Atatürk'ün diktatör olup-olmadığı tartışmalarında unutulan şey, tek parti CHP'sinin, sonradan çok partili hayata, kendi isteğiyle çok partili hayata geçen tek, tek parti iktidarı olmasıdır. Bu bilgiyi üniversite yıllarında ilk öğrendiğimde garip bir aydınlanma anını hatırlarım halen, Milli Kütüphaneydim. Bunu daha önce neden fark etmediğime şaşırmıştım. Otuz yıl sonrada, daha önce başka bir yerde okumadığım yada duymadığım bir şeyi bir kaç ay önce fark ettim. Tek parti CHP'si ve Mustafa Kemal Atatürk, çok partili hayata geçmeyi vaad eden tek çok parti rejimidir. Ne NAZİ, ne BAAS, ne de Komünist partileri, iktidar olduktan sonra çok partili hayata geçmeyi vaat ememiş, çok partili hayata geçişi denememişlerdir. CHP, bir kaç başarısız denemeden sonra 1950'de iktidarını devretmiştir. İktidarı devrettiği Demokrat Parti'nin başbakanı ve genel başkanı Adnan Menderes, darbe ile devrilmedenevvel, sabık (eski) başvekil (başbakan) olmayacağım, deyip, duruyordu. Ana muhalefet partisi CHP'nin mallarına el koymaktaydı. Diğer güçlü muhalefet partisi CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partsi)'ye oy veren Kırşehir ilini ilçe yapıyordu. Hatası askerleri küçümsemek, rivayete göre (rivayet diyorum, yanlış olabilir) orduyu beş tane başçavuşla idare ederim deyip, darbe ihtimalini küçümsemesi miydi?
Adnan Menderes ve Demokrat Parti, bu tehlikeyi görmemişti ama görmek de engel olabilmek demek değildir. Augustı Pinochet, Salvador Allende tarafından geenlkurmay başkanı yapıldıktan on iki gün sonra darbe yaptı. Sadece, Alende değil, tarihte pek çok devlet adamı, güvenip-atadığı generallerin darbesine yada ihanetine uğradı. Darbeye uğramak bir talihsizlik ve kötü son oarak düşünülebilinir ama beterin beteri vardır. Darbe ile lider ölebilir yada iktidardan düşebilir fakat çoğu kez taraftararı için bir kahraman olur ve ideolojisi daha da güçlenerek geri döner. Düşmanların ağır yenilgisi yada askerlerin desteğine rağmen isyanla devrilmek, daha kötüdür, asıl felaket budur. İktidarlar, bunu da engellemeye çalışırlar. Sürekli halk isyanlarına, askeri isyanlara ve tehdide karşı uyanıktırlar.
Fakat bu uyanıklık ve tedbirler, bir zaman sonra tehditin kendisi haline gelir. Tedbirler yüzünden yönetime ve lidere güven azalır. Baskı yönetimleri, her zaman bir şekilde tek adam yönetimine doğru gider. Muhalefeti bastırmanın ve ülkeyi sorunsuz yağmalamanın en iyi yolu, tek adam rejimi kurmaktır. Oligarşinin ülkeyi yağmalarken, çatlak seslere tahammülü yoktur. Herkesi ikna etmekle uğraşmamalıdır. Tek adamı kontrol etmek, bir sürü muhalifi kontrol etmekten daha iyidir.
Aslında öyle gözükür ama öyle değildir. Sınırsız yetki verilen, sürekli övülen tek adamlar, önce yavaş yavaş, sonra hızla delirir. Bu delirmenin belli sebepleri vardır, bunlar arttıkça, delirme artar. Aslında bu delirme, megalomani, yani yücelik-büyüklük paranoyasıdır. Dolayısı ile bunu ilk arttıran başarılarıdır. Bu başarılar nadiren Hitler gibi savaştığı düşmana karşı başarıdır; çoğu kez muhaliflerine karşı başarıdır. Çoğu kez sırf uzun süre iktidarda kaldıkları için kendilerini başarılı sayarlar. Bunların küçük modelleri, her söze ben şu kadar zamandır buranın müdürüyüm yada müdürlük yapmaktayım diye başlayan bürokratlardır. Yöneticilerin (politikacı, bürokrat, aşiret reisi veya başka bir şeyin başı) uzun süre iktidarda (yada makamda) kaldıkça tecrübesinin arttığını ve daha sonraları, daha da başarılı olacağına inanır, hatalarının arttığını görmez. Yöneticinin bu tecrübe yanılgısı, kumarbaz yanılgısına benzer. Kumarbaz nasıl ki şansının döneceğine inanarak oyuna devam eder; yönetici de tecrübeleri sayesinde daha iyisini yapacağını sanarak hatalarına devam eder. Diğer bir yanlışta, iktidarda kaldıkça halkın ona sevgisinin arttığı, halkın ona alıştığı ve ondan vazgeçemeyeceğini sanmaktır. Olası tüm isyanları bastırabileceğini, tüm tedbirleri aldığını sanmakta, başka bir yanılgıdır. Yaşlı bir insanın, her gün başka bir organının hastalanması gibi, çürümüş bir devlette de her gün ülkenin başka bir yerinden sorun gelir. Dikta rejimleri de, bir isyanı bastırdıklarında, başka bir isyanla karşılaşır.
