DEVLET ÜNÜVERSİTESİ Mİ, VAKIF MI?
Bu yazıya yazan kişi, devlet
üniversitesi mezunudur. Epeydir sözlük denen blog sitelerinde bir garip
tartışma var. Devlet üniversitelerinde
okuyanlar, Vakıf (ya da özel) üniversitelerde okuyanları para yiyici, zekâsız
kişiler olarak görmekte. Vakıf üniversitelerinde okuyanlar da, devlet üniversitelerinin
özellikle taşrada okuyanlarını, ulaşamadığı ciğere mundar diyenler olarak
görmekte. Özellikle ekşisözlük denen blog ortamında bu tartışmalar sık sık
alevleniyor.
Ben bu internet gruplaşması
tartışmasına girmek ya da taraf olmak istemiyorum. Benim cevabını aradığım
soru, çocuğumuzu vakıf üniversitesine mi yoksa devlet üniversitesine mi
gönderelim. Çocuk ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi, hatta Gazi’yi falan kazandığında bizce
çok sorun yok. İşin doğrusu bu üniversiteler, Türkiye çapında büyük ve kaliteli
üniversiteler. Örneğin Bakü devlet üniversitesi gibi girilmesi daha
kolay üniversitelerin uluslar arası iş alanındaki itibarı, ODTÜ ya da
Boğaziçi’nden daha fazla. Hele ODTÜ’lüler yurt dışında, ağızlarını yaya yaya midıııl
east teknıkıl yunuvörsity diye övünmeye kalktıklarında, Beyrut Amerikan üniversitesi ile
karıştırıldıklarını görünce şok olup, Ankara üniversitesi demeye başlıyorlar.
Bence ODTÜ adını Feza Görsev, Ali Kurşunoğlu ya da öyle bir bilim adamı ile
değiştirmeli, parantez olarak. Koç, Bilkent gibi vakıf üniversitelerine girmek
de pek çok devlet üniversiteye girmekten zor.
Bazı vakıf üniversiteleri için de iyi
şeyler söylenmiyor. Özellikle İstanbul’da hemen her semtte bir tane açılan
üniversiteler için. Gene ekşide birisi, Bahçeşehir üniversitesinde Bilgisayar
Mühendisliği mezunu ve kodlama bilmeyen birisinden bahsetti. Avrupa’da kodlama neredeyse okuma yazmadan
evvel öğretilecek, burada bilgisayar mühendisi bu işi bilmiyor. Neymiş,
mühendis kod yazıcılarını yönlendirirmiş de, kodlama o kadar ihtiyaç
değilmiş. O dediği devlet sektöründe ya
da babanın şirketinde geçerli olur. Özel sektör senden icabında tuvalet
temizlemeni bile ister. İktisadi ve İdari bilimlerde de, bu bölümlerin
mezunlarının muhasebe bilmesine çok da ihtiyaç olmadığına dair efsane vardır.
Teyzemin anlattığına göre bu zihniyetle eskiden de bir ara İstanbul İktisatta
muhasebeye çok önem verilmezmiş. Lakin İstanbul ticaret odası, sizin mezunları
muhasebe bilmiyor diye rapor verince,
fakültenin muhasebe hocası değişmiş.
