharno öncülüğünde Endonezya’nın Hollanda ve bir ara Japonya’ya karşı bağımsızlık savaşını kazanmış ve ülkeyi yönetmekte olan NASACOM’un bir parçası. Nas, nasyonalist, a, İslamcı parti, Com’da EKP, yani komünist parti.  Bakanlıklar ve bürokrasi bu üç parti arasında paylaştırılmış olsa da,  gerçek güç ordu ve başkan Sukharno’nun elinde. Sukharno’nun tek başarısı, bin kadarı insansız, on üç bin adadan oluşan ve yüzden fazla dil konuşan ülkeyi, tek millet yapmak. Bunun içinde kendisinin de üye olduğu ve en büyük etnik grup olan Java dili yerine, küçük bir topluluğun dilini resmi dil yapmak. Ülke, Japonların çekilişinden hemen sonra bağımsızlığını ilan ediyorsa da, küçük Hollanda devleti, zenginliğinin en büyük kaynağı olan bu koca ülkeye (iç denizleri ile A.B.D büyüklüğüne, yani 5 milyon kilometrekareye ulaşıyor,  dünyanın 4, en kalabalık ve en kalabalık İslam ülkesi) özgürlüğünü kolay vermiyor. Fiilen ancak 1949’da bağımsız oluyor ve Hollanda’da ülkeyi 1950’de tanıyor ama İrian denen batı Papua Yeni Gine’den çıkmıyor. Endonezya’da burayı işgal ediyor.  Bölge, ülkenin en doğusunda ve belki de bu yüzden İslamiyet ve Hristiyanlık yok denecek kadar az. Hollandalılar, Endonezya başta olmak üzere sömürgelerine ne Portekizliler gibi dinlerini (Katolik Hristiyan), ne de İngilizler gibi dillerini bırakmışlar. Hatta orayı gezenlere göre, doğru dürüst koloni binaları ya da benzer imar eserleri bile yok. İlkel yaşam süren İrian halkı, Endonezya devletinin katliamlarına ve sömürüsüne karşı yıllardır direnmekte. Adanın madenlerini cömertçe batı şirketlerine açılması sebebi ile bunu umursayan batı medyası yok. Kitapta bu olay sadece İrian seferi diye, birkaç satırda geçiyor. Olay, solcu katliamını anlatıyor. Batı devletleri bu konuda gerçek anlamda ikiyüzlü. Kuveyt’in işgalinde yer, gök inlerken, eski Portekiz sömürgesi olan ve çoğunluğu Katolik olan Doğu Timor’un 1975’de işgalini be 2000 yılına kadar ada halkının üçte birinin katledilmesine bile ses çıkarmıyor. Ha, 2000 yılına doğru güney komşu Avusturalya’nın aklına, Timor denizindeki petrol rezervleri geliyor, o zaman aklına Endonezya’ya baskı yapıp, bu küçük ülkeyi bağımsızlaştırmak geliyor.
Ülke, bağımsızlık sonrasında ekonomik olarak sürekli krizde ve sürekli yoksul. Günümüzde de aynı.  Endonezya Rupi’si sürekli değer kaybediyor, halk sürekli yoksullaşıyor. Devlet ise sürekli inşaat yapıyor, özellikle başkent Jakarta’ya dev kamu binaları dikiyor. Dr. Lawrence Britt’in meşhur Faşizm’in 14 ortak noktasında eksik kalmış 2 şey var. Biri inşaatçılık, faşizan yönetimler ve genelde de tüm diktatörlükler inşaat heveslisidir.  Sukharno rejimi de devletin bütçesini inşaatlara harcanıyor, Sukharno, ben iktisatçı değilim diye övünüyor (meşhur 14 maddede vardır zekâ ve bilgiyi küçümsemek) ve iktisatçılara, inşaatlarıma karışmayın diyor. Diğer madde de başka ülkelere karışmak ve fırsat buldukça istilacılık. Endonezya, İranian’ın işgali ile yetinmeyip, sürekli Malezya ile uğraşıyor.  Amerikan şirketleri, Endonezya madenlerini yağmalarken, Sukharno, Bağlantısızlar paktının liderliğine oynuyor. Malezya ile ülke sürekli gergin ve muhtemelen bu komşusunu işgal etme hayalleri kuruyor. Ülkeyi oluşturan birleşmeye karşı, Filipinler ile beraber tehdit ediyor ülkeyi. (Ek bilgi, Malezya, 4 İngiliz sömürge eyaletinin, Malaya, Savarak, Sabah ve Singapur’un 1961’de birleşmesi ile oluşmuş, Çinlilerin çoğunlukta olduğu Singapıur, 1965’de birlikten ayrılmıştır.) Singapur birlikten ayrılınca da, Borneo adasındaki Savarak ve Sabah’ın da ayrılmasını ümit ediyor. Sukharno, madenleri Amerikan şirketlerine devrederken, diplomaside Bağlantısızlara oynuyor.
Bir parantez olarak da Bağlantısızlar Hareketi ile ilgili eleştiri yazayım. Günümüzde de devam etse bile, sesi çıkmayan bu oluşum, gerçek anlamda bir siyasi tavır almakta aciz kaldı ve fazlası ile
 etkisizdi. Tarihçesine baktığımızda Bağlantısızlarda Hareketinin üyeleri itibarı ile, Türk sinemasının meşhur Neşeli Günler filmindeki Ziya karakteri gibi, her iki taraftan (SSCB ve A.B.D) fayda sağlamak amacı güden ülkeler ile, Amerikan yanlısı olup, Rusya’da yedekte olsun fikrinde olan politikacıların oluşturduğu bir birlik.  En son doksanlarda bir tarihte, Kıbrıs Rum Kesimi lehinde, Türkiye ve KKTC’ni kınayınca, ülkemizde giderek gözden düştü.
Konumuza geri dönelim. Sukharno’nun yönetiminde ülke ve parti hızla kargaşalığa ve ayrışmaya gidiyor. Ülkenin para birimi olan Endonezya para birimi rupinin 3 ayrı kuru var, 3.de de hızla değeri düşüyor. Ülkede resmi ve karaborsanın yanı sıra, başkent Jakarta’da Otel Endonezya’nın da kendi kuru var. İşsizlik hızla artıyor ve halkın temel besini pirinç olmak üzere gıda fiyatları da hızla artıyor. Ülkede ticaretle uğraşan Çinli azınlığa karşı düşmanlıkta artıyor. Çinli azınlıkta, Çin devletinin de komünist olmasının da etkisiyle EKP’ye yakınlaşıyor. Çinli azınlık nüfusun %3’nü oluşturmalarına rağmen ekonomide çok daha büyük çok daha büyükler. EKP’ise ülkenin hâkim partisi NASACOM’daki diğer hiziplerden giderek ayrışıyor. Tüm hizipler, o sıralar çok hasta olduğu söylenen Sukharno’nun ölümünü bekliyor. EKP, üye sayısını arttırmaya ve kitleleşmeye çalışırken, Sukharno’ya, partiye ve dine bağlılığını sürekli tekrar ediyor. Ülkenin dincileşme sürecine katkıda bulunuyor, dini liderlerle arayı iyi tutmaya çalışıyorlar. Sonradan da anlatacağımız gibi bu çaba boşa çıkıyor.
Derken GESTAPU geliyor. Endonezya dilinde 30 Eylül akşamı kelimelerinin ilk hecelerinden türetilmiş. 30 Eylül 1965’de, sürekli hasta olduğu söylenen Sukharno, bir törende konuşurken aniden fenalaşıyor. Derken öldüğüne dair dedikodu çıkıyor ve dedikodu hızla yayılıyor. Oysa Sukharno olaydan, hatta görevden indirildikten çok sonra, 1970’ e kadar yaşıyor.  Onu öldü bilen Komünist Partisi, darbeye teşebbüs ediyor. Bazı birliklerde isyan çıkıyorsa da, isyan çabuk bastırılıyor, birkaç küçük topluluk Java adasının dağlarına çıkıyor. Asıl olay, 30 Eylül gecesi, altı generalin evlerinden kaçırılarak, Komünist partili kadınlarca, işkence edilerek öldürülmesi. Bu generaller aynı zamanda bağımsızlık savaşı kahramanları ve bir gecede neredeyse tüm Endonezya, Komünist partisine düşman oluyor. Generallerin saatler süren işkenceler ile öldürülmesi de bu nefreti körüklüyor. Merak ettiğim şey, aynı parti-devlet örgütü içinde, üstelik de ülkenin bağımsızlık savaşı generallere böylesi bir nefretin nedeni. Endonezya’da 1965-66 olanlarla ilgili internet siteleri de doğru dürüst bir bilgi vermiyor. Verilen bilgilerde bu kitapla çelişiyor.
Sonrasında seri cinayetler, insanlar geceleri fener ışığında boğazları kesilerek öldürülüyor. Katliam tüm ülkeye yayılsa da daha çok Cava adasında, özellikle batı ve orta Cava’da oluyor.  Pek çok insan soğukkanlılıkla ölümü bekliyor, katillerine direnmediği gibi, kaçmıyor da. İlk başlarda sessizce ölümü beklerken, parti genel merkezi kelime-i şahadet önerince,  ölmeden evvel kelime-işahadet getiriyorlar. Bu sefer din adamlarına soruyorlar, onlar da katliama onay veriyor. Katliamlar sürerken, aylar boyunca EKP, kapatılmıyor. Cava’yı aşan katliamlar, diğer adalara yayılıyor ama ölenlerin ezici çoğunluğu, en kalabalık ada olan Cava’dan.
Burada gene bazı konular için parantez açayım. Endonezya, bir mürekkep lekesi gibi darmadağın yayılmış ve pek çoğu eciş-bücüş şekilli pek çok adadan oluşuyor. Beş tanesi çok büyük, Sumatra, Cava, Borneo , Yeni Gine ve Selebes. Siyasette özellikle Cavalılar hâkim, Sumatralılarla az da olsa çekişme var. İkinci parantez konum da, bu katliamın olduğu aylar boyunca ülke dışına bir mülteci akınından kitap boyunca bahsetmemesi. Canı tehlikede olan insanın kaçması en doğal şeydir. Ne yazık ki Endonezya katliamları ile ilgili Türkçede kitap bütünlüğündeki tek kaynak bu.
Bu arada darbe girişimine karışan kaçaklarda var, bir tanesi aylar boyunca, bir evde asla iki kere kalmayarak kaçıyor. En sonunda saklandığı bir dolaba girerken terliklerini çıkardığı için ve o terliklerde bir askerin dikkatini çektiği için yakalanıyor. Bir komünist generalde Java dağlarında iki yüz kadar gerillasıyla birkaç ay direniyor. E sonunda Sukharno ve hükumet, EKP’yi illegal ilan ediyor. Bu sürede yüzbinlerce insan ölmüş, iki milyon civarı çocuk anasız, babasız kalmıştır.
Öfkenin tek hedefi Komünist parti değildir. Komünistlere yakın olduğu düşünülen ve hemen hepsi ticaretle uğraşan Çinli azınlıkta hedefe giriyor.
Bütün bunlar olurken halkın öfkesi hızla Sukharno üzerine yöneliyor. Özellikle eşlerinden Japon olanının müsrifliği daha çok göze batıyor. Duvarlara ‘Japonya’dan metres ithaline son’ yazıyorlar.  Sukharno’nun cinsel iştahı, Türk kamuoyunca da malumdur. 1959’da Türkiye’de, Adnan Menderes’ten kadın istemiş, Menderes’te İstanbul’da Lüks Nermin namı ile bilinen, asıl adı Şaziye Zeren Topçu adlı muhabbet tellalı aracılığı ile ilişkiye girdiği kadından frengi kapmıştır. Olay bir çeşit diplomasi skandalına yol açmış, Lüks Nermin’in görmezden gelinen illegal genelevi kapatılmış, kendisi de döviz kaçakçılığından hapse girmiştir. Kendisi de sokaklar karışır, katliamlar olur, ekonomi dibe çökerken, Japon eşine uğrar illa. Pek çok önemli kişi de işini bitirmesini bekler. Suharto bu süreçte her şeyin kendi aleyhine döndüğünü fark etmez. Bu arada asıl muhalefet silahlı kuvvetlerden yükselir. Ordu için Sukharno ve uçuk kararları artık bağ ağrısıdır. Derken Sukharno’nun ordunun başına geçirdiği Sukharto, askeri darbe yapıyor ve ülkeyi 1998’e kadar yönetiyor.  
Kitap, katliamları beş yüz bin civarı olarak tahmin ediyor. İnternette iki yüz elli bin ile beş milyona kadar çıkan rakamlar var. Kitap, darbeden sonrasını anlatmıyor. Ordu, daha doğrusu Suharto başa geçince, katliamları hapisler ve işten atılmalar izliyor. Yıllar sonra olayı araştıran Avrupalı bir gazeteci, sanki Hitler elli yıl sonra bile iktidardaydı diye özetliyor. Katliama uğrayanları ve hapse girenlerin soyundan gelenler, gazetecilik ve öğretmenlik başta olmak üzere, pek çok mesleğe giremiyor. Katliama katılanlar, birer kahraman, ülkenin kurtarıcısı gibi görülüyor. Bundan sonra en güçlü Müslüman ülke sol partisi olan EKP, belini bir daha doğrultamayacak şekilde bükülüyor.
Kitap, darbe sonrasını anlatmıyor ama internetten kısa bir araştırma bile tüm Müslüman ülkelerde darbeden sonra ne olmuşsa, kabaca aynı şeyler olduğunu gösteriyor. Askeri darbenin ardından eğitim hızla dincileşiyor ve devlet dairelerinde köşe başlarını tarikatlar tutuyor. Mesela 12 Eylül rejimi ve onunla gelen zorunlu din dersleri. Polis teşkilatı başta olmak üzere pek çok kurumda, Fetö ve diğer tarikatların kümelenmesine hoş görü.  Kitapta olan pek çok şeyi, Doğunun Kızı Butto kitabında okuduklarıma benziyordu. Buttoların partisi de, Pakistan’ın sol partisiymiş.   Benzer kargaşalıklarla Zülfikar Ali Butto devriliyor, hapsediliyor. Arkasından ardı ardına kuran kursları, devlet kurumlarını paylaşan tarikatlar, mollalar ve bildik hikâye üç aşağı, beş yukarı sürüyor.
Dincileşen toplumlar, yoksulluk kadar, yolsuzluk ve ahlaksızlığa da alışıyor. Giderek tepkisizleşiyor. Dincileşme aynı zamanda Amerikanlaşmayı da getiriyor. Dinci hükumetler, Amerika ve batı ülkeleri ne derse yapıyor. Batılı ülkeler, İslamcı hükumeti düşürmek istediğinde, yerine yeni bir İslamcı hükumet getirmeye çalışıyor. 11 Eylül katliamına ABD’nin tepkisi, Ilımlı İslam olmuştur. Ilımlı İslam da ne uyduruk ve mantıksız bir kavramdır, o da ayrı konu.  Ardından devletin politikaları ile küçük çiftçi ve esnaf bitiyor, ülke ulusal ve uluslararası holdinglerin cirit attığı bir arenaya dönüyor.
Müslüman toplumlardaki sol örgütlenmelerin ve partilerin, birbirlerinin tecrübelerine ihtiyacı var. Oysa bu konuda yeterli kaynak yok. Peru, Aydınlık Yol ile ilgili olarak bile piyasada bayağı bir kitap varken, bu konularda hemen hemen hiç kitap yok. Sol yayımlarda ağıza sakız olan bu olayla ilgili olarak bile sadece sağcı bir yayınevi, oh olsun, komünistler ahan da böyle ezilmelidir manasında bu kitabı yayımlamış. Cesur çevirmenler keşke başka kitaplar da yayımlasa.