Diktatörlerde bir eşik var, bu eşiğe ben ultra megalomani eşiği yada megalomanik kudurukluk da diyorum. Diktatör, Stefhan Zweig'in romancığı Amok Koşucusu'ndaki gibi deliriyor, biri onu öldürene kadar her tarafı yakıp, yıkıyor. Zweig'in yazdığına göre 20. yüzyıl başlarında Malezya yerlilerinde sık görülen bir cinnet haliymiş bu. Çoğunlukla erkek olan Amok koşucusu, önce bir duvar dibine çömelip kalıyor, sonra birden ayağa kalkıp, önüne gelene bıçaklayarak koşar. O sırada herkes bağırır ve kaçışır, amok, amok diye. Ta ki birisi tarafından vurulana, düşürülüne yada ağzı köpükler içinde yere yıkılana kadar sürer bu koşu.
Bu koşu bazen çok erken, bazen de çok geç bir zamanda başlar. Her durumda diktatörü destekleyen elitler ve üke ülke için çok geçtir. Hitler'i Rusya'ya saldırması için kışkırtan Alman iş dünyasının hedefi Bakü şehriydi. 1941'de Sovyetler Birliğini bir şehri olan Bakü ve üzerinde bulunduğu Abşeron yarım adası, dünya petrolünün dörtte birini tek başına üretiyordu. (Türk ordusunda ulaştıma için deve taburları vardı, Libya, Urallar, Meksika, Venezüella gibi pek çok ülkedeki petrol yatakları bilinmyor veya çıkarılmıyordu. 2. Dünya savaşından sonra dünya hızla değişti) Alman ordıları için en mantıklı yol, Kırım yarımadasını bile almadan, Bakü'ye saldırmaktı. Daha sonra Bakü'yü güvenceye almak için savaşılmalıydı çünkü Alman silahlı kuvvetleri ve Alman sanyisinin petrole ihtiyacı vardı. Romanya petrolü yetersizdi, Norveç denizi petrolleri ise henüz bilinmiyordu. Hitler ise, parlak zaferler ve zafer yürüyüşleri, söylevleri istiyordu. Bu yüzden ülkenin kurucusunun adını taşıyan Leningrad'ı (Şimdii Sen Petersburg) ve başkent Moskova'ya saldırdı. Bu iki yer olmayınca, ülkenin o dönemki diktatörü Stalin'in adını taşıyan Stalingrad'a saldırdı. Saldırma bahanesi de, bu şehirden Bakü şehrine Volga nehri üzerinden yardım gideceğiydi. Oysa Hazar denizi kıyısında Sovyetlerin pek çok limanı (Bilmeyenler için; Kazakistan ve Türkmenistan'da eski Sovyet ülkesidir.) vardı. Şehrin tek sıtratejik özelliği, o zamanlarki adıydı. (1956'da tekrar Volgograd oldu. Halen bayramlarda, yılda altı gün Stalingrads oluyormuş Wikipedi'ye göre) Sonuçta ağır bir yenilgi ve yenilgiler dizisi. Bazen de daha erkendir. Şevket Süreyya Aydemir'in Enver Paşa kitabına göre Naciye Sultanla evlenmede temel amacı, yeni bir hanedan kurmaktır. 12 yaşında (tahmini) bir kız çocuğu olan Naciye sultana derin aşkı, çok da bir aşk değildi. En son Orta Asya- Türkistan'da gitmeden evvel Ali Enver'in (Avusturalya'da ölen pilot oğlu) tahtını yapıyorum demiş. Sarıkamış felaketi, sadece onun hatasıdır. Bu felaketten sonra hesap vermemek için, Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul romanına göre, uymasın diye ağzıan çikolata tıktığı şoför sayesinde Erzurum'dan Trabzon'a gitmiş, oradan da bir gemi ile İstanbul'a ulaşıp, olayın basına yansımasına engel olmuştur. Aydemir'e göre otomobille Ulukışla (Niğde) 'ya, oradan da trenle İstanbul'a girmiştir. Savaş boyunca Karadeniz'de Rus donanmasının güçlü olduğu göz önüne alınırsa, Aydemir'in yazdıkları daha doğru görünmektedir. Kutay'ın ve Aydemir'in ve dönemin diğer şahitlerinin anlattıklarının ortak noktası şudur ki, Enver Paşa, orduyu toparlamak yada yenilginin sorumluluğunu almak yerine, makamını kurtarmak için harekete geçmiştir. Enver Paşa, daha Sarıkamış faciası sırasında megalomani eşiğini aşmıştır. Savaş sonrası, Alman denizaltısı ile ülkeden kaçarken, vatan bizi affeder mi, demişti ama sonraki yıllar ülkeye geri dönme çabaları ile geçti. Sakarya savaş sırasında Batum'da, nihai yenilgi sonrası, iktidarı ele almayı bekledi. Osmanlı'yı, Almanya'nın adamı olarak yönetmişti. Rusya'nın adamı olarak da Kuvvayı Milliye'nin başına geçmeyi bekledi. Bu da duyulunca Mustafa Kemal Paşa ve ekibi, halka Sarıkamış'ı hatırlattı; hatta ölen asker sayısını, bugün bile tartışmalı olacak kadar abarttı. Sonra da kendisini İngiliz adamı yaparak, oğlunun tahtını yapmaya Türkistan'a gitti. Orada neler yaptığını, Aydemir'in kitabından okuyabilirsiniz.
Diktatör yenilgeden ders almaz. 1987 Toyota savaşı yenilgisi Kaddafi'ye ders olmadı. Bu savaş, modern silahlarla donatılmış Libya ordusunun, kamyonet arkasına bağlanmış hafif toplar ve makineli tüfekle donatılmış Çad'lı milislere yenilmesinden dolayı bir Japon markası ile tarihe gemiştir. 1989'da, Sirte körfezini göstere göstere geçerek, A.B.D'ye savaş ilan etti ve bol bol ihale dağıttığı Fransızlar haber vermeseydi, o meşhur çadırında öldürülecekti. Onun yerine oğlu ölecek, bu kurtuluşunu Allah2'n bir lütfu gibi gösterip, ölen oğlunun şehadetini de propaganda için kullandı. Aynı Fransızlar, devrildiği zaman onun telsiz şifrelerini verdi.
Bir diktatörü, tek adamı bitirmek, halk isyanı veya işgal olmadan çok zordur. İktidarını sadece muhalefet partilerinden değil, kendi çevresinden de şüphelenir. Gerçek bir diktatörün ikinci adamı yada halefi olmaz. Buna rağmen diktatörü öldürmek, diktatörlükten kurtulmaının iyi bir yolu değildir. İlki bu eylemin teşebüsleri çoğu kez başarısız olur. Anarşistlerin sayısız Çar suikastlerini hatırlayın; Fidel Castro'ya üç yüz, Hitler'e de elliye yakın suikast teşebbüsü olmuştur. Bu başarısız teşebbüsler de, muhalifleri sindirmek ve propaganda için itinayla kullanılır. Shakespeare'in Sezar oyunu, Antonyus'un suikasti bahane ederek, Sezar yerine diktatör olmasını anlatır. Portekiz diktatörü Salazar, sandalyesinden ( bir iddiaya göre de banyoda) düşüp, yatağa bağlı olmasına rağmen altı yıl daha devam etti. Hatta Salazar iki yıl boyunca hasta yatağında ülkeyi yönettiğini zannetti. Franco öldükten sonra İspanya, yavaş yavaş demokrasiye geçse de mezarının, anıtmezardan aile mezarlığına göürülmesi için elli yıl geçmesi gerekti. Franco'ya hediye (!) edilen kamu mülklerinin ailesinden alınması ve diğer Falanjist (İspanyol faşisti) liderlerin naaş ve kalıntılarının katedral, şapel ve şehitliklerden alınması, daha uzun süre zaman aldı.
Mevcut tek adamı, oligarşi içi bir darbe ile göndermek, imkansıza yakın bir şeydir. Tarih bunun başarısız örnekleriyle doludur. Bu tür komplolar, başarısızlık sonrasında tek adamı daha güçlü yapar. Bu görevden alma komploları, suikasterin başka türlü olanı, daha meşru zemine oturmaya çalışanıdır. Saddam Hüseyin'in 1979'da bir komployu yapanları televizyonda, canlı yayından teşhir edip, idam etmek için götürmesi, ilk aklıma gelenidir. Yakın tarihte, benim bildiğim, 1990'da, Demir Lady, Margaret Teacher'ın 1990'da parti içi bir komplo ile başbakanlıktan uzaklaştırılmasıdır. Bunda İngiliz demokrasisi ve parti içi demokrasisinin güçlü olması kadar, Teacher'ın bir kadın olması da etkilidir. İnsanlar, kadın yada erkek olsun, çocukluktan itibaren babalar başta olmak üzere erkekleri otorite olarak görmek için eğitilirler. Kadın yöneticilerin başarısız görülme sebebi de budur. Teacher, tam diktatör denemezdi. Dünyanın en köklü demokrasisi Birleşik Krallık yada İngiltere'e, gerçek bir krallı kurulamazdı. Gene de ülkenin neoliberal politikacılarla zengin burjuva, fakir işçi toplumu yaratılması, işçilerrin haklarının kbudanması için otoriter bir lider rejimi yaratılmalıydı. Falkland savaşı bu sebeple çıkarıldı ve Arjantin'i yöneten askeri dikta yönetimi kışkırtılmıştı.
