28 Nisan 2022 Perşembe

 


HAMİDO'YA MEKTUP

(YA DA BAHRİYE ÜÇOK'UN KATLEDİLDİĞİ GÜN)

 

         Sınıfta kalmalarım ve üniversite sınavını ikinci girişte kazanmam sayesinde hayatımın bayağı bir kısmı çıraklıkla geçti. İkinci sınıfta kalışım ise, amca oğlunun oto galerisinde çıraklıkla geçti. Daha çok doç dediğimiz kamyonları satardık. Altı yüzlük, yedi yüzlük, dokuz yüzlük doç kamyonlardı. Crlyester markaydı hepsi ancak önlerinde  Dodge, Fargo ve Desoto olmak üzere üç ayrı marka daha olurdu. Kaçlık olduğu önemliydi, hepsi doçtu ve tüm özellikleriyle birbirinin aynısıydı.

         Dükkan İskitler sanayi sitesinde, Kazım Karabekir caddesinde, Tunahan'daydı. Dükkanın önündeki geniş alan kamyonlara ayrılmıştı. D

Kanda şimdilerde ofice boy dene n getir-götürcülük yapıyordum. İşim ortalığı süpürüp, silmek, çay yapmak, bankaya, bakkala falan gitmek, böylesi işlerdi. İşim sabah yedide başlardı. Akşam yediden evvel bitmezdi. Onu bulduğu çok olurdu, birkaç defa gece yarısını bulurdu. Kapının önünde biriken kaşarı küremek, arabaları yıkamakta işlerim arasındaydı.

         Dükkânın ziyaretçileri çeşitliydi. Büyük bir kısmı kamyon alıcısı hafriyatçı taşeronlar, müteahhitler, maden sahipleri, kamyonunu yenileyecek kamyoncular ve benzeti kişilerdi. Türkiye'nin her tarafından, çoğunlukla zengince insanlardı. Amcaoğlu, faizcilikte yaptığından, borç alan ve bazıları zor durumda tüccar ve esnaftı. Bu gibi insanlara mutlaka çay verirdim. Bazen bunlar dükkanda yemekte yerdi.

         Bir de sanayide her vakit dükkanlara uğrayanlardı. En nefret ettiklerim dilencilerdi. Mümkün olduğunca kovmaya çalışırdım, çoğu kez başarırdım. Ancak özellikle dükkanın kalabalık olduğunu anlarlarsa beni zorla itip, içeri girerlerdi. Bazen göz açıklık yapıp, onlar adına sadakayı toplar, çok azını onlara verip, çoğunu zimmetime geçirirdim. Çoğu kez aynı dilenciler bir günde iki, üç, hatta beş altı kez gelirdi. Perşembe akşamları ve Cuma günleri mübarek gün diye birkaç gelirlerdi. Bayram öncelerinde ise bayağı çoğalıralrdı.  Ayakkabı boyacıları, piyango satıcıları, sokak satıcıları, seyyar satıcılar da bu tabloya dahildi. Bizim dükkan Hürriyet, yandaki plastik malzeme toptancısı Sabah, bir ötedeki traktör satıcısı da Milliyet alırdı. Ben üçünü de okurdum. Dükkanda, benim yöneticim olan ve daha ziyade alım satım muamelesi yapan Mehmet abi en çok benim bu gazete okumama kızardı. Sokak satıcıları, sanayiye has şeylerde satardı. Soyulmuş, tuzlanmış hıyar, gübit denen, değişik bir pide ve arasına yapılan haşlanmış yumurtalı sandviç, bunlar arasındaydı. Seyyar satıcılar ise, elektronik eşya ve el makinesi falan satardı. İstisnasız Şanlıurfalı yada Gaziantepli olurdu. Şanlıurfalılar, pazarlıkla malı ilk söylediklerinin dörtte biri fiyatına inerlerken, Gaziantepliler bir kuruş aşağı inmezlerdi.

         Bir de postacılar vardı. Henüz email, internet çağı olmadığı için bolca mektup, tebligat, broşür ve benzeri  şeyler getirirlerdi. Bayramlarda ve yılbaşlarında bolca eşantiyon getirirlerdi. Bürün bunlar arasında en çok sevilen ve gelmesi beklenen misafirler bunlardı.

         Bu olay bir postacı ile ilgili. Fırça bıyıklı, orta boylu bir adamdı. Dükkan civarında dolaşan birkaç postacıdan birisiydi. Sanayide, konut alanlarına göre fazla posta ve paket ve de o kadar fazla postacı ve kargocu bulunur. O günü çok soğuk diye hatırlıyorum. Aklıma kış günü gibi kalmış, zaten ekim ayıymış, internetten öğrendim. Yedi ekim bin dokuz yüz doksan. Bahriye üç ok altı ekimde olmuş, o günde bu olayın ertesi günüydü. Dükkanda tam kimler var sayamayacağım. Az önce gelen gazeteciden alına Hürriyet gazetesi okunuyor, ben çayla ilgileniyordum. Dükkanda üç gözlü bir elektrik ocağı vardı. Ben bu ocak ve üstündeki irice demlikle çay demler, oralet dediğimiz, sıcak suya aromasını bırakan içecekler ve kat denen sıcak su şerbeti hazırlardım. Gazeteyi okuyanlar, kendilerinde olayı yorumluyordu. O sırada içeri postacı girdi. Biri şöyle bir cümle sarf etti.

         -Kargocu kız da örgüttenmiş. Gerçekten de o günlerde kargocu kız konusu tartışılıyordu olayla ilgili. Postacı olaya müdahale etti.

         -O çocuğun ne suçu var. Biz de Hamidoya bombayı gönderdik. Hiç haberimiz yoktu. Bu Hamido'nun, Malatya'nın eski belediye başkaını Hamid Fendoğlu olduğunu sonradan öğrenecektim.

         -Ula, Hamido'ya paketi sen mi verdin?

         -Ya, ben verdim dedi. Sonra gayet rahatça bir koltuğa oturdu. Biri çay koymamı söyledi. Ben de öyle yaptım. O da anlattı.

         O zaman kamyonlarla gezerdik. Üç arkadaş beraberdir. Kamyonların üzerinde Türkiye Postaları yazardı. Depolardan aldığımız paketleri ev ev gezerek, sahiplerine teslim ederdik. Paketlere çokta nazik davranmazdık.

         Hamido'ya paketi ben verdim bizzat. Aradan bir saat kadar zaman geçti. Adamda toplamış çoluğunu, çocuğunu, hepsinin ortasında paketi açmış. Adamlar paketteki düzeneği ayarlamışlar. Paketi tam açınca patlıyormuş. Depoda otururken telefon geldi amirimden. Paket bombalıymış, tekmil Malatya ayakta. Arabayı da alın, dağa çıkın dedi. Aldık kamyonu, çıktık dağa. Bir hafta dağda, ıssızda kaldık. Sonra Adana'ya gittik. Kamyonu teslim ettik. Sonrasında Malatya hep yanmış. Korudan yıllarca kimselere anlatamadım. Hala da korkarım.

         Hikayesini anlattı, çayını içti ve gitti postacı. 17 nisan yetmiş sekizden beri sakladığı sırrını anlatmış, rahatlamıştı.



 


27 Nisan 2022 Çarşamba

ORYANTALİZM'DE SONUN BAŞLANGICI

 




Oryantalizm, tam çevirisi ile doğu bilim demektir. Doğulular bizden her şeyiyle farklıdır, onları kendimiz gibi yapmaya çalışmamalıyız,  onları olduğu gibi kullanalım demektir ve aslında özellikle kuzey Avrupalılar, kendileri dışındaki tüm Dünya için uyguladıkları siyaseti anlatır. Hatta Uzay Yolu dizisinde farklı gezegenlerdeki  akıllı canlı formlarına da benzer tavırlar gösterirler. Yani bu davranış, batılı dediğimiz insanları kişiliğine işlemiştir. Hatta Avrupa'da sosyal demokratlara, Türkiye'de sağ partilere oy veren gurbetçiler de benzer kafa yapısına sahiptir. 

Bunun sonucunu yer yüzünde Hristiyanlığın en büyük mezhebi Roma Katolikliği oldu. Çünkü coğrafi keşiflerin ve deniz aşırı sömürgeciliğin öncüsü İspanya ve Portekiz, egemen oldukları ülkelerin halkını Katolik yapmak için uğraştı ve bunda da başarılı oldu. Oysa İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar, Almanlar ve Belçikalıların böyle bir derdi olmadı. Hatta İngilizler, işgal ettikleri yerlerde Katolik mezhebine daha çok göz yumdu. Hintli şair Tagore'un Gora romanına göre Hindistan'a İslam, İngiliz egemenliğinde yayıldı. Benzer bir iddiayı da Hollanda egemenliğindeki Endonezya için duymuştum.

Osmanlı'da bu konuda benzer bir politika gütmüş, özellikle Balkan milletlerini Müslüman etmekte isteksiz davranmış, işin doğrusu çok da uğraşmamıştır.,

Ruslar, genel anlamda fethettikleri ülkelerde özellikle Şamanist-pagan toplulukları Ortodoks Hristiyan yapmakta başarılı olmuş,  pek çok Müslüman topluluğu da Hristiyan yapmıştır. Zeki Velidi Togan'ın anılarına göre bunların bir kısmı olan Hristiyan Tatarlar,  1905 kargaşalığında Müslümanlığa geri dönmüş, Togan'da Bolşeviklerle çalıştığı dönemde gene böyle bir topluluğu Müslüman yapmak istemiş, kiliselerini yakmış ama halk kiliseleri yakıldığı için isyan çıkarıp, Togan ve adamlarını Lenin'e şikayet etmiş, Stalin onu bizzat yanına istemiş, kellesinin gideceğini anlayınca da Orta Asya'ya, Basmacıların yanına gitmiştir. (Basma derken, baskın verme anlamında) (Konumuz Zeki Velidi değil, yoksa kendisinden daha çok bahsederiz) 

Rusya, Napolyon işgalinde asimile politikalarına son vermiş ve Müslüman azınlığın güvenini kazanmıştır. Gene de oryantalizmden uzak durmuş, Müslüman azınlık içinde aşırı uçları ve tarikatları barındırmamaya çalıştı ama Çeçenistan örneğinde olduğu gibi bazı durumlarda başaramadı.

Rusya ve Bazı Avrupa arasındaki temel fark, Rusların Müslüman azınlıkla iç içe yaşaması, Batı Avrupalılar için Müslümanların doğuda yaşayan bir takım insanlar olmasıydı. Bu yüzden Afganistan savaşı ya da Büyük Ortadoğu Projesi gibi  konularda doğuyu yönlendirmede en aşırı uçları kullanmaktan çekinmedi.

Ta ki sınıfında Muhammed karikatürleri gösteren öğretmenin öldürülmesine kadar. O vakit anladılar ki, onlar da Rusya gibi Müslümanlarla iç içeler. Orta doğu ülkeleri karışsın, güçlensin diye besledikleri tarikatlar ve aşırı dinci siyasi akımlar, onları içten de vurmakta. 

Şimdi en azından kendi içlerine bu radikal dinci akımlara dur demek zorunda olduklarını fark ettiler. Fransa'nın girişimlerinden daha önemlisi, bunun diğer Avrupa ülkelerinden de destek bulması, diğer Avrupa ülkelerinin de Fransa kadar değilse bile, benzer girişimlere bulunması veya girişimlere hazırlanması.

Amerika halen Ilımlı İslam adı altında oryantalizmden yana olur mu bilmem, birincil Avrupalı ortağı İngiltere bile bu işten sıkılmış. Pakistan ve Yemen başta olmak üzere milyonlarca göçmeni ile baş etmeye çalışıyor ve içlerindeki radikal unsurları bitirme çabasında.

25 Nisan 2022 Pazartesi

BU HAZİRAN BAŞKA

 


BU HAZİRAN BAŞKA

Haziran da ölmek zor demişti Korkmazgil

Haziran da ölmüştü Nazım

Kiraz ayıdır haziran

Ekin hasadının başlangıcıdır

Sıcak yaz günlerinin başlangıcı

Okulların tatilinin başlangıcıdır haziran

Herkes biraz gevşemiştir, herkes biraz mutlu

Hatta boş vermiş, umursamaz,

Oysa bu haziran başka

Tüm korku duvarlarını yıktı bu haziran

Mazlumları isyan ettirdi bu haziran

Güçlüyüm diyenleri güçten düşürdü bu haziran

Tavşanları kükretip, aslanları susturdu bu haziran

Her ateş kuru otları arar, her âşık kendisini seveni

Oysa büyük yangınlar, yaşı daha çok yakar

Büyük aşklar karşılığı olmayanlardır

Ve her cesur azınlıklar yapar.