Her durumda bile ne Bahçeşehir
üniversitesin ne de özel bir üniversitenin, ana yurdumun hemen her şehrine
dağılmış o taşra üniversitelerinden daha kötü olmayacağına inanıyorum. Çünkü
ben de öyle bir üniversiteden mezunum. Hayatım da yıllardır böyle şehirlerde
geçiyor. Önce bu şehirlerin sakıncasını anlatacağım. Isparta, Süleyman Demirel
Üniversitesinden mezunum. (aynı adla bir de Kazakistan’da üniversite var) mezun
olduktan sonra Isparta’nın ilçelerinde ve Kırıkkale’de öğretmenlik yaptım. Halen
de Ankara’nın bir ilçesinde öğretmenim. Bahçeşehir ya da büyük şehirlerdeki bir
üniversite, sırf o şehirde olduğu için iyidir. Taşranın muhafazakârlıktan başka
öğünülecek bir şeyi olmayan o şehirlerinde kalmak bile insanın cahilliğine
sebeptir. O şehirlerin pek çoğunda
sinema, kitabevi bulunmaz. Sinema, alış veriş merkezleri (AVM) taşraya kadar
yaygınlaştığından, pek çok şehirde bulunabiliyor. Kırıkkale, yirmi yıldan fazladır üniversitesi
olan bir şehir. En son gittiğimde AVM sayısı 3’e çıkmıştı gene de doğru dürüst
bir kitapçısı yoktu, varsa da ben göremedim. Kitapta da şimdilerde internetten
sipariş verme, pdf yada benzer formatlarda internetten indirme olduğu gibi,
kitapçı esnafı, en ücra yerlerdeki okullara, yer yer çok az öğrenci ve
öğretmenin olduğu okullara kadar gidip, satış yapıyor. Gene de taşra dediğiniz
yerlerde kültür ürünlerine ulaşmak zordur. Mesela Kırıkkale, tarikatların cirit
attığı bir şehirdir. Gene de en uzak mahallesinde bile en az üç tane tekel bayi
vardır ama her mahallesinde gazete bayi yoktur, gazete almaya çarşıya
inmelisiniz. Bazı dergileri almaya da
Ankara’ya gitmelisiniz. Şu an çalıştığım ilçede de benzer sorun var. Kızılay’a
inip bazı şeyleri alabiliyorum.
Aslına bu şehirleri çekilmez,
hatta mahrumiyet bölgesi yapan böyle şeylerin değil, insanların yokluğudur. Bir
etkinlik yaparsın, ülkücüler, tarikatlar ya da başka birileri bunu mahveder.
Eve giren çıkanları kontrol eder ve dedikodusunu yaparlar. Bu taşra zamparaları
için dışarıdan gelen kızlar potansiyel avdır, erkeklerse kızları için
tehlikedir. Tarikatlarda senin çocuğunu elde etmek için türlü oyun oynarlar.
Bir de bu şehirler, kasabalar pahalıdır
ve çocuğa masrafınız özel üniversiteden daha pahalıya gelir. Adını bile
duymadığın o il ya da ilçede ev kiraları ateş pahasıdır. Herkes kendi ihtiyacı
kadar ev yapmıştır ve evlerin çoğu sobalıdır. Kaloriferli ya da kombili evler
ateş pahasıdır. Ucuz olsa bile öğrenciye pahalıdır. Kredi yurtlar ya da
üniversitenin kendi yurtları da ülkücüler veya tarikatların egemenliğindedir.
Buna bir zamanlar öğrenciler Fettullah cemaatinin ışık evlerine gitmeye mecbur
kalsın diye öğrenci alınmamış olduğunu, öğrencilerin aylarca yedek listelerde
bekletilmesini ekleyin. Şu anda bu cemaat yok ama diğer tarikatlar var.
Cumhurbaşkanının oğlunun kontrolünde bulunan TÜRGEV’i de unutmayın. Kamu
binaları harıl harıl bu vakfa veriliyor. Bu vakfın yurt odaları da neredeyse
otel odası fiyatına kiralanıyor.
Ev kiralama ile de iş bitmiyor.
Taşra esnafı kurnazdır ve pek çok kere de müşterisi de kendisinden başka
gidecek bir yer olmadığından istediği fiyatı koyar. BİM, A-101, ŞOK gibi market
zincirleri, bu esnafın gücünü kırmışsa da, halen bu esnaf kafasına göre fiyat
vermekte. Isparta, Yalvaç’ta şimdi belediyesi düşen nüfusu yüzünden düşen bir
ilçesindeydim. Köyde her evin en az üç tane ineği, birkaç tane koyunu, keçisi
falan vardı. Buna rağmen çocuğuna süt bulamıyordu. Köylü, ilçede kalmaktansa
köyde ev tutan ailenin süt ihtiyacını para kazanma alanı olarak görmüştü. Böyle
yerlere kazara yolunuz düşse, arabanız arızalansa, bir şey satın almaya mecbur
olsanız, gereğinden yüksek fiyata alırsınız. Çünkü siz o taşralı için para
kazanma fırsatıdır, vurgun sebebidir. Dürüstçe iş yaparak bu ırsatı
tepmemelidir. Yol üstü, otogar lokantalarını düşünelim. Pek çok kere yolda yemek yemez ya da ucuz
gözleme ile yetinirsiniz. Bilirsiniz ki o lokanta, şehirdeki en lüks yer kadar
pahalıdır. O lokantadaki yemekler bekler, bekler, bayatlar ve yenemeyecek kadar
bozulup ve dökülür. Uygun fiyat olsa da herkes yese olmaz. Lokantacı çok aç
olup da onu yiyecek zavallıyı bekler. Taşra bu yüzden daha pahalıdır.
Hepsinin üzerine bu taşra
üniversitelerinin çoğunda eğitim ya kalitesizdir ya da kalitesi biraz şansa
kalmıştır. Gayretli bir akademisyenin ya da bölüm başkanı sayesinde bazı güzel
işler yapılır. Lakin üniversite kadroları cumhurbaşkanına bağlıdır. İyi
akademisyenlerde taşradan çabuk bıkar, bazen de ayrılmak zorunda kalır. Taşra
üniversitelerinin kadroları, hele de yeni kurulmuşsa, profesörlerden çok,
yardımcı doçentlerden oluşur.
Kendi üniversite eğitimimi
düşünüyorum da, çok az sosyoloji mezunu benim, daha doğrusu bizim kadar kötü
eğitim almıştır. Süleyman Demirel üniversitesin sosyoloji bölümünün ilk
mezunlarındanım. Bu dört yılı, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Pareto ve Sorokin
olarak özetleyebilirim. Bölüm başkanımızı Metin Özkul, her sene birkaç tane
dersimize girdi. 1994’de ilk üniversiteye gittiğimizde bölümün tek hocasıydı ve
o zamanlar yardımcı doçentti. İlk sene dört ayrı dersimize giriyordu
başlangıçta. Psikoloji dersimize giren psikiyatri doktoru doçentte kızıp, dersi
bırakınca, psikoloji ile 5 ayrı dersimize girdi. Biz onu iki saatten fazla
beklemiş ve geç olduğundan gitmiştik. Bir arkadaş da başka birini beklediği için
o doçentle karşı karşıya geldi. Beyefendi kendilerini daha fazla beklememiş
olmamıza kızmış bir sürü laf etmiş. Sonra olaya nasıl olmuşsa Metin hoca da
dâhil olmuş. Bir sebeple oradaymış.
Adamla tartışmış ve sonuçta biz psikolojiyi, Feriha Baymur’un 1960 tarihli
kitabından öğrendik. (yıl 1994) Lisede okuduğum psikoloji ders kitabı da bunun
bir özetiydi. Mezun olduktan sonra da aynı kitabı birkaç sene daha okuttum. Bu
arada psikoloji bilimi almış, yürümüş, bizim umurumuzda mı? Benzer bir şekilde
Sosylal Psikoloji dersinde de, muhtemelen sırf Erol Güngör’ün çevirisi diye
1950’lerden kalma ve artık basılmayan bir kitabı, iki dönem olarak okuduk.
Kitap davranışçı ekolün bir takım tezlerini önermelere bölerek ispatlamaya
çalışıyordu. Erol Güngör’ün kitaplarının çoğu çeviridir lakin ne hikmetse
yayımcısı kapağa yazarın adı yerine kocaman harflerle Erol Güngör yazar. Üniversiteden çok, liselilere benziyorduk.
Üst sınıfların, alt sınıflaraa devrettiği kitaplarımız vardı. Her sene
Sorokin’in Hudutlar ve Pareto’nun Elitlerin Dolaşımı tezlerini mutlaka tekrar
ederdik. Bir de dört tane kitabını ders kitabı olarak okuduğumuz, bölüm
başkanımız Metin Özkul’un doktora hocası Amiran hanım vardı. Bir kere
konferansa bile gelmişti. O aşırı ağdalı Osmanlıcasına bahane olarak Türkçe
kelimelerin anlam yetersizliğini göstermişti.
Sonradan bunun sebebinin bilgisel yetersizliği ve buna sebep olan
faşizan dünya görüşleri olduğunu anladım. Doktora hocası Karl Zimmerman’dan bu
yana bir şey öğrenmemişti. Oysa Zimmerman’da Nazilerin önünden kaçmış Yahudi
bilim adamlarındandı. Gerçi biz Amiran hanımın, Servet-i Fünun şairlerinden beter Osmanlıcası değilse bile,
1960’lı yıllardan beri değişmeyen Sosyoloji bilgisi bölüm başkanımız Metin
Özkul ve bölümün 2. Hocası Kamil Kaya hocaya da yansımıştı.
Sorun sadece eski teorileri öğrenmemiz,
yenilerinin de pek azından haberdar olmamız ya da aynı tezleri tekrar tekrar
okumamız değildi. Yöntem konusunda da sakatlık olduğunu, mezun olduktan sonra
anladım. Mesela bizim bölümün hocalarına göre sosyolojide katılımcı gözlem
(yaşayarak gözlemleme) ve deney yoktu. Toplumlar büyük varlıklardı ve onlarla
deney yapılmazdı. Katılımcı gözlem de antropolojinin işiydi. Sonradan öğrendim
ki sosyoloji v sosyal psikoloji her ikisini de yapıyordu. Bir de ülkemin sağcı
sosyologları ve antropologları, KAYNAK KİŞİLERE DANIŞMA diye bir yöntem icat
etmişlerdi. Belli topluluklar, istihbaratçı, vergi memuru falan zannedip
(haksız da sayılmazlar, sağcı demek, muhbir demektir) kapılarını açmıyorlardı.
Çabucak kitap yazma, tez hazırlama hırsıyla, bu insanların güvenini kazanma,
yaşayarak gözlem yapamıyorlardı. Kendilerince icat ettikleri yöntemde, bu
halkın içinden ya da bu halkla bir sebeple ilişki kurmuş birilerini kaynak
alıp, onların dedikleriyle tez hazırlıyorlardı. Yabancı kaynaklarda bu salak
yöntem yoktur ve bu yöntemle hazırladıkları tezleri yurt dışında da
yayımlamıyorlardır muhtemelen.
Sonuçta laf ola, torba dola kabilinden
bir eğitim aldık. Yapabileceğimiz tek iş felsefe öğretmenliğiydi o da devlet
okullarında ve dershanelerde. Öyle kaliteli okullarda bize göre değildi. Son
sınıfta iken, o sene yeni mezun veren tarih bölümünden hiçbir öğrencinin bölme
araştırma görevlisi olarak alınmayıp, Gazi üniversitesinden mezun iki kızın işe
alındığını öğrendik. Çok şaşırmıştık, oysa şimdi bakıyorum da, tarih bölümü de
bizimki gibiyse aynı. Üniversiteye başlarken bize sosyologu geleceği parlak on
meslekten biri diye tanıtmışlardı. Bizim bölüm halen aynı eğitimi alıyorsa,
hangi şirket ne yapsın bizi.
Son olarak da diyeceğim şu ki, bu taşra
üniversitelerine gitmeyin, çoluğunuzu,
çocuğunuzu da göndermeyin. Ortalama altmış yılınızın dört yılını, istediğiniz
her haftalık ya da aylık derginin bulunamayacağı, çoğu sosyal etkinliği hayal
bile demeyeceğiniz bir taşra şehrine gömmeyin.
Mesele askerliği tecil ya da kısa dönem yapmaksa, açık öğretime girin
daha iyi. Büyük şehirlerde bunun eğitimini veren dershaneler var. Hem çalışır,
hem okurusnuz.