31 Aralık 2024 Salı

SURİYELİLER ÜLKELERİNE NEDEN DÖNER YADA DÖNMEZ?

Suriye'de 1963'den beri süren BAAS partisi, 1970'den beri süren Esat ailesi rejimi, on yada on beş gün kadar bir sürede çöktü. 13 yıldır süren iç savaş bitti gibi.  Gibi diyorum çünkü daha bir kaç ay önce savaşı Esat kazanacak gibiydi. Muhalifler o kadar hızlı kazandı ki,  El Muhaberat, arşivlerini yok edemedi. Her şeyin bu kadar değiştiği bir ortamda, ülkemize doluşmuş milyonlatca Suriyeli'nin bazıları dönecek, bazıları dönmeyecektir belli ki. Kendimce dönenlerin neden döneceği, dönmeyenlerin de neden dönmeyeceği üzerine fikirlerimi yazacağım. Önce gidenlerden bahseyim:

1) Zafer Kazanmışlık duygusu: Sonuçta yarım asırdan uzun süren bir iktidar devrilmiş ve ülkemizdeki Suriyelilerin çoğunluğu ve hatta belki tamamına yakını Esat ailesine muhalifti. Zaferden pay alma umuduyla gideler olacaktır.

2)Türkiye'de yükselen faşizm: Faşizmi bu topraklara eken sağcı anlayış, sonra nerelere gideceğini hesap edemedi ve her durumda faşizmden, ayrımcılıktan karlı çıkacağını sandı. Suriyeliler gelene kadar karlı da çıktı. Ta ki son Suriyelilere saldırılara kadar. Maraş katliamı yada 6-7 Eylülle övünen sağcılar, bu olaya sahip çıkmadığı gibi, suçu solculara da atamadı. (6-7 Eylül'de atmayı denediler. Aziz Nesin'in Salkım Salkım Asılacak Adamlar, kitabını okuyun.) Z partisinin hedefi de göçmenleri göndermek değil, alt sınıfta tutmak. Hükumet sagari ücreti bu kadar düşük tutarken, Suriyeliler ve Afganlar başta olmak üzere göçmenlere güvendi. Bence bu maaşa onlar da çalışmaz. Bu belirisin faşizan öfke bir yerlerden patlayacak.

3)Düşük ücretler ve sefalet: Bu asgari ücrete Suriyeliler ve Afganlar da isyan eder ve sefalet içindeki göçmenler, dönmeye çabalayacaklardır. Memleketlerine dönüp, gurbetteki yaralarının izlerini silmeye çalışacaktırlar.

4)Suriye'nin yeni rejiminin halkını istemesi. İtiraf ediyorum, şu yazıyı yazarken savaşı Esat kazanacak sanıyordum:

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/eysan-diplomasisi-ve-suriyeliler.html

Esat konusunda yanıldığımı kabul ediyorum. Değişmeyen şey şu ki, yeni rejim de halkını isteyecek. İnsansız bir ülke kalkınamaz. Yeni rejim bir de Sünni çoğunluklu ve Sünni Araparın çoğunluğu da Türkiye'de. Rejim olarak kendi halkını isteyecektir.

Neden gitmeyecekleri üzerine de aklıma şunlar geldi:

1)Savaş kesin bitmemiş olması:  Afganistan'da son Rus askeri, ülkeyi 1988'de terk etti. Buna rağmen Muhammed Necibullah rejimi 1992'e kadar iktidarda kaldı. Gerçi bu iktidar, ülkenin %15'i kadardı, kalanı mücahitlere aitti. 1992'de Necibullah, her diktatör gibi delirip, kendisinin ve Rusların en büyük destekçisi Özbeklerin lideri Raşit Dostum'a (Abdülreşit Dostum adını da kullanır) ihanet edince, Raşit'in kontrolündeki Özbekler, karşı cepheye geldi ve Kominist Necibullah rejimi yıkıldı ve savaş bitti mi? Ne gezer? Bu sefer de yedi büyük mücahit grubu birbiriyle savaştı. Necibullah'da İngiliz elçiliğine sığındı. Taliban tarafından döve döve öldürülüp, asılıp, üzerine de parça parça doğrancağı 1996 yılına kadar İngiliz Kültür Merkezinde, İngilzce kitaplar okuyup, uydu kanallarından televizyon izleyerek geçirdi. Bu dönemde iç savaş daha çok başkent Kabil ve çevresinde sürdü. 1996'da bir grup medrece öğrencisi, yani talebesinin kurduğu nTaliban, ülenin büyü bir kısmını ele geçirdi. Dört yıl boyunca Kabil'i paylaşamayan mücahitler, ülekin kuzey doğusuna sığıştı. 2001'de Taliban orayı da aldı. Konuyu Suriye'ye bağlayacak olursam, iç savaşların, ülkeler arası savaşlar gibi birden bitmez, hatta bittikten sonra da izleri devam eder. Ynanistan iç savaşı 1949'da bitti ama 1967'de sosyal demokratların iktidara gelecek ve sonrasında koministler rahat edecek gibi olunda, albaylar darbesi oldu. İç savaşların açtığı ayrımlar, kolay kapanmaz. İç savaşların kesin bitişi çok belirsizdir.

2)Mevcut iktidarın göçmenleri göndermek istememesi: Kapştalşzmin temel ihtiyacı ucuz işgücüdür. Yerli nüfus artışı, kapitalistlerin iştahını kapatıyor. Teşviklerle doğan çocuklar da el bebek, gül bebek büyütülüp, ucuz işçi olmuyorlar. İşin kötüsü, kimse de ucuz işçi olmak için göç etmiyor.

3) Kurulu düzenler ve alışkanlıklar: Kimi on üç yıldır burada olan, burada doğmuş ve-veya büyümüş bir nesil var, bir kısmı Arapça bilmiyor. Bilseler bile, gurbetçilerin Almanca ile karışık Türkçesi gibi, Araplara komik gelecek bir Arapça konuşuyor olmalılar. Bir de burada iyi gelir elde etmeye başlaış insanları düşünün. Henüz neyin ne olduğu belli olmayan Suriye'ye dönmeyi pek çok kişi de istemeyecektir.

4)Arap ülkelerindeki erkek egemenlik: Lazkiye ve Tartus plajlarında bikinili kadınların görüntüsü sizi aldatmasın. Türkiye dışında İslam ülkeleri, küçük bir zengin azınlık haricinde aşırı erkek egemendir. O kadar ki pek çoğunda tecavüz, fiilen suç değildir ve doğrudan zina suçlaması yapılır. Erkek beline, kadın göğsüne kadar gömülür ve erkek, recm öncesi kaçar. Genelde böyle olur. Karısını döven yada öldüren erkelerin ceza almaması da normaldir. Türkiye'nin her yerinde aynı kültür olmadığı gibi, aynı ahlak zihniyetinde de değil. Pek çok Suriyeli kadın, Suriye çok iyi durumda olsa bile gitmeyecektir.


29 Aralık 2024 Pazar

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 2 OPORTÜNİST REZİLLİK

Başlığı yovşokluk falan yapacaktım ama gizli sansüre uğramaması içn oportünist dedim. Oportünizm, Makrsist-Leninist yazarlar tarafından siyaset bilimine eklenmiştim ve Türkçe'ye çevirirsek, fırsatçılık veya fırsattan faydacılık demektir. Y.vşalığın bilimsel adı yani. Bavyera Halk cumhuriyetinin ve Münih Sovyetinin kurucusu, Sosyalist ve Yahudi siyasetçi Kurt Eisner'ın, 1919'daki cenazesinde resmini taşıyan tanıdık biri var. Tahmin edeceğiniz gibi daha sonra o dönemde dünyada yaşayan Yahudilerin yarsıını katleden fırça bıyıklı kişi. Einster'ı sırtından vurarak öldüren  de aşırı sağcı bir Alman'dı. Diyeceksiniz ki siyaset eninde sonunda Makyavelizm'e bulaşır, sosyalizm yada diğer ideolojilerden de bahsedebiliriz. Faşizm ise daha en romantik halinde bile oportünisttir. Özünde kötülük rejimidir ve hedef aldığı insanları gafil avlama peşindedir. Kıbrıslı Rum Faşist, Nikos Sampson, elinde Türk bayrağı ile, Türk köyüne, sizi kurtarmaya geldik diye gelip, katliam yapmıştı. Özellikle iktidara giden yolda halkı teskin etmek, yetmez ama evet demek lazımdır. Kendiniz ideolojik sebeplerden diyemiyorsanız, bunu diyecek birilerini kiralamanız lazımdır.

İktidara çok uzak Faşist teorisyenlerde bile bu oportünizm görülür. Nihal Atsız'ı ve Atsızcıları ele alalım. Atsız, Atatürk'le alay etmek için Dalkavuklar Gecesi romancığını yazmıştır. Romanda bazı isimleri tersten okuduğunuzda bile Atatürk'e yakın kişilere düşmanlığını görürüz. Atsızcılar cevap olarak, Atsız'ın Atatürk'e övgü dolu sözlerini size sunar. Neyse ki Atsız'ın tüm yazdıkları internette mevcut. Kendisi 1950'li yıllarda yazdığı bir dergide, devlet 1950'de kuruldu, önceki 27 yıllık (İnönü+Atatürk dönemi) esaret falan demiş. Böylesi bir kaç yazısı da var, Atatürk aleyhine. Dalkavuklar Gecesi, İnönü aleyhine yazıldı falan diyorlar. Atsız, İnönü aleyhine, 27 Mayıs sonrasında Z Vitamini diye başka bir romancık yazmıştır. Romancıkta İsmet paşa yüz yaşından fazladır ve halen ülkeyi yönetmektedir. Döneminö nemli CHP liderleri de hayattadır ve onları hayatta tutan Zvitamidir. Bu romacıkta bile Atatürk'e laf değidrme çabası vardır. Atsız'ın oğulları da benzer sefillikleri yaşamıştır.  İki oğlu, Atsız Almanya'da can çekişirken, son bir helalleşme için olsun Türkiye'ye gelmemişler, bir telefo etmemiş, hatta dönemin teknolojisi gereği telgraf bile çekmemişlerdir. Atsız, çok mu kötü babadır? Hiç kimse Sonrasında her iki kardeşte sola dümen kırdı, Faşist babanın, Komünist oğulları olarak ün saldırlar. Yağmur, Almanya'ya; Buğra'da Kanada'ya yerleşti. Yağmur, Cumhuriyet gazetesinin Almanya temsilcisi oldu. Uğur Mumcu ve pek çok Cumhuriyet yazarı, Frankfurt şehrinde, Yağmur ve eşi Tuğçe Atsız'ın evinde kaldı. Yağmur Atsız, 12 Eylül döneminde 142. maddeden ( Komünizm propagandası) bile yargılanmıştı.  Yağmur Atsız, doksanlarda, Sovyetler dağılınca Liberalislet kervanına katıldı. 2002'den sonra solla çatışmaya başladı. Ölümüne kadar solla çatışması o kadar şiddetlendi ki, Zülfü Livaneli'nin Yağmur Atsız'ın şiirlerinden bestelediği şarkılar, dijital ortamlardan kayboldu. Kobani (Ayn el Arap)'de direnen Kürtlere, tam da babasının tarzında hakaret etti. Solcularal iyice düşman oduktan sonra köşe yazarlığı yaptığı gazeteden atıldı. Sağcılar da aleyhine yazdı ve geçen yıl, yalnızlık içinde öldü. Kardeşi Buğra ise Kanada'da Türk tarihi ve Türkçe profesörlüğü yaptı ve yapıyor. Bir ara Türkiye'ye gelmiş, Çanakkale 18 Mart üniversitesinde de çalıştı ama sonra geri döndü. Bir ara Turan Dursun gibi Ateizm peygamberliği yaptı. Almanya'da abisi ile beraber Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Kanada'da bir süre sonra Türkçü oldu. Kendisi Türkçülük yaparken, kızı Kanadalı bir Rak şarkıcısı ile evlendi yada birlikte yaşamaya başladı.Maya Atsız,  Şamanizm, şifalı taşlar üzerine dersler veriyor,  sosyal medya hesaplarında aktif ve asla Türkçe iletişime geçmiyor. Kendisi ile Türkçe konuşmaya çalışanları engelliyor. Kendisi ise Z. Partisinin kuruluşuna Kanada'dan katıldı ve göçmen düşmanı laflar etti. Altındağ progromundan sonra da sustu. Kendisi zavallı bir göçmenken, göçmen düşmanlığı yapmaktadır. 

Faşizmin çelişkileri sadece kendi düşman topluluklar, kişiler yada ideoojilere karşı değildir. Faşizm, kendi ideoljisine karşı da çelişkidir. Din konusunu gene Atsız'ın ve diğer Faşist teorisye veya iderlerin oportünist veya iki yüzlü olduğu alanlardan biridir. Atsız, İsla için kah Arapların dini, kah Türklerin yüce dini der. Oğlu, Yağmur, babasının dinsiz olduğunu söylüyor. Torunu Maya ise demin söylediğim gibi Şamanist. Atsız, Alevilik üzerine de iki yüzlüdür. Deli Kurt romanında, Şeyh Bedrettin isyanı aracılığıyla Alevi düşmanlığı yapar. Ali Balseven'in ardından da timsah göz yaşları döker. Genel anlamda Türk milliyetçiliğinin, daha doğrusu Türk faşizminin dinci rolü, NATO'nun ona  biçtiği rolle ilgilidir. Daha 1943 yılında, yani meşhur Irkçılık-Turancılık davasından bir yıl önce'de, Sicilya çıkarmasında, bazı mafya örgütlerinin müttefik ordularına yardımı için kullanıldığında, faşizmin yeni rolü belirlenmişti. Faşizm, artık iktidara gelmeyecek, sosyalizmin-komünizmin iktidara gelmesini engellemek için kullanılacaktı. 1945'den itibaren de fiilen uygulanmaya başlandı. Türkiye'de, antikominizmin temel motoru siyasal din ve tarikatlar olduğundan, Türk faşizmi Atsız'ın çizdiği yoldan çıkıp, dini bir zemine geçti. Daha Türkeş, Delhi'de büyükelçi olarak sürgündeyken, başında Osman Bölükbaşı'nın bulundığu CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi- 1965'de başına Alparslan Türkeş geçti, 1969'de adı Milliyetçi Hareket Partisi oldu), iç Anadolu boyunca komando kamplarını kurmuş  ve Alevilere yönelik saldırılarına başlamıştı. Bu yüzden MHP, iktidarların elinde bir aparat oldu. Özellikle İç anadolu ve Karadeniz sahili boyunca solun yerleşmesini engelledi. Kendisi ise hep düşük oy ve bir kaç küçük belediyede kaldı. Buna karşın polis teşkilatı başta olmak üzere kamu kuruluşlarında Ülkü ocakları birer paralel yapı durumundaydı. 12 Eylülden sonra kurulan merkez sağ DYP ve ANAP'ın içi, Ülkücü kökenliyim diyenlerle doluydu. 1995'de Türkeş, ölümüne yakın, o zamanlar %10 olan seçim barajını tek başına katılmaya kalktı ama %8,18'de kaldı. Pati teşkilatları açıkça başbuğlarına tavır almıştı. Türkeş ölünce, sandalyelerin havada uçuştuğu 1. turda başbuğun oğlu Tuğrul Türkes seçilemedi. Kayyum atanan ikinci kongrede başkan olan Devlet Bahçeli, iktidara gelmeye teşebbüs etmedi, hatta defalarca, özellikle de 7 Haziran 2015 seçimlerinde başbakanlığı red etti. 15 temmuzdan sonra da diğer bazı tarikatlarla beraber tekrar kamu kuruluşlarına yerleşti.

Son bir kaç yıldır da bu oportünizm içinde debelenmekte, ne iktidar olabilmekte, ne de muhalefet yapmakta.

25 Aralık 2024 Çarşamba

NORMLAR KAFESİNİ AHLAK ZANNETMEK

Dar Koridor kitabımı yeni bitirmiş biri olarak Daron Acemoğlu'nun hakkı ile Nobel aldığını söyleyebilirim, tabi benim fikirlerimin ne kadar önemi varsa. Henüz sadece bir kitabını okuduğum ve diğer iki kitabını henüz okumadığım için,  genel olarak onunla ilgili yorum yapmayacağım. Dar koridorda, devlet ve toplum zenginleşmesi ilişkisini, Thomas Hobbes'un felsefesi ile açıklamış. Hobbes'un meşhur kitabının adı Leavithan'dır. Levaithan, Tevrat'ta adı geçen su-deniz canavarıdır ve aynı zamanda devletin tüzel kişiliğini temsil eder. Hobbes'a göre bu canavar, yani devlet olmazsa, herkesin, herkesle savaşı vardır. İnsan, insanın kurdudur. Dolayısı ile devlete ihtiyaç vardır, devlete itaat edilmelidir. Tarihe baktığımızda Hobbes haklı gibidir. İlkel toplumlarda Jean Jacques Rouseau'nun doğa ile barışık ilkelleri yada Karl Marks'in ilkel komünal toplumu nadir görülür. Yok denecek kadar azdırlar. Genelde kabileler (klan yada aşiret) sürekli birbirleri ile savaşır. Aileler arasında sık sık kan davaları vardır. Diğer yandan Sosyalistlerin ve Marksistlerin, devletin üst sınıfları koruyan bir kurum gerçeği de vardır. Bunu da inkar edemeyiz. Öyle ise çözüm nedir?

Acemoğlu (ve arkadaşları)'na göre zincire vurulmuş Levaithan'dır. Yani canavarımızı bekçi köpeğine dönüştürmek yada bekçi köpeğini efendimiz yapmamak. Bu yazıda ben Acemoğlu'nun ilkel toplumların neden kendi Levaithanlarını yada bekçi köpeklerini kuramadıklarına dair normlar kafesi (yada böyle çevirilmiş) sıfat tamlaması üzerinde duracağım. Bu tamlamayı daha önce başka antropoloji kitaplarında da okuduğumu hatırlıyorum. Bu sefer beni etkileyen Acemoğlu'nun şu önermesi oldu: Normlar kafesi, hiç kimsenin yükselmemesini sağlar. Böylece halk, devletini kuramaz, işgalcilere karşı isyan etse de sonuca ulaşamaz. Eninde-sonunda kendi iç kavgaları, yenilgiye sebep olacaktır. İşgalci devletin yapması gereken çoğu kez sadece sabretmektir. Sonra asiler içinden bazı liderleri satın almaya başlar. Derken direniş kırılır. Hiç biri içlerinden birini üst makama layık görmez. Bu normlar kafesini kırmayı deneyenler olur. Genelde de bunun yolları din adamlığı, askerlik ve eşkiyalıktır. 

Askerlik için merkezi bir devlet gerekir. Örgütlenemeyen azınlıklar, egemen devlette askerlik mesleği ile ilerleyip, ülkeye egemen olabilir. Büyük imparatorluklar, devşirmeler ve paralı askerlik olmadan olmaz. Asli miletin insan varlığı, büyük savaşlara ve çatışmalara çok fazla dayanmaz.  Devşirmelik, paralık askerlik ve ittifakar olmadan imparatorluk olmaz. Avrupalılar, ırçkçı yapılarından dolayı devşirmelik yapamadılar. Koca ülkeleri daha çok paralı askerler ve yerel ittifaklarla fetedip, yönetti. İngilizlerin sömürgelerinde en kanı savaş, Güney Afria'daki Boer isyanıydı. Boerler, aslen Hollandalı ama mezhepsel sebeplerden Avrupa'dan köklerini koparmış kişilerdi. Boerler, kabilelere bölünmedikleri ve batılı silah ve aletleri çok iyi kullandıkları için, çok asker ve para kaybettiler ki, 1889-1901 arası süren bu savaşı, İngilizlerin ünlü tarihçi ve filozofları Arnold Josheph Toynbee,  bu savaşı Britanya İmparatorluğunun gerileme döneminin  başlangıcı sayar. (Ermeni iddialarının temel dayanağı Mavi Kitap'tan dolayı bu filozof-taihçi, Türklerce pek sevilmez.) Boer isyanını bile büyük ölçüde Hint askerleri ile bastırmıştı. Hint askerlerinin başında da İngiliz subaylar vardı. İngilizlerin yüz bin kadar  subayla o dönemde yüz milyonluk Hindistan'ı (o dönemde Hindistan kavramına Pakistan, Bangladeş, Nepal, Sri Lanka ve hatta kısmen Myanmar'da dahildi.) yönetmelerine şaşırmıştım. Acemoğlu'nun kitabında İngilizlerin 1920 yılında, sömürgeciliğin altın çağına, Afrika'nın devi Nijerya'yı sadece 235 (iki yüz otuz beş) kişi ile yönettiğini öğrendim. Nijerya, bir aşiretler , bölgeler federasyonu ve İngilizler genelde siyasi literatürde komprador denen yerel liderlerle ülkeyi yönetiyor. İşte bu kompradorlardan general yada subay olanlar, beyaz adam gidince ülkenin diktaörü oluyor. Afrika ve Arap ülkelerinde çoğu diktatörün kökeni budur. Suriye'de Fransızlar, yerel orduyu Dürziler ve Nusayrilere; Irak'da Sünni Araplar ve Kürtlere teslim etti, sonrası malum. 

Eşkiyalık ve korsanlıkta, sıradan bir genç erkek için bir çıkış yolu olarak görünür. Acemoğlu'nun Kağıttan Levaithan dediği ülkeyi yönetemeyen devletlerde, devletin yada yerel derebeylerinin zorba olduğu bölgelerde eşkiyalar bir anda kahramanlaşır ve efsaneleşir. Türkiye'de en ünlüsü Köroğlu'dur. Gerçekten de Celali isyanları döneminde Köroğlu namlı bir eşkiya vardır. Bu Köroğlu, ne kadar efsanelerdeki kahramandır, işte o belirsizdir. Hemen her kültürde Robin Hood gibi fakirlerin koruyucusu haydut figürü vardır. Zorbalığa karşı örgütlenemeyen halk, bir başka zorba olan haydurlardan medet umar. Modern çağda da mafya-suç örgütü liderleri benzer şekilde kahramanlaşır. Marksist-Leninist örgütlerin gerilla örgütleri zamanla, çoğu kendileri de fark etmeden, mafya-eşkiya örgütüne döner. Arada romantik kahramanlar, efsaneler çıkar ama çoğunlukla başarısızdır ve atılan taş, ürkütülen kurbağalara değmemektedir. Bir zaman sonra gerilla-terör örgütleri, üyeleri ve yöneticileri farketmeden,  sistemin ve normlar kafesinin bir parçası olur.

Din adamlandığı da fair insanlar için bir sivrilme, öne çıkma you olarak göze batar. Bir tarikata yada inancına göre bir sisteme girersin ve dindarlığınla, ibadet ede ede yükselirsin. Diğer yandan da kendin bir tarikat yada mezhep kurar, kendi cemaatini toplar.  Mevcut tarikat ve dini örgütlenmelerde sıfırdan girmek ve yükselmek çok zordur. Nepotilim, nepo, yani yeğenden gelir. Neden oğul-evlat değil de yeğendir? Çünkü bu kelime, Katolik kilisesindeki adam kayırmacılıktan gelmektedir. Katolik rahipler ve üst düzey Ortodoks kardinallerin evlenememeleri ve yasal bir çocukları olmamaları nedeniyle, çocukları yerine yeğenlerini koymuşlardır. Meşhur Medici ailesi, dünürleri olan akraba aileleri ile onlarca Papa yetiştirmişti. İki bine yaklaşan Papalık tarihinde Papaların kabaca %80 İtalyan, %10'u ve biraz fazlası da Fransızdır. Bu da Papalığın, Roma'nın güvenli olmadığı dönemlerde, Avignon adlı Fransız şehrine taşınmasından ve Papalığın ara ara Fransa himayesinde olmasın etkisi de var. Bu iki bin yıla yakın tarihte, sadece bir Polonyalı Papa vardır.  2 Ioannes Paulus, Polonya'daki Sovyet Rusya himayesindeki Komünist Polonya'daki muhalefeti desteklesin diye seçtiler. (Onu da Ruslar, Ülkücü miis Mehmet Ali Ağca'ya öldürtmek istedi, neredeyse başarıyordu, o da ayrı konu.) Şu an Papa, Franciscus, tarihin ilk Latin Amerikalı Papasıdır. Oysa bu gün dünyanın en büyük dini topluluğu olan Roman Katoliklerinin üçte birinden fazlası, Latin Amerikalılardır. İslam dünyasında da durum pek farklı değildir. Eğer fakir bir ailedenseniz, aileniz tarikattan bile olsa, çoğu kez üst sıralara çıkamazsınız. Türkiye için söyleyelim, çoğu kez tarikatlar, kayın pederlerlerden, damatlara geçer. Şeyhlerin çoğu kez oğlu olsa bile bu oğulları, ticaretle uğraşır. Her zaman böyle olmaz. Son tarikat, üç oğul arasında bölündü ve iktidar partisinin yoğun destek ve müdahalelerine rağmen gerilim, kamuoyuna görünecek kadar devam ediyor. İktidarın müdahalesi olmasa silahlı çatışma olacak, bu ayrı konu. Esas konu şu ki, günümüzde yeni tarikat, mezhep kurmakla normlar kafesini kırmak imkansızdır. Tıpkı gerilla-eşkıya-terör taktiği gibi,  zamanla normlar kafesinin bir parçası olur.

Mehmet Ali Ağca demişken, devlet yanlısı, Gladio militanı olmak, zaten düzeni devam ettirmektir, çok da yazmaya gerek yok yada ben öyle görüyorum.

İlkel toplumlarda bu normlar kafesi çok zor yıkılır ve bireylerin normlar kafesi yıkıldıktan sonra yerine yeni bir ahlak anlayışı koyması çok zordur. İlkel derken, okuma kültürü az, başka kültürleri tanımayan,  kurnazlığı zeka zanneden toplumlardan bahsediyorum. Bu toplumlar, gerçek ilkel toplumlar (ergen argosunda elde mızrak, g.tte yaprak denilen) kadar ahlaki ilkellik içerisindedirler. İlkeller gibi ve hatta onlardan çok daha fazla, kendi toplumsal kuralları, evrensel ahlak zannetmektedirler. Toplumsal kuralların kendisi ahlak değildir ki, evrensel ahlak olsun. Ahlak kural yada kurallar sistemi değildir. Davranışları doğru yada yanlış bulmanız, ne kadar doğru, ne kadar yanlış bulmanızla ilgilidir. Kendinize karşı davranışlar da ahlakın bir parçasıdır. Kendimize karşı da sorumluluğumuz vardır. Bu açıdan baktığımızda din de bir ahlak değildir çünkü din bir değerlendirme değildir. Dinler sadece emreder. Değerlendirme bir düşünme şekidir ve düşünme de bilgi ile olur. Bu bilg, hem okul-kitap ve eğitim bilgisi, hem de demokratik yaşam bilgisidir. Yoksa Nazi Almanya yada Faşist İtalya'da eğitim oranı hiç de düşük değildi. Bu ülkeler, demokrasiyi hiç yaşamamıştı ve ilk krzide kendilerine bir diktatör aradı. Bu ülkelerin karanlık bir sömürgecilik ve antisemitizm (Yahudi nefreti) kökeni vardı. Gene de diktatörlükler yıkıldıktan sonra Almanya ve İtalya, demokrasiye en kolay geçenler oldu.

Demokrasi için ahlak eğitimi gereklidir ve bu eğitim, düşünme yani felsefe eğitimidir. Sadece dersler değil, etkinlikler ve yaşamsal bilgilerin de eğitimidir. Bireylere kuralları-kanunları (normları) değil, onların nedenleri, neden konduğu, uyulmadığunda neler olacağının öğretilmesidir.



20 Aralık 2024 Cuma

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 1 YENİK LİDERLERE HAYRANLIK



ürettiği sefaletin ilk nedeni, kabullenilmeyen gerkçelerdir. Öğretmen olmanın alışkanlığıyla,  ders kitaplarında olduğu gibi maddeler halinde yazacağım. Önce hayran oldukları liderlerin zavallılıklarından bahsedeyim;

1)Hler,Enver ve diğerleri başarısız birer zavalıydı: Önce Hler'den başlayalım. Pek çok kişi onu Rus ve Yahudi düşmanı olduğu için sever. Bir halkı öldürmek başka, yenmek başka, yok etmek başkadır. Nziler, dünyadaki tüm Yahudilerin yaklaşık yarısını katletti ama onları yenemedi. O ve onun gibi Antisemitstler, dünyadaki Siyonizmin gerçekleşmesini ve Yahudilerin güçlenmesini sağladı. Dünyadaki Yahudiler,bir daha asla dediler, örgütlü bir güç oldular. İşin gerçeği Yahudiler, yaşadıkları onca progroma rağmen birlik olamıyordu. Azınlıklar her zaman birlik ve bütünlük halinde değildir.  Mesela Türkiye'de Nusayriler ile diğer Aleviler arasında bir ayrım yokken, Suriye'de Türkmen ve Kürt Alevileri Nusayriler, kendilerinden saymaz. Zira mülteciler arasında Türkmen ve Kürt Aleviler de vardrı. Kendi içlerindeki çelişkiler ve ayrışmalar yüzüden azınlığın da azınlığı olanlar vardır. Hele de Yahudiler gibi pek çok ülkeye dağılmış, tarihi eski milletlerde, dil yada kültür birliği de yoktur yada azdır. Türkiye'de bile, Urfa ve Harran civarı Yahudiler Arapça, batı bölgelerindeki Yahudiler'de İspanyolca (Safarad yada Ladino dili de denen, Yahudi  İspanyolcası) konuşuyordu. 1848 ihtilallerinden sonra da İstanbul'da, Polonya, Macaristan ve doğu Avrupa'dan Aşkenaz Yahudileri gelmiştir ve onlarda Yidiş denen, bir çeşit Almanca konuşmaktadır. Irak'ta da Kerkük Yahudileri Kürtçe konuşurken, Bağdat Yahudileri Arapça konuşmaktadır. Antisemitizm bu kadar yıkıcı olmasaydı, Yahudiler o batı şehirlerden kalkıp, Arap çöllerinde savaşmaya gitmezdi. Kaldı ki Siyonistler arasında bile çatışmalar vardı. 1939'da, Dünya Yahudilerinin dörtte biri ve daha fazlası olan 4,5 milyon Yahudi, polonya'da yaşıyordu. O dönemde Dünya üzerinde yaklaşık 12 milyon kadar (tahmini) Yahudi vardır. Naziler, çoğu Polonya-Macaristan-Ukrayna Yahudisi olmak üzere 6 milyon kadar Yahudi öldürür ve geride kalanlar da bir daha asla diyerek, kendi aralarında gerçek bir birlik kurdu, ardından da İsrail'i kurdu.

Benzer bir şekilde Nzi rejimi, Ruslar'a ve Sovyetlere de altın çağ yaşatmıştır. Milyonlarca Rus ölmüştür evet ama altının ucuz olduğunu size kim söyledi?  Rus iç savaşı, ülkede büyük bir  nüfus azalmasına ve daha önemlisi eğitimli insanları kaybetmesine sebep olmuştu. Daha önemlisi Rusya, neredeyse tüm okumuş, eğitimli insanını kaybetmişti. Çarlık Rusyasında soylu değilseniz, okusanız da önemli makamlara gelemiyordunuz. Hukuk okusanız en fazla bir kasaba avukatı, tıp okusanız  köy hekimi oluyordunuz. Rusya, Almanlardan örnek aldığı politeknik okullarla, eğitimli millet olmaya çalışıyordu. Rusya aynı zamanda demir-çelik ve traktör fabrikaları ile sanayileşmeye çalışıyordu. Çarlık Rusyası bir tarım toplumuydu ve çok az sanayisi vardı. Savaşta yenilen Almanya'nın doğuda kalan sanayisi, Ruslarca yağmalandı. Sölülerek, Moskova-Uralar arasınına taşındı. Bazı stratejik tesislerse, Amerika ve diğer batılı devletlerin isteği ile taşınmadı. Bu tesislerin taşınmaması için Sovyetler Birliğine bolca rüşvet verdiler.  Bu taşınmayan fabrikaların en ünlüleri, fotoğraf makinesi fabrikalarıydı. Asalında bu fabrikalarda kıymetli olan objetifler ve merceklerdi. 1970'lerde Japon mavi lensleri icat edilene kadar Doğu Alman mercek sektöründe tekel gibiydi. Teleskopların ve uyduların mercekleri ve aynları, soğuk savaşa rağmen, doksanlrda bilgisayarlı tezgahlar icat edilene kadar Doğu Almanya tekelindeydi. Ciddi ve teknik el işçiliği gerekiyordu. Bu ve beuna benzer bir kaç kilit Alman teknolojisi ahricinde Alman ve Doğu Avrupa teknolojisi Rusya'ya taşındı. Almanya'nın sadece makineleri, maları değil, insanları da Rusya tarafından sömürüldü. Esir alınıp, köle olarak kullanılan milyonlarca Alman ve Alman destekçisi (Romen, Macar, İtalyan ve hatta Fransız ve İspanyol) askerin, sadece beden işçisi olarak kullanıldığını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Ruslar,  yakalayabildikleri Alman bilim adamı, mühendis, mimar ve diğer beyaz yakalıları da alanında kullandı. Buna bir de dünyayı Nazi vahşeti kurtardığı için kendilerine duyulan sempatiden faydalanmaları da eklendi.Sonuçta Sovyetler Birliğini ve Rusya'yı süper güç yapan Alman yenilgisiydi.

Faşisterin hayran oldu her lider, benzer yenilgi ve eziklikle doludur. Enver paşayı ele alalım. Halen ülkemizde pek çok kişi, bu aptalın hayranı. Sarıkamış faciasını bile görmezden geliyorlar. Koca bir imparatorluğu yıktığı yetmiyormuş gibi, hep başka ülkelerin adamı olmuş. Önce Almanyanın adamı olarak Osmanlı'yı yönetmiş, sonra Rusya'nın adamı olarak Sakarya savaşı yenilgiyle biterse diye Rusya'nın adamı olarak beklemiş, en sonda İngiltere'nin adamı olarak Orta Asya'da Basmacı olarak ölmüş. Abdülmecit'in torunu Naciye Sultanla evlendiğinde, Naciye Sultan, on yaşlarında bir kız çocuğu. Gerdeğe, nikahtan iki sene kadar sonra girmişler. Naciye Sultanla evlenme sebebi de kendisine yeni bir saltanat sülalesi kurmak. Orta Asya'ya giderken, oğlum Ali Enver'in tahtını yapıyorum, der. (Şevket Süreyya Aydemir'in anlattıklarına inanıyorum. Makedonya'dan Orta Asya'ya, Enver Paşa kitabı). Batum'da Sakarya savaşının sonucunu  beklediği, istihabarat tarafından öğrenilince, Sarıkamış dosyası açılıyor ve Envercilerin iddialarına göre ölen asker sayısı abartılıyor. Ölenin dokuz yada doksan bin olmasının ne önemi var. Olayda kocaman bir ihmaller silsilesi var. Felaketten sonra iktidarını korumak için alel acele İstanbul'a dönüyor.  Türkistan'da yaptıklarıysa tam bir felaket. İngilizlerin adamı olduğu sanısı, Duğu Buhara emiri ve Afgan kralını kendisinden soğutuyor, halkı da Bolşeviklere yaklaştırıyor. Tabi  bütün bunlar, yeni nesil İttihatçıların çok umurunda değil.

Tıpkı yeni nesil Osmanlıcıların, iki Türkiye büyüklüğünden daha fazla toprağı kaybetmiş Abdülhamit'e hayranlığı gibi bir durumdur bu. Abdülhamit'in yeğenlerinin anıları yada onu yakından tanıyanların anlattıkları da çok umurlarında değildir. Romantikler hayal dünyasında yaşadıkları için, geçmişi de, tüm belgelere karşın, kendi hayalindeki gibi tasarlar.

19 Aralık 2024 Perşembe

DOĞADA İLAÇ KİRLİLİĞİ VE SU KİRLİLİĞİ SORUNUMUZ



Çevre ilgili bir sorun var ki, doğayı sadece artıklarımızla değil, kullandığımız ilaçlarla da kirletiyoruz. Eminim bir ara doğum kontrol haplarının, erkek balıkları dişileştirdiği haberini duymuş yada okumuşsunuzdur. O durum hemen hemen tüm ilaçlar için geçerli. Böbreklerimiz pek çok ilacı ya çok az yada hiç süzmez, doğrudan idrarımızla doğaya gönderir. Kullandığımız ilaçların yan etkileri, faklı şekillerde diğer canlılar ve hayvanlarda da olmaktadır. Antidepresanların getirdiği cinsel isteksizlik veya tansiyon ilaçlarının böbrek hastalıkları, hayvanlarda da görünmektedir. Hatta insanların kulandığı uyuşturucular bile  hayvanları etkilemektedir. En tehlikelisi antbiyotiklerdir, çünkü bunların etkiledikleri hayvanlardan ziyade mikrobik canlıları etkilemekte, mikrobik canlılar, antibiyotiklere daha dayanıklı hale geliyor. Üsteik antibiyotikleri sadece insan idrarlarıyla değil, etini yediğimiz yada yemediğimiz evcil hayvanlarla da, hatta daha çok onlarla doğaya salınmakta. İnsan olarak da hiç antibiyotik almasak bile, et yiyerek antibiyotik almaktayız. Buna bitkilerimizi böcek, mantar ve ayrık otu dediğimiz diğer yabani bitkilere karşı savunmak için kullandığımız ilaçlarınI  (pestisit) da unutmayalım. (Sanayi, temizlik ve diğer sebeplerden suları kirlettiğmizi en baştan kabullenmiştik.)

Bütün bunlar kanalizasyon arıtma tesislerini, içme suyu arıtma tesisleri kadar temel ihtiyaç haline getirmiştir. Arıtma tesislerinin pek çoç kiri, sudan ayıramaması sebebi ile şehirlere devasa bir yada bir kaç büyük atık su arıtma tesisi yerine; onlarca, hatta yüzlerce ön arıtma tesisi kurup, bu sularla parkları, ağaçları sulayıp, yolları, heykelleri falan yıkıyorlar. Böylece toprakta bir daha arınmasına çalışıyorlar.

Bütün bunlar geleceğimizin tehlikelerinin sadece bir bölümü. Su kirliliğinde en çözümü zor problemimiz, mikrobik canlıların giderek daha fazla antibiyotiklere karşı direnç kazanmasıdır. Daha güçlü antibiyotikler de çözüm değildir. Sonucu daha güçlü mikroplardır. Sanaileşme ve modern tıb, nüfusumuzu arttırıp, ömrümüzü uzattı ama bir sürü artık madde üretmemize sebep oldu.

Bizim nesil, önceki nesillerin doğayı kirletmesinin bedelini ödemeye başladı. Bizden sonraki nesiller daha ağır ödeyecek.

18 Aralık 2024 Çarşamba

ŞERİF MARDİN BEDÜÜZAMAN KİTABI ELEŞTİRİSİ

 




Yetmez ama evetçilikite önemli bir merhale olan Şerif Mardin'in 1992 basımı Bedüüzaman Said-i Nursi kitabından bahsedeceğim bu yazıda okurlarıma. Şerif Mardin, 2017'de ölmüş, Türkiye ve A.BD.'de çok önemli çalışmalar yapmış, ünlü bir sosyolog ve siyaset bilimci. Kitabın yazıldığı tarihte,  yanılmıyorsam A.B.D'de  gayet iyi bir üniversitede profesör. (İnternetten baktım, bir kaç üniversitede çalışıyormuş.) Kitabın taraflı olduğunu, okumadan onlarca yıl önceden biliyordum. Bunlara rağmen, en azından metodolojik olarak akademik bir kitap bekliyor insan. Oysa kitabın bununla alakası yok. Kitap, Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın kitapları gibi İngilizce yazılıp, Türkçe'ye çevirilmiş. Bu sefer yazarı çevirmemiş.

Kitapta akademisyenlik ve bilimsellik olmama durumu, kitapta bir kaynakça yada bir yöntem olmama durumu ile başlıyor. Doğru-dürüst bir literat taraması bile yapmamış. Nursi ve Nurculuk ile ilgili kendisinden önce yapılmış sadece bir araştırmadan bahsediyor; Almanya'da işçi kadın Nurcular ile ilgili bir monografik araştırma. Kitabın atıf yaptığı kaynaklar ya Nursi'nin kendi risaleleri yada onun taraftarlarının anlattıkları. Oysa böyle popüler biri, melek bile olsa,  pek çok sevmeyeni olacaktır. Sembolik bile olsa, Nursi aleyhine bir kaç yazıya, görüşe yer verilmeliydi. Kitabın bilimle bir alakası olmadığı için, Nurcu olmayan her hangi birinin görüşü de yok, kitapta. Aslında kitapta bir görüş var mı, o da belli değil, bence.

