ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2025 Cuma

BARIŞ AHLAK İŞİDİR


Hafıza tek başına zeka değildir ama hafızasız yada zayıf hafıza ile de zeka olmaz.   Bu terör meselesi kırk yıllık, nesiller bununla büyüdü. Bu bloga da defalarca yazdım. Önceden link atıp duruyordum, şimdi bununla pek uğraşmıyorum. En başta 2010 Yetmez Ama'yı hatırlayın derim. Şimdi de benzer bir süreç işliyor. O yıllarda da ülke tehdit edilmişti, şimdi de tehdit ediliyor. O zaman bu tehdit, güzel sözlerle süslenmişti, şimdi de böyle bir süsleme gayreti var. O zamandan bu zamana, iktidar çok güçlendi, muhalefet ama gerçek muhalefette yaşananlardan çok ders çıkardı (halen arada hatalar yapsa da). İktidarın ve muhalefete muhalefetin boyaları döküldü ve dökülmeye devam ediyor. O zamandan bu zamana niyet de değişmedi, amaç yağma iktidarının devamı. Bu yapılan da bir barış teklifi değil, savai tehditi. Bıu iktidar giderse, ortalık kan gölüne gider tehditi.  2010'da da benzer tehdit vardı. O zamanlar örgütün gücü bayağı azalmıştı.

Bu savaşta bazı kimselerin hiç şehit-kayıp vermemiş olması, sizin de dikkatinizi çekti mi, yada kimlerin dikkatini çekti? Villadan, lüks siteden şehit çıkmıyor edebiyatında değilim.  İktidar partisi ile Güneydoğu bölgesi partisi millet vekillerinden kaçı kardeş, kaçı kuzen hiç merak ettiniz mi? Çoğunlukla amca çocukları olduklarından, soy adları da aynı. Her seçim döneminde bu oyun tekrarlanıyor. Bu ailelerin bazı bireyleri de dağda oluyor genelde. Bu ailelerin de dağda, ne de askerde kayıp verdiğini de duymadım. Karayılan soy adlı şahs, Çaycı Hüseyin rolü ile bilinen oyuncu Alparslan Özmol gibi, ha bire öldüğü haberleri geliyordu. Daha doğrusu öldürüldüğü haberi geliyordu. Şu an (mart 2025) baktım, 70 yaşında ve halen yaşıyormuş.,

Savaşta önce gerçekler ölür. Kendini olduğundan büyük göstermek, düşmanı tuzağa düşürmek gibi sebeplerden sürekli yalan söylenir, düşmana tuzaklar kurulur. Ancak, her savaşın bir sonu olmalıdır. Barış için düşmanın, elini sana verebilmelidir. Bu yüzden de devlet olarak, esirlere iyi davranmalı, sivillerin canlarına-mallarına zarar vermemeli, evleri-köyleleri yakılmamalı, bombalanmamalıdır. Dağda gerillalık yapacaksan, asker olmayan, halka hizmet eden memurlara, öğretmene, doktora, postacıya, imama saldırmayacaksın; kadın ve çocuklara saldırmamaya, devlet kadar dikkat edmelidir. Diğer bir mneli hususta, ateşkeste gerçekten ateş kesmeli,  barış sürecinden de gerçekten barış çıkmalıdır. Her seferinde barışı, ateşkesi, çeşitli bahanelerle bozduktan sonra önerdiğiniz şey barış değil,  şantajdır. 

Barış, ahlak işidir.

25 Aralık 2024 Çarşamba

NORMLAR KAFESİNİ AHLAK ZANNETMEK

Dar Koridor kitabımı yeni bitirmiş biri olarak Daron Acemoğlu'nun hakkı ile Nobel aldığını söyleyebilirim, tabi benim fikirlerimin ne kadar önemi varsa. Henüz sadece bir kitabını okuduğum ve diğer iki kitabını henüz okumadığım için,  genel olarak onunla ilgili yorum yapmayacağım. Dar koridorda, devlet ve toplum zenginleşmesi ilişkisini, Thomas Hobbes'un felsefesi ile açıklamış. Hobbes'un meşhur kitabının adı Leavithan'dır. Levaithan, Tevrat'ta adı geçen su-deniz canavarıdır ve aynı zamanda devletin tüzel kişiliğini temsil eder. Hobbes'a göre bu canavar, yani devlet olmazsa, herkesin, herkesle savaşı vardır. İnsan, insanın kurdudur. Dolayısı ile devlete ihtiyaç vardır, devlete itaat edilmelidir. Tarihe baktığımızda Hobbes haklı gibidir. İlkel toplumlarda Jean Jacques Rouseau'nun doğa ile barışık ilkelleri yada Karl Marks'in ilkel komünal toplumu nadir görülür. Yok denecek kadar azdırlar. Genelde kabileler (klan yada aşiret) sürekli birbirleri ile savaşır. Aileler arasında sık sık kan davaları vardır. Diğer yandan Sosyalistlerin ve Marksistlerin, devletin üst sınıfları koruyan bir kurum gerçeği de vardır. Bunu da inkar edemeyiz. Öyle ise çözüm nedir?

Acemoğlu (ve arkadaşları)'na göre zincire vurulmuş Levaithan'dır. Yani canavarımızı bekçi köpeğine dönüştürmek yada bekçi köpeğini efendimiz yapmamak. Bu yazıda ben Acemoğlu'nun ilkel toplumların neden kendi Levaithanlarını yada bekçi köpeklerini kuramadıklarına dair normlar kafesi (yada böyle çevirilmiş) sıfat tamlaması üzerinde duracağım. Bu tamlamayı daha önce başka antropoloji kitaplarında da okuduğumu hatırlıyorum. Bu sefer beni etkileyen Acemoğlu'nun şu önermesi oldu: Normlar kafesi, hiç kimsenin yükselmemesini sağlar. Böylece halk, devletini kuramaz, işgalcilere karşı isyan etse de sonuca ulaşamaz. Eninde-sonunda kendi iç kavgaları, yenilgiye sebep olacaktır. İşgalci devletin yapması gereken çoğu kez sadece sabretmektir. Sonra asiler içinden bazı liderleri satın almaya başlar. Derken direniş kırılır. Hiç biri içlerinden birini üst makama layık görmez. Bu normlar kafesini kırmayı deneyenler olur. Genelde de bunun yolları din adamlığı, askerlik ve eşkiyalıktır. 

Askerlik için merkezi bir devlet gerekir. Örgütlenemeyen azınlıklar, egemen devlette askerlik mesleği ile ilerleyip, ülkeye egemen olabilir. Büyük imparatorluklar, devşirmeler ve paralı askerlik olmadan olmaz. Asli miletin insan varlığı, büyük savaşlara ve çatışmalara çok fazla dayanmaz.  Devşirmelik, paralık askerlik ve ittifakar olmadan imparatorluk olmaz. Avrupalılar, ırçkçı yapılarından dolayı devşirmelik yapamadılar. Koca ülkeleri daha çok paralı askerler ve yerel ittifaklarla fetedip, yönetti. İngilizlerin sömürgelerinde en kanı savaş, Güney Afria'daki Boer isyanıydı. Boerler, aslen Hollandalı ama mezhepsel sebeplerden Avrupa'dan köklerini koparmış kişilerdi. Boerler, kabilelere bölünmedikleri ve batılı silah ve aletleri çok iyi kullandıkları için, çok asker ve para kaybettiler ki, 1889-1901 arası süren bu savaşı, İngilizlerin ünlü tarihçi ve filozofları Arnold Josheph Toynbee,  bu savaşı Britanya İmparatorluğunun gerileme döneminin  başlangıcı sayar. (Ermeni iddialarının temel dayanağı Mavi Kitap'tan dolayı bu filozof-taihçi, Türklerce pek sevilmez.) Boer isyanını bile büyük ölçüde Hint askerleri ile bastırmıştı. Hint askerlerinin başında da İngiliz subaylar vardı. İngilizlerin yüz bin kadar  subayla o dönemde yüz milyonluk Hindistan'ı (o dönemde Hindistan kavramına Pakistan, Bangladeş, Nepal, Sri Lanka ve hatta kısmen Myanmar'da dahildi.) yönetmelerine şaşırmıştım. Acemoğlu'nun kitabında İngilizlerin 1920 yılında, sömürgeciliğin altın çağına, Afrika'nın devi Nijerya'yı sadece 235 (iki yüz otuz beş) kişi ile yönettiğini öğrendim. Nijerya, bir aşiretler , bölgeler federasyonu ve İngilizler genelde siyasi literatürde komprador denen yerel liderlerle ülkeyi yönetiyor. İşte bu kompradorlardan general yada subay olanlar, beyaz adam gidince ülkenin diktaörü oluyor. Afrika ve Arap ülkelerinde çoğu diktatörün kökeni budur. Suriye'de Fransızlar, yerel orduyu Dürziler ve Nusayrilere; Irak'da Sünni Araplar ve Kürtlere teslim etti, sonrası malum. 