Burada Atatürk madem tek adam, hatta diktatör idiyse, neden daha sonra çılgın fikirlere kapılmadı? Kendisinin ahlaki zekası da mı çok yüksekti? Ahlaki zeka, sadece bireysel bir şey değildir. Bu yazıda, daha önce ne demiştik? Gerçek diktatörlerin ikinci adamı olmaz. Oysa Atatürk'ün, İnönü'sü vardı ve araları kötü olduğunda da bu ikinci adamlık durumu değişmedi. Elbette Atatürk'ün makamını isteryen başka birileri de vardı, olmamış olması da imkansız. Burada gene Aydemir'in iddialarını aktaracağım. Pek çok kişinin, Sovyetler Birliği'nde Stalin-Troçki kavgası ile ortaya çıkan kargaşalıklardan kokrtuğunu, bu yüzden daha ölüm haberi gelmeden İnönü'nün cumhurbaşkanlığının kabullenildiğini yazar. Falih Rıfkı Atay'da, Atatürk öldükten sonra iç savaş çıkar mı korkusunun yoğun olduğunu yazar.
Arada bir yada sık sık Atatürk ile arası bozulan sadece İnönü değildir. Atatürk'e yakın olan hemen hemen herkes, ona itirazlar etmiş, hatta onunla küsüşmüşlerdir. Kitaplarında Atatürk aleyhine hiç bir şey yazmamış olan Falih Rıfkı Atay bile, soyadını ona sormadan almış, hatta Atatürk'te ona bunun sebebini sormuştur. Herkesin Atatürk'ten bir soy adı almak için çabaladığı dönemde, bu olayın bir küskülük tavrı olduğu bellidir. Diğer tek adam rejimlerinde bunu pek görmezsiniz. Hele de iktidarı iyice güçlendikten sonra bunu yapmak, cesaret işidir. Atatürk'ün bu hoş görüsünün en baştaki sebebi, iktidara gelişi yolunun meşakkatleridir. Kurtuluş savaşının zor koşullardında ekibini iyi seçmeli, onlarla iletişimini sağlam tutmalıydı. Ükeyi işgalden kurtarıp, saltanatı ortadan kaldırdıktan sonra da hep tetikte, hep bıçağın keskin sırtı üzerindeydi. Musul-Kerkük'ü ülkeye katma çabası, Şeyh Sait isyanı sebebi ile boşa çıktı. Hatay'ı, istihabaratın başarısı ile, Fransızlar'a blöf yaparak ülkeye kattı. Padişah yada laiklik aleyhtarları, yakınlarındakilerin darbesinden daha büyüktü.
Atatürk'ün yakın çevresi için bir tek adam, Enver Paşa ve Abdülhamit gibi kötü örnekleri hatırlatan korkutucu bir figürdü aynı zamanda. Hepsi de onunla beraber yada ondan ayrı olarak Abdülhamid, İttihat ve Terakki ve Kurtuluş savaş sırasında idam ile yargılanmış, bazıları sürgünlüğü (Malta adası) ve hapsi (Bekir Ağa bölüğü) yaşamıştı. İdam edilseler bile bunu kahramanlık vesilesi olarak kullanacaklardı.
Atatürk'ün de Kurtuluş Savaşından sonra cumhuriyet ilan etmekten başka şansı da kalmamıştı şahsımca. İktidarı, kendisi ve ekibine idam cezası veren Vahdettin'e veremeyeceği gibi, başka bir Osmanı ailesi üyesine de veremezdi. Çürüyen sadece Osmanlı toplumu ve devleti değildi, aynı zamanda Osmanlı ailesiydi. Mücadelesini de hakimiyet bila kaydu şart (kayıtsız-şartsız) milletindir diyerek meşrulaştırmıştı. Bu söz, uygun gördüğü rejimin cumhuriyet olduğunun net deliliydi. Cumhuriyet rejiminde de bir kaç kere çok partili yaşama geçmeyi denedi. Atatürk deneyince, İnönü'de geçmeye mecbur kaldı.
Almanlar, ikinci dünya savaşından sonra bir sözü kendilerine düstur edindiler. İsa bile olsa, kimseye tüm karar hakkını vermeyin. Ben de diyorum ki Atatürk bile olsa tek adama itirazınızı edin ve artık hiç kimseyi tek adam yapmayın.ır.
Montesquieu'nun dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder