16 Mayıs 2021 Pazar

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK-6 MAGAZİN

 




Yunanlılar dinlerini ibadet için değil, dedikodu için icat etmiş derler. Yunan mitolojisinin kişileri, başka çok tanrılı dinin mitolojisinden, hatta mitolojilerinden çok daha fazla magazin olayı içerir. Sebebi da daha çok Zeus'un cinsel iştahıdır ama diğer tanrılar da az değildir. Bütün bunlar eski Yunan dinini magazinleştirir.

Gerçek anlamda magazin, modern basın tarihinin ürünü de olsa, hep vardı. Osmanlı'da sultanların düğünlerini ve sünnetlerini anlatan surname denen destanlar olurdu. Düğünlerdeki gösteriş, yıllarca anlatılırdı. Sultanlar,  bu zenginlik anlatılsın diye şairlere para bile verirdi. Yazılı basınla beraber magazin kurumsallaştı. Kendince normları oluştu. Basın bu normları da pek takmadı. En son İngiliz Prensesi Diana'nın ölümünden sonra da itibarları kalmadı. 

Gene de her iki taraf da, magazinden vazgeçmiyor. Yani basın da, ünlüler-zenginler de. Magazin, hem müşterisi olan bir haber türü, hem de öyle fazla baş ağrıtmayan, düşman kazandırmayan bir haber türü. Öte yandan zenginliğin en büyük zevki hava atmak ve gösteriş yapmak.

Diğer bir unsur da, bu tür magazinleştirme, zenginliği masumlaştırıyor zira magazin izleyicisi, o zenginin hayatını yaşadığını zannediyor. Bu empati, kendinden çok, bu zengin-ünlü kişiyi düşünmeye kadar gidiyor. Öğreniyor ki kadın, Süreyya

Çok bilinen bir öykü vardır. Devrik İran şahının eski eşi Süreyya, bir dönem Türkiye'de yaygın bir magazin figürüydü. Tahtına varis isteyen ailesi yüzünden, Şah'ın, karısıyla arasının kötü olduğu da hep biliniyordu. Derken Şah, bu  baskılara dayanamayıp, karısını boşadı ve yeniden evlendi. Heyhat ki, İran'da monarşi devrildi ve adına İslam Cumhuriyeti denen din oligarşisi devleti kuruldu. (İsterseniz İran halkı olarak referandumla ve yüzde yüz olarak bir yasayı kabul edin; dini lider ve dini konsey onaylamazsa o yasa yürürlüğe girmiyor. Pek çok kilit kuruma da, dini lider ve konsey doğrudan atama yapıyor.

Neyse, konuyu dağıtmayayım, Süreyya'nın boşandığı gün, Türkiye'nin ünlü bir gazetecisi evine geliyor. Ünlü olduğu için evi biraz lükse ve evine de sık sık uğrayan gündelikçi, temizlikçi kadın var. Evine geldiğinde kadını iki gözü iki çeşme ağlarken buluyor. Kadının başına büyük bir felaket geldiğini düşünüyor. Oysa kadın, Süreyya'nın boşanmasına üzülüyor.

Muhtemelen Süreyya'nın kendisi o kadar üzülmemiştir. Sonraki yıllarını Avrupa'nı  milyonerleri ve milyarderlerinin yatağında geçirdi. Doğulu bir prensesle sevişmenin payesi uğruna, Süreyya hanımı paylaşamadılar. Kendisi zaten Şahla evlenene kadar İsviçre'de yaşamıştı. 

Ünlü ve zenginleri fazla izlemek, onları dizi film karakteri gibi içselleştirmemize neden oluyor. O zenginliği kendimiz de yaşıyoruz sanıyoruz.

Oysa onlar yüzsüzce gösteriş yapıyorlar. Şimdilerde magazin medyasına eskisi kadar ihtiyaçları yok. Magazin medyası, sosyal medya takipçilerini arttırmak için kullandıkları bir destek noktası. Bir de inatla takip etmeyenlere, eylemlerini duyurma, yani hava atma  yolu.

Kuranda en fazla yapılmaması istenilen şeylerden biri de gösteriştir. Sayın Müslümanlar, zahmet  edip okuyun. Din adamları da, alkole karşı öfkelerinin milyonda birinin gösterişe göstermiyor. Tamamen sünnet olan teravvih namazını, hatimli (tüm Kuranı baştan sonra okuyup, bitirmeli), hatta çift hatipli yapmalarını istemeyi biliyorsunuz. Şu ekonomik krizde, kırkta bir yani yüzde iki buçuk zekatını da zaten vermeyen zenginlere, yüzden yirmi, otuz falan verin demiyorlar.

İlginçtir namaz ve oruçta halkı fazlaya teşvik eden din adamları, iş zekata gelince, bu zekatı küçülttükçe küçültür. Şirketin ana sermayesine, ev, şuna, buna dokunmaz, sonra kırkta bir. Kırk hayvanınız var diyelim, sığır, koyun, keçi falan; en küçük keçiyi veriyorsunuz. Bu yüzden zekat keçisi diye bir deyim var.

Oysa bu zenginler, gösteriş yapmak için hiç de masraftan kaçınmıyor. İran'da düşen uçağı muhtemelen pek çoğunuz çoktan unuttu. Dünya havacılık tarihine tüm ölenleri kadın olan ilk hava kazası olarak geçti. Altı genç kız, bir pilot, bir de kabin görevlisi, nişan öncesi saçma sapan bir instagram etkinliği için koca uçağı Dubai'ye uçurmuştu. Üstelik uçak, şirketin uçağıydı ve muhtemelen bu turistlik gezi ve nice sosyetik etkinlikler, şirkete masraf gibi gösterilip, vergiden düşülecek.

Bunu azıcık dile getirenleri linç ettiler ve gencecik sekiz  kişinin ölümüne üzülmemekle suçladı. Hadi ben de acılı aile ile uğraşmamış olayım. 

Peki bütün bu gösteriş yapan sosyal medya maymunlarına, bide influencer deyip, para kazandırmak nedir? Onları avantajı zenginliklerini yüceltmek değil de nedir. Salgın nedeni ile işe gidemiyorken, para kazanamıyorken, onların İstanbul'da denize sıfır devasa köşklerinde, tam da denize inen merdiveninde foto çekip, millete akıl veriuyor.

Aslında tek amacı hava atmak. Üç nesildir süper zengin, hatta dolar milyarderi ama vasat bir yeni zengin gibi hava atma peşinde.

Magazin, influencer, fenomen takibi yapmak, kendi fakirliğini yüceltmektir.





15 Mayıs 2021 Cumartesi

HARPER LEE'NİN İKİ ROMANINDA FAŞİZM

 



Amerikanlı yazar Harper Lee, tüm yazı hayatı boyunca sadece iki roman yazmış, özellikle de ilk olan Bülbülü Öldürmek (1960) ile anılmıştır. Bu romanı yazdıktan sonra hemen hemen hiç  çalışmamış,  halen de sürekli olarak, hem A.B.D, hem de Dünya çapında çok satan roman, yazarı ömür boyu geçindirmiştir. Ölümüne aylar kala 2015'de aynı romanın devamı olan ve Türkçe 'ye Tespih Ağacının Altında diye çevrilen ikinci  romanını yayımlamıştır.

Konuşulması gereken ikinci romandır ama birinci okunmadan hiç bir şey anlaşılmaz. İlkinin konusu basittir ve bana Fransa'nın meşhur Dreyfus davasını hatırlatmaktadır. Yahudi kökenli bir Fransız olan Yüzbaşı Albert Dreysfus, 1894'de, Almanya için casusluk yaptığı  gerekçesi ile tutuklandı. İçinde gene Yahudi kökenli Fransız romancı Emile Zola gibi ünlülerinde olduğu ve çok tartışılan olaylar sonrasında  Yüzbaşı Dreyfus  1906 yılında sürgünden ve hapisten kurtulup, rütbelerine geri kavuştu. Olay tüm Avrupa'da ve dünyada yankılandı. Çünkü olayın bir yerinde Fransız faşizmi, ne olmuş yani masumsa, bir Yahudi olarak Fransız ordusunda ne işi var demeye başladılar. Bülbülü öldürmek dahil pek çok romana-filme ilham kaynağı olmuş.

Bülbülü Öldürmek de,  bir genç kıza tecavüzle suçlanan bir siyahi (tamam zenci demiyoruz) vardır ve onları savunacak siyah bir avukat yoktur. Romanın anlatıcısı o zamanlar okula bile gitmeyen 5-6 yaşlarında  bir kızdır ve babası da bu siyahileri, ırkçı halkın tüm baskısına kadar savunan cesur bir avukattır. Roman, küçük kızın gözünden dava sürecinin anlatılmasıdır. Babası bir kere bile pis zenci dememiş, zenci özel mülküne girmemiş,  zenci tavuğuna kışt dememiştir. Dava başarı ile biter, siyahiler kurtulur.



Yazarın ,elli beş yıl sonra yazdığı devam kitabı, olaylardan yirmi sene kadar sonrasında geçer. Genç kız, yıllardır yaşadığı New York kentinden, baba ocağı Maycomp kasabasına geri döner. Irkçılık gene vardır, hem de daha şiddetli olarak. Fakat siyahiler artık zavallı zenciler değildir. Artık ceplerinde ikinci el de olsa araba alacak ve yüksek sesli müzikle şehri turlayacak para vardır. Artık bir suç işlediklerinde onları savunmaya hazır siyahi avukatlar vardır ve her davada siyahi jüri üyesi olması için diretmektedirler. 

Epey bir aradan sonra Maycomp'a geri denen kahramanımız, hakikati görünce şok geçirmeye başlar. Babası o kadar da demokrasi kahramanı değildir çünkü. Suçsuz siyahileri, hem de avukatlık ücreti almadan savunmaya taraftardır ama ortalık siyahi hakim, savcı ve avukat olarak görmeye tahammül edememektedir. Ku Klux Klan'ın gürültü yapmasına, toplanmasına taraftardır ama siyahileri katletmesini, siyahi mülklere zarar vermesini istemez.

A.B.D ile ilgili pek çok yanılgımızın sebebi, film sanayisi sayesinde dünyaya onların gözünden bakmaya başlamamız. Örneğin ikinci dünya savaşında Alman askerlerinin yüzde sekseninden fazlası doğuda savaştığı halde, bize savaş daha çok Fransa'da olmuş gibi gelir.  Doğu cephesine Alman ordusunun en az yüzde onu partizan denen direnişçilerle uğraştığı halde ve Fransa'da Normandiya çıkarmasında De Goule'ün radyo konuşmasına kadar hemen hiç direniş olmadığı halde, direniş diye aklımıza Fransızlar gelir. O kadar ki, pek çok Alman subayı, cepheden sonra dinlenmek için Fransa'ya gidiyordu, çünkü müttefikler Fransa'yı bombalamıyordu. Ya da Vietnam savaşında Amerikan ordusunu  sivil halka acımasızlığından ziyade Vietkong militanlarının acımasızlığını hatırlarız.

Amerikan iç savaşı bittiğinde kölelik kalkmadı. Beyaz polisler, siyahileri özellikle pamuk hasadı döneminde toplayıp, mahkum olarak tarlalarda zorla çalıştırmıştır. A.B.D'de halen hapisteki siyahi sayısı, üniversite okuyan siyahi sayısının iki katı. A.B.D, dünyada hem en fazla mahkum olan ülke, hem de nüfusuna göre en fazla mahkum olan ülkedir. Diktatörlük olan Çin'in üçte birinden daha az nüfusu olduğu halde, Çin'in iki katı mahkumu vardır. Üstelik A.B.D, elektronik kelepçe, şartlı salıverme gibi uygulamaları ilk yapan ülkesidir.

Sadece bu kadar değil. Jim Crow yasaları ile siyahlar, özellikle yoğun oldukları güney eyaletlerinde oy veremediler, okula gidemediler,  otobüslere bile binmediler. Bütün bu hakları isyan ede ede teker teker aldılar. Merkezi yönetim ancak 1965'e Jim Crow yasalarını yasakladı.

Gerçekte faşizm, Nazizm ya da benzeri ideolojiler kadar saf değildir. Yugoslavya iç savaşı öncesinde milletler arasında evlilik çok yaygındı. Pek çok Sırp'ın annesi ya da ninesi Müslümandı. Boşnak ordusunun da dörtte biri Sırp'dı ve Boşnaklar asi Sırplara, Çetnik diyordu. 

Pek çok faşiste göre öteki, göçmen  ya da azınlık olan haddini bilmelidir. Ucuz işçi ya da küçük esnaf olarak sempati ile bakar ya da en fazla küçük memur olarak diyelim. 

Bülbülü Öldürmek'de saf faşizm ve ona karşı çıkışı görüyoruz. Bu tür faşizm saf ve nettir, gerçek düşmandır. Tespih Ağacının Altında romanında ise daha bulanık, daha iki yüzlü bir faşizmle karşılaşıyoruz. Aynı yazarın iki romanı arasında yarım yüz yıldan fazla zaman var ve birbirini bu kadar tamamlayan iki roman çok az.

 



30 Nisan 2021 Cuma

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK-5 BAŞARI HİKAYELERİ

 


Şu yıllarda moda bir etkinlik var, kariyer günleri. Çeşitli işlerde başarılı olmuş kişiler, rol model olsun diye okullara getiriliyorlar. Onlar da kendilerince bir şeyler anlatıyor. 

Bence bu başarı hikayelerini dinlemek, gençlere nadiren yol gösteriyor ve hatta sadece zaman kaybı. En başta yalanlar ve yanlışlarla dolu. Pek çoğu da yanlışlarla  dolu. Eski destanlar gibi (onları da anlatacağım) abartılarla dolu.

Mesela seksenli yıllar boyunca ha bire hayatım şovu yapak Sakıp Sabancı'nın babası daha on beş yaşındayken, Adana'nın en büyük pamuk tüccarıydı. Babası da öyle anlattığı kadar uzun süre pamuk hamallığı yapmamıştı. Vehbi Koç, Ankara'nın küçük bir bakkal işletmecisi değildi. Soyu Hacı Bayram Veli'ye dayanan ve o zamanlar küçük bir şehir olan Ankara'nın önemli eşraflarındandı. Bil Gates'in babası çiftçiydi ama fakir değildi.

Atatürk'ün, köylü milletin efendisidir sözünü, gelişmiş ülkeler daha çok benimsemiştir. Özellikle de A.B.D, Kanada ve Avrupa'da,  destekleme alımları, doğrudan destek ile  iyice zenginleşirler. Tam hasat zamanı gümrükleri indirip, piyasayı düşürmek ya da kullandıkları mazot, gübre ve benzeri giderlerine KDV, ÖTV ve benzeri yükler vurmak, tarlaların, otlakların dibine taş ocağı, mermer ocağı kurmak, hükumetin ne haddine? Tonlarca sütü caddelere döker, şehirler arası yolları trafiğe kapatırlar. Direnenlere karşı copla, toma ile girişmek ne hadlerine. Bir de dünyanın her yerinde kırsalın oyu daha kıymetlidir. Normalde dünyada çoğu kez ortalama elli bin insan oyu bir millet vekilliği ederken,  kırsalda bu yer yer otuz bin, hatta yirmi bine kadar düşer. Sanayileşmiş ülke çiftçisi, dünyanın geri kalanı gibi genelde ülkenin geri kalanından daha dindar ve muhafazakarken, seçmen olarak onlardan ayrılırlar. Geri kalmış ülkelerde bir kaç din adamı, tarikat lideri yüzünden aynı partilere oy verirler, oysa gelişmiş ülkelerin dinra köylüleri, çiftçileri, mazotta ÖTV'yi indirmeyi vaat eden homoseksüel, ateist ve siyahi bir adaya bile oy verirler. Yalnız o indirimi sahiden yapmak zorundasındır. Son seçimde vaat edilen memura 3600 gösterge  gibi unutturacaksın,  o politikacının ne haddine?

Gerçi Türk çiftçisinin ektiği para etse bile,  bununla kendi işini geliştirmez, anca pavyonlarda yer. Pek çoğunun da hayal, büyüyen şehirler yüzünden arazisinden imar geçmesi ve arazinin fahiş değerlenmesidir ki, bu büyük rant parası da gene pavyonlarda su gibi akar. Ben, her Türk aydınının serzenişini ben de yapacağım, köy enstitüleri kapatılmamalıydı.

Gates, üniversitede esrar kullanımından ve alkollü bir şekilde araba ile sürat yapmaktan tutuklanmış. Üstelik araba da bir Poshe'ymiş. Sevgili okurlarım, Harvard gibi üniversitelerde bursla okuyanlar, öyle alkole, esrara, partilere, eğlenceler vakit ayırmaz, hatta o meşhur sosyal kulüplerde bile çok fazla zaman harcamaz. Onlar iki ana dal diploma-derece alır, başka bölümlerden dersleri takip eder, kütüphaneden, laboratuvardan çıkmaz.

İnanmıyorsanız Türkiye'deki Koç, Bilkent gibi süper zenginlerin üniversitelerine bakın. Doksanlarda Bilkent için o lüks barlarının, diskolarının kapılarında, köpekler ve burslular giremez diye tabela asılıymış diye efsaneler dolaşırdı. Barı, diskoyu geçtim, koca koca profesörlerin, yazarların davet edildikleri etkinliklerde bile, bursluların adı nadiren geçer.

Bu başarı hikayelerinde anlatılmayan şey de hileler, dolandırmalar, katakulliler falandır. Nasıl ki mafya babalarının başarı hikayelerinde ihanetler, infazlar ve kaybedilmiş dostlar varsa,, iş adamlarının hikâyelerinde de dolandırılmış, iflas etmiş ortaklar vardır. Bunun en iyi örneği Apple'ın kurucusu Steve Jobs'dır. Kendisi bir yazılım, elektronik ve  yazılım dehası olmakla beraber, dünya ticaret tarihinin en büyük sahtekarı hatta o.ç'dur. Üniversite öğrenciliğinden itibaren arkadaşlarını projelerini çalmış, çalışanlarına zorbalık etmiş, ortaklarını dolandırdığı için bir ara kendi şirketinden kovuldu ve Pixar'ı kurdu. Aslında pek çok başarı hikayesinde benzer unsurlar vardır ama Jobs, en berbatıydı. Muhtemelen ölümünün ardından ortakları ve çalışanları bayram etmiştir.

Bu başarı hikayelerinin temel amacı genç insanları kapitalist dünyaya teşvik etmek olduğu kadar, hayatındaki yoksulluktan dolayı da kendisini suçlamasını sağlamaktır. Başarı hikayesine kanan birey, sınıfsal engellenmişliğini görmez ve kendisini suçlar.

Bu kapitalizmin icadı değildir. Orta çağın şövalye masalları da böyledir. Yahya Kemal Beyatlı'nın meşhur bin atlı akınlarda dev gibi bir orduyu yendik şiiri de, böylesi bir orta çağ destanıdır. Orta çağda fakir bir çocuğun sınıf atlaması iki yoldan olurdu, din ve ordu. Orta çağ boyunca sürekli savaşan devlet ve derebeylerin, sürekli askere ihtiyacı vardı. Şövalye hikayeleri de, muhteşem savaşım, rütbece yükselen, servet ve toprak kazanan askerlerin öyküsü anlatılır. Oysa sıradan bir askere şövalye olmak imkansıza yakın bir durumdur.

  Benzer bir durum da, evliya-ermiş hikayeleridir. İnsan bir düşünmeli,bir lokma-bir hırka yaşayan dervişlerden, bu obez şeyhlere nasıl gelindi diye. Aslında o bir lokma, bir hırka tamamen masal. Tarikatlar geçmişte de kocaman holdingdiler.  Bu evliya masalları da gençler, tarikatlarda yükselmeye heves etsin diyedir. Oysa şeyhler genelde tarikatlarını, zengin bir aileden gelme damatlarına bırakır, oğulları da ticarete atılır.

Okurlarım, özellikle sevgili gençler, TED,  Kariyer günleri ve benzeri saçmalıklardaki başarı hikayelerini izlediyseniz ya da izleyecekseniz unutun.  Başarısızlık ya da başarı için kendinizi kıyaslayacaksanız, sizinle benzer koşullarda olanları kıyaslayın. Ben de onu yapmayın. 

Kendinizi objektid değerlendirmenin başka yollarını arayın.

26 Nisan 2021 Pazartesi

EDEBİYAT, SANAT TARİHİNDE LİNÇLER VE ORHAN PAMUK

 


Nobel ödüllü yazarımızın son kitabı gene tartışmaların odağında. Kendisi malum, bu tartışmaları çıkarmayı seviyor, çünkü batılı, Avrupalı-Amerikalı okurlara sesleniyor. Ayrıca kendisi zamanının önemli bir kısmını yazmaktan çok, tanıtıma harcıyor ve reklamın iyisi-kötüsü olmaz mantığı ile reklam çalışması yapıyor. Masumiyet Müzesi'nden bu yana her yeni romanı, Türkiye içinde düzenli olarak tiraj kaybediyor. Kendisi genelde batılı okura oynadığı için, bunu mağduriyet madalyası olarak kullanıyor.

Oysa son kitabı o kadar şiddetli bir tiraj düşüşüne uğradı ki,  Türk yayımcısı Yapı Kredi, panik halinde, son romanında Atatürk'le alay etmedi, aslında şöyle değil, böyle demek istedi minvalinde mesaj gönderdi, sosyal medya hesaplarından. Zira bu seferki düşüş öyle fena ki, Nobelli yazarımızın kitapları yakında kendisini ucuzluk sepetinde bulabilir.  Zira kendisi T24'de düpedüz evet alay ettim dedi. (Günümüze siyasi göndermeler yapmaktan çekinmedim dedi. Peki neden Osmanlı hanedanının zaten komik olan halleri ile alay etmemiş. Yoksa sık sık evine misafir ettiği ve daha 19-20 yaşında üniversite öğrencisi iken tanıştığı Fatih Tezcan, Nagehan Alçı gibi Nurcu ahbapları mı kızarmış?



Son on yıldır her Orhan Pamuk romanı olduğunda aynı şetler sıra ile oluyor. Mart-Nisan-Mayıs ayı gibi (genelde Mart sonu-Nisan başı)Pamuk, Cumhuriyet gazetesi, T24 veya bazı gazetelere  ülkem için endişeleniyorum diye başlayan ve ne dediği anlaşılmayan şeylerle ilgili röportaj veriyor (son 2 yıldır bu ritüel eksik). Sonra Ot'dan başlayarak aylık edebiyat dergileri Pamuk'u sıra ile kapak yapıyor. Pamuk'la ilgili tartışmalar sosyal medyada alevleniyor, hain diyenler, ama o Nobel kazandı diyenler falan.

Sonra Pamuk hayranları o meşhur nakaratlarını tekrarlıyor ''Orhan Pamuk bu ülkeye fazla''. Neymiş efendim, Pamuk'u linç etmeye hakkımız yokmuş. Ha bir de ''Böyle ülkede edebiyat ilerlemez' nakaratı var.

Oysa Pamuk, Nobel ödülüne dayanarak aldığı yetkiyle hem Türk milletini, hem de Atatürkçüleri çok şahane linç etmişti ve son kitabı üzerine yazılanlardan anladığım kadarı ile halen Atatürk ve Atatürkçülere saldırmakla meşgul. O bize halen saldırıyorken, biz de onu affetmemekte özgürüz. Bu konuda daha önce de yazdım (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/adalet-agaoglu-ve-affetmeme-ozgurlugumuz.html )

Bir de sanki hiç gelişmiş ülkelerde bu tür halk linçi olmuyor, olmamış gibi tavır takınıyorlar. Ben de kıt genel kültürümle linç edilen yazarlardan ve sanatçılardan bahsetmek istedim. Boris Pasternak ya da benzeri şekilde devlet tarafından dışlanan yazar ve sanatçılardan bahsetmeyeceğim.



İlk aklıma gelen Herman Menveille, kendisi bu günlerde en çok bilinen romanı Mobby Dick yüzünden linç edilmiştir. Sebebi de, nasıl olur da beyaz ırk, bir hayvana karşı kaybeder miymiş? Oysa Meville, olayı gerçek bir öyküden almıştı. Edebiyat dünyasından ve okurlarından öyle kötü eleştiriler ve hakaretler aldı ki, yazmayı bıraktı. Roman, yazıldıktan ve yazarı öldükten çok sonra, sinemanın icadı ile popüler oldu. Sinemacılar insanların dev bir balina ile mücadelesinin salonları dolduracağını keşfetti. Bu açıdan Mobby Dick, King Kong ve Godzilla'nın da atasıdır.



Diğer bir linç edilen sanatçı da, modacı Coco Chanel. Amerika 2. Dünya savaşı filmlerinin bir klişesi vardır. Alman subaylarıan metres olan ama müttefiklere bilgi sızdıran kadın. İşte o kadın Coco Chanel'dir. Nazi işgali sırasında Nazi subaylarına metres olan ve Fransızların yatay işbirlikçi diye aşağıladığı  kadınlardandı. Paris kurtarıldıktan sonra saçları kazıtılan, dışlanan, aşağılan kadınlardan biri olabilecekken İsviçre'ye gitti, orada yıllarca kaldı, Paris'e dönüp, modaevini tekrar açtı ama Fransızlar onu dışlamaya devam etti. Koleksiyonları daha çok Amerika Birleşik Devletlerinde itibar gördü. Gene de Coco Chanel,  ülkesinde dışlanmışlığı hep yaşadı. Oysa sırf Chanel no 5 parfümü bile, Isparta'nın gül yağı ihracatının Türkiye'ye sağladığı katma değerden daha fazlasını Fransa'ya  kazandırmakta. Kimse de Chanel, Fransa'ya fazla demedi.



Oysa Türk milleti, işgalcileri destekledikten sonra yurt dışına sürgüne giden işbirlikçi yazarlardan  Refik Halit Karay ve Cenab Şahabettin gibilerini devletle beraber affetmeyi bilmişti. Oysa Norveç, Knut Hamsun'u hiç affetmedi. Savaştan sonra önce bir genç kız, kütüphanesindeki Hamsun kitaplarını yazarın kapısının önüne attı, ardında neredeyse tün Norveç. Kimse de Hamsun, Norveç'e fazla demedi. Diğer bir linç edilen Norveçli, oyun yazarı Henric İbsen'di. Sebebi de Nora, Bir Bebek Evi oyunun finali,  ülkenin muhafazakar kesimince beğenilmemiş, İbsen'de oyuna, bu gün çoğunlukla ne oynanan, ne de basılan 4. perdeyi eklemişti.



Hamsun, Nazi olduğu için linç yerken Thomas Mann, Naziliğe karşı olduğu için linç yedi, öyle ki, savaştan sonra da Almanya'ya gitmedi.

Yenilmenin bedeli hep ağır oldu. Savaştan sonra Nazi yandaşları hep dışlandı. Heiddigger gibi felsefe, Heisenberg gibi fizik ve hatta Von Braun gibi roketbilim dehaları bile bu dışlanmayı hissettiler. Pek çok etkinliğe davet edilmediler ve pek çok kişi onların davetine gitmek istemedi, onlarla dostluk kurmak istemedi.



Herbert von Karajan ise, Naziliğine rağmen, savaştan sonra da şöhretini sürdürdü. Ancak A.B.D'de verdiği konser, boykotla ve tepkiyle karşılaştı. Konserine kimse gitmedi. Türkiye'ye gelmesine de Türk Yahudileri engel oldu. Türkiye'de seksenlerde  TRT'de seksenli yıllarda Hikmet Şimşek'in sunduğu Pazar Konseri programına sık sık çıkması yüzünden tanındı. Kimse de Karajan A.B.D'ye fazla;  A.B.D Karajan'ı haktemiyor falan demedi. (Kaldı ki bence Karajan hep Nazi kaldı. Sahnede Hitler'i taklit etti. Zira herhangi bir videosunda, orkestra karşısındaki halini, Hitlerin nutuk söyleyen hali ile kıyaslarsanız, anlarsınız. Abartılı el-kol hareketleri, söze aşırı terleme, bitkin düşme, göz yaşı seli, vs) 

Linç etmek eskiden fiziksel darp etmek anlamında kullanılırdı. Adını da Amerikalı yargıç Charles Lynch'den almıştır. Mahkumları, halkın öfkesine teslim ederek cezalandırırmış. Kalabalığın birini ya da birilerini darp etmesinin adı, dünyanın her yerince linç etmek yada linçlemek olmuş. Sonra bu linç, Ahmet Kaya'ya olduğu gibi klasik medya üzerinden itibar linçi; ardında da trol ordularınca aynı sosyal medya linçleri yapılmaya başlandı.

Peki Orhan Pamuk linç ediliyor diyelim; gerçek şu ki bu linçleri kendisi istiyor. Çünkü sonrasında mağduru oynayıp, batılı okura, işte böyle vahşi bir ülkede yaşayayım diye ağlıyor. Sonra kendi kitlesi de, Orhan Pamuk bu ülkeye fazla diye ağlıyor. Yoksa neden son romanına, karikatürize, çocukken karga kovalamış kolağası Kamil karakteri eklesin? Belli ki kavgaya hazırlıklı gelmiş. Onun yaşadığı şey linç falan değil, insanları kendisine küstürme.

Lakin, Profesör  Aziz Sancar'ın Nobel ödülü almasından sonra, ''ama o Nobel aldı''cı okur kitlesi düşüyor. Batı dünyasında ona karşı sempati de,  Türk toplumunu etkilemesi ile orantılı. Kendisinin istikrarlı bir siyasi ideolojisi yok. Son bir yıldır da kitaplarının piyasaya çıkışı ile ilgili. Yakında batılı 'o hem büyük bir Türk yazarı, hem de bizden''ci batılı okurlarını da kaybedecek. Kendisinin istikrarlı bir siyasi tavrı da yok. Kar romanı ile güzelleme yaptığı, yetmez ama evet diyerek desteklediği iktidar, şu an ona terörist diyor o ise yeniden iktidarın rakip gördüğü ideoloji ile uğraşmakta. Atatürk'e küçük burjuva devrimcisi diyerek çok solcu olmanın ve dine engel oldu diye liberal solcu olmanın modası, Gezi döneminden beri bitti. Z  kuşağı denen yeni nesil Orhan Pamuk'a tamamen yabancı. 

Pamuk, Nobel ödülüne pek güvenmesin. Nobel'e aday bile gösterilmediği halde ölümsüzleşmiş pek çok yazar olduğu gibi, Nobel aldığı halde pek hatırlanmayan ve satmayan da pek çok yazar var. Kendisi onlardan biri olma yolunda hızla ilerliyor.

19 Nisan 2021 Pazartesi

ARJAAN 2(ARZHAN) KURGANI-TÜRKLÜĞÜN GÖBEKLİTEPESİ

 


2019'da, Rusya Konfederasyonunun Tuva bölgesinde bir kurgan kazıldı. Kurganı İsviçreli bir profesör, uydu görüntülerinden keşfetti. Buna uzay arkeolojisi deniliyor. Türkiye'de yapılıyor mu, bilmiyorum.

Orta Asya-Sibirya tarihine dair, Kaşgarlı Mahmut ve benzeri orta çağ Arap yazarlarının tezi vardır. Aslında bölgede pek çok tarihi eser varmış ama özellikle mezarlar, değerli eşyalar yüzünden yağmalanmış. Bu kurgan da teorinin  ispatı. Etrafındaki diğer kurganlar tamamen ya da kısmen yağmalanmış. Arzhan 2 ise fark edilmediği için bu güne kadar sapasağlam kalmış.



Kurganda genç yaşlarda (tahminen 25 civarı) ölmüş genç bir prens ya da kral, eşi (tek gömülmüş ve üzerinde bolca altın ziynet var), sekiz tane cariye ya da kuma, üç yüze yakın da asker, beraber gömülmüş. (Muhtemelen ölüm sonrasında ona eşlik etmesi için.). Kalıntılarda toplan yirmi üç buçuk kilo civarında ağırlığı olan altın takılar ve bir sürü savaş ve yaşam malzemesi bulunmuş. Arkeologlara göre tahminen milattan önce 8-9. yüz yıllara tarihliyorlar  bu alanı. İşte burayı Göbeklitepe gibi efsane eden de bu.

Göbeklitepe, dinler tarihi, özellikle de Ön Asya dinleri üzerine bildiklerimizi silip, üç bin yıl kadar da geriden başlatmışsa, bu kurgan da, Orta Asya-Sibirya devletleri hakkında bildikleri misi 4-5 yüzyıl öncesine götürüp, hepsini de baştan yazılmak üzere silmiştir.

Olayın ciddiyetini şöyle yazayım. Büyük Hun İmparatorluğunun tarihi beş yüz yıl kadar geriye gidebilir.



Genç bir prens ya da kral, eşi, bu kadar çok cariye, asker, savaş, eşya ve takı ile gömüldüğüne göre, en az Türkiye ya da daha büyük bir alanın hükümdarı olabilir. Hun imparatorluğu, onlar Çinlilerle ilişkiye geçmeden evvel de büyük bir devlet olmuş olabilir.



Yazık ki kurganın keşfi son derece talihsiz bir zamanda oldu. Türk kelimesini kullanmak istemeyen bir iktidar ve yıllarca Türkçülük siyaseti yapmış (yeni neslin deyimiyle Türkçülüğün ekmeğini yemiş) ortağı, bu olayı iyice görmezden geliyor. Oysa oraya Türk arkeologları ve antropologları yığılmalı. Zira Orhun abidelerinde adı geçen Ötüken ormanı, bu günkü Tuva olabilir. Bölgenin maden zenginliğine bakılırsa, Ergenekon'da burası olabilir. (Aslında Kırgızistan-Tamgalı'nın da Ergenekon olma ihtimali var. Zira bölgenin binyıllarca bir çeşit dini ziyaret-hac mekanı olduğu belli. )



Keşif, Orhun Yazıtları, Kazakistan-Altı Adamından sonra Sibirya-Orta Asya arkeolojisinde üçüncü en önemli keşif ama Türkçü veya Türkolog geçinenler bile keşfe ilgisiz.

Diğer yandan da uydu ya da uzay arkeolojisi, Türkiye'de de kullanılabilir. Türkiye'de el ya da ayak değmedik yer kalmadı diye düşünebilirsiniz ama halen keşfedilmemiş çok yer var. Mesela Luvilerin varlığı ve Hitit öncesi Anadolu medeniyetleri daha yeni yeni konuşulmakta. Hititlerin bir dönemki başkenti Tarhuntassa nerede halen bilmiyoruz.  Mısırlılarla savaşı yönetmek adına, Toroslarda bir yerlerde olduğunu tahmin ediyoruz. Frig alfabesi halen çözülmedi ve Frigleri, Yunan efsanelerinden tanıyoruz.



Türkiye'nin batısında bile, yerleşim yeri olmayan geniş alanlar var. Mesela Eğirdir ve Beyşehir  göllerinin arasındaki Dedegül dağlarında yerleşim yoktur ve Isparta ili içinde,  Beyşehir ve Eğirdir gölleri arasındaki dikdörtgene benzer araziyi, kuzey batı, güney doğu ekseninde çapraz çizerek yürürseniz,  120 kilometre, bir insan yerleşimine rastlamadan gidebilirsiniz.  Ankara-Çankırı il sınırı ve Nallıhan-Bolu arazisindeki arazi de benzerdir. Eğirdir gölü, bu günkü sekiz (8) rakamına benzeyen şeklini, Osmanlı döneminde almıştır ve son tarihi araştırmalara göre meşhur Miryakefalon savaşının yapıldığı yer, gölün dibinde, gölün iki yarısının birleştiği yerde su yolunda olmuştur.



Muhtemelen doğu bölgemizde böyle araziler daha çoktur.

Bu yazıyı yazmak uzun zamandır aklımdaydı. Ben de bu yerden yaklaşık 5-6 ay önce, Magma dergisi vasıtası ile haberim oldu. Aklımda iken ülke gündemi değişti. Arada da ben bu konuyu unuttum.

Oysa ülkemiz, muasır medeniyetler seviyesine ulaşacaksa, iki eli kanda olsa, bilim, felsefe ve sanat ile ilgilenmeli.



15 Nisan 2021 Perşembe

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK- 4 ERİL FAİLLİK

 


Geçen yılın son günlerinde twitter'da  yer yerinden oynadı. Yirmi kadar kadın, Hasan Ali Toptaş başta olmak üzere bir çok yazarı tacizlikle suçladı, ifşa etti. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/01/twitterda-kizkardeslik-hareketi.html ) Bu olaydan sonra Hasan Ali Toptaş bir garip tweet yazdı. Özür mü, itiraf mı olduğu bu tweet, kamuoyunu sakinleştireceğine, iyice Hasan Ali Toptaş'a cephe açılmasına yol açtı.

Normalde bir suçumuz ya da kabahatimiz olduğunda, hatta başımıza bir felaket geldiğimizde ilk tepkimiz inkar etmek olur (suçlu ya da masum olalım). Psikolojide bile travmatik bir olayda ilk devre şok, ikinci devre de inkar devresidir. Eğer bir insan, suçu inkar etmiyorsa, delillendirileceğini bildiğindendir. Yani bu olayı bilmese de tahmin ediyordu. Muhtemelen inkar ettiğinde bir veya daha fazla video-foto falan gelecek,  daha beter rezil olacaktı.

Yaptığı açıklamada, kendi icadı bir kelime, daha doğrusu kelime tamlaması olay oldu; eril faillik. Şu cümleye bir bakalım:  "İnsan eril failliğin ne olduğunu anlayana kadar karşı tarafta ne büyük yaralar açtığını bilmeden, fark etmeden, düşünmeden hatalar yapabiliyor" .

Özetle, ben yapmadım, pipim yaptı, ya da erkektir yapar ideolojisen sığındı. Özetle erkekliğim (eril) aktif, fazla yaklaşırsanız yaparım (fail) dedi. Bu dediğini yıllar önce doksanlar, seksenler, yetmişlerde falan deseydi, paçayı yırtardı.

Mesela 1975-80 arasında Türk sinemalarını işgal eden, bu çağda ne komedi, ne erotik  olarak izlenen ve sadece adları ilgi çeken (Dolapta Pekmez Yala Yala Bitmez, Beş Dakka'da Beşiktaş, Fırçana Bayıldım Boyacı, Bakireler Çiftliği vs) o berbat filmlerin kadın oyuncuları (Karaca Kaan, Feri Cansel, Zerrin Egeliler, Arzu Okan vs) furya bittikten sonra toplumdan ve film dünyasından dışlandılar. Pek çoğu hastalıktan ve yoksulluktan öldü. Ya aynı filmlerin erkek oyuncularına ne oldu (Bülent Kayabaş, Ali Poyrazoğlu, Aydemir Akbaş, Salih Güney vs)? Aynen işlerine devam ettiler. Çünkü onlar erkektiler ve yaparlardı.

Bu mantık, o kadının o saatte orada ne işi vardı mantığıyla aynıdır. Erkektir yapar, sen kendini koruyacaksın, çünkü pek çok din (İslam'da dahil) tanrı ya da Allah kadar, erkekliğe de tapar. Pek çok ülkede pratikte erkeklere zina ya da tecavüze ceza yoktur. Mesela meşhur recm (toprağa gömülüp, taşlanarak öldürülme) cezası çoğu kez erkeklere uygulanmaz çünkü erkekler beline, kadınlar göğsüne kadar gömülür. Sonuçta erkek kazarak kendini kurtarır, kadınınsa şansı yoktur.

Türkiye'de zina neden suç olmaktan çıktı, biliyor musunuz? Çünkü anayasal olarak kadına ve erkeğe aynı ceza verilmek  zorundaydı. Oysa ceza erkeğe altı ay, kadına altı yıl hapisti. Sonra zinanın tanımı da kadın ve erkek için farklıydı. Kadının, başka bir erkekle el ele tutuşması bile zina sayılırken; erkeğin, başka bir kadınla ve herkesin bileceği şekilde beraber yaşaması zinaydı. Sonuçta zina suçuna  eşitlik uygulanmazdı. Devletin bekçisinin koruduğu resmi genelevlere giden erkeklere mi ceza verilecekti?

Sonra uzun yıllar yürürlükte kalan, tecavüz ettikten sonra evlenip, kurtulma olayını halen isteyenler var. O olayla ilgili korkunç bir ayrıntıyı anlatayım. Hastanenin birinde bir hizmetli, bir kadını, doktorum deyip, bağlayıp, tecavüz ediyor. Sonra kadına, adamla evlenmesi teklif ediliyor. Kadın da, doktor olsaydı evlenirdim, hademeyle (o zaman hizmetlilere hademe denilirdi) evlenmem diyor. Olayın korkunçluğunu görüyor musunuz? Adamın suçu tecavüzcü olmak değil, doktor olmamak ya da kurbanını kendine uygun sosyal sınıftan seçmemek.



İslamcılar türbanı ve çarşafı da benzer sebeplerden savunmaktadır. Bir ara internette sık dolaşan bir fotoğraf vardı. Biri üzeri kağıt sarılı, diğeri de açıkta iki lolipop. Sinekler açıktaki lolipopa gidiyor. Aslında bu karikatür, kadınlardan çok erkeklere hakaret içermekte. Erkekleri cinsellik konusunda şekere saldıran sinekler olarak göstermekte. Biz de toplum olarak bunu  böyle olduğunu kabul etmişiz.

Oysa pek çok şeyi insani ve evrensel sansak da,  başka toplumları tanıdıkça, kendi toplumumuzun bir parçası olduğunu anlarız. Bazen de toplum değişir o şeyin öyle olmaması gerektiğini anlarsınız. Mesela doksanlarda, seksenlerde ve daha öncesinde kadınlar aldatılmalarına rağmen, dayak yemelerine rağmen kolay kolay boşanmazlardı. Hatta erkeklerin açtığı boşanma davalarının yıllarca sürmesi meşhurdu. Sonra doksanlar ve iki binli yıllarda  hem ekonomik krizler boşanmaları arttırdığı, hem de kadınlar baba evine maaşları ile geldiğinden, boşanmış olmak, sıradan bir durum oldu. Sonra da kadınlar aldatmaya ve dayağa katlanamaz oldu. Erkekler de öyle eskisi gibi göstere göstere zamparalık yapamaz oldu.
Geçenlerde 14 yıldır Kanada'da yaşayan bir Türk kadını, sosyal medyadaki hemcinslerine hiç tacize uğradınız mı diye sordu ve ardından da kendisi 14 yıldır hiç tacize uğramadığını yazdı. Uğramaz tabi, oralarda eril faillik ya da erkektir yapar durumu yok.
Aslında ülkemizde de öyle eril faillik yok, Rahmetli Erdal Atabek'in kitabının adı gibi Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık vardır. Köpeksiz köy bulup, değneksiz gezmek vardır. Saldırganlar, saldırdığı için suçludur, kurbanlar kışkırttığı için değil.
Son olarak bu olayda Toptaş'ı İslamcılar savunmaya çalıştı. Bir kaç ay sonra da bir kararname ile İstanbul Sözleşmesi feshedildi. Sizce tesadüf mü? Toptaş'da aslına ciddi bir şekilde geleceğin Orhan Pamuk'u olarak yetiştirilmekte idi ama artık tarihe gömüldü. Bu son açıklaması da bence bunun göstergesi oldu. 
(Buradan kışkırtılmaya bağlayacaktım ama yazı yeterince uzun oldu)



12 Nisan 2021 Pazartesi

ÜCRETLİ ÖĞRETMENLİ SORUNUMUZ

 


Bu ücretli öğretmenlik konusunu bir daha yazmak istedim. Çünkü ücretli öğretmenlikte ısrar, ülkemizdeki zaten düşük olan eğitim kalitesini daha da düşürmekte. Üstelik bu uygulama zannettiğiniz gibi ıssız dağ köyleri ve sapa ilçelerle sınırlı bir uygulama değil. İl merkezi ya da büyük şehirler bir yana, proje, kaliteli hatta tarihi denilen okullarda bile sık görülen bir uygulama.

Milli eğitimin bu uygulamanın yaygınlığına göz yumması ve hatta bence teşvik etmesinin birinci sebebi, ucuz emek politikasıdır. Hatta bundan bahsetmiştim. (https://habergalerisi.com/2020/12/11/ucuz-ogretmenin-ya-da-iscinin-yahnisi/ )Bu şekilde sadece ders ücreti alan öğretmen, kadrolu bir öğretmenden çok daha ucuza çalışmakta. Bu ucuz öğretmen de, kalitesiz iş yapmakta.

Oysa o yazıda anlatmadığım başka bir olgu da, ücretli öğretmenliğin,  yerel siyasetçilerin elinde bir silah olması, pek çok işsizin bir şekilde geçim kaynağı olması ve bu ücretli öğretmenliklerin, il-içe milli eğitim bakanlıkları tarafından ulufe dağıtılır gibi dağıtılır. Bazı yerlerde ücretli öğretmenliğe birilerini bulmak zorken, bazı yerlerde yıllardır aynı okulda ücretli öğretmenlikle geçinenler vardır.

En fazla ücretli öğretmen çalıştırılan dersler, okul öncesi (anaokulu), İngilizce, Almanca ve bilgisayar dersleridir. Öğretmen olarak atama yapmaya bin türlü belge, pedagojik formasyon,  yüksek lisans falan isteyen milli eğitim; bir sürü lisans, ön lisans mezununu bu şekilde çalıştırmakta. Pek çoğu eğitim yada fen edebiyat mezunu olmak bir yana, tavukçuluk,  arıcılık, işletme, iktisat gibi alakasız bölümlerden mezunlar. Önemli bir kısmı da, bazı önemli memurların ev hanımlığı yapan eşleri,  iş arayan çocukları falan.

Ücretli öğretmen isteyenlerin sayısı, işsiz üniversite mezunları ile orantılı. Mesela polis alımlarında bir anda ortalıkta ücretli öğretmen kalmıyor. İki yıl kadar önce de, Almanya, Türk beyaz yakalılara kapılarını açınca, ücretli Almanca öğretmenleri gidince, Almanca öğretmeni kıtlığı olmuştu.

Ücretli öğretmenlik, hem aynı kurumda aynı işi yapanlar arasında bir sınıf farkı yaratıyor, hem de ücretlendirme ve sigortalama şekli çok ahlaksızca. Bir kere girdikleri ders saatine göre ücret alıyorlar.  Bu, bir imamın kıldırdığı namaz rekatına göre maaş alması gibi bir şey. Hatta daha saçma. Sırf aldığı ders artsın diye ilgili-ilgisiz bir sürü ders, ücretli öğretmene yükleniyor.

Ülke olarak eğitimi düzeltmemiz acil iş oldu. İlk yapmamız gereken de öğretmenlik mesleğine layık olduğu onuru vermek, bunun için de yapılması gereken, ücretli öğretmenliği kaldırmak ve öğretmenlikte tek ve asil modeli yaygınlaştırmaktır.