25 Ekim 2020 Pazar

YAĞMUR ATSIZ'IN MUHTEŞEM BİTİŞİ



Hüseyin Nihal Atsız, Türk edebiyatındaki büyüklüğü daha ziyade ideolojiktir. Lakin o ideolojik büyüklüğü o kadardır ki, oğlu Yağmur bir yazısında, 64 bitti, 65'e giriyorum, halen Atsız'ın oğlu olarak anılıyorum demiştir.

Hüseyin Nihal Atsız, sağcı çevrelerce çok satılan ve çok okunan bir yazar olmasına rağmen, bence edebi açıdan zayıf bir yazardır. Romanlarına bir çok mantıksal hata vardır. Mesela Bozkurtlar Diriliyor'da ilk otuz sayfada Göktürkleri kumral, ela gözlü diye tarif eder, sonraki sayfalarda bu yazdıklarını unutur. Kumral, ela gözlü Göktürklerden biri Çinlilerin içine sızıp, casusluk yapar. Çinliler de kumral, ela gözlü bir Çinli nasıl oluyor, anlamaz. Buna benzer pek çok konu var ama konumuz kendisi değil, oğlu.

Yağmur Atsız, faşist Nihal Atsız'ın solcu-komünist oğlu olarak tanındı. Kardeşi Buğra, babası gibi Türkçü olmakla beraber, daha çok Ateizm görüşleri ile tanındı ve şu günlerde Kanada'da yaşamakta.

Kendisi ise uzun yıllar sosyal demokrat kalmakla beraber, belki de babasının kitabından gelen teliflerin hatırına, babasına pek laf ettirmedi. Babası düpedüz ırkçı ve kafatasçı olduğu, 1934 Trakya progromunu planlamış ve kışkırtmış, elli bin kadar Trakyalı Yahudi'nin yerinden, yurdundan etmiş, Nazi dergilerinden aldığı resim ve karikatürleri hayatı boyunca çıkardığı dergilerde kullanmıştı.

Kendisi de yazı hayatınca en azından solculuğa, hümanizme ve demokratlığa bağlı kalmıştı. Hrant Dink'in ölümünün ardından yazdığı Evet, ben bir Ermeni'yim başlıklı yazısı ile gönülleri fethetmişti. Ne oldu ise o yazıdan sonra başladı.

Önce İŞİD tehlikesi karşısında direnen Kobane (Ayn El Arab) halkına aynen alay etti, hem de babasının üslubuyla. Ardından da yıllarca arkadaşlık ettiği solcularla kavga etti. Şiirlerini besteleyen Zülfü Livaneli ile kavga etti, onlarca yılın hatırını çiğnedi. Bu kavganın ardından Arif Kemal'de biri hariç onun şiirlerinden bestelediği şarkılar youtube'dan başlayarak dijital platformlardan kaldırıldı. Bununla da yetinmedi, hayatımda hiç Komünist olmadım diye tüm solcu geçmişini ret etti.

Sonra bütün bu yaptıklarının ödülü olarak çalıştığı gazeteden (adını anmak istemiyorum) kovuldu. Aylar yıllar sonra başka bir gazetede köşe yazmaya başladı, ilk yazısında iktidarın liderine güzel bir övgü döşedi ve kovuldu.

Ah yağmur bey ağ, yetmişinden sonra yapılacak iş miydi bu? T24'e doluşmuş yetmez amacılar bile senden daha iyi durumda. Çünkü onlar senden daha önce çöpe atıldı, sen çok daha fazla kullanıldın, daha fazla kirlendin.

Adalet Ağaoğlu gibi seni yıkamak için sol edebiyat dergilere reklamlar veren, twitter'da tabela çalışması yapanın da yok. Kendisi yıllarca şeyhlere kanaat önderi   diye övgüler yağdırdığı halde Aziz Nesin gibi yıkanmadan, namazsız gömülerek aklanmaya çalıştı. Yağmur beyi böyle aklayan da olmayacak.

Bu yüzden yazıma resmini de koymuyorum

23 Ekim 2020 Cuma

SENLİ BENLİ SAMİMİYETSİZLİK

 


Türk insanının garip bir alışkanlığının sebebini merak eder dururdum. Anadolu'da nereye giderseniz gidin insanlar sizin nereli olduğunuzdan başlayarak, özel hayatınızı ve ailenizi aşırı derecede merak eder. İlginçtir, hangi üniversitede mezun olduğunuz, hayat felsefenizin hiç önemi yoktur. Sadece siyasi görüşünüzü merak eder, onun da sebebi, bizden misin, sizden mi kamplaşmasıdır.

Sonra bir dergi (Çeto edebiyat), yeni sayısında çıkacak bir yazının bir bölümünü internete koydu ve bence bir aydınlanma anı oldu. İnsanlar sizin ağzınızdan, sizden kelimelerle özelinizi öğrenip, sizinle samimi olduğunuzu düşünüyorlar ve bu samimiyetten de fayda umuyorlar, hatta bu fayda için seni zorlamaya çalışıyorlar. Ailevi problemlerini de yanlışlıkla anlatırsan üzerine tuz-biber oluyor. 

Bu duruma ben samimiyet diyemiyorum, senli benlilik diyorum. Çünkü pek çok kere sizli-bizli ilişkiler bana daha samimi gelmeye başladı. Çünkü senli-benli ilişkilerin içinde çok yoğun sinsilik var. Herkes kendisini saklarken, karşısındakini açmaya, bilgi almaya ve karşısındakini kandırmaya çalışıyor.



Abi, dayı, teyze kelimelerini en içten söyleyen esnaf, en sahtekar esnaf çıkıyor. Babam bu konuda bayağı tecrübeli, Bir ev kiralama fikrim vardı, çatı katı. Genç, iyi ısındığına yemin etti, babam yemim ediyorsa kaçacaksın dedi. Gerçekten de o semtte oturanlardan çatı katı tecrübesi olanlar, bana soğukluk destanı anlattılar. Biri, ben soba ile ısıtamadım dedi, diğeri de odayı ısıtıyorsun, kapıyı bir açıyorsun, ısı eksilerde dedi.

Ülkemiz insanı bu senli benliliği o kadar çok sever ki, artık bazı zincir marketlerin çalışanları, müşteriler ile samimi olmaya, özel günlerde gelen indirimli malları ayırmaya başladılar. Amirlerinden emir almasalar, böyle yapmazlar.

Politikacılar, sanatçılar ve işverenler  de kendilerine baba dedirtmeyi severler. Bu sözüm ona duygu bağı ile kazançlarını garanti etme çabaları vardır. Oysa bu çabalar ne kadar beyhudedir. Zira bu yapaylık karşılıklıdır ve kitleler bu sözüm ona abi ya da babalarını çok kolay terk ederler.

17 Aralık 2013 günü bu ülkenin en az %30'unun Fetöcü olduğuna yemin edebilirim ama  ispatlayamam. 2013 öncesinde, hele de 2002-13 arasında işini bilen Fetöcü olmalıydı. Ödülü; göstere göstere çalınan sorularla geçilen sınavlarda (KPSS-ALES-LES-ÖSS vs) yüksek puan almak, gözle görüne kusurlarına ve cahilliğine rağmen polis, subay, astsubay, uzman çavuş ve benzeri mesleklere kolayca girme, memur olduktan sonra kritik yerler başta olmak üzere rahatça atanmak,  devlet ihalelerinde okkalı paylar almak, dükkana müşteri garantisi, üniversitede ücretsiz yurt veya ev ve daha neler nelerdir. Aslında bu örgüt, doksanlarda bile çok güçlüydü.

Hem örgütten, hem de iktidardan nefret eden biri olarak, bir tarafın kazanacağına emin olmamakla beraber, gayet şiddetli bir çatışma bekliyordum. Hatta itiraf edeyim, 17 Aralık 2013'de bu konuda bir bahis oynasaydım, paramı Fetö'ye yatırırdım. Bir kere kalabalık ve güçlü olmaları bir yana, yolsuzluk operasyonu ile ilk darbeyi onlar vurmuştu. Sonra çok kalabalık ve güçlü olmaları bir yana; diğer tarikatları da bir orkestra şefi gibi yönetiyordu.

Oysa  muhteşem örgütlenme, ardından gelen 25 Aralık operasyonlarına da rağmen suya dokunan kağıt peçete gibi dağıldı. Hani eskilerden bazı şeyler için (Amerika- Rusya vs) kağıttan kaplan tanımı yapılırdı ya, Fetö'de bırakın kağıdı, kağıt peçete, hatta tuvalet kağıttan kaplanmış meğer. Daha aralık ayı bitmeden esnaf üçer beşer Zaman gazetesi aboneliğini bıraktı. İlk yenilginin sebebi merkez medyanın Fetö'ye karşı çıkmasıydı. 17 Aralıktan evvel esnafın % 80'i Zaman, Türkiye ve Akit gazetesi abonesiydi ama özellikle Zaman gazetesini gelenlerin gözünün içine sokardı. Zira bu gazetenin abonesi olan dükkana zabıta, maliye zor ceza yazardı. Gene dükkanların % 80'inde Fetöcü yurtlar, evler için sadaka kutusu olurdu. Fetö'nün mahalle aralarında boş dükkanlarda sık sık yaptığı kermesler de dolup, taşıyordu.

İlk esnaf terk etti Fetö'yü. Önce gazete abonelikleri kesildi. Gerçi Fetö uzun zamandır bırakın abone olmayı, kendisinden nefret edenlere bile Zaman gazetesini gönderiyordu. Kağıt masrafını umursamıyorlardı artık. Abone postasında sadece müdür, müdür yardımcısı gibi unvanlar (okullarda tüm idarecilere gönderiyorlardı), ya da sadece dükkanın adresi yazıyordu. Kepenglere, kapı aralarına, posta kutularına Zaman koymaya kalkanlar da ara ara dayak yedi. Ardından da Bankasya'dan para çekme furyası başladı. Pek çok şube kapanma noktasına geldi.

Sadece Fetö imamlığı-abiliği-ablalığını geçim kapısı yapanlar kaldı. Bütün o dindarlık gösterileri, ağlamalar, okunan cilt cilt kitaplar falan, hepsi sahteymiş. Örgüt en azından Mart 2014 seçimlerini etkiler dedim;  AKP F.G'nin memleketi Erzurum'da bile oyunu arttırdı.

Yıllarca içlerinde yaşadıkları, üniversite-eş seçimlerini bile abilerine bıraktıkları, sık sık toplanıp, birlikte yiyip-içip, ibadet ettikleri tarikat-örgütü bir haftada terk etti kitleler. Şimdilerde o Zaman gazetesini gözüne sokan esnaf, duvardaki Atatürk resmini gözümüze sokuyor. Şaka maka son bir yıldır duvarında-camında Atatürk resmi olan dükkan çoğaldı. Çünkü ciddi ciddi AKP'li ailenin çocukları bile tarikatla ilişkilendirilen mekanlara takılmak istemiyor. 

Aslında bu samimiyetsizlik tüm toplumda olan bir şey, hatta ne kadar muhafazakar ve taşralıysak, o kadar samimiyetsiz. En başta düğünler. O simli tenler, tene yapışan abiyeler, kat kat topuzlar ve iki yüzlülüğün simgesi takı törenleri. Bu altınlar aslında nesilden nesle aktarılan emanetler. Zira takanlar daima ne taktıklarını kafalarına kazıyıp, bir sonraki düğünde karşı taraftan bunu beklerler. O anlı-şanlı aşiret düğünlerinde bile bu durum böyledir. O kilolarca altınlar, metrelerce paralar sahiplerine bir şekilde geri gitmelidir. Zaten geri götürmeyeceklere de o kadar altın takılmaz. Yeni evlenen çiftlere destek olmak için içten verilen hediye değildirler yani.

Düğünler, feodal ülkelerde aile-akrabalık ilişkilerinin  yapaylığı kadar, yabancılara aile-akraba hitapları ile seslenmenin yapaylığının da göstergesidir. Hızlı samimileşmenin amacı karşındakini açıklarını aramaktır.

Ulusça resmi hitaplara alışmalı, herkesle hemen samimi olmamaya alışmalıyız. Senli-benli ilişkileri azaltmalıyız.



15 Ekim 2020 Perşembe

BAKARA MAKARA



 Bakara benim yıllar önce yazdığım bir romanın ve Kuran - ı Kerim'in en uzun suresinin adıdır. Buzağı ya da dana demektir. Yahudilerin, Musa peygamber Tur dağına  çıktığı bir kaç gün için dayanamayıp, taptığı altından buzağı heykelinden alır. Ben de insanların hakkında tanrı ya da peygamber gibi bahsettikleri din adamlarını birer sığır gibi gördüğüm için romana bu adı vermiştim. Şimdi de artık çekinmeden açıkta dolaşan, müritlerinin artıklarından şifa şeyler, gavsları aynı görüyorum. Onlar da bol sakalları ile bizonlara benziyorlar bence de.

Bakara suresi malum Fetö'nün sızdırdığı Bakara-Makara sallıyoruz bir şeyler videosundan sonra da moda oldu. (Fetöcüler sıkça çeşitli sitelere atıyor bu videoyu. Arayan bir şekilde bulur. Bakara-Makara sözü de, kamu oyunda dindar görünenlerin, perde arkasında dini pek de takmadıklarının simgesi oldu. İşin doğrusu bu Bakara-Makara durumlarını görmeniz için bu gerici milletimin telefonlarını dinlemenize veya içlerine sızmanıza bile gerek yoktur. Biraz yakınında olmanız kafidir.


https://urun.n11.com/oyku/bakara-P407277596

Bazı durumlarda da uzaktan da olsa sorgulamalı ve bunu zihnimizden yapmalıyız. Mesela namaz-oruç diye yırtınan din adamları neden zekat-sadaka için yırtınmaz. Neden yoksullara tahammülü önerdikleri kadar, zenginlere paylaşmayı önermiyorlar? Her seçim ya da referandum öncesi, Umut Sarıkaya'nın meşhur karikatüründeki gibi evet, tam destek diye böğüren ünlüler, neden bağış kampanyalarına sessiz? Krizde para kazanamıyorum diye ağlayanlar hep yandaş sanatçılar oldu, oysa muhalifler daha zor iş buluyor, onlardan ağlayan yok. 

Diğer yandan medyada hep denildiği gibi hiç villadan, lüks evden şehit cenazesi gelmiyor. Hatta lüks konutu geçtim, kısmen refahı yüksek semtlerden bile şehit cenazesi görülmüyor. Politikacıların bırakın çocukları, uzak akrabaları bile pek şehit olmuyor. Ben bir kere merhum Muhsin Yazıcıpğlu'nun yeğeni Kahramanmaraş'da mayına basıp, şehit olmuştu, bir de eski bakanlardan Ali Babacan'ın bir akrabası Bitlis'de şehit olmuştu. Son bir kaç yıldır politikacı yakınları ve zenginler askere bile gitmiyor. Bedelli askerlik iyice yaygınlaştı.

Şehitlik ve cennete ilişkin din adamlarının anlattıklarına zenginler ve politikacılar inansalardı, askerlik yapmak için para verirler, askere gitmek, hacca gitmek gibi bir şey olur. Vitamin değeri biraz daha yüksek, nadir meyveler için fazladan dünyanın parasını veren, birazcık daha fazla proteini ve kalsiyumu olan peyniri gariban marketlerine bile sokmayan zenginler, o cennet taamlarını, huri kızlarını kaçırır mı sanıyorsunuz? 

Şehitlere vaat edilen o cennet gerçek olsaydı, fakirlerin askere gitmesi yasaklanırdı. 

Hani Araplar için denir ya, Kuranı minder yapıyorlar, bizdeki hürmet, onlarda yok; işte o hürmet bizim dinbazlarda da yok, merak etmeyin. Bunu Isparta'nın bir ilçesinde imam hatipte çalışıreken yaşadım. 28 şubat sürecinin hemen ardından, altı yüz kadar öğrencisi olan okul, otuz küsur öğrenci ve on iki-on beş kadar öğretmenle kalmıştık. 28 şubat ve öğrencileri mağdur eden katsayı krizi (Katsayı krizi:  imam hatip ve meslek liselilerin çözdükleri sorular daha düşük puanlı  alıyor, sınavı kazanması zorlaşıyordu.) çıkınca okul müdürü başta olmak üzere neredeyse herkes çocuğunu başka okullara almıştı.  Okulda bir sürü boş sınıf ve terk edilmiş ders kitapları, dini kitaplar ve Kuran-ı Kerimler vardı. Dersimin olmadığı bir nöbet günümde kısmen düzenlemiştim. Bir tanesinde bayağı aşırı miktarda Kuran vardı ve galiba orası Kuran odasıydı. Bir tanesini aldım ve halen bende durur.

Kuran okunurken veya ezan okunurken konuşulmaz kuralı vardır. Pek çok dinci laik ya da laikçi (Fetöcülerin icadı bir laftır bu) dedikleri insan yoksa, buna pek aldırmazlar.  Gerek imam hatipler, gerekse tarikat üyesi yöneticilerimden  böyle davranışları sık gördüm. Hatta birisi ezan okuyan radyoyu kapatmıştı.



Diğer yandan dinbazların meydanlarda şişirdikleri din büyüklerine de pek saygıları yoktur. Mesela Süleymanıclar, şeyhleri Süleyman Hilmi Tunahan'ı istediği yere değil de Karacahmet'e gömüldü diye idam edildiğini düşünürler. O Kuran'ı aldığım imam hatipte, herkes nurcu olmakla beraber, Said-i Nursi ile ilgili olarak pek saygılı konuşmazlardı. Çünkü benim varlığımı sık sık unuturlardı. Said-i Nursi'nin gardiyanları ikna edip, cuma namazına gidişini, hapishane savcısının da görünce başka bir hapishaneye gönderilişini anlatıp, gülmüşlerdi. Çünkü bu olay Nursi'nin aynı anda iki yerde olması ve savcının da Nursi'nin talebesi olması gibi anlatılmıştı. Ayrıca kendisinin Barla kasabasında sürgünü de yalandı. Zamanının büyük bir bölümünü Isparta'da, şehir merkezinde, orduevinin karşısındaki Bedüüzaman caddesinin, Sait-i Nursi caddesindeki evinde ve ben Isparta'da öğrenciyken yerinde duran evinde kalmış ve gene ben oradayken yerinde duran ve şoförünün kullandığı lüks otomobili ile çevreyi gezmiştir, devletin gözü önünde örgütünü kurmuştu. Fetöcü olup da, 17-25 sonrası AKP'li olan bir müdürüm vardı. Bir keresinde Süleymancılar aleyhine bayağı ağır laflar etmişti arkalarından. Sonra Süleymancılar bizi misafir edip, yemek yedirince, yüzsüzce hediye istemiş, onlar da bize küçük birer kavanoz bal verdiler. O da gene arkalarından söylediklerinin hepsini yuttu.

Politik açıdan da dinbazlar, Bakara-Makara kafasındadırlar. Adnan  Menderes, yeni yapılacak bir caminin kubbesindeki hilal için saatlerce tartışır ama İstanbul başta olmak üzere yüzlerce tarihi camiyi, aralarında Mimar Sinan'a ait olanlar da vardır, yol genişletme bahanesi ile yıktırırdı. Oy için Said-i Nursi'nin elini öper, Birleşmiş Milletlerde Fransızlardan yana olup, Cezayir'in bağımsızlığına karşı oy vermişti. Yıllar sonra Turgut Özal, yollar sonra bunun için Cezayir'den özür dilemişti. Kendisi de Allah'ın ipine sıkı sıkı sarılın derken,  Ermenilere karşı yardım isteyen Elçibey'e bir helikopteri bile çok görüp, Azeriler Şii, onlara İran yardım etsin demişti. Şu anki iktidar da, Azerbaycan'a hararetle yardım ederken, Uygur Türklerine sırt çevirmekte. İran'ın Ermenistan'a yardımını ise ülkenin yerel halkının Azeriler engellemekte (2020 Ekim; Azerbaycan-Ermenistan savaşı ile ilgili olarak).

Tarikatların durumu da pek farklı değildir siyasi olarak. İskilipli Atıf'ın idam edilme sebebi, İngiliz Muhipler Derneği üyesi olmasıdır. Nursi, risalelerinde bu adam diye Atatürk aleyhine çok konuşur ama Amerika ya da İngilizler aleyhine tek kelime etmez. Süleyman Hilmi Tunahan ya da Süleyman Hilmi Işık da benzer şekilde büyük batı devletleri aleyhine tek kelime etmezler. Fetö'nü Müslümanlığın yasak olduğu Afrika ülkesi Angola'da (Müslüman olursanız vatandaşlıktan çıkmanız gerekiyor. Kim Angola vatandaşı olmak ister, o da ayrı soru.), Müslümanları zulüm görmek bir yana, zorla göç ettikleri Myanmar'da falan okulları vardır ve bu okulları İslam'a ve oradaki Müslümanlara gram faydası yoktur. Ayrıca diğer tarikatların da Amerika, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, pek çok ülkede teşkilatları vardır. Genelde oradaki Türklerin üzerinden para kazanmak ve onları tarikatlarına katmak dışında pek bir işe karışmazlar. Dinbazların önemli liderlerinden Mehmet Şevket Eygi, o dönem solculara,  Amerika'ya hayır mı, Allah belanızı versin demişti. Meşhur kanlı pazarda, Kıble, Marmara denizi tarafında olduğu halde, boğaza demirlemiş 6. Filoya dönüp, namaz kılmışlardı saldırganlar.

Tarihte de böyle olmuştur. Türk sarığını Papa külahına tercih eden Hristiyanlar olduğu gibi, Hristiyan egemenliğini tercih edenler de olmuştur. Hem de çok eski tarihlerde bile. Tunus fethedildikten sonra üç kere elden çıkmış, Barbaros Hayrettin Paşa, en sonunda isyan edip, çöle kaçan Bedevileri ezmek için toplarını rüzgarla yürütmek zorunda kalmıştı. (Çünkü topları çekecek öküz bulamamıştı.) Ecyad kalesi başta olmak üzere Osmanlı eserlerini itina ile yıkan Suudi Arabistan,  İngiliz casus Lawrence'ın evini restore ediyor. Öte yandan Osmanlı'da Endülüs Araplarını Tunus ve Fas'a yerleştirirken, Yahudileri de Ege kıyılarına yerleştirmiştir. Zira bu Yahudiler, tekstil işinde usta zanaatkarlar, yüksek vergi veren tüccar ve bankerlerdir. Rodos, Kıbrıs ve Girit alındıktan sonra, adalTıara Türk göçmenden evvel, Yahudi göçmen alınmıştır. Sokullu Mehmet Paşa  sadrazamken, kardeşi de Hırvat Katolik kilisesi kardinaliydi ve Sokullu ailesi yıllar boyunca amcadan yeğene bu kardinallik makamını bir saltanat ailesi olarak yönetti. Sokullu'nun pek çok akrabası da Yeniçeri Ocağı ve Enderun'u doldurdu. Sokullu ailesinin Topkapı sarayından daha büyük olduğu iddia edilen sarayı da Patrona Halil İsyanı sırasında yıkılıp, yağmalandı; izi bile kalmadı. (Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa olmak üzere İstanbul ve Yeniçeri isyanları, İstanbul'un pek çok lüks yapısını yağmalayıp, yok etmiştir. Bunu ders kitapları yazmaz)

Bireysel yaşam tarzlarında da bu Bakara-Makara tavırları geçerlidir. Bu blogda Torpilli Evliyanın Şizofren Düşleri diye yazdığım arkadaşa ilişkin pek çok olay vardır. Tarikatların ya da muhafazakarların gençleri, gençliklerini gayet hovardaca yaşarlar. Sonra yaş ilerleyince birden bire imana gelip, kendilerini imana verirler. Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece adlı romanında  çok güzel anlatır. Anadolu'da eşkıyalar yaşlandıklarında birdenbire imana gelir ve tarikatlara üye olurlar.

Bir zamanlar türbanlı ve Süleymancı tarikatı bir sevgilim olmuştu. İşin ilginci ondan Süleymancılık hakkında hiç bir şey öğrenmedim ve onun ilk sevgilisi de değildim. Kendisinin, benim gibi Alevi olmasa da, daha önce de sevgilileri olmuştu. İlişkimizi sözüm ona gizlemeye çalışıyorduk ama tüm ilçe biliyordu ve genelde bilmezden gelmeyi tercih ediyordu. Bilmeyenler de vardı ama sona doğru öğrendiler. Sebebi de Esra'nın babasının üst kademede yer alması ve Ankara'da yüksek bürokrat olmasıydı. Yaptıkları sadece beni Esra'ya karalamaktı. O da bunları hevesle bana anlatıyor, ben de bunu onun beni sevmediğini gösterdiğini düşünüyordum. Bana ise hiç bir şey anlatmıyorlardı. Konuyu uzatmayacağım, sinir bozucu, inişli, çıkışlı bir ilişkiydi. En son 2006 Haziranında okulların kapandığı gün evime geldi, beni olmayacak bir şeyle suçladı, kimden duyduğunu da söylemedi, sağcıların klasik dedikoduyu övme sözünü söyledi, herkesmiş bunu söyleyen. Kim bu bay herkes, bilen yok. Sonra biz telefon üzerinden tartışmaya devam ettik ve temmuz ayı gibi de ayrıldık. Bir hafta sona ahmak gibi yeniden aradığımda da, hayatımda başka biri var, dedi.

Asıl konu ilişki bittikten sonra, Esra Ankara'ya, ben il merkezine atandıktan sonra öğrendiklerimdi. Esra evime son kez geldiğinin ertesi günü evlenmiş, ardından da Haziran bitmeden Ankara'ya eş durumundan tayin olmuştu. Dahası göreve başlamaya da evleneceği erkekle gelmişti. Tayin işlerini yaptırmaya da onunla gelmişti. Üniversiteyi bitirdikten sonra son bir öğrenci flörtü yaşamak istemişti. (Oysa bana ne çok benle evlen demişti)

Bu olayı kendime özel sanırken, aslında son derece yaygın olduğunu öğrendim. Muhafazakar, özellikle de Ülkücü ailelerin (Esra'da üniversitede okurken Ülkücülere katılmıştı) kızları, flört denen şeyi yaşamak istiyorlar, bunun için de başlarından kolay savacaklarını düşündüklerini Solcu -Alevi erkeklerle yapıyorlardı. Hatta kuzenim MHP eski milletvekilinin birinin kızı ile evliliğin kıyısına kadar gelmişti. Özetle tarikat-muhafazakar kısmın zenginlerin  kızları da, öyle yoksulların ahlakı ile yaşamıyor.

Esra ile birlikteyken, Süleymancılık ile ilgili pek bir şey öğrenmedim. Kendisi gayet lüks büyümüş, lüks alışkanlıklar edinmişti. Tarikatın kendine özgü iğnesiz türban bağlamasını bile öğrenmemişti. Oysa daha 23 yaşında olduğu halde kısa bir süre de olsa tarikata ait bir kız öğrenci yurduna müdürlük yapmış, tarikat için Almanya ve Bulgaristan'da çalışmıştı. Sadece bir kez bu tarikat yurtlarının aslında resmi olandan çok daha fazla öğrenci barındırdığını kabul etmişti.

Süleymancılıkla ilgili bilgilerimi internet ortamlarında (özellikle rahmetli alkışlarlayasiyorum'da, oradan okuyan varsa yorum yazsın) Esra'yı anlatınca birilerinin özelden mesajlarından öğrendim. Tarikatın yurtlarının ve yatılı kuran kurslarının binalarının yarısı müdür ve hocaların özel alanıydı ve misafir ağırlıyoruz bahanesi ile lüks yaşıyorlardı. Zengin çocuklarının kendi özel odaları vardı ve onlar dini sohbetlere, Kuran okumalarına katılmıyorlardı. Bir de açıkça söylemeseler de pek çoğu cinsel tacize uğramıştı, yazılarındaki nefretten bunu anlayabiliyordum.

Samimiyetsizlikle ilgili bir konu da şu günlerde sık sık çıkan yerli otomobil söylemleri. Ülkemizde üç yüz bin civarı makam arabası var ve hemen hepsi de Mercedes-BMW-AUDİ üçlüsüne ait. Doksanlarda Renoult (Özellikle Megan ve 21 modelleri) ve Toyota marka makam arabaları da vardı. Kaldı ki AKP, ilk yıllarında makam arabalarını kaldıracağını söylüyordu ama daha da arttırdı. Türkiye'de, en azından Türk işçisinin emeği ile üretilen arabaları makamlarına tercih etmeyenlerin, yerli marka araba konusunda ciddi olduklarını mı sanıyorsunuz.

Oruç konusunda da, bir zamanlar sokaklarda yemek yiyenlerin dövüldüğü taşra şehirlerinde bir günah köşesi vardır ve genelde pasajın dibidir buralar. AVM'lerin çoğalması, taşra şehirlerinde de bu durumu azaltmıştır. Öte yandan oruç üzerine şokumu, babamın dükkanında yaşadım. Dükkana nadiren uğrardım, genelde müşteri tek tük olurdu. Zira orası bir mermer deposuydu. Bir keresinde bayağı kalabalık bir müşteri grubu geldi, aylardan Ramazandı ve hepsi de çaya hücum etti. Çoğunlukla Yozgat başta olmak üzere iç Anadolu ve muhafazakar görünen bu kişilerin hiç biri de oruç tutmuyor ama tutar görünüyordu.

Namaz konusu da ayrı bir iki yüzlülük ve samimiyetsizlik konusu. Mesela pek çok kere cami imamları, yıllık izinde kendi camilerine veya başka bir camiye gitmezler. Ben namaz ve cami konusunda samimiyetsizliği, kendi kısa süreli namaz kılma maceramda gördüm. Arkadaşlarımın, imam seninle tanışmak istiyor yalanını çok aşırı bir rica sayıp, camiye gidip, gelmeye başladım. Sonra şehir içinde başka bir okula tayinim çıktı. Bu arada ben evde kendi kendime de namaza başlamıştım. Sonra şehir içinde başka bir okula tayinim çıktı. programda Cuma günleri boş oldukça gene cumaları oraya gidiyordum ama bir süre sonra okulun din kültürü öğretmeni hariç başka kimseyi camide bulamamaya başladım. Ayakkabım çalındıktan sonra da o camiye gitmemeye ve namazı azaltmaya başladım Bırakmam ise kardeşimi ziyarete gittiği Kars'ta oldu. Şehri dolaşırken uzakta bir cami ve aheste aheste abdest alanları gördü. Oraya varmam yirmi dakika, yarım saat kadar sürdü ve ben oraya varmışken abdest alanlar camiye girdi. Bir-iki dakikada abdest alıp, camiye girdim ki, cami boş. Yarım saat abdest alamayan on küsur kişi, dördü farz, on rekat namazı çabucak kılıp, çıkmıştı. Bu olay sondan ikinci camiye gidişim oldu. Sonuncusu da namaza başladığım bir arkadaşa kalbini kırmamak adına bıraktığımı, hatta artık dinsiz olduğumu söyleyemediğim için oldu.

Alkol meselesine gelince. Konya'nın kişi başı en çok alkol tüketildiği il olduğu şehir efsanesidir. Gerçek şu ki ülkemizde sağcılar pavyonlarda ya daparklarda-ormanlarda içer, solcular barda-evinde. Bu kadar alkolü nüfusun üçte biri olan solcular tüketmiyor. 

En son bu dinbaz tayfayı iktidara getiren türban konusuna gelelim. 15 Temmuz 2016'dan beri türbanını çıkaran kadın sayısında astronomik bir artış var. Özellikle twitter'da açıldığını ilan etmek moda oldu. Yurt dışına çıkan ve geri dönme ümidi kalmayan basketbolcu-futbolcu eşlerinin türbanı çıkarma olayını da kamuoyu gördü. 28 Şubat sürecinde de büyük çoğunlukla Pensilvanya'dan gelen emirle türbanını çıkardı ama asıl bahsedilmesi gerek türban üzerine erkeklerin iki yüzlülüğü.

Namazla, oruçla bir alakası olmayan pek çok kadın türbanlı-çarşaflı kızla evlenme peşinde. Bazı erkekler de türbanlı bir kız aramak yerine, başı açık kızları evlendirme derdinde. bunların pek çoğu da içki-hovardalık derdinde olan erkekler. Türbanla evlendikleri kadınlar, onlardan dinin gereğini isteyecek diye korkuyorlar. Erkeklerin çoğu için türban, İslam'dan çok , erkekliğe tapmak. Pek çoğu başı açık kadınlarla aşna fişne etsin, evde de dizini kırıp, evde bekleyen türbanlı kadın olsun hevesinde.

Bu yazı günlerimi aldı ve uzun zamandır bu kadar uzun yazı yazmamıştım ama değdi.

https://www.kekemekitapyayin.com/bakara?search=bakara&category_id=0

8 Ekim 2020 Perşembe

CÜNEYT ARKIN'IN VEREMEDİĞİ HESAP

 


Türk sinema, dizi, müzik, tiyatro ve benzeri sahne-sunum sanatçıları sanat ve topluma dair genelde iyi sınav vermemişlerdir. Darbe ve baskı dönemlerinde iktidar sahiplerine yaltaklanmışlar, para için en sefil filmlerde-dizilerde rol almışlardır. Yönetmenler, senaristle ve yapımcıların bile en iyi ürünleri ile en kötü ürünleri arasında devasa farklar vardır.

Cüneyt Arkın ise bunlardan birisidir. Kaç tane filmde oynadığını kendisi de bilmemektedir. Yılda on dört filmde başrol almıştır.

O kadar filmden geriye, şu filmde Cüneyt Arkın muhteşem oynuyordu diyebileceğimiz bir film yoktur. Filmlerinde en fazla akılda kalan aksiyon sahneleridir.

Cüneyt Arkın denilince akla ilk gelen film, absürtlükte zirve yapmış, Dünya'yı Kurtaran Adam' dır.  Bu film, Arkın'ın Aytekin Akkaya ile beraber çektiği bir sürü absürt macera filminden biridir. Absürt olsun diye yapılmamış ama sonuçta absürt olmuş filmlerdir bunlar.

Ben genel anlamda Cüneyt Arkın filmlerinden, kötü Türk filmlerinden ve hatta Dünyayı Kurtaran Adam'dan bile bahsetmeyeceğim. Hatta bahsedeceğim filmin de içeriğinden bahsetmeyeceğim. Filmin amacından bahsedeceğim.



Bu film 1977'de yapılan ama amacı için 1978'de yayımlanan Güneş Ne Zaman Doğacak filmidir. Bu film, konusu önemsiz, hamasi faşizan siyasi sloganlarla dolu bir filmdir. Film, 1977'de yapılmasına rağmen 1 Nisan 1978'de gösterime girmiş, 19 Aralık 1978 günü başlayan Kahramanmaraş katliamının  da tetikleyicisi olmuştur. Filmin yapımcısını tek filmdir, yani en baştan bu katliam için planlanmıştır.

Filmin kadın oyuncusu Oya Aydoğan, 

Cüneyt Arkın ve filmin yapımı ile ilgili olarak ilgili herkese şu soru sorulmalı: Filmin yapım amacını biliyor muydunuz? Bilmemeleri çok zor zira olaylardan sonra olacaklar tamamen belirsizdir.

Soru şu ki Cüneyt Arkın,  Oya Aydoğan ve tüm o film ekibinin bunu bilmemesi mümkün müdür? Hatta Sezercik'in ana-babası bile biliyor olmalıdır. Çünkü katliamdan sonra bir süre ortadan görünmemeliydiler. Hepsi de filmi ve yapılış amacını biliyordu.



Oya Aydoğan, ölümüne yakın bir röportajda Alevi olduğunu açıklamıştı (bir de sayısını hatırlamadığı kadar çok kürtajı olduğunu). Bence bunu yapımcılar da biliyordu ve Aydoğan bilinçli bir seçimdi.

Arkın bu filmin amacını bilmiyor varsayalım. Ya diğer berbat filmlere ne demeli? Bu sadece Arkın'ın değil, diğer tüm Türk oyuncuları için geçerli bir sorun. Para hırsı sebebi ile her türlü saçmalıkta rol alırsanız, saygınlığınızı yitirirsiniz.

Arkın seksenlerin ortalarında Türk sinemasını  krizi başlayınca Işıkçılar ve onların yayım organlarında köşe yazarlığı, dizilerinde oynamış, bu tarikatın televizyonu TGRT-TV, sabıkalı Güneş Ne zaman Doğacak filmini tekrar tekrar yayımlanmıştır.

Kahramanmaraş-Çorum-Sivas ve daha nice katliamlar üzerinde nedense herkes susuyor ve bir açıklama yapmıyor. Suskunluğunuz ikrarınızdan mı geliyor sayın Cüneyt Arkın?



3 Ekim 2020 Cumartesi

ÇOK SOLCULUĞUN ELEŞTİRİLEMEZ SEFALETİ

 


Doğu Perinçek'in hayatı boyunca tek gerçek düşmanı CHP olmuştur. Marksist, Maoist, Ateist, Laik, Atatürkçü, Atatürk düşmanı, Fetöcü, Türk Milliyetçisi, Kürtçü ve en sonunda Cumhur ittifakını sembolik ortağı oldu ve hepsinde de CHP düşmanı oldu.

CHP'yi Kürtçü iken Türkçü, Türkçü iken Kürtçü, ateistken dindar, dindarken ateistlikle suçladı ve sola bir miras bıraktı. Hiç bir sağcıyı suçlayamıyorsan, CHP'yi suçlar. Çünkü kendileri çok solcudur ve az solcu, burjuva ve küçük burjuva partisi CHP'yi yerden yere vurma hakları vardır. Çünkü ÖDP ( adı değişti, Sol parti oldu ) 'nin dediği gibi onlar en solcuydu. Sonra Atatürkçülük yaptığında da CHP'yi yeterince Atatürkçü bulmama modasını başlattı.

Radikalliği adamlık sanmak, din merkezli toplumlara ait bir hastalıktır. Tarikatlar, şeriatçılar, normal halka üstün Müslümanlık ya da üstün Sünnilik sanılması gibi, Marksist-Leninist güruh da üstün solculuk sanılır. Oysa tarikatların şeyhlerinin pek çoğu din açısından zır cahildir ve en temel itikatlara uymayan gelenekleri vardır. Halkımız tarikat, iktidar ile kavga edene kadar bunu anlamazdan gelmiştir. Bu tarikat nasıl oluyor da Müslümanlığın yasak olduğu Angola'da (Müslüman olursanız vatandaşlıktan çıkmanız gerekiyor. Eski Portekiz sömürgesi olan Afrika ülkesi Angola'nın vatandaşı olmayı kim ister, o da ayrı konu.), Müslümanların düpedüz soykırıma uğradığı Myanmar'da nasıl okul kuruyor diye sormaz.

Bu durum radikal sor örgütler-partiler için de geçerlidir. Onlar ara ara merkez medya ya da holding medyasında arzı endam ederler, sağ partilerin eylemlerini açıkça desteklerler ama onlara kimse bir şey demez. Ankara'da Yüksel caddesi, Olgunlar sokak, Mithat Paşa caddesi arasında merkezleri bulunan  bütün o sol gruplar,  polis provokatöründen başka bir şey değiller. Özellikle SDP'nin yaptıkları Gezi döneminde kabak gibi kameralarda görülmüştü. İsim değiştirip, ortalıkta gene dolaşıyorlar. Bir ara her gün basın açıklaması yapıp, sorgulanmak üzere polis arabasına dolduruluyorlardı. O zamanlar polisi Kızılay'a yerleştirmeye bahane lazımdı. Polis Kızılay'a yerleştikten sonra bu basın açıklamaları kesildi.

Bir arkadaşım ÖDP (Sol Parti)'li ve bana yetmez amacılar aleyhine yazdığım bir yazıdan dolayı kızgın. Ben halen yetme amacılığın tek sebebinin hainlik olduğu fikrindeyim. 2010 yılında devletin neredeyse tüm işletmelerini üç beş büyük firmaya özelleştiren iktidarın hakim atamalarına müdahil olunca demokratlık yapmayacağını elbet biliyorlardı. Bilmedikleri işlerin kendileri için daha kötüye gideceğiydi. Onlar sistemde kendilerine yer olduğunu, parlak bir gelecekleri olduğunu sandılar. En azından Orhan Pamuk gibi Nobel değilse bile uluslar arası bir kurumdan ciddi bir ödül, makam sahibi olacaklarını sandılar.



Uzun zamandır Türk kadın yazarı okumuyorum, okusam da imza gününe gitmiyorum. Maşallah hepsi de zengin ve soylu ailelerden geliyorlar. Kitaplarında değilse bile, imza günlerinde mutlaka bir şekilde anlatıyorlar. İmza gününde en büyük hayal kırıklığım Oya Baydar oldu. Daha önce iki kitabını ( Elveda Alyoşa ile O Muhteşem Hayatınız)okumuştum ve yetmez amacı güruhtan olduğunu bilmiyordum. Sen komünizm uğruna üniversite öğrencilerini kışkırt,  sonra Doğu Almanya'da yıllarını geçir, Berlin Duvarı yıkılınca Elveda Alyoşa diye ağıt yak, sonra tüm devlet fabrikalarını yok pahasına üç-beş burjuvaya satan iktidara en kritik anında destek ver, sonra halk bana neden yüzünü döndü diye üzül.

Hani fabrikalar, tarlalar, her şey emeğin olacaktı? Bunu tüm o çok solcu güruha sormalıdır. 2010'da en kritik zamanda, siz yetmez ama diyerek beş- altı büyük firmaya teslim ettiniz. ÖDP'li bir arkadaş ta partisini savunuyor. Sanki böyle kritik zamanlarda bölünmek iyi bir şey ya da iyi niyet göstergesiymiş gibi. ÖDP denen ve eski Dev-Yolcular temelli oluşum (pek parti diyemeyeceğim), Ufuk Uras olacak siyaset soytarısını genel başkan yapmak, biraz da HDP'lilerin desteği ile İstanbul milletvekili seçmek oldu. ÖDP (Sol olmayan Parti oldu şimdilerde) meclis dışında Obama'yı protesto etme uğrunca polisten dayak yerken, kendisi avuçlarını patlata patlata Obama'yı alkışlıyordu. Sonra partisi ve onu kurduğu KESK (Kamu Sendikaları Konfederasyonu), HDP'nin peşine takıldı.



HDP bence Türkiye'nin en karanlık partisi ve en az MHP kadar düzenin bir parçası. Çözüm sürecine nasıl inanmadıysam, şu anki kavga sürecine de o kadar inanmıyorum. 2009-2010 yıllarını hatırlarsanız, AKP'lier Esat Oktay Yıldıran'ı oynayacak tiyatro oyuncusu bulamamışlardı da, sandalyeye gömlek giydirip, Esat yüzbaşı yapmışlardı. Sabah gazetesi kamere kör, anten sağır manşeti atmıştı. Yetmez ama evet derken, parti kapatmak zorlaşacak diye övünüyorlardı. Oysa o sıralarda radyo-televizyon karartma ve kapatma kolaylaşıyordu. Anayasa Mahkemesine bireysel başvurusu hakkının verilme amacı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruyu zorlaştırmaktı. O zamanlar böyle şeylerle egemenliklerini artırdılar, cambaza bak dediler. O zamanlar HDP referandumu sözde boykotu ile destekledi. Boykot bitince de Seni başkan yaptırmayacağız kampanyası başladı.

Şimdilerde de HDP'nin son kayyum atamalarından sonra 65 belediyeden sadece 6'ı kaldığını konuşuyoruz da, AKP'ye transfer olan HDP belediyelerini hiç konuşmuyoruz. Doksanlı yıllarda Tansu Çiller, devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir dedikten, hem DYP, hem ANAP, oy için bazı illerde işbirliği yaptığında bu iki parti doğu ve güney doğuda korkunç oy kaybına uğramıştı. Üstelik de üç, dört nesil, dede-baba-torun milletvekilliği yapmış yöresel şeyhler, aşiret reisleri falan oldukları halde merkez sağın eriyişine engel olamamışlardı. Şimdi AKP-MHP açık ortaklığı bir yana AKP trolleri açık açık Kürt kimliğine saldırırken, AKP nasıl bu kadar rahat ve HDP'liler ne yapıyor? İktidar partisine daima çekici değildir. Bu geçişler için en azından ideolojilerin yakın olması ya da geçişten sonra kamu personeli olarak geçişler açılmalıdır. Sonra belediye başkanının transferi ile beraber o kasaba ya da şehre hizmet ve para yağmalıdır. Öyle olsaydı en azından sosyal medyada birileri bunun  haberini verir, hatta iktidar  bu haberi reklamı olsun diye bizzat verirdi.

HDP ve kendisini en solcu ilan eden çeteler, 2010 yetmez ama döneminde olduğu gibi perde arkasında oyunlar oynamakta. HDP'nin Gezi'de darbeyi gördük deyip, o rüzgarı dindirmeye kalkmamışlar mıydı? Türkiye Komünist Partisinin, Tunceli belediye başkanına rağmen İstanbul Büyük Şehir Belediyesi  seçimlerine son bir umutla boykot etmemiş miydi? (Neyse ki kimse onları dinlememişti) 

Bu çok solcu sefilleri artık eleştirmemiz lazım.





29 Eylül 2020 Salı

REŞAT NURİ GÜNTEKİN'İN DEHASI



 Reşat Nuri Güntekin, Türk Edebiyatının hem şanslı, hem de şanssız yazarıdır. Şanslıdır çünkü çok okunmuş, sinemaya, tiyatroya, televizyon dizisi gibi popüler görsel sanatlara çok uyarlanmış, okullarda tavsiye edilmiştir.

Şanssızdır çünkü genelde lise öğrencisi iken okunur daha sona pek ele alınmaz. Edebiyat otoriteleri Güntekin'i incelemeye değer bulmaz. Pek çok kişi için de edebiyat zevki Reşat Nuri Güntekin'de kalmış diye küçümser tabir kullanılır. Onun eserlerindeki derinlik anlaşılmaz.

Bunun bir sebebi de Güntekin'in, Milli Edebiyat (Türkçü) akımına hayatının sonuna kadar bağlı kalıp, o yıllarda yeni okuma-yazma öğrenen halkı bilgilendirme ve edebiyattan ürkütmeme adına yazım tarzını basit tutmasıdır. Uzun tasvirlerden, aforizmalardan, öğütlerden sakınmış (Aslına burada milli edebiyattan ortak bir tavır yoktur. Bazı yazarlar uzun uzun öğüt, akıl verirken, bazıları da Güntekin gibi okurun olaydan sonuç çıkarmasını ister), kısa cümleler kurmuştur.

Eserlerinin çoğunu okudum ama itiraf edeyim hepsini değil. Bu yazıyı yazdığıma göre bundan sonra elime geçtikçe okumam gerekir.

Güntekin'in dehası, amacına en uygun eserleri vermesidir. Eserlerinde iki hedef vardır. İlki toplumdaki çarpıklıkları anlatma, sonra da çözüm yollarını göstermek. Bunu anlamak için en önemli üç eseri (Çalıkuşu, Acımak, Yaprak Dökümü)

Çalıkuşu ya da Feride, çağından altmış, yetmiş yıl sonrası için bile çok gözü kara bir kadındır. Kendisini aldatan nişanlısı ile evlenmemek için evi terk eder ve bir İstanbul hanım efendisi için hiç değeri olmayan diplomasına sığınarak Anadolu'ya gider. Oysa romanın ilk yayımından (1922) elli sene sonra bile ufak tefek kaçamaklardan dolayı kadın, kocasından ayrılmaz, yuvasını yıkmazdı. Seksenlerde bile bu böyleydi. Doksanlarda ekonomik krizlerle beraber boşanmalar patlama yapıp, her aileden boşanmış birileri olmaya başlayınca, kadınlar aldatılmalara tahammül edemez oldu.

Nişanlısından kaçan Feride, Anadolu'ya, Bursa'ya gider. (Güntekin sadece B. ve Ç der açıkça yazmış olmamak için. Ancak bazı basit tasvirler bile bize gerçeği anlatır) O dönemde bir İstanbul kadını için, hele de yanında erkek olmadan gideceği en uzak yer Bursa'dır. Orada şehir merkezinde Anadolu gerçeği ile karşılaşır. Şehir merkezinde güzel bir okula tayini çıkmıştır. Ancak bir rakibi vardır ve onu yolun ortasında tüm çirkefliği ile rezil eder. İhtiyar bir adam da vazgeçmesini öğütler ve mecburen vazgeçerek, tayinin bir köye aldırır.

Bu Anadolu'nun kumpas kurma, dolap çevirme ve iki yüzlülük gibi özellikleri ile ilk tanışmasıdır. Aslında kadının illa Bursa'da yaşaması gerekmemektedir ve o tiyatalitro için çok hazırlık yapılmıştır. Öğüt veren ihtiyar bile önceden ayarlanmıştır.

Köyde bir anda İstanbul'la alakası olmayan ilkellik ve vahşilikle karşılaşır. Çocuklar bile cenaze oyunu oynamaktadır. Sonra Egenin batısını, Marmara'nın güneyini dolaşır, pek çok şey yaşar. Sırf Fransızca bildiği için bir okula atanır, müdür Fransızca bildiğini tesadüfen öğrenir. Oysa yabancı dil doksanlarda bile üniversite bitirmeye eşdeğerdi. 

Gittiği yerlerde ise olağan üstü bir ilgi ile karşılanır. Müdür, makyajını silmesini iste, Çanakkaleliler gülbeşeker diye ona lakap takar. Ona bu ilginin sebebinin güzelliği olduğunu söylerler, oysa sebebi kimsesiz, daha doğrusu erkeksiz bir kadın olmasıdır. Zamparalar tuzağa düşürmek için çırpınmaktadır. Derken biri kısmen de olsa başarır. Aile ziyareti, Feride'nin rezilliği ile son bulmuştur, zampara Feride  ile yatmasa da, yatmış kadar olmuştur. Onu bu durumdan, yaşlanmaktan erkekliğini bile unutmuş babacan bir ihtiyarla evlenerek kurtulur.

Bu sürede Güntekin, başka kadınların yaşadıklarından da kadının halini ortaya koyar. Bir tanesi onca talibi varken kılıçlı zabite (subay) varacağım diye taliplerini tepmiş, zabitte onu çocukları ile yüz üstü bırakıp, gitmiştir. Bir kadın,  zamparanın birinin vaadine uymuş, bir çocukla ortada kalmıştır, Feride o çocuğu evlat edinmiştir, o evlat ölünce, Feride evlat acısını da yaşar.

Romanın sonunda, hemen her Reşat Nuri öyküsünde olduğu gibi yanlış anlama vardır ve nişanlısı masumdur. Kendisi yıllarca eğitim müfettişliği yapan Reşat Nuri, muhtemelen iftiraya uğrayan çok kişinin soruşturmasını yapmıştır. Roman ve hikayelerindeki kişiler çoğunlukla ya babası gibi doktor, ya da kendisi gibi öğretmendir.

Acımak romanının kahramanı da öğretmendir ve bu roman da, Çalıkuşu gibi günlük halinde yazılmıştır. Yıllar sonra babasının günlüğünü okur ve babasının aslında hiç de annesinin anlattığı gibi olmadığını anlar. Çalıkuşu hep bir öğretmenlik, idealize öğretmen romanı olarak okunmuştur, oysa derinde bir kadın-erkek eşitsizliğinin irdelenmesidir. Çalıkuşu olaya kadın tarafından bakarken, Acımak, erkek tarafından bakar. Roman kahramanı baba da, Çalıkuşu kimsesizdir. Yalnız Çalıkuşu kimsesizliği gurur sebebi ile kendisi seçmişken, baba doğuştan kimsesiz, sıradan bir evrak memurudur (Sonra kızı öğretmen, hatta müdür olacaktır.) Burada erkek egemen topluma mağdur olan erkektir. Ölen mesai arkadaşının kızı ile tanışır. Romanı uzun uzun anlatmayayım, anne kız zavallıyı hem mağdur, hem de perişan ederler. O ise son bir gayretle kızını, annesinin yolundan gitmesin diye yatılı okula gönderip, öğretmen yapar. Erkek egemen gibi görünen sistemin, iyi niyetli ve kimsesiz olunca, bir erkeği bile nasıl ezdiğini gösterir romanında Reşat Nuri.

Yaprak Dökümünde ise, değişen kültüre ayak uyduramayan karı kocanın sistemde ezilişini gösterir. Küçük memur ailesinin sınıf atlama hevesi ile maceralara atılarak çürüyüşünü ve çöküşünü okuruz.

Bu üç şaheser Güntekin'in dehasını anlamak için sadece bir başlangıçtır. Harabelerin Çiçeğinde örneğin. Küçük yaşta yüzü yanmış, tanınmayacak hale gelmiş bir insanın hayatını anlatırken, şu tespiti toplumun yüzüne vurur. ''İş istediğimde kimse iş vermiyordu ama istemediğim halde hemen herkes cebime üç  beş kuruş sıkıştırıyordu'' Roman, yüzü yandıktan sonra ailenizin bile size nasıl adım adım düşman olduğunu, adım adım nasıl yalnız kaldığınızı anlatır. Dudaktan kalbe romanında ise zengin sınıfın zevkleri için çevresini nasıl acımasızca sömürdüğünü görürüz. Bütün o zengin erkek, fakir kız masallarının yalanını, gene böyle bir masalı bize anlatarak gösterir. Balıkesir Muhasebecisi adlı oyunu ise bence gözden kaçmış bir şaheserdir. Ahlakta iki yüzlülüğü gözler önüne serer.

Burada okuduğum tüm Reşat Nuri eserlerinin özetini verecek değilim. Kendisi Anadolu gericiliğinin modern yaşamdan daha fazla özgürlüğe düşmanlığını, iki yüzlülüğünü çok güzel anlatır. Şeyhlere kanaat önderi, gerici şiddete mahalle baskısı diyen yetmez amacı güruhun kafasına Reşat Nuri kitaplarını zorla okutmak ya da kafalarına çalmayı çok istedim. Yeni nesle Reşat Nuri kitaplarını tanıtmalıyız.



25 Eylül 2020 Cuma

DOĞU PERİNÇEK KİMDİR?




 En başta söylemeliyim ki, aktif bir siyasetçi, gazeteci ve siyasi tarihçi değilim. Perinçek üzerime bu yazdıklarıma da inanmayabilirsiniz.  Yazdıklarımda eksik vardır, fazla yoktur. 

,Bu yazının amacı Perinçek hakkında internette pek az bulacağınız bilgileri vermektir. Türkiye'nin en hızlı döneği, en sık fikir değiştiren şahsıdır. Ayrıca en fazla insanın tutuklanmasına sebep olan şahıstır da. Onlarca yıl yok denecek kadar az satan gazete ve dergileri; gene yok denecek kadar az oy alan, adı sık sık değişen partileri ile ortalığı karıştırmayı, toplumu yönlendirmeyi başarmıştır.







İlk toplumsal yönlendirmesini, Türk Marksizm'ini Atatürk düşmanı çizgiye çekerek yapmıştır. Atatürk'e küçük burjuva devrimcisi demek, Atatürkçülüğü faşizm olarak görmek, Perinçek'ten yayılan bir düşünce hastalığı olmuştur. Perinçek uzun yıllar Marksizm'e dayanarak Atatürk düşmanlığı yapmıştır.

Yetmişli yıllarda Marksist-Leninist olmayı bırakmış, Maoist olmuş, küçük grubu ile Türkiye'de Maoizmin tek temsilcisi olmuştur. 12 Mart muhtırasından sonra, sola muhalefet olan sol olmuştur. CHP'ye az solcu, sağcı, faşist; Marksistlere de devlet düşmanı, Sovyet Rusya işbirlikçisi demiştir. 

12 Eylül yaklaşırken de, o ve Aydınlık dergisi-gazetesi önce kurtarılmış bölgeler yazı dizisi ile Dev-Yol'u (12 Eylül öncesi Türkiye'nin en büyük Marksist-Leninist örgütüydü. Rivayete göre o yıllarda kırk milyon olan Türkiye'de beş yüz bin üyesi vardı ki, o zamanlar ordunun asker sayısından da fazlaydı) hedef aldı. Özellikle Fatsa'yı uzun uzun yazdı. Fatsa operasyonlarında, ilçedeki Ülkücüler, askere-polise yol gösterecekti ama Perinçek, Ülkücüleri de yakacaktı. Fatsa davası iddianamesi, olduğu gibi Aydınlığın yazı dizisinden alınmıştı.

12 Eylüle aylar kala Aydınlık bu sefer de MHP'yi hedef aldı. MHP ve Yan Örgütleri yazı dizisi, 12 Eylülden az önce yayımlandı. 12 Eylül sürecinde açılan MHP ve Yan Örgütleri davasının iddianamesi, Aydınlıkta yayımlanan yazı dizisinin kopyasıydı. Tutuklamaların, cezaların hemen hepsi Aydınlık yazıları yüzünden oldu.

İdam edilen DEV-YOL, MHP   ve  Fatsa sanıklarının hepsinin tek delili Aydınlık dergisi-gazetesi yazı dizisiydi.

Kendisi ve ekibi 12 Eylülde yargılananlardandı. Yalnız ilginç bir nokta, darbe yönetiminin işkenceleri sır değildi ama hep kameraların, şahitlerin  gözü önünde de değildi. O işkencelerden geriye tek bir video, tek bir fotoğraf zor bulunur. Perinçek ise, hapishane ziyaretçilerinin gözü önünde hazırolda durma cezası aldı.

12 Eylülden sonra haftalık 2000'e Doğru dergisini yayımladı ve sonradan adı Vatan Partisi olacak İşçi Partisini kurdu. Dergisi çok satmadı ama çok ses getirdi. Çünkü hem pek çok bilgi ve belge nedense doğrudan ona ulaşıyordu, hem de merkez medya denen holding medyası bu dergiyi doğrudan takip ediyor, haberini haber yapıyordu. Adından (iki bin) daha az satan dergisi, Çin Hava Yolları başta olmak üzere bazı garip reklam veren buluyordu.

Bu dönemde Perinçek ileri derecede Kürtçü ve asker düşmanıydı. Az oy alan partisinin pek çok üyesi vardı. Madımak otelinde öldürülenlerin dördü ( biri de Hasret Gültekin'di) İşçi partisi üyesiydi. Dergi sürekli askere saldırıyordu. Bekaa Vadisine gitme (Yeni nesil bilmez, ben de yazıyı uzatmayayım, Bekaa vadisi ve PKK kampları ile ilgili bir araştırma yapın) ve Abdullah Öcalan'ı ziyaret etme modasını yanılmıyorsam (Emin değilim, Mehmet Ali Birand'da olabilir) o başlatmıştı. Öcalan'ın Perinçek'e gül uzattığı meşhur fotoğrafı da internette görebilirsiniz. Bana nedense gay sevgililer fotoğrafı gibi gelir.

Bu dönemde Perinçek ve ekibi, İlhan Arsel, Muazzez İlmiye Çığ ve Turan Dursun gibi Ateist yazarlara dergisinin ve yayım evinin (o zamanlar Kaynak yayımları) kapılarını açtı. Turan Dursun vurulduğu zaman, 2000'e Doğru yazarıydı. ( Derginin kapağında da iki bin yazı değil, rakamla gösterilirdi.)

Doksanların ortalarında Perinçek gene döndü ve bu sefer bir anda Atatürkçü olup, kimselerin Atatürkçüğünü beğenmedi. Yıllarca insanları Atatürkçü olduğu için insanlara sağcı, faşist diyen Perinçek, bu sefer en Atatürkçü oldu. Atatürkçülüğü de faşizme varan bir milliyetçilikle yorumladı. Bir zaman Kürtlere özerklik, ana dilde eğitim ve benzeri şeyler için savaşan Perinçek, bir ara Kürt böreği yenmesin çağrısı yaptı kebap düşmanlığı yaptı (şaka değil). Gene bu dönemde radikal laik, hatta Fetöcülerin deyimi ile laikçiyidi. Bu döneme kadar Çin'in Türkiye'deki avukatı gibiydi. Bu dönemde Maoculuğu ve Çin hayranlığını da bıraktı.






Perinçek'in adamı diyebileceğim Faik Bulut vardı. Doksanlarda Orta Doğuda Şeriatçı Örgütler diye bir kitap yazdı,  sonra polis-mit o kitapta adı geçen herkesi tutukladı.

Perinçek'in adı Balyoz-Kumpas davalarında da geçti ve galiba bir ara tutuklandı da. Sonra ne oldu ise Fetö ile arayı düzeltti, Türkçe olimpiyatlarına misafir oldu.

Perinçek en son olarak yıllarca sürdürdüğü iktidara karşı olmayı bırakıp, Cumhur ittifakının sembolik ortağı oldu.

Perinçek'in yarım asrı aşan siyasi (düşünce demiyorum) yaşamında değişmeyen tek şey CHP düşmanlığı oldu. Solcu iken az solcu olmakla, Kürtçü iken Kürt düşmanı olmakla, ateistken laiklik karşıtı olmakla, Atatürkçü iken Atatürk düşmanı olmakla, Türkü iken Kürtçü olmakla, bir ara din düşmanlığı ile ve her zaman da öncelikle CHP'yi suçladı ve hep CHP düşmanı oldu.