Dar Koridor kitabımı yeni bitirmiş biri olarak Daron Acemoğlu'nun hakkı ile Nobel aldığını söyleyebilirim, tabi benim fikirlerimin ne kadar önemi varsa. Henüz sadece bir kitabını okuduğum ve diğer iki kitabını henüz okumadığım için, genel olarak onunla ilgili yorum yapmayacağım. Dar koridorda, devlet ve toplum zenginleşmesi ilişkisini, Thomas Hobbes'un felsefesi ile açıklamış. Hobbes'un meşhur kitabının adı Leavithan'dır. Levaithan, Tevrat'ta adı geçen su-deniz canavarıdır ve aynı zamanda devletin tüzel kişiliğini temsil eder. Hobbes'a göre bu canavar, yani devlet olmazsa, herkesin, herkesle savaşı vardır. İnsan, insanın kurdudur. Dolayısı ile devlete ihtiyaç vardır, devlete itaat edilmelidir. Tarihe baktığımızda Hobbes haklı gibidir. İlkel toplumlarda Jean Jacques Rouseau'nun doğa ile barışık ilkelleri yada Karl Marks'in ilkel komünal toplumu nadir görülür. Yok denecek kadar azdırlar. Genelde kabileler (klan yada aşiret) sürekli birbirleri ile savaşır. Aileler arasında sık sık kan davaları vardır. Diğer yandan Sosyalistlerin ve Marksistlerin, devletin üst sınıfları koruyan bir kurum gerçeği de vardır. Bunu da inkar edemeyiz. Öyle ise çözüm nedir?
Acemoğlu (ve arkadaşları)'na göre zincire vurulmuş Levaithan'dır. Yani canavarımızı bekçi köpeğine dönüştürmek yada bekçi köpeğini efendimiz yapmamak. Bu yazıda ben Acemoğlu'nun ilkel toplumların neden kendi Levaithanlarını yada bekçi köpeklerini kuramadıklarına dair normlar kafesi (yada böyle çevirilmiş) sıfat tamlaması üzerinde duracağım. Bu tamlamayı daha önce başka antropoloji kitaplarında da okuduğumu hatırlıyorum. Bu sefer beni etkileyen Acemoğlu'nun şu önermesi oldu: Normlar kafesi, hiç kimsenin yükselmemesini sağlar. Böylece halk, devletini kuramaz, işgalcilere karşı isyan etse de sonuca ulaşamaz. Eninde-sonunda kendi iç kavgaları, yenilgiye sebep olacaktır. İşgalci devletin yapması gereken çoğu kez sadece sabretmektir. Sonra asiler içinden bazı liderleri satın almaya başlar. Derken direniş kırılır. Hiç biri içlerinden birini üst makama layık görmez. Bu normlar kafesini kırmayı deneyenler olur. Genelde de bunun yolları din adamlığı, askerlik ve eşkiyalıktır.
Askerlik için merkezi bir devlet gerekir. Örgütlenemeyen azınlıklar, egemen devlette askerlik mesleği ile ilerleyip, ülkeye egemen olabilir. Büyük imparatorluklar, devşirmeler ve paralı askerlik olmadan olmaz. Asli miletin insan varlığı, büyük savaşlara ve çatışmalara çok fazla dayanmaz. Devşirmelik, paralık askerlik ve ittifakar olmadan imparatorluk olmaz. Avrupalılar, ırçkçı yapılarından dolayı devşirmelik yapamadılar. Koca ülkeleri daha çok paralı askerler ve yerel ittifaklarla fetedip, yönetti. İngilizlerin sömürgelerinde en kanı savaş, Güney Afria'daki Boer isyanıydı. Boerler, aslen Hollandalı ama mezhepsel sebeplerden Avrupa'dan köklerini koparmış kişilerdi. Boerler, kabilelere bölünmedikleri ve batılı silah ve aletleri çok iyi kullandıkları için, çok asker ve para kaybettiler ki, 1889-1901 arası süren bu savaşı, İngilizlerin ünlü tarihçi ve filozofları Arnold Josheph Toynbee, bu savaşı Britanya İmparatorluğunun gerileme döneminin başlangıcı sayar. (Ermeni iddialarının temel dayanağı Mavi Kitap'tan dolayı bu filozof-taihçi, Türklerce pek sevilmez.) Boer isyanını bile büyük ölçüde Hint askerleri ile bastırmıştı. Hint askerlerinin başında da İngiliz subaylar vardı. İngilizlerin yüz bin kadar subayla o dönemde yüz milyonluk Hindistan'ı (o dönemde Hindistan kavramına Pakistan, Bangladeş, Nepal, Sri Lanka ve hatta kısmen Myanmar'da dahildi.) yönetmelerine şaşırmıştım. Acemoğlu'nun kitabında İngilizlerin 1920 yılında, sömürgeciliğin altın çağına, Afrika'nın devi Nijerya'yı sadece 235 (iki yüz otuz beş) kişi ile yönettiğini öğrendim. Nijerya, bir aşiretler , bölgeler federasyonu ve İngilizler genelde siyasi literatürde komprador denen yerel liderlerle ülkeyi yönetiyor. İşte bu kompradorlardan general yada subay olanlar, beyaz adam gidince ülkenin diktaörü oluyor. Afrika ve Arap ülkelerinde çoğu diktatörün kökeni budur. Suriye'de Fransızlar, yerel orduyu Dürziler ve Nusayrilere; Irak'da Sünni Araplar ve Kürtlere teslim etti, sonrası malum.
Eşkiyalık ve korsanlıkta, sıradan bir genç erkek için bir çıkış yolu olarak görünür. Acemoğlu'nun Kağıttan Levaithan dediği ülkeyi yönetemeyen devletlerde, devletin yada yerel derebeylerinin zorba olduğu bölgelerde eşkiyalar bir anda kahramanlaşır ve efsaneleşir. Türkiye'de en ünlüsü Köroğlu'dur. Gerçekten de Celali isyanları döneminde Köroğlu namlı bir eşkiya vardır. Bu Köroğlu, ne kadar efsanelerdeki kahramandır, işte o belirsizdir. Hemen her kültürde Robin Hood gibi fakirlerin koruyucusu haydut figürü vardır. Zorbalığa karşı örgütlenemeyen halk, bir başka zorba olan haydurlardan medet umar. Modern çağda da mafya-suç örgütü liderleri benzer şekilde kahramanlaşır. Marksist-Leninist örgütlerin gerilla örgütleri zamanla, çoğu kendileri de fark etmeden, mafya-eşkiya örgütüne döner. Arada romantik kahramanlar, efsaneler çıkar ama çoğunlukla başarısızdır ve atılan taş, ürkütülen kurbağalara değmemektedir. Bir zaman sonra gerilla-terör örgütleri, üyeleri ve yöneticileri farketmeden, sistemin ve normlar kafesinin bir parçası olur.
Din adamlandığı da fair insanlar için bir sivrilme, öne çıkma you olarak göze batar. Bir tarikata yada inancına göre bir sisteme girersin ve dindarlığınla, ibadet ede ede yükselirsin. Diğer yandan da kendin bir tarikat yada mezhep kurar, kendi cemaatini toplar. Mevcut tarikat ve dini örgütlenmelerde sıfırdan girmek ve yükselmek çok zordur. Nepotilim, nepo, yani yeğenden gelir. Neden oğul-evlat değil de yeğendir? Çünkü bu kelime, Katolik kilisesindeki adam kayırmacılıktan gelmektedir. Katolik rahipler ve üst düzey Ortodoks kardinallerin evlenememeleri ve yasal bir çocukları olmamaları nedeniyle, çocukları yerine yeğenlerini koymuşlardır. Meşhur Medici ailesi, dünürleri olan akraba aileleri ile onlarca Papa yetiştirmişti. İki bine yaklaşan Papalık tarihinde Papaların kabaca %80 İtalyan, %10'u ve biraz fazlası da Fransızdır. Bu da Papalığın, Roma'nın güvenli olmadığı dönemlerde, Avignon adlı Fransız şehrine taşınmasından ve Papalığın ara ara Fransa himayesinde olmasın etkisi de var. Bu iki bin yıla yakın tarihte, sadece bir Polonyalı Papa vardır. 2 Ioannes Paulus, Polonya'daki Sovyet Rusya himayesindeki Komünist Polonya'daki muhalefeti desteklesin diye seçtiler. (Onu da Ruslar, Ülkücü miis Mehmet Ali Ağca'ya öldürtmek istedi, neredeyse başarıyordu, o da ayrı konu.) Şu an Papa, Franciscus, tarihin ilk Latin Amerikalı Papasıdır. Oysa bu gün dünyanın en büyük dini topluluğu olan Roman Katoliklerinin üçte birinden fazlası, Latin Amerikalılardır. İslam dünyasında da durum pek farklı değildir. Eğer fakir bir ailedenseniz, aileniz tarikattan bile olsa, çoğu kez üst sıralara çıkamazsınız. Türkiye için söyleyelim, çoğu kez tarikatlar, kayın pederlerlerden, damatlara geçer. Şeyhlerin çoğu kez oğlu olsa bile bu oğulları, ticaretle uğraşır. Her zaman böyle olmaz. Son tarikat, üç oğul arasında bölündü ve iktidar partisinin yoğun destek ve müdahalelerine rağmen gerilim, kamuoyuna görünecek kadar devam ediyor. İktidarın müdahalesi olmasa silahlı çatışma olacak, bu ayrı konu. Esas konu şu ki, günümüzde yeni tarikat, mezhep kurmakla normlar kafesini kırmak imkansızdır. Tıpkı gerilla-eşkıya-terör taktiği gibi, zamanla normlar kafesinin bir parçası olur.
Mehmet Ali Ağca demişken, devlet yanlısı, Gladio militanı olmak, zaten düzeni devam ettirmektir, çok da yazmaya gerek yok yada ben öyle görüyorum.
İlkel toplumlarda bu normlar kafesi çok zor yıkılır ve bireylerin normlar kafesi yıkıldıktan sonra yerine yeni bir ahlak anlayışı koyması çok zordur. İlkel derken, okuma kültürü az, başka kültürleri tanımayan, kurnazlığı zeka zanneden toplumlardan bahsediyorum. Bu toplumlar, gerçek ilkel toplumlar (ergen argosunda elde mızrak, g.tte yaprak denilen) kadar ahlaki ilkellik içerisindedirler. İlkeller gibi ve hatta onlardan çok daha fazla, kendi toplumsal kuralları, evrensel ahlak zannetmektedirler. Toplumsal kuralların kendisi ahlak değildir ki, evrensel ahlak olsun. Ahlak kural yada kurallar sistemi değildir. Davranışları doğru yada yanlış bulmanız, ne kadar doğru, ne kadar yanlış bulmanızla ilgilidir. Kendinize karşı davranışlar da ahlakın bir parçasıdır. Kendimize karşı da sorumluluğumuz vardır. Bu açıdan baktığımızda din de bir ahlak değildir çünkü din bir değerlendirme değildir. Dinler sadece emreder. Değerlendirme bir düşünme şekidir ve düşünme de bilgi ile olur. Bu bilg, hem okul-kitap ve eğitim bilgisi, hem de demokratik yaşam bilgisidir. Yoksa Nazi Almanya yada Faşist İtalya'da eğitim oranı hiç de düşük değildi. Bu ülkeler, demokrasiyi hiç yaşamamıştı ve ilk krzide kendilerine bir diktatör aradı. Bu ülkelerin karanlık bir sömürgecilik ve antisemitizm (Yahudi nefreti) kökeni vardı. Gene de diktatörlükler yıkıldıktan sonra Almanya ve İtalya, demokrasiye en kolay geçenler oldu.
Demokrasi için ahlak eğitimi gereklidir ve bu eğitim, düşünme yani felsefe eğitimidir. Sadece dersler değil, etkinlikler ve yaşamsal bilgilerin de eğitimidir. Bireylere kuralları-kanunları (normları) değil, onların nedenleri, neden konduğu, uyulmadığunda neler olacağının öğretilmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder