21 Kasım 2019 Perşembe
Komedi filmi yapmayı unutmuşuz (Cinayet Süsü-Spolyer içerir)
Aslında uzun zamandır, özellikle cips-bilet kavgası olayı ve indirimlerin kalkmasından beri sinemaya küs sayılırım. Zira ortalıkta sinemaya zahmet edeceğime değecek bir film çıkmıyor.
Bu son filmi de, Youtube'da çok iyi film ve dizi eleştirileri yapan Murat Soner'in önerisi üzerine sinemada izledim ve pişman oldum.
Filmde küfür, bel altı çok az dediler ama bence yeteri kadar var. Özellikle sonlara doğru çoğalmakta.
Film, hasbelkader polis olmuş dört salağın (evet salak) cinayet büroda çalışmasını anlatıyor. Filmin içeriği büyük ölçüde bu dörtlünün ahmaklıklarından oluşuyor.
Dörtlüye sonradan katılan Dizdar, sözüm ona Amerika'da yaşamış, tecrübeli ve başarılı, işin doğrusu en aptalı. Daha bir kadının evine davet edildiğinde nasıl konuşacağını bilmiyor.
Dizdar en aptalı dedim ama pişman oldum, Cengiz Bozkurt daha aptal. Karısı sürekli gün düzenlediğinden sürekli uyukluyor ve bir yerde de komiklik olsun diye zanlıyı elinden kaçırıyor.
Dörtlüde idrak problemleri var, daha iş arkadaşlarının ne dediklerini anlamıyorlar. Lafı anlaşılmayan, lafını tekrar ediyor, anlamayan da anlamadığını, derken biri (genelde komiserleri olan Uğur Yücel), YETEERRRR diye bağırıyor.
Hasibe Eren'de iyice emekli, kedi düşkünü teyzelere dönmüş durumda. Filmde Dizdar'la aşkı ana görevi gibi.
Bu aptal sohbetler o kadar uzuyor ki, katili merak bile etmiyorsunuz. Filmde polis teşkilatı komple ahmaklıklar silsilesine imza atıyor. Polisin baskın için güvenlik önlemi aldığı yere bir Trakya düğün alayının doluşması da hiç olacak iş değil.
Film, yıllar önce TRT'de yayımlanmış ve İngiltere'den ithal bir diziden arak. Hasibe Eren'in perma yaptırıp, ıslak yattım, elektiriklenip, kabarmış demesi de, diziden araklanma. Bunu da neden yaptılar anlamadım. Ben de filmin finalinde Hasibe Erek calk, culk diye abartılı seslerle sakız çiğneyince hatırladım. Doksanlarda bile böyle abartılı sakız çiğneyen kalmamıştı.
Ah o final. Sorgulamaya üç kere öfke ile dalan Cengiz Bozkurt'da, Arka Sokaklar'ın Mesut Komiserine salakça bir gönderme.
Biz millet olarak komedi yapmayı unutmuşuz, bunu anladım.
Polisiye komedi deyince bir Polis Akademisi veya Pembe Panter serisi hayal etmiştim halbuki.
Yerli komediler ve korku filmler, resmen hayal kırıklığının dibi.
18 Kasım 2019 Pazartesi
İKLİM AKTİVİSTİ GRETA THUNBERG'E AÇIK MEKTUP
Sevgili Greta,
İklim konusunda çabalarını görüyorum ve kusura bakma da samimi bulmuyorum.
En başta bu mektubu her ne kadar sana hitaben yazıyorsam da, blogumdaki okurlarım için yazıyorum. Bu yazdıklarımı birilerinin sana ulaştıracağına pek ihtimal vermiyorum.
Senin samimiyetine inanmamam için ilk neden, dünya basının sana olan ani ilgisi. Senden önce de iklim için eylem yapan çocuklar-gençler oldu. Hatta onlar bizzat evlerini, köylerini, tarlalarını, ormanlarını, göllerini, denizlerini ve doğalarını savunuyordu.
Basının ani ilgi gösterdiği çevreciler, genelde çevrenin dost görünümlü düşmanları oluyor. Bana TEMA vakfı kurucusu Hayrettin Karaca'yı hatırlatıyorsunuz. Erezyon diye diye 90'larda yeri-göğü inletiyor, çayırlara-meralara ot ekiyor, yamaçları taraçalandıyor, siyasilere lafını esirgemiyor, geniş alanlarda ağaçlandırma yapıyordu.
Lakin Hayrettin Karaca ve Tema, şirketlere, holdinglere hiç laf etmiyordu. Sonuçta meraları bir avuç ot parasına yağmalayan yasayı ve ormanlara hançer vuran yasayı çıkarmayı başardı. Hayrettin Karaca bir kere Isparta'ya, üniversitemiz Süleyman Demirel'e gelmişti. Herkese laf giydirmiş, ben İstanbul'un kuzey ormanlarına ilk hançeri vuran Koç Üniversitesini sorduğumda beni azarlamıştı.
Sen de Greta, devletlere, politikacılara lafını esirgemiyor, ama şirketlere laf etmiyorsun.
Ülkemizin en büyük tekstil patronlarından birinin gerçekten doğa aşkı adına bu işe girdiğini düşünmek, ancak basının toplu propagandası ile inanılacak bir saçmalıktır. Sen de Greta, sanayileşmiş bir refah ülkesinin bireyi olarak senin bütün bunları doğa aşkına yaptığına inanmıyorum.
Lenin'in dediği gibi, son adımda devrimden yana olup, olmamanız, sadece bulunduğunuz sınıfla ilgilidir. Yani hiç gitmediği Britanya adasının gelirlerinin tamamına yakınını kendi kesesine aktaran Roma senatörü Seneca gibi yazılarınızda gerçek bir sosyalist olabilirsiniz ama o devrim anında Bolşeviklerin karşısında olacaksınızdır.
Greta, sen belki bir dolar milyoneri veya milyarderi değilsin lakin pek çok ülkenin halkı için süper bir refah seviyesindesin ve sen toprağını maden kartellerinden korumaya çalışan köylü çocuklarının tırnağı bile olamazsın.
Sana sorarım Greta, hangi ayakkabına pençe yaptın ya da iyice yırtılana kadar giydin? O elbise ve ayakkabıları, Türkiye, Mısır, Bangladeş ve benzeri ülkelerdeki üç kuruş maaşlı işçiler üretiyor. Aynı sefil atölyede en ucuz elbiseler ile en lüks markalar yan yana üretiliyor.
Ama o lüks markaları tasarımcılar tasarlıyorlar diyeceksin. Tasarımı da gene üç kuruş maaşlı desen ressamları ile stilistler yapmakta. Modacılar, muhteşem eserlerle aklımızı baştan almak isteyen sanatçılar değil, ucuza mal ettikleri malları bize kakalamaya çalışan sahtekar tüccarlardır.
Sonra Greta, elektronik eşyalarını, özellikle cep telefonunu ne sıklıkla değiştiriyorsun? Ben dikiş tutmaz derecede eskiyene ya da çalınana kadar kullanıyorum. Akıllı telefonlar çoğunlukla 4 sene dolunca kullanılamaz oluyorlar.