Eşkiyalık ve korsanlıkta, sıradan bir genç erkek için bir çıkış yolu olarak görünür. Acemoğlu'nun Kağıttan Levaithan dediği ülkeyi yönetemeyen devletlerde, devletin yada yerel derebeylerinin zorba olduğu bölgelerde eşkiyalar bir anda kahramanlaşır ve efsaneleşir. Türkiye'de en ünlüsü Köroğlu'dur. Gerçekten de Celali isyanları döneminde Köroğlu namlı bir eşkiya vardır. Bu Köroğlu, ne kadar efsanelerdeki kahramandır, işte o belirsizdir. Hemen her kültürde Robin Hood gibi fakirlerin koruyucusu haydut figürü vardır. Zorbalığa karşı örgütlenemeyen halk, bir başka zorba olan haydurlardan medet umar. Modern çağda da mafya-suç örgütü liderleri benzer şekilde kahramanlaşır. Marksist-Leninist örgütlerin gerilla örgütleri zamanla, çoğu kendileri de fark etmeden, mafya-eşkiya örgütüne döner. Arada romantik kahramanlar, efsaneler çıkar ama çoğunlukla başarısızdır ve atılan taş, ürkütülen kurbağalara değmemektedir. Bir zaman sonra gerilla-terör örgütleri, üyeleri ve yöneticileri farketmeden,  sistemin ve normlar kafesinin bir parçası olur.

Din adamlandığı da fair insanlar için bir sivrilme, öne çıkma you olarak göze batar. Bir tarikata yada inancına göre bir sisteme girersin ve dindarlığınla, ibadet ede ede yükselirsin. Diğer yandan da kendin bir tarikat yada mezhep kurar, kendi cemaatini toplar.  Mevcut tarikat ve dini örgütlenmelerde sıfırdan girmek ve yükselmek çok zordur. Nepotilim, nepo, yani yeğenden gelir. Neden oğul-evlat değil de yeğendir? Çünkü bu kelime, Katolik kilisesindeki adam kayırmacılıktan gelmektedir. Katolik rahipler ve üst düzey Ortodoks kardinallerin evlenememeleri ve yasal bir çocukları olmamaları nedeniyle, çocukları yerine yeğenlerini koymuşlardır. Meşhur Medici ailesi, dünürleri olan akraba aileleri ile onlarca Papa yetiştirmişti. İki bine yaklaşan Papalık tarihinde Papaların kabaca %80 İtalyan, %10'u ve biraz fazlası da Fransızdır. Bu da Papalığın, Roma'nın güvenli olmadığı dönemlerde, Avignon adlı Fransız şehrine taşınmasından ve Papalığın ara ara Fransa himayesinde olmasın etkisi de var. Bu iki bin yıla yakın tarihte, sadece bir Polonyalı Papa vardır.  2 Ioannes Paulus, Polonya'daki Sovyet Rusya himayesindeki Komünist Polonya'daki muhalefeti desteklesin diye seçtiler. (Onu da Ruslar, Ülkücü miis Mehmet Ali Ağca'ya öldürtmek istedi, neredeyse başarıyordu, o da ayrı konu.) Şu an Papa, Franciscus, tarihin ilk Latin Amerikalı Papasıdır. Oysa bu gün dünyanın en büyük dini topluluğu olan Roman Katoliklerinin üçte birinden fazlası, Latin Amerikalılardır. İslam dünyasında da durum pek farklı değildir. Eğer fakir bir ailedenseniz, aileniz tarikattan bile olsa, çoğu kez üst sıralara çıkamazsınız. Türkiye için söyleyelim, çoğu kez tarikatlar, kayın pederlerlerden, damatlara geçer. Şeyhlerin çoğu kez oğlu olsa bile bu oğulları, ticaretle uğraşır. Her zaman böyle olmaz. Son tarikat, üç oğul arasında bölündü ve iktidar partisinin yoğun destek ve müdahalelerine rağmen gerilim, kamuoyuna görünecek kadar devam ediyor. İktidarın müdahalesi olmasa silahlı çatışma olacak, bu ayrı konu. Esas konu şu ki, günümüzde yeni tarikat, mezhep kurmakla normlar kafesini kırmak imkansızdır. Tıpkı gerilla-eşkıya-terör taktiği gibi,  zamanla normlar kafesinin bir parçası olur.

Mehmet Ali Ağca demişken, devlet yanlısı, Gladio militanı olmak, zaten düzeni devam ettirmektir, çok da yazmaya gerek yok yada ben öyle görüyorum.

İlkel toplumlarda bu normlar kafesi çok zor yıkılır ve bireylerin normlar kafesi yıkıldıktan sonra yerine yeni bir ahlak anlayışı koyması çok zordur. İlkel derken, okuma kültürü az, başka kültürleri tanımayan,  kurnazlığı zeka zanneden toplumlardan bahsediyorum. Bu toplumlar, gerçek ilkel toplumlar (ergen argosunda elde mızrak, g.tte yaprak denilen) kadar ahlaki ilkellik içerisindedirler. İlkeller gibi ve hatta onlardan çok daha fazla, kendi toplumsal kuralları, evrensel ahlak zannetmektedirler. Toplumsal kuralların kendisi ahlak değildir ki, evrensel ahlak olsun. Ahlak kural yada kurallar sistemi değildir. Davranışları doğru yada yanlış bulmanız, ne kadar doğru, ne kadar yanlış bulmanızla ilgilidir. Kendinize karşı davranışlar da ahlakın bir parçasıdır. Kendimize karşı da sorumluluğumuz vardır. Bu açıdan baktığımızda din de bir ahlak değildir çünkü din bir değerlendirme değildir. Dinler sadece emreder. Değerlendirme bir düşünme şekidir ve düşünme de bilgi ile olur. Bu bilg, hem okul-kitap ve eğitim bilgisi, hem de demokratik yaşam bilgisidir. Yoksa Nazi Almanya yada Faşist İtalya'da eğitim oranı hiç de düşük değildi. Bu ülkeler, demokrasiyi hiç yaşamamıştı ve ilk krzide kendilerine bir diktatör aradı. Bu ülkelerin karanlık bir sömürgecilik ve antisemitizm (Yahudi nefreti) kökeni vardı. Gene de diktatörlükler yıkıldıktan sonra Almanya ve İtalya, demokrasiye en kolay geçenler oldu.

Demokrasi için ahlak eğitimi gereklidir ve bu eğitim, düşünme yani felsefe eğitimidir. Sadece dersler değil, etkinlikler ve yaşamsal bilgilerin de eğitimidir. Bireylere kuralları-kanunları (normları) değil, onların nedenleri, neden konduğu, uyulmadığunda neler olacağının öğretilmesidir.



27 Eylül 2024 Cuma

AHLAKSIZLIK VE DİN



 Yıllarca ahlakı, dine bağlı zannettim. Beni bu konuda ilk uyaran Alman Filozof İmanuel Kant'ın kitapları oldu. Kant, gerçek ahlakın ceza korkusu yada ödül arzusu olmadan ahlaklı davranış olduğunu söylüyordu. Kant, aydınlanmayı da kendi aklınca düşünmek, ergin olmama durumundan kurtulmak gerektiğini söylemişti. Kant, kendi aklınla düşünmeye cüret et, diyordu.

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/07/felsefenin-almanyay-birlestirmesi-2.html

Cennet hayali ile masum insanları öldürenleri bir düşünün! Cennet vaadi insanları nasıl da vahşileştirebiliyor, inanılmaz! Ben gene de 17 Aralık 2013'e kadar dinin, toplumu bir arada tutan sıkı bir bağ olduğunu düşünüyordum.17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları öncesinde bu ülkenin en az beşte biri, yani %20'i o malum cemaattendir. Yemin ederim ama bu vakitten sonra ispatlayamam. (Adını yazmıyorum ama arama motorları (hem Google, hem Yandex) ve Facebook, sansüz uyguluyor.) Oysa örgütleri, 25 Aralıktan sonra 1 hafta dayandılar. Sonra aynen dağıldılar. Önce esnaf terk etti. Meşhur Zaman gazetelerini gözümüze sokan esnaf, gazete dağıtıcılarını kovmaya başladı. Ardından da memurlar terk etmeye başladı. Din, insanları birbirine bağlayan sıkı bir bağ değilmiş demek ki diye düşündüm. Sonra beni dinsiz (pozitivist-agnostik) yapacak sürece girdim.

Dinler tarihinde, ilk dönemlerle ilgili masumiyet efsaneleri vardır, asrı saadet gibi. Dinlerin tarihini incelediğimizde, böyle masum bir asrı saadet çağının hiç olmadığını görürüz. Uhud dağında okçular, yağma amacı ile yerlerini terk ediyor ve yenilgiye sebep oluyorlar. Sonra onlar için hukuk değişiyor, okçulara yağmadan ciddi bir pay ayrılıyor. Bizzat peygamberden yana savaşan savaşçılara cennet vaadi yetmiyor, daha fazla yağma hasıları istiyor. Üstelik İslam dini var olmaya çalışıken oluyor bunlar. Sonra Kerbela olayı, on aylıkken okla öldürülen, peygamberin öz torunu Ali Asker'i pek çok Müslüman, özellikle Sünnilerce bilinmez. Şii-Alevi toplulukları da, İmam Hasan'ın neden babasının intikamını almadığı, savaşmaya isteksiz olduğu anlatılmaz. Kendisi bir seks bağımlısıydı. Hemen her hafta, on üç- on beş yaş arası bakire kızlarla muta nikahı yapıp, haftasında boşanıyordu. Medine'de aileler,  peygamber soyundan torunumuz olsun diye buna göz yumuyor, torununun bu alışkanlığı, dedesi olan peygamberce yüceltiliyordu.  Yani dinler, kuruluş çağlarında da çok masum değillerdi. Masum olsalardı, bu masumiyet, şu anki din adamları ve dini topluluklara da yansır, din adamları bu kadar kötü olmazdı.

Bu blogda din aleyhine bir sürü yazı yazdım. Link verip durmaktan da sıkıldım. Bu konuya tekrar dönmemin iki sebebi var. Biri İsrail-Filistin savaşı ama İsrail dolayısı ile değil. İsrail aslında çok da dinsel bir devlet değil. Her yıl Tel Aviv'de LGBT Onur Yürüyüşünün sorunsuzca yapıldığını düşünürsek,  öyle din saplantılı bir ülke değil. Oysa İran, adı üstünde İran İslam devleti ve her şeyin başı dini lider. İran anayasasına göre tüm meclis yada referandumla halkın yüzde yüzü onaylasa da dini lider yada dini konsey veto ederse, o yasa çıkmaz. Her şey dine bağlı. Hizbullah desen, adı zaten Allah'ın partisi demek. İsrail, İran'ın devlet konuğunu, devlete ait misafirhanede öldürebiliyor. Lübnan Hizbullah'ının mesaj aletlerini bir bomba gibi patlatabiliyor. Demek ki İsrail, pek çok Lübnanlıyı ve İranlı'yı satın almış. İçeride pek çok ajanı-iş birlikçisi var. Ben, hem İrab'a, hem de Lübnan Hizbullah'ına, iktidarları süresince zengin ettiklerine bakmasını önereceğim. Onlarla da şimdiye kadar çoktan dünür olmuşlardır. İkinci Dünya savaşının sonuna doğru Hitler, kayınçosunu (Eva Braun'un erkek kardeşini, evlenmeden bir kaç gün önce öldürtmüştü.), Mussolini'de damadını idam ettirmişti.

Gazze işgali konusunda İslam ve Arap dünyasının duyarsızlığı ve iki yüzlülüğünden de bahsetmeliyiz. Ben 1967'de Arap ordularının, küçücük İsrail karşısında altı(6) günde yenilmesine şaşırmıştım, meğer altı saatte yenilmemiş olmasına şaşırmalıymışım. Gazze'ye Arap dünyası düpedüz sırt çevirdi. Pek çok Arap-İslam ülkesinde Filistin lehinde gösteri yapmak, hatta Filistin bayrağı açmak bile yasak. Filistin'e, sayısı bir milyon kadar olan İsrail vatandaşı Araplardan ve hatta Batı Şeria halkından bile doğru dürüst bir destek yok. Görünüşte Gazze destekçisi olup, kafe basan, kola döken ama İsrail'e ürünün hasını satan bir kesim var ki, onlar bambaşka bir yazı konusu.

Sonra sekiz yaşında öldürülen kız, Narin Güran olayından bahsedeyim. Cinayetten daha korkunç olan delil saklama çabaları. Yalan ihbarlar için tek kullanımlık sim kart kullanmalar, cesedi profesyonelce dereye gömüp, DSİ (Devlet Su İşleri) çalışanı akraba sayesinde baraj kapaklarını açıp,  suyu yükseltmeler, ceset iyice çürüyüp, deliller kararınca itirafçının ortaya çıkması; daha neler neler? Sanki Jean Christophe Grange yada Chck Palahniuk romanlarının fantastik evrenlerindeyiz gibi hissettim. Böyle fantastik ve vahşice ceset yok etme şekilleri, benim bildiğim MOSAD, KGB,CIA, MI6 gibi istihbarat örgütleri, Cosa Nostra, Ndrangetha, Medelin arteli, Tijuana Karteli gibi suç örgüleri  veya terör örgütleri yapar.  Orada da cezalandırılan muhbir, köstebek, iki taraflı ajan veya rakip çete üyesi falandır. Burada ise söz konusu olan şahıs, sekiz yaşında bir çocuk. Sekiz yaşında bir çocuğun katilini bu kadar koruma çabası neden, üstelik tüm köy halkınca? İşin içine iktidar partisinden birilerinin sözlerinin de karışması da işi daha tiksindirici yapıyor. Bu olayda tarikat parmağını da kimse inkar edemiyor.

Dindarlık suça engel değildir. Görünmeyen bir tanrının, ölümden sonrası vereceği cezadan korkacak çok az kimse vardır. Genel anlamda suçlular, dinsiz de değildir. İstediğiniz polis, savcı, hakim yada gazeteciye sorabilirsiniz. Hatta  şeyhleri ölünce üçe bölünen tarikatı düşünün yada araştırın.  ( Sosyal medya siteleri ve arama motorları, bu isimlere bir çeşit sansür uyguluyor. Bu yüzden artık doğrudan adlarını anmamaya özen gösteriyorum.) Bu tarikatın Adıyaman'daki dergahına, tövbe ipini tutmaya ne kadar çok  giden var, görüyor musunuz? Sadece Adıyaman'a tövbeye gidenler suçu bıraksa, ülkede suç oranları sıfıra yaklaşırdı. Hemen her tarikat, bir şekilde tövbe etme töreni yapıp, sabıkalıları kabul ediyor. O kadar çok tövbeye rağmen ülkede suç oranları düşmüyor. Çünkü onlar tövbe falan etmiyorlar, sadece ara veriyorlar. Ömür boyu suç dünyasında yaşarsanız, çoğu kez uzun ömürlü olmazsınız. 27'ler kulübü üyesi müzisyenler gibi bir köşede ölü bulunursunuz. Son yıllarda en canice suçluların bile doğru-dürüst  tutuklu yargılanmaması yada ağır hapis yatmamasının sebebi bunda aranmalı.

Mantık ve akıl dışı bir durum olan metafizik ceza, hele de ölümden sonra verilecek bir ceza, kimseyi suçundan vazgeçirmez. Dini inancını, işleyeceği suçu affedecek, hatta yüceltecek hale getirir.  Dini, suçun acısını alacak morfin gibi kullanır. Bir de dini, sanki her an suçtan vaz geçeceği imajını vermek için kullanır. Son bir kaç yıldır moda olan gündüz programlarına yada suçlularla röportajlara falan bakın. Hepsinin de dilinden Allah kelimesi düşmüyor.

Ahlakı objektif ve nesnel kriterlere dayandırıp, ahlaklı davranmayı ödül arzusu yada ceza korkusu yerine, kendimize ahlaklı yaşamayı görev edinmemiz gerekir. Metafizik sübjektiftir ve herkesin bizim metafiziğimize uymasını veya inanmasını bekleyemeyiz.(Kant'ın dediği gibi) Dinin somut iktidarını yaşayan toplumlarda ahlakın ilerlediği ve böyle toplumların daha güvenli olduğunu tarih yazmaz, kimse de bunu gözlemlememiştir. Hele de baskı toplumları, iki yüzlü ve kaypak toplumlar yetiştirir. Stefan Zweig'in, Vicdan Zorbalığa Karşı kitabında okudum bu önermeyi. Kitap, Calvin'in Cenevre'de nasıl bir din diktatörlüğü kurduğunu anlatıyor. Protestanlık, iddiasına göre dünyanın en özgürlükçü mezhebidir. Hatta Max Weber'in meşhur  tezi buna dayanır. Ona göre Kapitalizm, özgürlükçü ve ahlakı bireye dayandıran yapısıyla kapitalizme temel olmuştur. Oysa Protestan din adamları da eline güç geçince, şeriat gereği zorbalık yapabiliyor hatta diri diri adam yakıp, bu idama muhalif sesi ülkesini terk etmeye zorlayabiliyor.

Ahlakı dine ve matafizik ve çoğunlukla ölümden sonraki ceza-ödül sistemine bağlamak, ahlakı çöketir, Son 22 tıl bir yana son 44 yıldır (12 Eylül'den beri) yapılan budur.