Kitabın ilk bölümü, Nursi'nin kendi yazdıklarından derleme, kendi hayatı. Türkiye'de, en vasat üniversitelerde, her hangi bir kişi ile ilgili tez yazdığınızda, yaşam öyküsüyle ilgili tek kaynak olmaz der. Oysa oysa profesörümüz yazmış. Hayat hikayesinde de pek çok şey eksik. Hayat hikayesi de kabaca üç kısıma ayırmış. İstanbul'a ilk ziyareti, ilk ve ikinci ziyareti arasındaki dönem, ikinci ziyareti, İttihat ve Terakki- cumhuriyet dönemi ilişkileri. İlk dönemle ilgili olarak iki şey eksik ve yanlış anlatıyor. İlki, Abdülhamit döneminde akıl hastanesine yatrılmış olması, diğeri de kendisinin kullandığı Bedüüzaman ünvanını almasına neden olan akıl almaz sınav. Bu sınavın tek şahidi, Nursi'nin kendisidir. Benzer bir sınava tabi tutulduğunu söylemiş olan başka bir kişi de meşhur hadis derleyizici Buhari'dir. Yemeden, içmeden, tuvalete gitmeden, hatta namaz kımadan, günler, hatta haftalar süren, arka arkaya pek çok sorunun sorulduğu inanılmaz bir sınavdır ve Nursi, b sınav sonucunda Bedüüzaman ünvanını almıştır (Nursi'nin kendi iddiası olduğunu hatırkatırım).  Mardin ise, Nursi'nin bu ünvanı, İstanbul dönüşü ile tekrar İstanbul'da gidişi arasında, bazı paşaların yanında kalmış, özelikle birinin adını yazıyor. Bu şahıs ve diğerlerinin evlerinde bulunması muhtemel,  o dönemde Osmanlı'da bazı bilimsel klasikleri, okumuş olabilir diye sıralıyor. Neye dayanarak bu ihtimalden bahsediyor, belli değil. Nursi, hiç bir eserinde matematiksel yaeda pozitif bilimsel teoriye, esere bir atıf yapmaz. Mardin ise Nursi'nin Bedüüzaman ünvanını, hiç göstermediği fen bilimlerindeki birikimine bağlıyor. Nurcular ise, üstadlarının bu ünvanını, yukarıda bahsettiğim bu sınavdan sonra aldığını söyler. Nurculara göre her yüz yılda (asırda) bir büyük mütefekkirin dini TAZELEYECEĞİNİ söyler. İlginç olan, Mardin'de bu kitapta, Nursi'nin kitabından bir alıntıyla, her asırda bir din tazeleyinin varlığından bahsetmesini anlatır. Demek kiNursi'deBedüüzaman ünvanını buna bağlıyor. Oysa Mardin, bu gerçeği kitabında anlatmama çabasında. Said-i Nursi'nin Atatürk düşmanlığı herkesin malumudur. Bu adam, bu adam diye Atatürk'e hakaret eder, istediğiniz Nurcuya sorun. Mardin ise bu eleştirilerin, İnönü'ye ait olduğunu söylüyor. Mardin'in amacı Nursi'yi överken, Atatürk düşmanlığını gizlemek.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/kahrolsun-inonuclulugun-sahte.html

Osmanlı yenileşmesini Tanzimat'tan başlatıyor. Lale devri, 3. Selim, Yeniçeri Ocağının kapatılması yada devletteki çürümüşlüklerden hiç bahsetmiyor. Tanzimattan itibaren ele alıyor ve halk adına (aslında trarikatlar adına) konuşup, devleti ıslah çabalarını, dine saldırı olarak algılanıyordu diye yorum yapıyor. Bu şekilde algılayanlar tam olarak kimler, söylemiyor. Bazen halk dine saldırı olarak algılıyordu diyor ama nedenin ve nasılını anlatmıyor; yada bu dine saldırı olarak algıladığını nasıl ifade ettiğini anlatmıyor. Bu ıslahatların neden yapıldığını, Osmanlının devlet ve toplum yapısında ne gibi çürümeler olduğundan, çöken ekonomiden, devletin başka devletlere karşı güçsüzlüğünden bahsetmemiş. Nursi'nin de bir parçası olduğu medrese sisteminin çağın gerisinde kalması, en basit matematik matematik bilgisinde bile cahil olmaları, pek çok hurafeyi üretmeleri ve yaymalarını yazmamış. Nursi zamanında medreseler, halktan cerre adı altında bağış-haraç parası toplayan din adamlarından başka bir şey yetiştirmiyordu. Osmanlı yada İslam aleminin Hristiyan egemenliğine girmesi ile ilgili olarak,  medrese ve tarikat aimlerinden pek azı kafa yormuş yada bir şeyler yapmaya çalışmıştır. Ülkenin neden daha dün uyruğu olan minicik devletlere bile laf geçiremediği ile ilgili olarak üretebildikleri tek fikir, imanların zayıfladığı ve ibadetlere artık daha az yer verildiği gibi şeyler. Sorun çözmeye çalışanları da dine saldırmakla suçluyorlar.

Nursi'nin kitaplarındaki uyduruk dile,  İslami lehçe der. Bu garip dil, Osmanlıca ile alakası da yoktur. Risalelerde pek çok kez sonda lugatçe denen bir sözlük vardır. Bu sözlüklerde pek çok kelime, Türkçe yada Osmanlıca'da kullanılan anlamlardan farklı bir anlamda kullanılmıştır. Bir de bu risalelerde ilk defa öğrendiğiniz kelimeler vardır. Bunların karşılığı yoktur ve google amcaya sorduğunuzda ya hiç bir manası yoktur yada çok başka bir dilde, başka bir manası vardır. Bu yüzden okuyunca hiç anlamazsınız. Nurcularda,  onlarca büyüklü-küçüklü gruba ayrılsa da, okuyucular-yazıcılar diye iki ana gruba ayrılamalarına rağmen, kendi başlarına, en azından en başlarda, tek başına okumazlar. Nurcularda, Mardin'in kitabında hiç değinmediği bir hiyeraşi vardır. Mardin'in sadece bir yerde belirttiği gibi, Nurcularda kadınlardan yönetici olmaz. Mardin'in hiç anlatmadığı, Nurcular için kadınlar hiçtir, onları yönetici olarak sevmez ve Tansu Çiller'i de kehren desteklemiş, zamanı gelince de ellerindeki tüm medya kanalaları ile ona saldırmışlardır. Bz risalelere dönelim. Tarikata girdiğinizde, hele de aileden Nurcu değilseniz, risaleyiz siz yada bir ablanız okur. Bir cümleyi yarım saat açıkar. Aynı risaleyi her abi yada imam, başka başka açıklar. Mardin, kitabın başında bu lehçeyi Nursi'nin diriltiğini, canlandığını söylerken, sonunda da icat ettiğini söylüyor. Bunu fark edince de, kitabı Mardin'in yazmadığı fikrine kapıldım. O dönemin yükselen güvü FECÖ'de bir ekibin yazdığını, sonra da kendi adına bastırdığını düşündüm.

Böyle düşünmeme başka sebepler de vardı. Deminde bahsettiğim, Nurcular içindeki parçalanma ve hiyeraşiden bahsedilmemiş olması. Nurcularda, Nursi ile yüz yüze tanışmış, onun ilk müridi olmuş, çoğu Ispartalı ve Kastamonulu (İlk risaleler ona Barla'da yazdırılmıştır, yazdım demez, yazdırıldı der,  vahiy aldığını ima eder.) olan ilk Nurculara, üstadı gören abiler denir ve halen yaşayanları çok muteberdir. Onlarla tanışanlara da görenleri gören abiler ve dahası görenleri görenleri görenler diye bir sınıfları bile  vardır. Kitabın orta bölümü, üstadı gören ve görenleri gören bazı abi-imamların Nurcu olma hikayesini anlatıyor ve çoğu da birbirine aşırı benziyor. Ortamda Nursi'nin övüldüğünü duyunca, onu tanımaya yada risalelerini okumaya gidiyorlar, çok etkileniyorlar falan. Bu Nurcu hiyeraşisi ciddidir ha. İlk

Nurculuk malum darbe teşebbüsünden beri inişte. Artık o kolsuz, kilm desenli kazak giyen, kolormatik  gözlüklü tipi Nurcuları pek görmüyoruz. Sadece darbeci-okuyucu cenah değil, tüm Nurcu gruplarda, hatta Nakşilikte bir azalma söz konusu. Nursi aslında bir Nakşi'ydi ve FÖCÖ'nün sızma ve darbe fikirleri de aslına Nursi'ye aitti. Kitapta bu da yok.

Sonuç olarak bu kitap, koskoca Coombiya, Californiya üniversitelerinde profesörken yazdığı bir kitap olduğu için, en azından ciddi bir araştırma sanarak okumaya başladım ama sırf bu ünvanları olan biri Nursi ve dolayısı ile FÖCÖ'yü övecek bir kitabın, yüksek marka ile pazarlanmış saçmalık olduğunu anladım.

17 Aralık 2024 Salı

Bir audi'yi çok gördüler



 derler erbaş sürer sefa

sorarım bu nasıl kafa?

götürmeyeceğim ya öteki tarafa
bir audiyi çok gördüler

peygamber hep aç yatarmış
onu karıştırma, onlar ermiş
ali kul dünyaya niye gelmiş?
bir audiyi çok gördüler

diyorlar arabanın fiyatını gördük
peşin değil, faizsiz 12'ye böldürdük
sanki adam öldürdük
bir audiyi çok gördüler

soranlara itibardan tasarruf olmaz diyom
sanki lüks arabaya bir ben biniyom
diğer sorularınız için diyanet.com
bir audiyi çok gördüler

Ekşisözlük yazarı rollingstoness


16 Aralık 2024 Pazartesi

GİTMESİNİ BİLMEYEN, DÜŞMESİNİ ÖĞRENİR (İKTİDARLARIN TEDBİRİ TERK ETMESİ)



Kudretli bir Orta Doğu diktatörü daha devrildi. Oysa geçen sene bu zamanlar savaş bitti, Esat kazandı diyorduk. İktidara, Esat'la barış da, millet evine dönsün diyorduk. Şimdi de Esat gitsin, artık insanlar evine dönsün diyorduk. Ben de kıvırmayacağım, Esat savaşı kazandı gibi görüyordum. Böyle bir iç savaşı atlatan hanedan, daha sonra daha da vahşice indirilir diye düşünüyordum. Böylesi Esat ailesi için daha iyi oldu. Savaş uzar yada daha uzun yıllar tahtta kalırlarsa, ailecek sığınacak bir ülke bulamazlardı. Bu blogda defalarca yazdığım gibi, gitmesini bilmeli. Ben, İsmet İnönü'yü, sırf 1950'de iktidarı bıraktı diye Atatürk kadar büyük görürüm ve bence geç bırakmıştır, 1946'da bıraksa daha iyi olurdu. Bence eğer öldüğü 1973'e kadar iktidar olsaydı, ölümünden sonra Türkiye, uzun yıllar sürecek bir iç savaşa gidebilirdi. Gene bence, 1965'den sonra CHP genel başkanlığından ayrılsaydı, partisi gene daha iyi bir yerde olurdu.

Organizmacı görüşlerin haklı olduğu bir yan vardır. Her sistemin bir ömrü vardır. Hayat, yenilenme ister. Ruslar, uzay üssünü inşa ettikten sonra uzun süre uzayda kalma rekoru için uğraştılar. En sonunda bir sürü astronotu (ya da kozmonot) kaybettikten sonra uzayda kalmayı altı ay ile sınırladılar. Avrupalılar'da, yetkierini iyice budadıkları (ama zannetiğimiz gibi sembolik olmayan, en az yetkili kral ola İsveç kralı bie en azından İsveç kilisesinin başıdır) kraliyet aileleri hariç,  yöneticilerin görev sürelerini sınırlamışlardır. Yazılı bir kanun olmasa bile, pratikte sınırlamışlardır. Teacher, tekrar seçilmek istediğinde, kendi partisi tarafından alaşağı edilmiştir.

Orta doğu ve geri kalmış ülkeler ise, uzun yıllar iktidarda kalan diktatörler-liderlerle doludur. İktidardan düşmemek için tedbir üzerine tedbir alırlar. Bu tedbirleri, sistem çürüdükçe tehditi çoğaltır. Örneğin br genç, çantası yüzünden eleştirilen Güney Kore lideri için sert sözler yazmış fotoğrafına. Fotoğrafta bu hanım, reisin hanımı ile yanyana ve çocuk tutuklanmış. Tutuklanınca da haber sosyal medyada yayılmış. Aklıma sanat güneşi Zeki Müren'in, hakkındaki pek çok haberi neden tezkip etmediği ile ilgili sözleri geldi. Bir haberi bir kişi okuyorsqa, tezkipiyle on kişi okur. Cezalar kahraman yaratır. İnsanlar, hele de erkekler, acı çekse de kahraman olmayı ister. Ceza vemzeseniz de bu sefer karizma çizilir. Levent Kırca'nın Jet Ski parodisi sonrasında Tansu Çiller'in başına gelenlerde gibi karizmanızla beraber, destek de biter.

Eskimiş diktatörlerde rejimin ölümü, çoklu organ yetmezliği ile olur. Kanserin bir organda bitip, başka bir organda başlaması yada bitti derken, bambaşka bir yerde hortaması gibi, muhalifler de bir yerde bastırılırken, ummadık başka bir yerde hortlar. Diktanın görünüşteki kudreti,  toplumsal ve devletsel çürümeleri gizler ve en dikkatli gözlemcileri bile yanıltır. Bu sebeple  Rosa Lüxsemburg, devrimler olmadan önce imkansız, olduktan sonra kaçınılmazdır, demiştir. Esat'ın devrilmesi 13 (on üç) günlük bir harekat sounucunda,  ordusunun hemen hemen hiç direnmeden bitmesi, biz sıradan insanlar için, çok büyük bir süprizdi. Oysa geriye dönük baktığımızda,  son bir kaç ayda olanlar daha anlamlı gelmektedir. Terör lideri mecliste konuşsun demeler, beledieyelere kayyum atamlar, daha anlamlı gelir, gelmese de insanın içine bir şüphe düşürür.

Esad, zamanında kaçmayı başardı ama pek çoğu da kaçamadı. Mantıklı olan iktidarı bırakıp, demokrasiye geçmektir ama iktidar çok tatlıdır. O kadar tatlıdır ki, küçücük bir okulun müdürlüğünde bile bunu görürsünüz. Karakeçili'de Atatürk ilköğretim (o zamanlar ilkokul-ortaokul ayrımı yoktu) okulu müdürü, eski belediye başkanıydı ve o zamanın yasalarınca da emekli olma yaşı gelmişti. Dahası, eski belediye başkanı olarak makam tazmiatı alacağı için, emekli maaaşı, maaşının iki katı kadar, hatta daha fazla olacaktı.  

İktidardayken herkes sizin dostunuzudur, değilse bile size selam verir. Her zaman haklısınızdır, her zaman şık giyinirsiniz. Zevkiniz modayı, tercihleriniz piyasayı belirler. Sonra iktidardan düşersiniz ve herşey biter. İsmet İnönü, cumhurbaşkanlığını bıraktıktan sonra, Ankara, Hipodrum'da at yarışlarını izlemeye gelenlerin sayısı, yarı yarıya azalır.  Çünkü amaç at yarışını görmek değil, İsmet Paşa'ya görünmektir. İktidardan sonra dostlarınız yada dost bildikleriniz bile selamınızı almaz. İktidar ne kadar tatlıysa, iktidardan düşmek de o kadar acıdır.  Bütün tedbirler bunun için alınır ama bu kaçınılmazdır. Batılı demokrasiler bunu öğrendi. Rusların, uzayda kalma rekoru ile uğraşmadığı gibi, batı demokrasileri de iktidarda kalma rekoru ile uğraşmıyor. Aynı makamda uzun süre kalanarın tecrübe kazandığını da düşünmüyor. Başka diktatörleri düşürmek için acele de etmiyor. Özellikle halkın huzur ve krizden çıkma özlemi olduğu ilk yıllarda dikta rejimi çok kuvvetlidir  ve en büyük rezillikleri bile atlatır. Sonra halk, diktatörün işlerinden dolayı yorulur. Diktatörün istemleri açıkları kapamakta zorlanır.

Yapılması gereken, iktidarı usulca muhalefetine, hatta seçtiğin muhalefete terk etmektir. Mevlana, Mesnevi'de sık sık tedbir dünyasını terk eyle, der. Aşık Veysel'den derlenen (ama ona ait olmayan) bir türküde, takdirden gelene, tedbir kılınmaz, der. Kaddafi'nin meşhur bir videosu vardı, galiba Arap birliği toplantısında konuşuyordu. Saddam'dan sonra sıra bizde, deyip, duruyordu. Kendisi de Saddam gibi,  işgal edilmekten korkuyordu. 1987, Toyota savaşında, Çad'lı gariban milisilere yanilen Libya ordusuna kimsenin saygısı yoktu. 1989 Sirte  körfezi krizinde Amerikan 6. filosu, Libya ordusunu sadece uçaklarla rezil etmişti. Bu sebeple kendince tedbir aldı ve bazı tutuklu muhaliflerini serbest bırakıp, bazı  özgürükleri tanıyıp, bazı zorbalıklardan vazgeçti. Amacı askeri bir müdahaleyi haksız ve hukuksuz bırakmaktı. Çıkacak bir isyandan da korkmuyordu. Saddam da pek çok isyanı bastımamış mıydı? Libya ordu ve poisinin tüm subay ve yöneticileri kendi aşireti ve akrabasıydı. Oysa isyan çoktan yer altından hazırlanmış ve asiler kendi subaylarını seçmişti.

Derken Arap baharı geldi. Arka arkaya isyanlar ve devrimler oldu. En akıllıları erkenden kaçan Tunus  diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali oldu. Bin Ali'nin erkenden istifasi ve kaçışı, Tunus'a demokrasi getirdi. Esad ise, çok önceden, daha babası ölmeden ortalığın karışacağını biliyordu. Daha o zamanlarda Rusya ve İran'la iyi ilişkiler ve olası bir iç savaşa uygun ordu yapısı kurdu. Böylece on üç sene direndi ve neredeyse kazanıyordu. 

Suriye'ye bundan sonra nasıl bir rejim yada kimler gelecek, en azından benim görüş açıma göre belirsiz. Arap baharından Tunus hariç demokrasi çıkmadı. Fas, bir krallık olarak daha demokrat yada özgürlükçü oldu. Diğerlerinde yeni diktatörlük haline geldi. Onlar da otuz, kırk, elli veyada daha fazla, daha az iktidarda kalıp, bir isyan yada iç savaşla devrilecekler. Oysa yapmaları gereken, demokrasiye geçip, iktidarlarını devretmek. Geçenlerde bir kanalda, (NTV) Suriye'nin geleceği ile ilgili konuşan (benim gibi) çokbilmiş (yada herbokolog), Suriye'de demokrasi olmaz, demokrasi istikrarsızlık getirir, deyip, duruyordu. Saydım, iki dakika işinde beş kere, demokrasi olmaz, demokrasi istikrarsızlık getirir cümlesini kurdu. Elli yıllık Esat ailesi ve Nusayri (Arap Alevisi) ile, gene yaklaşı o kadarlık Saddam Hüseyin ve Sünni Arap (Onlar da Irak'ta azınlıktı) iktidarı, çok mu istikrarlıydı. Önemli olan toplumsal uzlaşma ile gerçek bir parlementer demokrasinin kurulması ve devletlerin yurtta sulh, cihanda sulh yapabilmesidir.

10 Aralık 2024 Salı

ESENYURT BELEDİYE BAŞKANI AHMET ÖZER'İN SAVUNMASI

 


CHP Genel Başkanı Özgür Özel, 30 Ekim’de tutuklandıktan sonra yerine kayyım atanan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer‘i cezaevinde ziyaret etti.

CHP lideri Özel, “Ahmet Özer’in tutukluluğunun birinci ayında düzenlenen duruşmada hakim, Özer’in 4 sayfalık savunmasını dinlemeden tutukluluğa devam kararı verdi” dedİ

Özel'in bahsettiği ve mahkeme heyeti tarafından okunmasına izin verilmeyen Ahmet Özer’in 4 sayfalık savunması şöyle:

SEÇİLMİŞ BİR SİYASİYİM: Sayın Hakim, Huzurunuzda, oldukça haksız ve dayanaksız bir şekilde, güya bir terör örgütüne üye olma isnadı dolayısıyla tutuklu olarak bulunmaktayım. Ben, Avukatlarımın size sunduğu dilekçe ekindeki belgelerden de göreceğiniz üzere; “GAP’ın Sosyoekonomik ve Politik Boyutları” tezi ile Sosyoloji Doktoru unvanı alan, DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) bünyesinde sürdürülen GAP Projesi’nde uzman sosyolog olarak çalışan, GAP Belediyeler Birliği’nin kuruluşunu gerçekleştirerek yedi yıl Genel Sekreterliğini ve Yönetim Kurulu üyeliğini yürüten ve Birleşmiş Milletler (BM) Habitat II Zirvesi’ne Türkiye delegesi olarak katılan bir bilim insanıyım. Türkiye’nin en büyük ve hatta 7 büyükşehirden bile daha kalabalık bir ilçesinin belediye başkanlığına, ülkenin kurucu partisi olan ve benim de çok uzun yıllardır üyesi olduğum CHP’den, rekor sayılabilecek bir oyla belediye başkanı seçilmiş bir siyasiyim.,

İÇİME SİNDİREMİYORUM: Bu sıfatları haiz, hayatı boyunca barış ve demokrasiden yana olan, tüm akademik yaşamını “müreffeh, barış içinde ve huzurlu bir Türkiye'nin nasıl inşa edilebileceğine vakfetmiş bir bilim insanı ve halkı tarafından teveccüh gösterilmiş bir belediye başkanı olarak, ismimin terör ile birlikte anılmasından çok büyük bir ızdırap duymaktayım. Hayatım boyunca hiçbir terör örgütüne üye olmadım, fikir ve yöntemlerini asla benimsemedim, barış ve insan haklarından yana biri olarak, terör dahil her türlü şiddetin,fikren her zaman karşısında oldum. Bugün de bu fikirlerimden vazgeçmiş değilim, hayatım boyunca da her koşulda barış ve kardeşliği savunmaya devam edeceğim. Tüm bu hususlara rağmen, sabaha karşı daha güneş bile doğmadan, evime, sanki eli silahlı bir teröristmişim gibi baskın yapılmasını, apar topar adliyeye getirilmeyi ve tamamen soyut, dayanaksız ve mantıksız isnatlarla tutuklu bulunmayı içime sindiremiyorum.

DELİLLERİN EKLE TUTULUR YANI YOK: Hakkımda ileri sürülen bu isnatları bir kez dahi gözden geçirmeniz durumunda, sizin de asla içinize sinmeyeceğine, müdafilerimin sunduğu dilekçeyi ve eklerini incelediğinizde suçsuz olduğuma kanaat getireceğinize, hakkımda tamamen afaki ve zorlama yorumlarla suçlamada bulunulduğu sonucuna kolaylıkla varacağınıza da inanıyorum. Zaten hakkımda delil olarak ileri sürülen hususların hiçbir suretle elle tutulur bir yanı olmadığını, sadece bana soru olarak yöneltilen hususlara bakmanız durumunda dahi rahatça görebileceğiniz düşüncesindeyim. Örneğin Diyarbakır D tipi yüksek güvenlikli kapalı ceza infaz kurumunda yapılan aramada ele geçirildiği iddia edilen birtakım dijital veri içeriklerinde güya hükümlü Abdullah Öcalan ile onu ziyarete giden heyet arasında yapılan görüşmelerde heyetin “bazı akademisyenlerin demokratik özerkliğe katkı sağlamak istediklerini” ilettikleri, Abdullah Öcalan’ın “bir isim söyleyebilir misiniz” şeklindeki sorusuna da “Mersin Üniversitesinden Ahmet Özer var” şeklinde cevap verildiği iddia edilmiş ve buna ilişkin olarak polis bana ifadem sırasında “yukarıda size okunan Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmede sizin demokratik özerklik hakkında katkı sağlamak istediğiniz anlaşılmış olup…” şeklinde bir soru yönetmiştir. Sadece bu soru içeriği bile soruşturmanın ne derece ağır bir ön yargıyla yürütüldüğünü göstermeye yetmektedir. Zira görüleceği üzere polis, tarafı bile olmadığım bir konuşmada, gıyabımda söylenen şeylerden yola çıkarak, benim, güya demokratik özerklik hakkında katkı sağlamak istediğimin “anlaşıldığını” ileri sürmektedir. Benim tarafı bile olmadığım bir konuşmada, haberim bile olmadan ismimin zikredilmesi, nasıl aleyhime delil olarak gösterilebilir?

TELEFON GÖRÜŞMESİNİ HATIRLAMIYORUM: Benim hayatım boyunca demokratik özerklik ile ilgili hiçbir çalışmam olmadı, kimseye de bu yönde çalışma isteği dile getirmedim, böyle bir arzu ve düşüncem de hiçbir zaman mevcut olmadı. Birilerinin gıyabımda böyle bir konuşma yapması, bundan haberim olduğuna dair en ufak bir delil dahi yokken, nasıl bana isnat edilebilir? Keza, yaptığım iddia edilen bir telefon görüşmesi de örgüt üyeliği iddiasına dayanak yapılmaya çalışılmaktadır. Evvela ben böyle bir telefon görülmesi yaptığımı hatırlamıyorum. Fakat söz konusu telefon konuşmalarının tarafımca yapıldığı ve belirtilen cümlelerin de benim tarafımdan söylendiği kabul edildiğinde dahi bu konuşmaların bir terör örgütüne mensubiyete delalet ettiğini söylemek akla ve mantığa tamamen aykırıdır. Bu konuşma tapeden de açıkça anlaşılacağı üzere tamamen insani mülazahalarla yapıldığı bariz olan bir taziye görüşmesidir. Bu konuşmada geçtiği iddia edilen tek bir cümleye, bağlamından tamamen kopuk bir anlam yüklenerek, bana terör örgütü üyeliği isnat edilmesi asla kabul edilebilir değildir. Bir vefat haberi üzerine, ölen kişinin sadece annelik sıfatına atıf yapan ve insani düşüncelerle nezaketen sarf edildiği gayet açık olan bir cümlenin, örgüt üyeliğine delil olarak değerlendirilip, bu cümle yüzünden birinin özgürlüğünden mahrum bırakılması asla kabul edilebilir değildir.

DAYANAK OLMAKTAN UZAK: Kaldı ki C. Savcısının tutuklama talebinden anlaşıldığı üzere hakkımda yaklaşık 2 ay boyunca dinleme yapılmasına rağmen sadece 2 görüşmenin şüpheli olduğu söylenmiştir ki bunların da içeriklerinde aslında iddialara dayanak hiçbir şey barındırmadıkları, tamamen insani mülahazalarla yapılan olağan görüşmeler oldukları gayet açıktır. Oysa, dinlenildiğinden haberdar dahi olmayan bir kimsenin, 2 ay boyunca yaptığı yüzlerce görüşme içinde, örgüt üyeliği iddiasına dayanak yapılabilecek hiçbir konuşmanın bulunmaması, o kişinin örgüt üyesi olmadığının açık bir delilidir. Sayın Savcılık, bir telefon görüşmesinden zorlama yorumlarla cımbızla bir sözcük çekeceğine, tapelerin tamamına baksaydı, asla bir örgüt üyeliğinden söz edilemeyeceğini kolayca anlayabilirdi. Zira 2 ay boyunca hakkımda telefon dinelmesi yapılmasına rağmen sadece 2 tapenin şüpheli görünmesi ve bunların da aslında iddialara dayanak olmaktan uzak olması dahi aslında asla bir terör örgütü üyesi olarak suçlanamayacağımı açıkça göstermektedir.

TELEFON GÖRÜŞMELERİ: Değinmek istediğim bir mesele de teknik takip sonucu elde edilen sözde delillerdir. Bu teknik takipte anladığım kadarıyla Van iline yaptığım seçim gezim adım adım takip edilmiş ancak bu gezide sözde örgütsel bağ iddiasına dayanak olabilecek hiçbir delil bulunamayınca, bu sefer bir avukatla hatta kendi öz yeğenimle olan görüşmem bile oldukça dolaylı ve afaki yorumlarla örgüt üyeliği iddiasına dayanak yapılmaya çalışılmıştır. Örneğin C. Savcısının tutuklanmama dair talep yazısında Şevket Tuci isimli avukat ile görüştüğüm ve bu kişinin de avukat olması sebebiyle PKK mensubu kişilerle irtibatlı olabileceği iddia edilmiştir. Yahut kendi öz yeğenimle olan görüşmem bu kişinin güya bir akrabası hakkında örgüt üyeliğinden işlem yapıldığı gerekçesiyle hakkımdaki suçlamaya dayanak yapılmaya çalışılmıştır. Oysa sorarım size; bir insanın avukatı veya öz yeğeni ile olağan bir şekilde görüşmesi nasıl olurda örgütsel bağ olarak yorumlanarak tutuklamaya gerekçe kabul edilir? Bu kişiler hakkındaki varsayımlar nasıl olur da şahsıma isnat olarak yöneltilir? Seçim gezisi sırasında görüştüğüm binlerce kişi içinden cımbızla birkaç kişi çekilip o kişilerin akrabaları gerekçe gösterilerek bana örgüt üyeliği isnadında bulunulması ciddiye alınmaktan dahi uzaktır. Bu durum bile aslında soruşturmanın zaten en baştan şahsımı suçlu göstermek üzere tasarlandığını, peşinen mahkum edilmeye çalışıldığımı, buna delil bulunmaya gayret edildiğini, böyle bir delil bulunamayınca bu sefer de zorlama yorumlarla delil icat edilmeye çalışıldığını açıkça göstermektedir.

ORDU İLE GÖRÜŞTÜM: Az evvel bahsettiğim gibi içeriği bile belli olmayan hatta gerçekleştiği hususunda da yoğun şüpheler bulunan çeşitli konuşma ve görüşmeler güya terör örgütüne mensup olduğum şeklinde lanse edilmiştir. Fakat atlanan husus şudur ki; bu varlığı şüpheli görüşmelerin dışında, şahsımın, döneminin Cumhurbaşkanı, bakanları, valileri, belediye başkanları, yazar ile sanatçıları ve hatta ordu mensupları ile gerek varlığı gerekse de içeriği belirlenebilir çok sayıda görüşmem de vardır. Bu husus neden nazara alınmamaktadır? Örneğin sonradan Mehmetçik Vakfı Genel Başkanlığı görevini de yürüten Tümgeneral Yaşar Bal tarafından adıma gönderilen yeni yıl tebriği dosyaya sunulmuştur. Bu manada terör örgütü üyesi olduğu iddia edilen bir kişinin, ordu mensubu olan ve hatta bunun da ötesinde şehit yakınlarına en büyük destekleri sunan bir vakfın başkanlığını da yöneten biri ile yeni yıl tebriği alacak kadar yakın temas halinde bulunması mümkün müdür? Bu durum bile tek başına örgüt üyeliği iddiasının gerçekdışı olduğunu göstermeye yetmektedir. Keza, her nasılsa 13 yıllık HTS kayıtlarım çıkarılmış ve şahsıma yapılan suçlamalara dayanak gösterilmeye çalışılmıştır. Güya HTS kayıtlarında hakkında örgüt üyeliğinden işlem yapıldığı iddia edilen kişilerle görüşmelerim olduğu ileri sürülmüştür. Oysa bu konuda hiçbir detay verilmemiştir. Bu kişiler kimlerdir? Ne zaman görüşmüşüm? Onlar mı beni, ben mi onları aramışım? Bu kişilerle ne konuşmuşum? Bunların hiçbiri belli değildir. Ancak takdir edersiniz ki ben güneydoğu üzerine çalışan bir akademisyenim, Vanlıyım ve siyasetçiyim. Beni her gün tanımadığım onlarca kişi arar. Ben bu kişilerin çoğu kimdir, necidir bilmem. Arayan kişi tanıdığım bir kişi bile olsa örgüt üyesi midir, değil midir bunu bilemem. Her telefon görüşmesi öncesinde arayan kişi hakkında GBT incelemesi yaptırmam da takdir edersiniz ki olanaksızdır; hem böyle bir yetkim yoktur hem de bu zaten teknik olarak da mümkün değildir. Bu koşullarda, içeriği belirsiz HTS kayıtları nedeniyle nasıl olur da hakkımda suçlamada bulunulabilir? Bugün sokaktan çevirdiğiniz herhangi bir kişinin 13 yıllık HTS kayıtlarına baksanız pek çok farklı suçtan sabıkası olan yüzlerce kişi ile görüştüğü söylenebilir. Bu hakikat bile iddiaların ne derece afaki olduğunu ortaya koymaktadır. Böyle bir iddia ile tutuklu olmam, akla aykırı ve izahı mümkün olmayan bir durumdur. Bir başka zorlama delil ise hesap hareketlerimdir. Her nasılsa kira sözleşmesi ile kiraladığım evim dolayısıyla hesabıma gelen kira ödemeleri ve seçim kampanyası sırasında gelen seçim yardımları bile şüpheli görülmüş ve tutuklanmam için delil olarak gösterilmiştir. Kaynağı belli olan ve açıkladığım amaçlar dışında elde edildiğine yönelik tek bir şüphe bulunmayan bu ödemelerin bile sözde örgütsel bağlantı iddiasına dayanak yapılması tutukluluğumun ne derece hukuka aykırı olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hatta 2016’da yayınlanmış ve halen dahi internet üzerinden satın alınabilen bir kurmaca roman dahi örgüt üyeliği iddialarına dayanak gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa bu roman kan davalarını konu alan, tamamıyla kurmaca, gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi olmayan bir edebi esedir.

TUTUKLANMAM YARGISIZ İNFAZDIR: İçeriğine konu olan hikayenin geçtiği yer ya da roman kahramanlarının konuşmalarından cımbızla çekilen ve bağlamından kopuk yorumlanan birkaç sözcük gerekçe gösterilerek, hakkımda suçlamada bulunulmasını anlamakta dahi güçlük çekiyorum. Hakkımdaki isnatların ne derece haksız olduğuna başkaca örnekler de verebilirim. Ama zaten avukatlarım dilekçelerinde tüm delilleri tek tek inceleyip bunları gayet açık bir şekilde çürütüyorlar. Bununla birlikte şunu da eklemek isterim ki ne kolluk ne savcılık ne de tutuklama sorgusu esnasında şahsıma sorulmamasına rağmen sonradan öğrendiğim kadarıyla hakkımda tutukluluğun itirazının reddine yönelik kararın yegane gerekçesi olarak bir gizli tanık ifadesi dayanak gösterilmiştir. Evimde yapılan aramadan tutuklandığım dakikaya kadar ve hatta bugün huzurunuzda savunma yaparken bile bu tanığın hakkımda ne tür iddialarda bulunduğunu bilmemekteyim. Haliyle bilmediğim bir iddiaya da cevap vermem mümkün değildir. Ve gördüğünüz üzere esasen bu durum bile tek başına tutuklanmamın ne derece hukuka aykırı ve tarafımın savunma hakkından ne derece yoksun olduğumu göstermektedir. İçeriğine dair en ufak bir bilgim dahi olmayan ve fakat tek başına tutuklanmama sebebiyet verebilecek kadar önemli olduğu iddia edilen bu beyan hakkında bilgilendirilmeden tutuklanmam açıkça bir yargısız infazdır.

TUTUKLAMA KARARI KALDIRILSIN: Sözlerimi toparlamam gerekirse, İfade ettiğim gibi hakkımda tutuklamaya gerekçe gösterilen delillerin hiç biri herhangi bir suç isnadına dayanak yapılabilecek hususlar değildir. Maalesef tamamen afaki ve zorlama yorumlarla hakkımda delil icat edilmeye çalışılmıştır. Halbuki hayatım boyunca hiçbir terör örgütüne üye olmadım, fikir ve yöntemlerini asla benimsemedim, barış ve insan haklarından yana biri olarak terör dahil her türlü şiddetin fikren her zaman karşısında oldum. Senelerce şiddetin bir çözüm olmadığını her yerde ve hatta TBMM komisyonlarında anlattım, her açıklamamda dile getirdim hala da getirmeye devam ediyorum. Bitmesi için yıllardır mücadele etmeme rağmen bugün terör ile ilişkilendirmeyi bir zül olarak kabul ediyorum. Belirtmek isterim ki akademik camia ve üyesi olduğum CHP dışında hiçbir aidiyetim yoktur. Hiçbir terör örgütüne üye ya da mensup veya sempatizan değilim hiçbir zaman da olmadım. İrademi kimseye, hiçbir örgüte teslim etmedim, asla da etmem. Açıkladığım sebeplerden hukuka aykırı bu tutuklama kararının kaldırılmasını ve tahliyemi talep ediyorum.

KAYNAK:https://www.gazeteduvar.com.tr/ahmet-ozerin-mahkemede-okumasina-izin-verilmeyen-4-sayfalik-savunmasi-ordu-mensuplari-ile-gorustum-haber-1741128

Ferhat Yaşar'ın haberi

 

9 Aralık 2024 Pazartesi

HALKÇILIK İÇİN DEVLETÇİLİK

 




Liberaller ve kendini Atatürkçü olarak tanıtanların çoğu bile Devletçilik ilkesini, cumhuriyetin ilk yıllarına ait bir zaruretten başka bir şey olmadığını söylüyor uzun zamandır. Özellikle faşizan Atatürkçü dediğim kesim,  sosyal demokrattan Atatürkçü olmaz deyip, duruyor. Bir tanesi tıpkı dinciler gibi saçmalamış, Atatürk sosyal demokrasiyi yasaklamıştı demiş. (Böyleleri ile tartışmıyorum, engelliyorum.) Dincileri, Kuran yasaktı, namaz yasaktı demeleri gibi bir durum. Doğu Perinçek, Atatürk'e, küçük burjuva devrimcisi derken, Nihal Atsız, Dalkavuklar Gecesi romancığını yazarken, Atatürkçülüğü, sosyal demokrartlar savunuyordu. Devletçilik ilkesini, aynı zamanda halkçılık ilkesine dayanır.

Halkçılık, devletin çok yüce bir kurum olmayı bırakıp, halka hizmet eden bir kuruluş olması ilkesidir. Halkı aç ve çıplak bırakmamak, yoksulukla kandırılmasına engel olmaktır, halkçılığın amacı. Halkın ucuz gıda, kamu sağlığı ve kamu eğitimine ulaşmak amaç edinilmiştir. Osmanı övücülerinin en çok zorlandığı yerdir. Anadoılu'da Selçuklular, Osmanlı'dan çok daha az Anadolu'da egemen olmuştur.  Buna rağmen Anadolu'da, Osmanlı'dan kat ve kat fazla Selçuklu-Beylikler eseri vardır. Üstelik Selçuklu dönemine ait pek çok eser, Haçlılar ve Moğollar tarafından yakılıp-yıkılmıştır. Osmanlı'nın çok övündüü cami yapımında bile bu böyledir.  Osmanlıcıların çok övündüğü vakıf medeniyetinin asıl amacı,  rüşvetçi memurların mülklerini müsadereden kaçırmaktır. Tanzimat fermanı ile müsadere uygulaması kalkınca, Osmanlı'da vakıf sayısı azalmıştır. Cumhuriyet rejimi ise, bu ütr ihtiyaçları, hayır severlerin insafına değil, devletin politikasına emanet edilmesi gerekliliğini kavramıştı. Bunun için sadece bayındırlık, eğitim, sağlık değil, sanayi, sanat gibi alanlara da yatırım yapması gerekiyordu genç cumhuriyetin. Devlet tiyatroları, devlet opera ve balesi, şeker fabrikaları, toprak mahsüleri ofisi gibi kurumlar hep halkın  ihtiyaçları içindir. Ülke üretim açısından o kadar fakirdi ki, ilk modern tuğla fabrikası, Kastamonu'da, Gölköy köy enstitüsü, ülkenin ilk tuğla (güneşte kurutma değil, ateşte pişirme) fabrikasını kurmuştur.

Seksenli ve doksanlı yıllarda, zarar ediyor diye aşağıladığınız, özelleştirdiğiniz  fabrikalar sayesinde unu, şekeri ve pek çok ürünü, bu sayede ucuza tüketebiliyorduk. Özelleştirmeler sonucu pek çok fabrika kapandığı gibi, pek çoğu da eskisi gibi üretim yapmıyor, halka ürün satmıyor. Halkın yoksullaşması zarar sayılmıyor. Ancak büyük firmalar azıcık zarar etse, ekonomistler ortalığı birbirine katıyor. Bu ekonomistler, halkı fakirliğe ikna etmek için. Devletçiliğin bir amacı da, kalıcı halk refahıdır. Halkın refahı yoksa kalkınma veya sürdürülebilirlik yoktur. 

Burjuvalar nasıl ki zarar etmeye ve servetlerinin küçülmesinde alışmıyorsa, halk da yoksullaşmaya alışmamalıdır. Halk, ülkenin halinden suçlu değildir, olsa bile bu suçun cezası, daha da yoksullaşmak değildir. Halkların yoksullaşma sebebi, bir avuç soyguncu politikacı ve onların destekçisi tüccarlardır, burjuvalardır. Cezalandırılması gerekenler onlardır. Kamu işletmelerini, bedava fiyata satmak gibi ödülendirmelerin, halkı daha fazla fakirleştirdiği en az kırk yıldır bellidir. Olay sadece tesislerin satılması değil, aynı zamanda kapatılmasıdır. Refik Saydam Hıfzısıha enstitüsü kapatılmasaydı, korona salgınında aşısız kalmazdık. Sadece Hıfzısıha değil, Tuzla cip fabrikası gibi pek çok tesis, üretim merkezi sessizce. Kamu üretim tesislerine düşmanlık, daha ilk kurulduğunda vardı. Adnan Menderes'in sadece uçak fabrikasını kapattığını biliyoruz. Uçak fabrikasına gelene kadar, kimbilir ne fabrikalar, çiftlikler kapandı.

Şimdi de halkın ucuz yemek (lokanta), kreş gibi hizmetlerin, belediyecelerce bile verilmesine karşı rezil bir siyasetle karşı karşıyayız. Devlet sadece bir avuç süper zengine ve o zenginlerin bir şekilde yönetiminde etkili olduğu tarikatlara hizmet etsin; halkta hem ucuza çalışsın, hem de her şeyi pahalıya tüketsin istiyor.

Halk olarak, halkçılığa, sosyal devleter ve bunu sağlayacak kamu işletmelerine sahip çıkmamız, satılanları geri almak yada yeniden kurmak zorundayız. Ekonominin başarı ölçütü halkın refahı ve mutluluğudur. İktisadi kalkınma olurken bu olmak zorundadır, olduktan sonra değil. Aksi halde ekonomi (iktisat) bir bilim değil, bir çeşit din olur. Keynes'in dediği gibi, uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız. Öyleyse refah, hemen, şimdi demeliyiz.

5 Aralık 2024 Perşembe

DİKTATÖRLER DELİREREK BİTER



 Atatürk'ün diktatör olup-olmadığı tartışmalarında unutulan şey, tek parti CHP'sinin, sonradan çok partili hayata, kendi isteğiyle çok partili hayata geçen tek, tek parti iktidarı olmasıdır. Bu bilgiyi üniversite yıllarında ilk öğrendiğimde garip bir aydınlanma anını hatırlarım halen, Milli Kütüphaneydim. Bunu daha önce neden fark etmediğime şaşırmıştım. Otuz yıl sonrada, daha önce başka bir yerde okumadığım yada duymadığım bir şeyi bir kaç ay önce fark ettim. Tek parti CHP'si ve Mustafa Kemal Atatürk, çok partili hayata geçmeyi vaad eden tek çok parti rejimidir. Ne NAZİ, ne BAAS, ne de Komünist partileri, iktidar olduktan sonra çok partili hayata geçmeyi vaat ememiş, çok partili hayata geçişi denememişlerdir. CHP, bir kaç  başarısız denemeden sonra 1950'de iktidarını devretmiştir.  İktidarı devrettiği Demokrat Parti'nin başbakanı ve genel başkanı Adnan Menderes, darbe ile devrilmedenevvel, sabık (eski)  başvekil (başbakan) olmayacağım, deyip, duruyordu. Ana muhalefet partisi CHP'nin mallarına el koymaktaydı. Diğer güçlü muhalefet partisi CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partsi)'ye oy veren Kırşehir ilini ilçe yapıyordu. Hatası askerleri küçümsemek, rivayete göre (rivayet diyorum, yanlış olabilir) orduyu beş tane başçavuşla idare ederim deyip, darbe ihtimalini küçümsemesi miydi?

Adnan Menderes ve Demokrat Parti, bu tehlikeyi görmemişti ama görmek de engel olabilmek demek değildir. Augustı Pinochet, Salvador Allende tarafından geenlkurmay başkanı yapıldıktan on iki gün sonra darbe yaptı. Sadece, Alende değil, tarihte pek çok devlet adamı, güvenip-atadığı generallerin darbesine yada ihanetine uğradı. Darbeye uğramak bir talihsizlik ve kötü son oarak düşünülebilinir ama beterin beteri vardır. Darbe ile lider ölebilir yada iktidardan düşebilir fakat çoğu kez taraftararı için bir kahraman olur ve ideolojisi daha da güçlenerek geri döner. Düşmanların ağır yenilgisi yada askerlerin desteğine rağmen isyanla devrilmek, daha kötüdür, asıl felaket budur. İktidarlar, bunu da engellemeye çalışırlar. Sürekli halk isyanlarına, askeri isyanlara ve tehdide karşı uyanıktırlar.

Fakat bu uyanıklık ve tedbirler, bir zaman sonra tehditin kendisi haline gelir. Tedbirler yüzünden yönetime ve lidere güven azalır. Baskı yönetimleri, her zaman bir şekilde tek adam yönetimine doğru gider. Muhalefeti bastırmanın ve ülkeyi sorunsuz yağmalamanın en iyi yolu, tek adam rejimi kurmaktır. Oligarşinin ülkeyi yağmalarken, çatlak seslere tahammülü yoktur. Herkesi ikna etmekle uğraşmamalıdır. Tek adamı kontrol etmek, bir sürü muhalifi kontrol etmekten daha iyidir.

Aslında öyle gözükür ama öyle değildir. Sınırsız yetki verilen, sürekli övülen tek adamlar,  önce yavaş yavaş, sonra hızla delirir. Bu delirmenin belli sebepleri vardır, bunlar arttıkça, delirme artar. Aslında bu delirme, megalomani, yani yücelik-büyüklük paranoyasıdır. Dolayısı ile bunu ilk arttıran başarılarıdır. Bu başarılar nadiren Hitler gibi savaştığı düşmana karşı başarıdır; çoğu kez muhaliflerine karşı başarıdır. Çoğu kez sırf uzun süre iktidarda kaldıkları için kendilerini başarılı sayarlar. Bunların küçük modelleri, her söze ben şu kadar zamandır buranın müdürüyüm yada müdürlük yapmaktayım diye başlayan bürokratlardır.  Yöneticilerin (politikacı, bürokrat, aşiret reisi veya başka bir şeyin başı) uzun süre iktidarda (yada makamda) kaldıkça tecrübesinin arttığını ve daha sonraları, daha da başarılı olacağına inanır, hatalarının arttığını görmez. Yöneticinin bu tecrübe yanılgısı, kumarbaz yanılgısına benzer. Kumarbaz nasıl ki şansının döneceğine inanarak oyuna devam eder; yönetici de tecrübeleri sayesinde daha iyisini yapacağını sanarak hatalarına devam eder. Diğer bir yanlışta, iktidarda kaldıkça halkın ona sevgisinin arttığı, halkın ona alıştığı ve ondan vazgeçemeyeceğini sanmaktır. Olası tüm isyanları bastırabileceğini, tüm tedbirleri aldığını sanmakta, başka bir yanılgıdır. Yaşlı bir insanın, her gün başka bir organının hastalanması gibi, çürümüş bir devlette de her gün ülkenin başka bir yerinden sorun gelir. Dikta rejimleri de, bir isyanı bastırdıklarında, başka bir isyanla karşılaşır.

Diktatörlerde bir eşik var, bu eşiğe ben ultra megalomani eşiği yada megalomanik kudurukluk da diyorum. Diktatör, Stefhan Zweig'in romancığı Amok Koşucusu'ndaki gibi deliriyor, biri onu öldürene kadar her tarafı yakıp, yıkıyor. Zweig'in yazdığına göre 20. yüzyıl başlarında Malezya yerlilerinde sık görülen bir cinnet haliymiş bu. Çoğunlukla erkek olan Amok koşucusu, önce bir duvar dibine çömelip kalıyor, sonra birden ayağa kalkıp, önüne gelene bıçaklayarak koşar. O sırada herkes bağırır ve kaçışır, amok, amok diye. Ta ki birisi tarafından vurulana, düşürülüne yada ağzı köpükler içinde yere yıkılana kadar sürer bu koşu.

Bu koşu bazen çok erken, bazen de çok geç bir zamanda başlar. Her durumda diktatörü destekleyen elitler ve üke ülke için çok geçtir. Hitler'i Rusya'ya saldırması için kışkırtan Alman iş dünyasının hedefi Bakü şehriydi. 1941'de Sovyetler Birliğini bir şehri olan Bakü ve üzerinde bulunduğu Abşeron yarım adası, dünya petrolünün dörtte birini tek başına üretiyordu. (Türk ordusunda ulaştıma için deve taburları vardı, Libya, Urallar, Meksika, Venezüella gibi pek çok ülkedeki petrol yatakları bilinmyor veya çıkarılmıyordu. 2. Dünya savaşından sonra dünya hızla değişti) Alman ordıları için en mantıklı yol, Kırım yarımadasını bile almadan, Bakü'ye saldırmaktı. Daha sonra Bakü'yü güvenceye almak için savaşılmalıydı çünkü Alman silahlı kuvvetleri ve Alman sanyisinin petrole ihtiyacı vardı. Romanya petrolü yetersizdi, Norveç denizi petrolleri ise henüz bilinmiyordu. Hitler ise, parlak zaferler ve zafer yürüyüşleri, söylevleri istiyordu. Bu yüzden ülkenin kurucusunun adını taşıyan Leningrad'ı (Şimdii Sen Petersburg) ve başkent Moskova'ya saldırdı. Bu iki yer olmayınca, ülkenin o dönemki diktatörü Stalin'in adını taşıyan Stalingrad'a saldırdı. Saldırma bahanesi de, bu şehirden Bakü şehrine Volga nehri üzerinden yardım gideceğiydi. Oysa Hazar denizi kıyısında Sovyetlerin pek çok limanı (Bilmeyenler için; Kazakistan ve Türkmenistan'da eski Sovyet ülkesidir.) vardı. Şehrin tek sıtratejik özelliği, o zamanlarki adıydı. (1956'da tekrar Volgograd oldu. Halen bayramlarda, yılda altı gün Stalingrads oluyormuş Wikipedi'ye göre) Sonuçta ağır bir yenilgi ve yenilgiler dizisi. Bazen de daha erkendir. Şevket Süreyya Aydemir'in Enver Paşa kitabına göre Naciye Sultanla evlenmede temel amacı, yeni bir hanedan kurmaktır. 12 yaşında (tahmini) bir kız çocuğu olan Naciye sultana derin aşkı, çok da bir aşk değildi. En son Orta Asya- Türkistan'da gitmeden evvel Ali Enver'in (Avusturalya'da ölen pilot oğlu) tahtını yapıyorum demiş. Sarıkamış felaketi, sadece onun hatasıdır. Bu felaketten sonra hesap vermemek için, Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul romanına göre,  uymasın diye ağzıan çikolata tıktığı şoför sayesinde Erzurum'dan Trabzon'a gitmiş, oradan da bir gemi ile İstanbul'a ulaşıp, olayın basına yansımasına engel olmuştur. Aydemir'e göre otomobille Ulukışla (Niğde) 'ya, oradan da trenle İstanbul'a girmiştir. Savaş boyunca Karadeniz'de Rus donanmasının güçlü olduğu göz önüne alınırsa, Aydemir'in yazdıkları daha doğru görünmektedir. Kutay'ın ve Aydemir'in ve dönemin diğer şahitlerinin anlattıklarının ortak noktası şudur ki, Enver Paşa,  orduyu toparlamak yada yenilginin sorumluluğunu almak yerine, makamını kurtarmak için harekete geçmiştir. Enver Paşa, daha Sarıkamış faciası sırasında megalomani eşiğini aşmıştır. Savaş sonrası, Alman denizaltısı ile ülkeden kaçarken, vatan bizi affeder mi, demişti ama sonraki yıllar ülkeye geri dönme çabaları ile geçti. Sakarya savaş sırasında Batum'da, nihai yenilgi sonrası, iktidarı ele almayı bekledi. Osmanlı'yı, Almanya'nın adamı olarak yönetmişti. Rusya'nın adamı olarak da Kuvvayı Milliye'nin başına geçmeyi bekledi. Bu da duyulunca Mustafa Kemal Paşa ve ekibi, halka Sarıkamış'ı hatırlattı; hatta ölen asker sayısını, bugün bile tartışmalı olacak kadar abarttı. Sonra da kendisini İngiliz adamı yaparak, oğlunun tahtını yapmaya Türkistan'a gitti. Orada neler yaptığını, Aydemir'in kitabından okuyabilirsiniz. 

Diktatör yenilgeden ders almaz. 1987 Toyota savaşı yenilgisi Kaddafi'ye ders olmadı. Bu savaş, modern silahlarla donatılmış Libya ordusunun, kamyonet arkasına bağlanmış hafif toplar ve makineli tüfekle donatılmış Çad'lı milislere yenilmesinden dolayı bir Japon markası ile tarihe gemiştir. 1989'da, Sirte körfezini göstere göstere geçerek, A.B.D'ye savaş ilan etti ve bol bol ihale dağıttığı Fransızlar haber vermeseydi, o meşhur çadırında öldürülecekti. Onun yerine oğlu ölecek, bu kurtuluşunu Allah2'n bir lütfu gibi gösterip, ölen oğlunun şehadetini de propaganda için kullandı. Aynı Fransızlar, devrildiği zaman onun telsiz şifrelerini verdi.

Bir diktatörü, tek adamı bitirmek,  halk isyanı veya işgal olmadan çok zordur. İktidarını sadece muhalefet partilerinden değil, kendi çevresinden de şüphelenir.  Gerçek bir diktatörün ikinci adamı yada halefi olmaz. Buna rağmen diktatörü öldürmek, diktatörlükten kurtulmaının iyi bir yolu değildir. İlki bu eylemin teşebüsleri çoğu kez başarısız olur. Anarşistlerin sayısız Çar suikastlerini hatırlayın; Fidel Castro'ya üç yüz, Hitler'e de elliye yakın suikast teşebbüsü olmuştur. Bu başarısız teşebbüsler de, muhalifleri sindirmek ve propaganda için itinayla kullanılır. Shakespeare'in Sezar oyunu,  Antonyus'un suikasti bahane ederek, Sezar yerine diktatör olmasını anlatır. Portekiz diktatörü Salazar, sandalyesinden ( bir iddiaya göre de banyoda) düşüp, yatağa bağlı olmasına rağmen altı yıl daha devam etti. Hatta Salazar iki yıl boyunca hasta yatağında ülkeyi yönettiğini zannetti. Franco öldükten sonra İspanya, yavaş yavaş demokrasiye geçse de mezarının, anıtmezardan aile mezarlığına göürülmesi için elli yıl geçmesi gerekti. Franco'ya hediye (!) edilen kamu mülklerinin ailesinden alınması ve diğer Falanjist (İspanyol faşisti) liderlerin naaş ve kalıntılarının katedral, şapel ve şehitliklerden alınması, daha uzun süre zaman aldı.

Mevcut tek adamı, oligarşi içi bir darbe ile göndermek, imkansıza yakın bir şeydir. Tarih bunun başarısız örnekleriyle doludur. Bu tür komplolar,  başarısızlık sonrasında tek adamı daha güçlü yapar. Bu görevden alma komploları,  suikasterin başka türlü olanı, daha meşru zemine oturmaya çalışanıdır. Saddam Hüseyin'in 1979'da bir komployu yapanları televizyonda, canlı yayından teşhir edip, idam etmek için götürmesi, ilk aklıma gelenidir. Yakın tarihte, benim bildiğim,  1990'da, Demir Lady, Margaret Teacher'ın 1990'da parti içi bir komplo ile başbakanlıktan uzaklaştırılmasıdır. Bunda İngiliz demokrasisi ve parti içi demokrasisinin güçlü olması kadar, Teacher'ın bir kadın olması da etkilidir. İnsanlar, kadın yada erkek olsun, çocukluktan itibaren babalar başta olmak üzere erkekleri otorite olarak görmek için eğitilirler. Kadın yöneticilerin başarısız görülme sebebi de budur. Teacher, tam diktatör denemezdi. Dünyanın en köklü demokrasisi Birleşik Krallık yada İngiltere'e, gerçek bir krallı kurulamazdı. Gene de ülkenin neoliberal politikacılarla zengin burjuva, fakir işçi toplumu yaratılması, işçilerrin haklarının kbudanması için otoriter bir lider rejimi yaratılmalıydı. Falkland savaşı bu sebeple çıkarıldı ve Arjantin'i yöneten askeri dikta yönetimi kışkırtılmıştı.

Burada Atatürk madem tek adam, hatta diktatör idiyse, neden daha sonra çılgın fikirlere kapılmadı? Kendisinin ahlaki zekası da mı çok yüksekti? Ahlaki zeka, sadece bireysel bir şey değildir.  Bu yazıda, daha önce ne demiştik? Gerçek diktatörlerin ikinci adamı olmaz. Oysa Atatürk'ün, İnönü'sü vardı ve araları kötü olduğunda da bu ikinci adamlık durumu değişmedi. Elbette Atatürk'ün makamını isteryen başka birileri de vardı, olmamış olması da imkansız. Burada gene Aydemir'in iddialarını aktaracağım. Pek çok kişinin, Sovyetler Birliği'nde Stalin-Troçki kavgası ile ortaya çıkan kargaşalıklardan kokrtuğunu, bu yüzden daha ölüm haberi gelmeden İnönü'nün cumhurbaşkanlığının kabullenildiğini yazar. Falih Rıfkı Atay'da, Atatürk öldükten sonra iç savaş çıkar mı korkusunun yoğun olduğunu yazar.

Arada bir yada sık sık Atatürk ile arası bozulan sadece İnönü değildir. Atatürk'e yakın olan hemen hemen herkes, ona itirazlar etmiş, hatta onunla küsüşmüşlerdir. Kitaplarında Atatürk aleyhine hiç bir şey yazmamış olan Falih Rıfkı Atay bile, soyadını ona sormadan almış, hatta Atatürk'te ona bunun sebebini sormuştur. Herkesin Atatürk'ten bir soy adı almak için çabaladığı dönemde, bu olayın bir küskülük tavrı olduğu bellidir. Diğer tek adam rejimlerinde bunu pek görmezsiniz. Hele de iktidarı iyice güçlendikten sonra bunu yapmak, cesaret işidir. Atatürk'ün bu hoş görüsünün en baştaki sebebi, iktidara gelişi yolunun meşakkatleridir. Kurtuluş savaşının zor koşullardında ekibini iyi seçmeli, onlarla iletişimini sağlam tutmalıydı. Ükeyi işgalden kurtarıp, saltanatı ortadan kaldırdıktan sonra da hep tetikte, hep bıçağın keskin sırtı üzerindeydi. Musul-Kerkük'ü ülkeye katma çabası, Şeyh Sait isyanı sebebi ile  boşa çıktı. Hatay'ı, istihabaratın başarısı ile, Fransızlar'a blöf  yaparak ülkeye kattı. Padişah yada laiklik aleyhtarları, yakınlarındakilerin darbesinden daha büyüktü.

Atatürk'ün yakın çevresi için bir tek adam, Enver Paşa ve Abdülhamit gibi kötü örnekleri hatırlatan korkutucu bir figürdü aynı zamanda. Hepsi de onunla beraber yada ondan ayrı olarak Abdülhamid, İttihat ve Terakki ve Kurtuluş savaş sırasında idam ile yargılanmış, bazıları sürgünlüğü (Malta adası) ve hapsi (Bekir Ağa bölüğü) yaşamıştı. İdam edilseler bile bunu kahramanlık vesilesi olarak kullanacaklardı.

Atatürk'ün de Kurtuluş Savaşından sonra cumhuriyet ilan etmekten başka şansı da kalmamıştı şahsımca. İktidarı, kendisi ve ekibine idam cezası veren Vahdettin'e veremeyeceği gibi, başka bir Osmanı ailesi üyesine de veremezdi.  Çürüyen sadece Osmanlı toplumu ve devleti değildi, aynı zamanda Osmanlı ailesiydi. Mücadelesini de hakimiyet bila kaydu şart (kayıtsız-şartsız) milletindir diyerek meşrulaştırmıştı. Bu söz, uygun gördüğü rejimin cumhuriyet olduğunun net deliliydi. Cumhuriyet rejiminde de bir kaç kere çok partili yaşama geçmeyi denedi. Atatürk deneyince, İnönü'de geçmeye mecbur kaldı.

Almanlar, ikinci dünya savaşından sonra bir sözü kendilerine düstur edindiler. İsa bile olsa, kimseye tüm karar hakkını vermeyin. Ben de diyorum ki Atatürk bile olsa tek adama itirazınızı edin ve artık hiç kimseyi tek adam yapmayın.ır.

Montesquieu'nun dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştur.



2 Aralık 2024 Pazartesi

Sosyal Demokrat Otto Wels'in "Yetki Yasası"nın Kabulüne Karşı Konuşması (23 Mart 1933) (Google çevirisi)

 


Sosyal Demokrat Otto Wels'in "Yetki Yasası"nın Kabulüne Karşı Konuşması (23 Mart 1933)

Hitler "Yetkilendirme Yasası"nı önerdiğinde, Nasyonal Sosyalistler Komünist muhalefeti neredeyse ezmişti. Pek çok Sosyal Demokrat delege "koruyucu gözaltındaydı" ve Merkez Parti tedbire desteğini zaten açıklamıştı. Bununla birlikte, 23 Mart 1933'te, yani Reichstag'da oylamanın yapıldığı gün, Kroll Opera Binası'nda potansiyel muhalifleri ve kararsız olanları korkutmak için hâlâ çok sayıda SA görevlisi hazır bulunuyordu. Yalnızca Sosyal Demokrat delegeler (en azından gözaltında olmayanlar) Hitler diktatörlüğünün yasal dayanağı haline gelen yasaya karşı oy kullandı. Ancak Reichstag yasama yetkisinden vazgeçmeden önce, SPD Başkanı Otto Wels (1873-1939) bir kez daha Weimar'ın demokratik ideallerini desteklediğini söyledi.

Bayanlar ve baylar! Biz Sosyal Demokratlar, Reich Şansölyesi'nin Almanya'ya eşit muamele edilmesi yönündeki dış politika talebine katılıyoruz ve bunu her zaman temelde savunduğumuz için daha da vurgulu bir şekilde yapıyoruz. Bu bağlamda, 3 Şubat 1919'daki Bern Konferansı'nda uluslararası bir forum öncesinde, Almanya'nın dünya savaşının patlak vermesindeki suçluluğunun gerçek dışı olduğuna karşı çıkan ilk Alman olduğuma dair kişisel bir açıklama yapmama izin verilebilir. Partimizin bir ilkesi, Alman ulusunun haklı taleplerini dünyanın diğer halklarına temsil etmemizi mümkün kıldı ya da engelledi.
Önceki gün de Reich Şansölyesi Potsdam'da bizim de katıldığımız bir açıklama yaptı. Şöyle diyor: "Ebedi kazananlar ve kaybedenler teorisinin çılgınlığından tazminat çılgınlığı ve ardından dünya ekonomisinin felaketi geldi." Bu ifade dış politika için de geçerlidir; iç politika için de aynı durum geçerli. Burada da, ebedi kazananlar ve kaybedenler teorisi, Reich Şansölyesi'nin dediği gibi, çılgınlıktır.
Ancak Reich Şansölyesi'nin sözleri bize 23 Temmuz 1919'da Ulusal Meclis'te söylenenleri hatırlatıyor. O dönemde şöyle deniyordu: “Biz savunmasızız; savunmasız ama onursuz değil. Elbette düşmanlar bizim namusumuzun peşindedir, buna hiç şüphe yok. Ancak bu karalama girişiminin bir gün azmettirenlere de yansıyacağına, bu küresel felaketle yok edilenin onurumuz olmadığına, son nefesimize kadar inancımız budur.”
(Nasyonal Sosyalistlerin itirazı: Bunu kim söyledi?)Bu, o dönemde sosyal demokratların önderliğindeki bir hükümetin, düşmanların daha fazla ilerlemesini önlemek amacıyla, ateşkesin sona ermesinden dört saat önce tüm dünyanın önünde Alman halkı adına yayınladığı bir deklarasyonda da görülüyor. – Bu beyan, Reich Şansölyesi'nin beyanına değerli bir ektir.

Zorunlu bir barışın ardından çok az bereket gelir, en azından evde. Gerçek bir ulusal topluluk buna dayanamaz. Bunun ilk şartı eşit hukuktur. Hükümet kendisini aşırı polemiklere karşı koruyabilir; şiddet eylemlerine teşviki ve başlı başına şiddet eylemlerini titizlikle önleyebilir. Bu, her tarafa eşit ve tarafsız bir şekilde yapılırsa ve mağlup olmuş rakiplere sanki yasaklanmış gibi davranmaktan vazgeçilirse gerçekleşebilir. Özgürlük ve yaşam elimizden alınabilir ama onurumuz alınamaz.
Sosyal Demokrat Parti'nin yakın zamanda maruz kaldığı zulümlerden sonra, hiç kimse onun burada teklif edilen Yetkilendirme Yasasına oy vermesini makul bir şekilde talep etmeyecek veya beklemeyecektir. 5 Mart seçimleri iktidardaki partilere çoğunluk ve dolayısıyla anayasanın sözlerine ve anlamına sıkı sıkıya bağlı kalarak yönetme olanağını verdi. Böyle bir ihtimalin mevcut olduğu yerde onu alma zorunluluğu da vardır. Eleştiri yararlı ve gereklidir. Daha önce, Alman Reichstag'ı kurulduğundan bu yana, halkın seçilmiş temsilcileri tarafından kamu işlerinin kontrolü şu anda olduğu kadar ortadan kaldırılmamıştı ve yeni Yetki Yasası ile daha da fazlasının gerçekleşmesi bekleniyor. Basının da herhangi bir ifade özgürlüğünden yoksun olması nedeniyle hükümetin bu kadar her şeye kadir olması çok daha ciddi sonuçlara yol açmalıdır.
Bayanlar ve baylar! Bugün Almanya'da hüküm süren durum çoğu zaman göz kamaştırıcı renklerle anlatılıyor. Ancak bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi abartıdan da hiçbir eksiklik yoktur. Partime gelince, buradan şunu ilan ediyorum: Biz ne Paris'e müdahale talebinde bulunduk, ne milyonları Prag'a taşıdık, ne de yurt dışına abartılı haberler yaydık. Gerçeği yalandan ayıran türden bir habercilik evde mümkün olsaydı, bu tür abartılara karşı koymak daha kolay olurdu. Herkes için adaletin tam korumasının sağlandığını vicdan rahatlığıyla ifade edebilseydik daha da iyi olurdu. Bu size kalmış beyler
Nasyonal Sosyalist partinin beyleri, başlattıkları hareketi Nasyonal Sosyalist değil, ulusal devrim olarak adlandırıyorlar. Devrimlerinin sosyalizmle ilişkisi şu ana kadar iki kuşaktan fazla bir süredir sosyalist fikirlerin taşıyıcısı olan ve öyle kalacak olan sosyal demokrat hareketi yok etme girişimiyle sınırlıydı. Eğer Nasyonal Sosyalist Parti'nin beyleri sosyalist eylemlerde bulunmak isteseydiler, Yetki Yasasına ihtiyaçları olmayacaktı. Bu evde ezici bir çoğunluğun olacağından emin olacaklardı. İşçilerin, çiftçilerin, beyaz yakalı çalışanların, devlet memurlarının ya da orta sınıfın çıkarına olacak şekilde sundukları her önergenin, oybirliğiyle olmasa da kesinlikle büyük bir çoğunlukla onaylanması beklenebilirdi.
Ama yine de devrimlerini sürdürmek için önce Reichstag'ı ortadan kaldırmak istiyorlar. Ancak var olanın yok edilmesi devrim yaratmaz. İnsanlar olumlu başarılar bekliyor. Sadece Almanya'da değil, tüm dünyada var olan korkunç ekonomik sefalete karşı etkili önlemlerin alınmasını bekliyorlar. Biz Sosyal Demokratlar en zor zamanların sorumluluğunu üstlendik ve bunun için üzerimize taş atıldı. Devletin ve ekonominin yeniden inşası, işgal altındaki toprakların kurtarılması yönündeki başarılarımız tarihin sınavına girecek. Herkes için eşit adaleti ve sosyal iş yasasını tesis ettik. Devlet liderliğine giden yolun sadece prenslere ve baronlara değil, aynı zamanda işçi sınıfından erkeklere de açık olduğu bir Almanya'nın yaratılmasına yardımcı olduk. Kendi liderinizden vazgeçmeden bundan vazgeçemezsiniz. Tarihin çarkını geriye döndürme girişimi boşuna olacaktır. Biz Sosyal Demokratlar, güç siyasetinin gerçeklerini salt yasal protestolarla ortadan kaldıramayacağımızı biliyoruz. Mevcut iktidarınızın iktidar-politik gerçeğini görüyoruz. Ama halkın adalet duygusu aynı zamanda siyasi bir güçtür ve biz bu adalet duygusuna başvurmaktan vazgeçmeyeceğiz.
Weimar Anayasası sosyalist bir anayasa değildir. Ancak biz burada kutsal sayılan ilkelerin, hukukun üstünlüğüne, eşit haklara ve sosyal adalete dayalı bir devletin ilkelerinin arkasında duruyoruz. Bu tarihi saatte, biz Alman Sosyal Demokratları, insanlık ve adalet, özgürlük ve sosyalizm ilkelerine ciddi bir şekilde söz veriyoruz. Hiçbir Etkinleştirme Yasası size ebedi ve yok edilemez fikirleri yok etme gücü vermez. Sonuçta siz bizzat Sosyalizme bağlılığınızı beyan ettiniz. Sosyalist Yasa sosyal demokrasiyi yok etmedi. Alman sosyal demokrasisi son zulümlerden de yeni bir güç alacaktır.
Zulme uğrayanları ve mazlumları selamlıyoruz. Reich'taki dostlarımızı selamlıyoruz. Kararlılığınız ve sadakatiniz hayranlığı hak ediyor. İnançlarınızın cesareti ve kesintisiz iyimserliğiniz daha parlak bir geleceğin garantisidir.
Orijinal Almanca metnin kaynağı: Otto Wels'in Etkinleştirme Yasasının Geçişine Karşı Konuşması (23 Mart 1933), Paul Meier-Benneckenstein, ed., Dokumente der deutschen Politik, Cilt 1: Die Nationalsozialistische Revolution 1933, Axel Friedrichs tarafından düzenlendi. Berlin, 1935, s. 36-38.