O elektronik eşyalarda kullanılan değerli madenler yüzünden Sahra Altı Afrika'da özellikle Kongo Demokratik Cumhuriyetinde şiddeti sık sık şiddeti değişen çatışmalar oluyor, Kongo Yağmur ormanları tahrip ediliyor.
Yağmur ormanları demişken, o bol bol yediğin çikolata ve hatta banyo yağlarında kullanılan palmiye yağları yüzünden Endonezya ormanları yağmalanıyor, orangutanlar evsiz kalıyor.
Evsiz kalanlar demişken, şiddeti hiç azalmayan Suriye ve Yemen iç savaşları için de bir şey demeyecek misin Greta? O savaşta doğa zarar görmüyor mu sanıyorsun?
Sonra her yaz güneşlendiğin, Araplar gibi bronzlaşıp, karardığınız ve yüzdüğünüz o oteller uğruna nice orman yakılıyor biliyor musunuz?
Ayrıca yazları kararıp, yüzmekten ibaret tatil anlayışınız da saçma. Benim öyle her sene bir yerlere gitme imkanım olsa her sene başka bir ülkeye, şehre veya denize giderim. Yeni dünyalar keşfederim.
Gençken turizm sektörünün ülke ekonomisini kurtaracağını düşünürdüm. Çünkü basın böyle propaganda yapıyordu. Bu gün ise görüyorum ki sahil boyunca o oteller yıkılsa, yerine zeytin, portakal, mandalina bahçeleri, susam, pamuk, kereviz tarlaları olsa, ekonomi için daha iyi olur. Ayrıca o koylardaki beton binaları yıkıp, tekrar ağaç dikmeli. Sizden de rica ediyorum, o İngiliz usulü kum-güneş-deniz üçgenli tatil anlayışınızı değiştirin. Öyle yapmayacaksınız biliyorum ama ben istemiş olayım.
Son olarak Greta, senden de, bu büyük şirketlerin çıkarına bir şeyler çıkacak diye düşünüyorum, tıpkı TEMA gibi.
Son olarak Greta, insan hangi sınıftan olursa olsun, Atatürk'ün dediği gibi, gerçekleri söylemekten korkmamalı.
Evsiz kalanlar demişken, şiddeti hiç azalmayan Suriye ve Yemen iç savaşları için de bir şey demeyecek misin Greta? O savaşta doğa zarar görmüyor mu sanıyorsun?
Sonra her yaz güneşlendiğin, Araplar gibi bronzlaşıp, karardığınız ve yüzdüğünüz o oteller uğruna nice orman yakılıyor biliyor musunuz?
Ayrıca yazları kararıp, yüzmekten ibaret tatil anlayışınız da saçma. Benim öyle her sene bir yerlere gitme imkanım olsa her sene başka bir ülkeye, şehre veya denize giderim. Yeni dünyalar keşfederim.
Gençken turizm sektörünün ülke ekonomisini kurtaracağını düşünürdüm. Çünkü basın böyle propaganda yapıyordu. Bu gün ise görüyorum ki sahil boyunca o oteller yıkılsa, yerine zeytin, portakal, mandalina bahçeleri, susam, pamuk, kereviz tarlaları olsa, ekonomi için daha iyi olur. Ayrıca o koylardaki beton binaları yıkıp, tekrar ağaç dikmeli. Sizden de rica ediyorum, o İngiliz usulü kum-güneş-deniz üçgenli tatil anlayışınızı değiştirin. Öyle yapmayacaksınız biliyorum ama ben istemiş olayım.
Son olarak Greta, senden de, bu büyük şirketlerin çıkarına bir şeyler çıkacak diye düşünüyorum, tıpkı TEMA gibi.
Son olarak Greta, insan hangi sınıftan olursa olsun, Atatürk'ün dediği gibi, gerçekleri söylemekten korkmamalı.
7 Kasım 2019 Perşembe
NUTUK VE ORHUN YAZITLARI KARŞILAŞTIRMASI 2
Nutuk ve Orhun kitabelerini, özellikle bloguma epey bir zaman önce yazdığım ilk yazı ilgi çekince, o zamanlar atladığım bazı şeyleri de eklemek istedim. O ilk yazıda eksik kalan bir şeyler vardı.
En başta Twitter'da birisi bana, Atatürk'ün meşhur Hattı Müdafa Yoktur, Sathı Müdafa Vardır, O Satır Bütün Vatandır diye özetlediği savaş taktiğini, Orhun Kitabelerinde anlatılan ve düşmanı yayılarak savaşma olarak geçtiğini ve ilhamını buradan aldığını yazıyor. Doğrudur ve benim anlamam da normaldir. Benim bütün askerliğim, altı ayı çavuş olarak geçen, sekiz aylık askerliğimden ibarettir. Bunu da yazmasam olmazdı.
Bence Atatürk belli ki Samsun'a çıkmadan çok önce Orhun kitabelerini okumuştu. Kitabelerde Bilge Kağan'ın ilk önce Türk boyları arasında birlik sağlama ve bir çeşit boylar arası meclis kurma çabası olduğunu görürsünüz. Özellikle Bilge Kağan yazıtının, tıpkı Nutuk gibi, çok azı yapılan savaşlara ayrılmıştır. Orhun yazıtlarının ve Bilge Kağan yazıtının büyük bölümü, diğer boylarla uzlaşma çabası görürsünüz. Nutuk'un da en büyük kısmı, 27 Aralık 1919'da Atatürk'ün Ankara'ya gelişi ile, 23 Nisan 1920'de meclisinin açılışı arasındaki süreyi anlatır.
Her iki yazıtta da, düşmanı sadece oyalayan gerilla savaşı yerine, düzenli ordu oluşturma çabaları içerir.
Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesinin de Orhun yazıtlarında olduğunu görürsünüz. İslam öncesi çağdaki Türkler, şimdilerin Turancıları gibi sürekli savaş ve yağma meraklısı değildi.
Kaldı ki böyle Karaib korsanları gibi sadece ya da parasız kaldıkça yağma yapan bir topluma dayalı devlet düşüncesi çok mantıksızdır. Bilge Kağan yazıtında Çinlilerle ticaret yapalım, oradan kervanlar gelsin, biz onlara kervan gönderelim, der.
Cengiz Han ile ilgili, Moğolların Gizli Tarihi adlı kitap, böyle bir devlet fikrinden bahseder. Cengiz'in vasiyeti olan Altın Defter'de ise pek çok boya toprağa yerleşme yasağı getirilmiş, atlar ve bakımı ile ilgili işler kölelere yasaklanmıştır. Oysa daha Cengiz'in ölümünün ardından elli sene geçmeden çoğu Moğol, çoktan şehirlileşmiştir bile.
Bu yüzden Atatürk, İzmir iktisat Kongresinde: Kılıç sallayan el, zamanla zayıflar, saban tutan el ise gittikçe güçlenir. Biz Anadolu'yu saban tutan bir avuç köylü sayesinde elimizde tuttuk, demiştir.
Son bir husus da, Atatürk ve İnönü arasındaki arkadaşlığı, Bilge Kağan ile Tonyukuk arasındaki ilişkiye benzetirim. Bilge Kağan'a baş veziri ve kayın pederi Tonyukuk'a her zaman güvenmiş, dargın olduğu, görevden uzaklaştırdığı (Anıtları arasındaki mesafenin uzaklığını buna yorumluyorlar) halde her zaman ikinci adamı yapmıştır.
Lenin'in ikinci adamı görünüşte Troçki'ydi. Ama Troçki, Bolşeviklere, Şubat devriminden sonra katılmıştı ve daha öncesinde bir Menşevikti. Lenin onun için; Troçki aramıza en son katılan Bolşeviktir ve şüphesizdir ki en yetenekli Bolşeviktir, demiştir.
İkinci adamı olmaması, devlet adamlarına hep dert olmuştur. Kendilerinden sonra ideoljilerinin hatta devletlerinin yıkılma, demokrasiye geçememe tehlikeleri hep vardır. Yugostlavya, Tito'dan sonra kendisine lider bulamadı ve 1990'da Sovyetlerin yıkılışından sonra iç savaşa sürüklendi.
Atatürk, şoven duyguları kuvvetli birisiydi. Yazıtları okuduğunda muhtemelen çok etkilendi. Belki de Göktürk alfabesini de denemek istedi. Lakin arada pek çok engel vardı.
Bir kere bu alfabe, taş ya da ağaca kazınmaya uygundu, yazımında arada boşluklar yoktu. Ayrıca aradan geçen bin yıldan uzun süre, bazı yeni sesleri Türkçe'ye girmesi ve bazı seslerinde Türkçe'den (en azından Türkiye Türkçesinden) çıkması, bu alfabeyi günümüz için kullanılamaz hale getirmişti.
Latin harfleri ile yazılan Türkçe'nin noktalı harfleri (hani internette kullanılamayan ş, ü (büyük), u (küçük), ğ gibi harflerin eklenmesi de, Latin alfabesi ile Göktürk alfabesi arasında ortak nokta bulma çabası olarak görülebilir.
Son olarak ilk yazı için: http://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/nutuktan-akildakalanlar-ve-orhun.html
Her iki yazıtta da, düşmanı sadece oyalayan gerilla savaşı yerine, düzenli ordu oluşturma çabaları içerir.
Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesinin de Orhun yazıtlarında olduğunu görürsünüz. İslam öncesi çağdaki Türkler, şimdilerin Turancıları gibi sürekli savaş ve yağma meraklısı değildi.
Kaldı ki böyle Karaib korsanları gibi sadece ya da parasız kaldıkça yağma yapan bir topluma dayalı devlet düşüncesi çok mantıksızdır. Bilge Kağan yazıtında Çinlilerle ticaret yapalım, oradan kervanlar gelsin, biz onlara kervan gönderelim, der.
Cengiz Han ile ilgili, Moğolların Gizli Tarihi adlı kitap, böyle bir devlet fikrinden bahseder. Cengiz'in vasiyeti olan Altın Defter'de ise pek çok boya toprağa yerleşme yasağı getirilmiş, atlar ve bakımı ile ilgili işler kölelere yasaklanmıştır. Oysa daha Cengiz'in ölümünün ardından elli sene geçmeden çoğu Moğol, çoktan şehirlileşmiştir bile.
Bu yüzden Atatürk, İzmir iktisat Kongresinde: Kılıç sallayan el, zamanla zayıflar, saban tutan el ise gittikçe güçlenir. Biz Anadolu'yu saban tutan bir avuç köylü sayesinde elimizde tuttuk, demiştir.
Son bir husus da, Atatürk ve İnönü arasındaki arkadaşlığı, Bilge Kağan ile Tonyukuk arasındaki ilişkiye benzetirim. Bilge Kağan'a baş veziri ve kayın pederi Tonyukuk'a her zaman güvenmiş, dargın olduğu, görevden uzaklaştırdığı (Anıtları arasındaki mesafenin uzaklığını buna yorumluyorlar) halde her zaman ikinci adamı yapmıştır.
Lenin'in ikinci adamı görünüşte Troçki'ydi. Ama Troçki, Bolşeviklere, Şubat devriminden sonra katılmıştı ve daha öncesinde bir Menşevikti. Lenin onun için; Troçki aramıza en son katılan Bolşeviktir ve şüphesizdir ki en yetenekli Bolşeviktir, demiştir.
İkinci adamı olmaması, devlet adamlarına hep dert olmuştur. Kendilerinden sonra ideoljilerinin hatta devletlerinin yıkılma, demokrasiye geçememe tehlikeleri hep vardır. Yugostlavya, Tito'dan sonra kendisine lider bulamadı ve 1990'da Sovyetlerin yıkılışından sonra iç savaşa sürüklendi.
Atatürk, şoven duyguları kuvvetli birisiydi. Yazıtları okuduğunda muhtemelen çok etkilendi. Belki de Göktürk alfabesini de denemek istedi. Lakin arada pek çok engel vardı.
Bir kere bu alfabe, taş ya da ağaca kazınmaya uygundu, yazımında arada boşluklar yoktu. Ayrıca aradan geçen bin yıldan uzun süre, bazı yeni sesleri Türkçe'ye girmesi ve bazı seslerinde Türkçe'den (en azından Türkiye Türkçesinden) çıkması, bu alfabeyi günümüz için kullanılamaz hale getirmişti.
Latin harfleri ile yazılan Türkçe'nin noktalı harfleri (hani internette kullanılamayan ş, ü (büyük), u (küçük), ğ gibi harflerin eklenmesi de, Latin alfabesi ile Göktürk alfabesi arasında ortak nokta bulma çabası olarak görülebilir.
Son olarak ilk yazı için: http://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/nutuktan-akildakalanlar-ve-orhun.html
30 Ekim 2019 Çarşamba
HANİBAL'İN YEM BORUSU VE EYT
Kartacalı komutan Hanibal, savaş kazanmak için gerekli olanın iyi ordu, iyi komutanlar değil de, sağlam devlet yapısı gerektiğinin ispatıdır. Hanibal'in Canea zaferi, Roma'yı yıkmamış, Sikippio'nu Zama zaferi, Kartaca'yı geri dönmesi imkansız bir yıkıma uğratmıştır.
Hanibal, Zama yenilgisinden sonra Kartaca'dan başka devletler için de generallik yapmış, son olarak da bu günkü İzmit'i başkent yapmış Bitinya devleti kralı Pirusa adına çalışmış, ona bu günkü Bursa ovasını boş bıraktığını, burada bir şehir kurmasını söylemiş, kral da bu tavsiyeye uyarak bu günkü Bursa şehrini kurmuştur. Bitinyalıların kendisini Romalılara teslim edeceğini öğrenince de intihar etmiştir. Mezarı İzmit'de, Tübitak'ın arazisi içindedir.
Kendisi ile ilgili anlatılan ilginç bir olaysa, Pavlov'un teorisinin o yıllarda da, en azından pratikte de bilindiğini gösterir.
Hanibal'in orduları, atları ile gemidedir. Gemide seyahat uzun sürer ve atların yemi biter. Hayvanlar açlıktan huzursuzlanır. Hanibal yem borusunun çalınmasını emreder. Atlar yem beklentisi ile sakinleşir. Sonra gene huzursuzlanır, gene yem borusu çalar ve ordu kıyıya gidene kadar durumu idare ederler.
Bu yem borusu taktiğini politikacılar ve hatta şu anki iktidar da çok güzel kullanmaktadır.
AKP'nin ilk iktidar yıllarında basında sürekli Norveç yüz bin Türk işçi alacak, Kanada yüz bin göçmen alacak ve Çin yüz bin turist gönderiyor gibi haberler çıktı.
Sonra hemen her seçim öncesi, bir yerlerde kömür, uranyum, altın ve benzeri madenler bulundu. Trakya'da her seçim öncesi doğal gaz bulundu.
Ardından milli araba, milli uçak, milli tank geldi. (Sonuçta yangın söndürme uçağını tamir edemiyoruz falan dediler) Her seçim öncesi ortaya çıktı, hatta bir kere videosu çıktı. Hatırlar mısınız, tam da seçimlere haftalar vardı?
Bu güzel haberler sık sık gelse de, seçimlere yakın çoğalır. Tıpkı her gün gelen dilencilerin cuma, muharrem ve ramazan gibi günlerde daha sık gelmesi gibi.
Bazı yem boruları seçimlerden sonra başka olayların ve başka yem borularının arasında gümbürtüye gider ve hepten unutulur. Mesela 3600 gösterge? Ne oldu memurlara verilecek bu göstergeye.
Bu gösterge masalının arkasında, emekliliği gelmiş ama emekli olmamış memurları, emekli olmamaya ikna etme amacı vardı.
Zira iki türlü sıkıntı var emeklilikte yaşa takılanlarla ilgili olarak.
En baştan söyleyeyim, ben de eyt'li olarak bu yaş meselesinden 7-8 sene fazladan çalışacağım. Bence bu sorun anca son eyt'li emekli olunca ya da ölünce anca biter. Türkiye'de Ekim devrimi gibi devrim olsa bile gene bitmez.
Bunun ilk nedeni herkesin tahmin ettiği maddi sorunlar. Zira birileri emekli olunca, hem emekliye, hem de emekli olanın yerine yeni gelene maaş bağlamak gerek.
Geçmişte pek çok kişi 43-44 ve hatta daha genç yaşlarda emekli oldu. Bunların büyük bir kısmı da (özellikle kadın ve devlet memuru olanları), ekonomiye hiç bir katkı sağlamıyor. Hani, hm emekli olup, hem çalışsa, devlet belki ona da razı olacak.
Olayın ekonomik yönü başka. Bir de devleti yoracak diğer yönü var.
Öğretmenlikte belli branşlarda böyle yığılma var. Mesela teyzem (benden bir buçuk yaş büyük) altı yıl bankacılık yaptıktan sonra, sırf İngilizce hazırlık yaptıktan sonra, İngilizce öğretmeni olarak atandı.
Teyzemden bahsetmişken, bir Hanibal yem borusu hikayesi de ondan dinlemiştim. Çalıştıkları banka BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) tarafından kapatılmış, son bankacılık işlemleri falan yapılıyor, Halkbank çatısındalar ve Halkbank' dan maaş alıyorlar. İşten atılmaları ay değil, gün meselesi. İşte o günlerde, bankanın üst düzey bir müfettişi geliyor ve vaatlerini sayıyor:
-Yakında BDDK'dan çıkacağız, Türkiye'nin Citibank'ı olacağız. Arkadaşlar, gidiyoruz....
-Nereye diye sormuş teyzem. Müfettiş anlamamış veya anlamazdan gelmiş.
-Geleceğe, ileriye diye devam etmiş. Yani yemin kırıntısı bile yokken yem borusu çalmak, yönetici olmanın şanındandı anlaşılan.
Öğretmen açığı, şu atanamayan öğretmenler furyasında, sadece bütçe ve kararname işi.Asıl tehlike orduda ve polislikte. Belli dönemlerde büyük çaplı polis, astsubay ve uzman çavuş alımları yapıldı.
Öte yandan bu EYT homurdanmasının ve huzursuzluğunun başka nedenleri de var.
Darbe teşebbüsünden bu yana 3 yıldan fazla zaman geçti. Halen de tasfiyeler, tutuklamalar devam ediyor. Bir ay kadar önce 111 (yüz on bir) astsubay tutuklandı ve olay sadece bir kaç gazetede küçük haber olarak yayımlandı.
Seksenlerde ve doksanlarda Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararları ile elli-almış subay-astsubayın ordu ile ilişiğinin kesilmesi, günlerce manşetlerden düşmezdi. Meşhur 28 Şubat yıllarında bile (1997-1998-1999 falan) en fazla 150-160 olmuştu.
Yüzden fazla astsubayın tutuklanması, Türkiye'nin dört-beş kat daha fazla askeri olan Çin, Amerika, Rus ordularında bile olsa, yer yerinden oynamalı ama Türkiye'de neredeyse yaprak bile kımıldamadı.
Şimdi bu ortamda çalıştığınızı düşünün. Sadece ordu ve emniyet değil, pek çok kurum da benzer durumda. Fırsatını bulsa, herkes kaçacak.
Hatta mevcut emekliliğini doldurmuşları da 3600 gösterge vaadi ile durduruyorlar.Yazının başında da bahsetmiştim.
Şu günlerde basında iki de bir çıkan EYThaberleri de bana Hanibal'in yem borusunu aklıma getiriyor.
Hanibal'in yem borusu demişken. Pavlov'da zil ve ışık sonrası bazen et verdiği, bazen vermediği köpekleri (özellikle en fazla üzerinde çalıştığı Layka'yı) histeri yapmış. Böylece o vakte kadar sadece kadınlarda olduğuna (%90 kadın hastalığıdır) ve sebeinin kadınların cinsel tatminsizliği olduğuna inanılan histeri hastalığını yeniden tanımlayarak, histerinin aslında kaygı bozukluğu olduğunu ispat edip, 1904 Nobel Tıp ödülünü almış.
Hanibal'in de taktiksel deha olmasında rağmen Romalılar tarafından her seferinde nihai yenilgiye uğraması, askerleri ve halkı üzerinde güven sorunu yaratıp, kaygı bozukluğuna sebep olması olmasın?
15 Ekim 2019 Salı
DOKSANLAR VE TARKAN ÇILGINLIĞI
Yıllardır süren bir doksanlar muhabbeti var, şöyleydi, böyleydi diye.
Ben söyleyeyim, doksanlar müzik hariç berbattı. Bosna, Irak savaşları, katledilen siviller, kurulup-dağılan koalisyonlar, ekonomik krizler, iflaslar, banka iflasları, intiharlar vs vs derken bu günkü döneme gelen krizlerin dönemiydi.
Bu dönemde müzikte Rönesans denebilecek şeyler oluyordu. Hep popla anılsa da, Haluk Levent, Bulutsuzluk Özlemi gibi rakçılar, Pentagram, Deathroom gibi metalcilerin, Muazzez Ersoy, Ebru Gündeş gibi Türk sanat müziği şarkıcılarının, Hakan Taşıyan, Hakan Altun gibi arabeskçilerin, pek çok halk ozanının şöhret olduğu, unutulmuş 60'lar ve 70'ler şarkıcılarının (Erol Büyükburç, Ali Rıza Binboğa vs) yeniden kaset yaptığı, Şahsenem gibi Orta Asyalıların Türkiye'ye şöhret olmak için geldiği yıllardı.
O dönem şarkıcılarının sırf adını anmış olmak için yazmak sayfaları alır. Neredeyse her hafta bir şarkıcı şöhret oluyor, bir şarkıcı da unutuluyordu.(Şimdilerin sosyal medya fenomenleri gibi)
O yıllarda bir milyonun üzerinde kaset (albümler genelde kaset şeklinde tüketildiği için kaset denirdi) satmış bazı popçular bile zaman içinde unutuldu. (Şimdilerin milyon tıklananların unutulması gibi)
Olayların merkezinde Kral TV ve Sezen Aksu vardı. O yıllarda her genç popçunun idolü Sezen Aksu'ydu. Her sene Nisan ayı gibi üç-beş eski vokalistini müzik piyasasına sürerdi.Sezen Aksu'dan beste, güfte desteği almak, kasetin 250 bin satmasının ve iki düzine dolu salonlu konserin garantisiydi.
Kral TV ise tamamen Uzan ailesin, özellikle şimdilerde firarda olan şişko (ben de çok zayıf değilim) Kemal Uzan'ın keyfine kalmıştı. Şarkıcı Yeşim Salkım'la evli olan Kemal Uzan, evli bir erkekle çok güzel bir ilişkisi olan (bu evli erkekle çok güzel bir ilişki, eşi Yeşim Salkım'a ait. Bir magazin programında söylemişti) pop şarkıcısı tarafından ret edilince, söz konusu popçunun önce kliplerine ambargo koydu, sonra da Star, Kral ve bilumum tv-gazete ve radyolarında magazinci ordusu ile yerin dibine sokup, piyasadan sildi.
Kral TV ve Uzan ailesi Sezen Aksu ve vokallerinden oluşan kabilesine bile ambargo koyabiliyordu. Yıllarca Sezen Aksu, kabilesi ve pek çok sanatçı (çoğunlukla da solcu) şarkıcı Kral tv ve pek çok Uzan kanalından, Yedikule konserleri gibi pek çok etkinlikten uzak kaldı.
O zamanlar bu Kral'a ve kraliyet ailesine bile diz çöktürecek bir megastar vardı, Tarkan.
Tarkan ilk olarak 1993 yılbaşında televizyona çıktı. Şarkısı Kıl Oldum abi diye dönemin modasına uygun absürt şarkılardan biriydi.
Derken 1994'de Tarkan patladı, ama ne patlayış. İngilzce albümü tutmayınca basın onunla alay etmeye çalıştı. Fakat bu sefer de Tarkan'ın Türkçe albümü yurt dışında çok satınca, hakiki Tarkan fırtınası başladı.
1995 ile 2001 arasındaki baharlar, (94'ü tam patlama olduğu ve fırtınanın hazırlık aşaması olduğu için dahil etmiyorum) Nisan ayında Tarkan'ın albümünü beklemekle geçiyordu. Bu arada kadın şarkıcılar, Tarkan'dan önce, hemde mümkün olduğunca önce kaset çıkarmak için acele ederdi.
Derken mayıs ayında bir gün Tarkan'ın kaseti çıkar, çok satmakla kalmaz, diğer popçuların kasetlerini de satılmaz hale getirirdi.
Çılgınlık kaset satışı ile bitseydi, bu yazıyı yazmaya gerek kalmazdı. 1986 yılında, Dünya üzerindeki tüm ses kayıt ürünlerinin (kaset, cd, plak vs) %5'i Michel Jackson'a aitti. O yaz, haziranın sonu, hatta temmuzun ortasına kadar sadece Tarkan dinlenir, Tarkan dinlenmekten kurtulamazdınız.
O zamanlar her takside, minibüste radyo-kasetçalar olurdu. Eğer kasette Tarkan çalmıyorsa, radyoda Tarkan çalardı. Gün boyu Tarkan çalan radyo kanalları, akşam istek saatlerinde (prime time denen 18-23 saatleri arası telefonla bağlanılan istek saatlerine ayrılırdı) en fazla on beş dakikada bir Tarkan şarkısı istenir, o zamanlar istek şarkı ile laf atma modası gereği de Yakalarsam muck muck şarkısı bazı kızlara veya hasımlara armağan edilirdi. Telefonun ucunda ve radyo başındaki dicey de, az önce Tarkan çaldık ya, demezdi.
Tarkan dinlememek için suya dalsanız, gezinti teknesinden, suyun dibine ulaşırdı, dağa çıksanız çobanın radyosunda çalardı.
Tarkan'ı boykot etmek ne mümkündü? Yıllarca Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay gibi yüksek kaşeli, dev müzisyenleri boykot eden TRT bile, Tarkan'ın gücüne çok az dayanıyor. Zira o günlerde televizyon ve radyo kanalları arasındaki rekabet, TRT'yi de zorluyordu.
Uzan grubu, solcuları sevmez, solcuara kanalını sonuna kadar kapatırdı. Tarkan ise, Hasankeyf'in su altında kalmasına karşı çıkarak, safını belli etse de, ona tavır alamadılar.
Tarkan, şarkılarını Sezen Aksu'dan alıyordu. Bir ara Sezen Aksu ile Tarkan küstü (bu küslük halen sürmekte) ve o zamanlar Tarkan bitti, Tarkan'ı Tarkan yapan, Sezen Aksu besteleridir, deniliyordu. Oysa Tarkan, Sezen Aksu'nun yerini Nazan Öncel ile doldurdu. Nazan Öncel besteleri ile çok güzel albümler yaptı.
Her şey 2001 sonbahar-kışına kadar böyle güzel gitti. Her sene mayıs-haziran boyunca bol bol Tarkan dinlendi. Bu Tarkan fırtısnası Temmuz'un ortalarına doğru sakinleşir, ardından da Serdar Ortaç, Kenan Doğulu ve diğer popçular dinlenmeye başlanırdı.
Ne oldu ise 2001'de oldu. Önce Leman Dergisi çizeri Bahadır Boysal, Tarkan'ın Newyork'da bazı erkek arkadaşları ile samimi fotoğraflarından bahsetti.Sonra o fotoğraflar açığa çıktı.
Ardından da basın ve magazin alemi tüm gücüyle saldırıya geçti. Tarkan o günlerde komedyenlerin bile baş hedefi oldu. Adından saçma sapan espriler ürettiler.
Derken Tarkan bir basın açıklaması yaparak Amerika'ya yerleşti. Onunla alay eden bası, gel gitme anlamında barışmak ve gönül almak istedi ise de Tarkan bir süre yurt dışında yaşayıp, popüler olduğu Rusya'da para kazandı.
Bir kaç sene sonra döndükten sonra ise, hem pop bitmiş, hem de o Tarkan efsunu bitmişti. Daha 1997-98 gibi internetten şarkı indirmeler yüzünden kaset-cd satışları düşmeye başlamıştı. Hatta düşen kaset satışları yüzünden meşhur beste ve güftecileren şarkı alamayan popçular, yavaş yavaş türkülere sarmıştı.
Şimdi düşünüyorum da, doksanları, popun ve müziğin o muhteşem devrinin bitişini tetikleyen Tarkan'a yapılan haksızlıktı. Halkı Tarkan'dan soğutmaya çalıştılar ama sonuçta halk pop müzikten soğudu.
O yıllarda bir milyonun üzerinde kaset (albümler genelde kaset şeklinde tüketildiği için kaset denirdi) satmış bazı popçular bile zaman içinde unutuldu. (Şimdilerin milyon tıklananların unutulması gibi)
Olayların merkezinde Kral TV ve Sezen Aksu vardı. O yıllarda her genç popçunun idolü Sezen Aksu'ydu. Her sene Nisan ayı gibi üç-beş eski vokalistini müzik piyasasına sürerdi.Sezen Aksu'dan beste, güfte desteği almak, kasetin 250 bin satmasının ve iki düzine dolu salonlu konserin garantisiydi.
Kral TV ise tamamen Uzan ailesin, özellikle şimdilerde firarda olan şişko (ben de çok zayıf değilim) Kemal Uzan'ın keyfine kalmıştı. Şarkıcı Yeşim Salkım'la evli olan Kemal Uzan, evli bir erkekle çok güzel bir ilişkisi olan (bu evli erkekle çok güzel bir ilişki, eşi Yeşim Salkım'a ait. Bir magazin programında söylemişti) pop şarkıcısı tarafından ret edilince, söz konusu popçunun önce kliplerine ambargo koydu, sonra da Star, Kral ve bilumum tv-gazete ve radyolarında magazinci ordusu ile yerin dibine sokup, piyasadan sildi.
Kral TV ve Uzan ailesi Sezen Aksu ve vokallerinden oluşan kabilesine bile ambargo koyabiliyordu. Yıllarca Sezen Aksu, kabilesi ve pek çok sanatçı (çoğunlukla da solcu) şarkıcı Kral tv ve pek çok Uzan kanalından, Yedikule konserleri gibi pek çok etkinlikten uzak kaldı.
O zamanlar bu Kral'a ve kraliyet ailesine bile diz çöktürecek bir megastar vardı, Tarkan.
Tarkan ilk olarak 1993 yılbaşında televizyona çıktı. Şarkısı Kıl Oldum abi diye dönemin modasına uygun absürt şarkılardan biriydi.
Derken 1994'de Tarkan patladı, ama ne patlayış. İngilzce albümü tutmayınca basın onunla alay etmeye çalıştı. Fakat bu sefer de Tarkan'ın Türkçe albümü yurt dışında çok satınca, hakiki Tarkan fırtınası başladı.
1995 ile 2001 arasındaki baharlar, (94'ü tam patlama olduğu ve fırtınanın hazırlık aşaması olduğu için dahil etmiyorum) Nisan ayında Tarkan'ın albümünü beklemekle geçiyordu. Bu arada kadın şarkıcılar, Tarkan'dan önce, hemde mümkün olduğunca önce kaset çıkarmak için acele ederdi.
Derken mayıs ayında bir gün Tarkan'ın kaseti çıkar, çok satmakla kalmaz, diğer popçuların kasetlerini de satılmaz hale getirirdi.
Çılgınlık kaset satışı ile bitseydi, bu yazıyı yazmaya gerek kalmazdı. 1986 yılında, Dünya üzerindeki tüm ses kayıt ürünlerinin (kaset, cd, plak vs) %5'i Michel Jackson'a aitti. O yaz, haziranın sonu, hatta temmuzun ortasına kadar sadece Tarkan dinlenir, Tarkan dinlenmekten kurtulamazdınız.
O zamanlar her takside, minibüste radyo-kasetçalar olurdu. Eğer kasette Tarkan çalmıyorsa, radyoda Tarkan çalardı. Gün boyu Tarkan çalan radyo kanalları, akşam istek saatlerinde (prime time denen 18-23 saatleri arası telefonla bağlanılan istek saatlerine ayrılırdı) en fazla on beş dakikada bir Tarkan şarkısı istenir, o zamanlar istek şarkı ile laf atma modası gereği de Yakalarsam muck muck şarkısı bazı kızlara veya hasımlara armağan edilirdi. Telefonun ucunda ve radyo başındaki dicey de, az önce Tarkan çaldık ya, demezdi.
Tarkan dinlememek için suya dalsanız, gezinti teknesinden, suyun dibine ulaşırdı, dağa çıksanız çobanın radyosunda çalardı.
Tarkan'ı boykot etmek ne mümkündü? Yıllarca Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay gibi yüksek kaşeli, dev müzisyenleri boykot eden TRT bile, Tarkan'ın gücüne çok az dayanıyor. Zira o günlerde televizyon ve radyo kanalları arasındaki rekabet, TRT'yi de zorluyordu.
Uzan grubu, solcuları sevmez, solcuara kanalını sonuna kadar kapatırdı. Tarkan ise, Hasankeyf'in su altında kalmasına karşı çıkarak, safını belli etse de, ona tavır alamadılar.
Tarkan, şarkılarını Sezen Aksu'dan alıyordu. Bir ara Sezen Aksu ile Tarkan küstü (bu küslük halen sürmekte) ve o zamanlar Tarkan bitti, Tarkan'ı Tarkan yapan, Sezen Aksu besteleridir, deniliyordu. Oysa Tarkan, Sezen Aksu'nun yerini Nazan Öncel ile doldurdu. Nazan Öncel besteleri ile çok güzel albümler yaptı.
Her şey 2001 sonbahar-kışına kadar böyle güzel gitti. Her sene mayıs-haziran boyunca bol bol Tarkan dinlendi. Bu Tarkan fırtısnası Temmuz'un ortalarına doğru sakinleşir, ardından da Serdar Ortaç, Kenan Doğulu ve diğer popçular dinlenmeye başlanırdı.
Ne oldu ise 2001'de oldu. Önce Leman Dergisi çizeri Bahadır Boysal, Tarkan'ın Newyork'da bazı erkek arkadaşları ile samimi fotoğraflarından bahsetti.Sonra o fotoğraflar açığa çıktı.
Ardından da basın ve magazin alemi tüm gücüyle saldırıya geçti. Tarkan o günlerde komedyenlerin bile baş hedefi oldu. Adından saçma sapan espriler ürettiler.
Derken Tarkan bir basın açıklaması yaparak Amerika'ya yerleşti. Onunla alay eden bası, gel gitme anlamında barışmak ve gönül almak istedi ise de Tarkan bir süre yurt dışında yaşayıp, popüler olduğu Rusya'da para kazandı.
Bir kaç sene sonra döndükten sonra ise, hem pop bitmiş, hem de o Tarkan efsunu bitmişti. Daha 1997-98 gibi internetten şarkı indirmeler yüzünden kaset-cd satışları düşmeye başlamıştı. Hatta düşen kaset satışları yüzünden meşhur beste ve güftecileren şarkı alamayan popçular, yavaş yavaş türkülere sarmıştı.
Şimdi düşünüyorum da, doksanları, popun ve müziğin o muhteşem devrinin bitişini tetikleyen Tarkan'a yapılan haksızlıktı. Halkı Tarkan'dan soğutmaya çalıştılar ama sonuçta halk pop müzikten soğudu.
14 Eylül 2019 Cumartesi
BARBARLARI BEKLERCESİNE DEPREMİ BEKLEMEK (VE DİĞER FELAKETLERİ)
BARBARLARI BEKLERKEN
Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?Bugün barbarlar geliyormuş buraya.Senatörler neden yasa yapmadan oturuyorlar?Neden hiç kıpırtı yok senatoda? Çünkü barbarlar geliyormuş bugün.Barbarlar geldi mi bir kez, yasaları onlar yapacaklar.Senatörler neden yasa yapsınlar? Neden öyle erken kalkmış imparatorumuz,Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,şehrin en büyük kapısında neden kurulmuş tahtına, başında tacı, törene hazır?İki konsülümüzle yargıçlarımız neden böyleonların başbuğunu karşılamaya çıkmış imparatorumuz. Bir de koca ferman hazırlatmış ona rütbeler, unvanlar bağışlayan.Ellerinde neden böyle altın,işlemeli, kırmızı kaftanlar giyinip gelmişler? Neden böyle yakut bilezikler, parlak, görkemli zümrüt yüzükler takınmışlar? gümüş kakmalı asalar var?Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,Çünkü barbarlar geliyormuş bugün, onların gözlerini kamaştırırmış böyle takılar. Ünlü konuşmacılarımız nerde peki, neden herzamanki gibi söylev çekmiyorlar?neden herkes dalgın dönüyor evine?onlar pek aldırmazlarmış güzel sözlere. Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa? (Nasıl da asıldı yüzü herkesin!) Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar, Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi. ve sınır boyundan dönen habercilere göre, barbarlar diye kimseler yokmuş artık. Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Yunan yazar Kavafis'in enfes şiirinde, yabancıların, yani barbarların gelişini tedbir almadan, dedikodu yaparak bekleyen Yunanlıları anlatır.
Şiirin sonunda barbarlar gelmez ama illa bir gün gelecektir ve Yunanlılar aynı aymazlığa devam etmektedir.
Bizde de aynı aymazlık, deprem başta olmak üzere doğal felaketler için de olmaktadır. Öncelikle depremden ve beklediğimiz büyük İstanbul depreminden bahsedelim.
1999 depremlerinden (17 ağustos Gölcük 12 kasım Düzce) beri büyük İstanbul depremlerini bekliyoruz.
Sürekli 7 -7,5 şiddetinden bahsediliyor. Oysa İstanbul, 1509 yılında muhtemelen 8.1 veya üzeri meşhur kıyamet-i uğra (küçük kıyamet)'i yaşamış, tsunamiler surların üzerine çıkmıştı.
Hemen itirazlar olacak. Böylesi bir depreme Japonya bile yeterince hazır değil, biz nasıl olalım?
Bizim önümüzde daha tehlikeli 1755 Lizbon depremi örneği vardır. Çok şiddetli bu deprem, o dönem ülke zenginliklerinin çoğunu barındıran Lizbon şehrinin deprem ve tsunamilerle tamamen harap olması yüzünden Portekiz, sömürge ve deniz imparatorluğu yarışında geri kalmıştı.
Bizse benzer şekilde 1999'dan beri büyük İstanbul depremini beklediğimiz halde ülke sanayi ve ticaretini İstanbul ve çevresine yığmaya devam ediyoruz. 7 ya da 8, sonuçta ülke sanayisinin yarısı doğu Marmara bölgesinde (İstanbul, Bursa, Kocaeli,Sakarya,Düzce, Bolu, Bilecik ve bunlara yakın iller) ve bunu ülkeye dağıtmak yerine yapılan; sırf arsa rantı için zaten çekim yeri olmuş bölgeyi daha da doldurmak.
Öte yandan 2002 sonrası yapılan binalara hiç de güvenmemeli. Rant hırsı ile çalışan müteahhitlerin, çok sağlam bina, yol, köprü inşa edeceklerine çok da güvenmeyin.
Kaldı ki 2002 öncesi bir yığın bina var ve bu binaların molozlarının döküleceği hafriyat alanı bile belli değil.
(Efes, Milet, Truva gibi antik şehirlerin şimdilerde denize uzak olmalarının nedeni nehirler kadar, şehirlerin çöp, moloz ve hafriyatlarının denize dökülmedir Özelikle deprem sonrası yıkıntıların)
Sorun sadece yıkılacak binalar değildir. Şehirlerin yol, köprü ile beraber, içme suyu ve kanalizasyon durumu ne olacaktır, ülke nüfusunun beşte biri on günlüğüne de olsa (en iyimser tahmin belki de altı ay) nasıl beslenecektir? İstanbul'un bu açıdan derhal tahliye edilmesi lazım.
Şimdi tüm ülkeyi tahliye edemeyiz, geri kalan yerleri de, depreme dayanıklı ve olası depremzedeleri ağırlayacak hale getirmeliyiz. Sadece sağlam binalar değil, bolca geniş, boş alan (toplanma alanı için), buzhane (morg, 17 ağustos'un en unutulmaz fotoğrafı, morg olarak kullanılan buz pateni pistiydi)falan ayarlamalıyız.
Sorun sadece deprem değil. İlkim değişikliği ve küresel ısınma ciddi bir konu. Denizler öyle santim santim yükselmeyecek, bu ısı değişimi sırasında kutuplardan, buzullardan kopan buzlar, yağmur ve fırtına olarak yere inecek. Uzun bir dönem ülkemizin suptropikal denen daha yağışlı ya da sellerin daha çok olduğu bir iklime dönme ihtimali vardır. Özellikle Karadeniz yaylalarında sel felaketleri her sene artmakta. Karadeniz'de vadileri boşaltmak, sele daha uygun bir yerleşim düzenlemektir.
Şu günlerde ise Karadeniz yaylalarını oteller ve villalarla dolduruyoruz, olası bir süper selde daha çok kişi ölsün diye.
Neyse, bu kadar yeter. Gene barbarlardan konuştuk ve tedbir almadık.
Unutmadan, bu barbarlar illa gelecek.
1999 depremlerinden (17 ağustos Gölcük 12 kasım Düzce) beri büyük İstanbul depremlerini bekliyoruz.
Sürekli 7 -7,5 şiddetinden bahsediliyor. Oysa İstanbul, 1509 yılında muhtemelen 8.1 veya üzeri meşhur kıyamet-i uğra (küçük kıyamet)'i yaşamış, tsunamiler surların üzerine çıkmıştı.
Hemen itirazlar olacak. Böylesi bir depreme Japonya bile yeterince hazır değil, biz nasıl olalım?
Bizim önümüzde daha tehlikeli 1755 Lizbon depremi örneği vardır. Çok şiddetli bu deprem, o dönem ülke zenginliklerinin çoğunu barındıran Lizbon şehrinin deprem ve tsunamilerle tamamen harap olması yüzünden Portekiz, sömürge ve deniz imparatorluğu yarışında geri kalmıştı.
Bizse benzer şekilde 1999'dan beri büyük İstanbul depremini beklediğimiz halde ülke sanayi ve ticaretini İstanbul ve çevresine yığmaya devam ediyoruz. 7 ya da 8, sonuçta ülke sanayisinin yarısı doğu Marmara bölgesinde (İstanbul, Bursa, Kocaeli,Sakarya,Düzce, Bolu, Bilecik ve bunlara yakın iller) ve bunu ülkeye dağıtmak yerine yapılan; sırf arsa rantı için zaten çekim yeri olmuş bölgeyi daha da doldurmak.
Öte yandan 2002 sonrası yapılan binalara hiç de güvenmemeli. Rant hırsı ile çalışan müteahhitlerin, çok sağlam bina, yol, köprü inşa edeceklerine çok da güvenmeyin.
Kaldı ki 2002 öncesi bir yığın bina var ve bu binaların molozlarının döküleceği hafriyat alanı bile belli değil.
(Efes, Milet, Truva gibi antik şehirlerin şimdilerde denize uzak olmalarının nedeni nehirler kadar, şehirlerin çöp, moloz ve hafriyatlarının denize dökülmedir Özelikle deprem sonrası yıkıntıların)
Sorun sadece yıkılacak binalar değildir. Şehirlerin yol, köprü ile beraber, içme suyu ve kanalizasyon durumu ne olacaktır, ülke nüfusunun beşte biri on günlüğüne de olsa (en iyimser tahmin belki de altı ay) nasıl beslenecektir? İstanbul'un bu açıdan derhal tahliye edilmesi lazım.
Şimdi tüm ülkeyi tahliye edemeyiz, geri kalan yerleri de, depreme dayanıklı ve olası depremzedeleri ağırlayacak hale getirmeliyiz. Sadece sağlam binalar değil, bolca geniş, boş alan (toplanma alanı için), buzhane (morg, 17 ağustos'un en unutulmaz fotoğrafı, morg olarak kullanılan buz pateni pistiydi)falan ayarlamalıyız.
Sorun sadece deprem değil. İlkim değişikliği ve küresel ısınma ciddi bir konu. Denizler öyle santim santim yükselmeyecek, bu ısı değişimi sırasında kutuplardan, buzullardan kopan buzlar, yağmur ve fırtına olarak yere inecek. Uzun bir dönem ülkemizin suptropikal denen daha yağışlı ya da sellerin daha çok olduğu bir iklime dönme ihtimali vardır. Özellikle Karadeniz yaylalarında sel felaketleri her sene artmakta. Karadeniz'de vadileri boşaltmak, sele daha uygun bir yerleşim düzenlemektir.
Şu günlerde ise Karadeniz yaylalarını oteller ve villalarla dolduruyoruz, olası bir süper selde daha çok kişi ölsün diye.
Neyse, bu kadar yeter. Gene barbarlardan konuştuk ve tedbir almadık.
Unutmadan, bu barbarlar illa gelecek.
5 Eylül 2019 Perşembe
DİNSİZLİK TÜRLERİ 5-HOMOSEKSÜEL DİNSİZLİĞİ
Büşra Şanay'ın ensesti anlattığı Kardeşini Doğurmak kitabında, uzmanın biri ensest ile ilgili şu tanımı yapmakta: Ensest yasağı da, ensest tabusu da tüm insalıkta evrensel. Aynı şeyi homoseksüellikte de görebiliriz.
Dünyanın tüm toplumlarında hem homoseksüellik, hem de homofobi vardır.
Ensest ilişki, bazı saltanat ailelerinde (Firavular, Polinezya krallıkları ve Halikarnasos (Bodrum) antik şehri krallığı) normal sayılmış, sınırları ise toplumlara göre değişmiştir. Örneğin Arap-İslam toplumlarında kuzenler (amca çocukları) ile evlenilebilinirken, bazı toplumlarda en az yedi kuşak ötesine evlilik yasaktır.
Homoseksüellik de toplumlarda, en muhafazakar olanlarında bile kısmen hoş görülür. Zeki Müren, Bülent Ersoy'u zevkle dinleyen Türk halkı, mahallesindeki travesti veya homoseksüelleri döve döve öldürür.
İbrahimi dinler ise, homoseksüel olmayı cehennemlik olmanın garantisi olarak görür. Özellikle Lut kavminin helak olması efsanesinden yola çıkarlar.
Öte yandan bu İbrahimi dinin toplumlarında homoseksüellik vardır ve genelde her muhazakarlıkta olduğu gibi görmezden gelme eğilimi vardır.
Mesela Osmanlı'da kitap yazılmıştır, yazın oğlanlarla, kışın avratlarla yatılmalıdır diye. Osmanlı'da Yeniçeriler arasında Civelekler denen ve Yeniçeri kabadayılarına seks hizmeti veren oğlanlardan oluşan taburlar vardı.
Afganistan'da ise küçük erkek çocuklarının sömürülmesinden başka bir şey olmayan bacca bazi denen geleneği, devlet aracılığı ile kurumsallaştırdı.
Muhafazakar toplumlar, oğlancılık ya da kulanparalık denen aktif erkek homoseksüelliğini yüceltirken, ibnelik, puştluk denen pasif erkek homoseksüelliğini aşağılıyor.
Kadın ve erkeği birbirinden uzaklaştırması, toplumdaki muhafazakarlığı arttırıp, bir de inkar edilmesine sebep oluyor.
Modern yaşam ise toplumdaki herkes gibi homoseksüellerin de kendi haklarını araması ve kendilerini yüceltmesi çabalarına sebep olmakta. Bu çağda herkes hakkını arıyor.
Bunun sonucunda da homoseksüeller arasında dinsizlik, cinsel yönelimi farklı insanlardan daha fazla yayılmakta.
İbrahimi dinler ise, homoseksüel olmayı cehennemlik olmanın garantisi olarak görür. Özellikle Lut kavminin helak olması efsanesinden yola çıkarlar.
Öte yandan bu İbrahimi dinin toplumlarında homoseksüellik vardır ve genelde her muhazakarlıkta olduğu gibi görmezden gelme eğilimi vardır.
Mesela Osmanlı'da kitap yazılmıştır, yazın oğlanlarla, kışın avratlarla yatılmalıdır diye. Osmanlı'da Yeniçeriler arasında Civelekler denen ve Yeniçeri kabadayılarına seks hizmeti veren oğlanlardan oluşan taburlar vardı.
Afganistan'da ise küçük erkek çocuklarının sömürülmesinden başka bir şey olmayan bacca bazi denen geleneği, devlet aracılığı ile kurumsallaştırdı.
Muhafazakar toplumlar, oğlancılık ya da kulanparalık denen aktif erkek homoseksüelliğini yüceltirken, ibnelik, puştluk denen pasif erkek homoseksüelliğini aşağılıyor.
Kadın ve erkeği birbirinden uzaklaştırması, toplumdaki muhafazakarlığı arttırıp, bir de inkar edilmesine sebep oluyor.
Modern yaşam ise toplumdaki herkes gibi homoseksüellerin de kendi haklarını araması ve kendilerini yüceltmesi çabalarına sebep olmakta. Bu çağda herkes hakkını arıyor.
Bunun sonucunda da homoseksüeller arasında dinsizlik, cinsel yönelimi farklı insanlardan daha fazla yayılmakta.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)