Yüzde elliyiz diyen kalabalıklardan korku bu haziran

Azınlık yığın oldu meydanlarda

Tomarca su söndürmedi bu isyan ateşini

Biber gazları boğamadı bu kalabalığın soluğunu

O toma ki madımak otlarını söndürmeliydi bir zamanlar

Şimdi düzen sürsün diye yakılan o ateş

Şimdi düzeni yakıyor

Bu haziran başka

Pervaneler ateşine atlıyor.

22 Nisan 2022 Cuma

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANETİN GÜNLÜK HAYATTA ÖRNEKLERİ

 

Beklen


ti etkisi de denen bu psikolojik olgu ile ilgili olarak konunun uzmanları dururken çok bilmişlik yapmak istemiyorum. Kısaca bir akıllıya kırk gün deli dersen deli olurmuş, sakınan göze çöp batar gibi atasözleri ile anlatılan şey. Bir şeyin gerçekleşeceğine çok inanırsak ona göre davranır ve o şeyin gerçekleşmesine yardımcı oluruz. En basitinden, bir genç kıza, sınıfında bir oğlan var, senden  hoşlanıyor ama sana açılamıyor dediğimizde, kız da daha bir süslenir, gülümser, etrafına olumlu mesajlar vererek, oğlanları cesaretlendirir. Sonrasında illa biri ona açılır. Kız da, zaten falda çıkmıştı der. Şimdi günlük hayattan, kendimce tespitlerimi yazacağım.

1:ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK TÜRLERİ

A)YAPAMAMAYI ÖĞRETMEK: Bu genelde bir şeyler yapmak ya da öğrenmek isteyenlere sürekli olumsuz dönüt vererek olur. Ülkemizde öğrenciye aynı zamanda terbiye etme maksadı ile de not verildiğinden, öğrenciler arasında yapamamayı öğrenme yaygındır. Öğrenciye sürekli olumsuz dönüt vermek ve bunu da öğrenciye, öğrenciyi ezerek vermek, sonuçta öğrenciye bunu hiç öğrenemeyeceğini öğretmektir. O kadar çok olur ki daha bu paragraf bitmeden, paragrafı okuyanların aklına bir kaç örnek gelir.

B)HAYALİ BAŞLAMADAN BİTİRMEYE İKNA ETMEK:  Ülkemizde yıkıcı yetişkinlik alışkanlığından dolayı, pek çok insanın potansiyelini geliştirememe durumudur. Her ülkede ve tüm insanlık tarihince olan bir durum olduğu kesinse de,  ülkemizde aşırı yaygın olduğu kanaatindeyim. Bir insan hayalini anlattığına, ona hayalin nasıl olabileceğini değil de,  neden olamayacağının anlatılmasıdır. Burada öğrenilmiş çaresizlik, diğer öğrenilmiş çaresizliklerden farklı olarak, daha denenmeden, hatta denemeye başlamadan, çaresizliğin öğrenilmesidir.

Nasıl ki yönetim ilkesinde, size sorun ile beraber, çözüm önerisini de getiren kişiyi dinlemek ise, hayalinizi anlatan da, hayalinizi gerçekleştirmenin zor da olsa yollarını anlatmıyorsa, dinlemeyin. Bir kişiye, hayallerini gerçekleştirme ile ilgili olarak bir şeyler anlatmayacaksanız, hiç konuşmayın.

C)KURUMLARA GÜVENMEMEK: Kurumlara yapılan başvuruların genelde olumsuz cevap vermesi bir yana,  her seferinde yanlı davranması, kuruma olan güveni azaltır ve insanlar kurumlara güvenmez olur. İnsan başvuru bile yapmaz.

Ben bu öğrenilmiş çaresizliği iki açıdan yaşadım ve yaşıyorum. İlki edebiyat yarışmalarına artık şiir ya da hikaye göndermiyorum. Benzer nedenlerle milli eğitimde proje de yapmıyorum. Doğru dürüst dönüt bile vermeyip, hep aynı kişileri ya da benzer kişileri onaylıyorlar. Siz de kendinizi süs biberi, dolgu malzemesi gibi görmeye başlıyorsunuz. Aslında 3 proje ya da eserden üçüne onay ya da ödül verecekler ama sanki üç yüz başvuru olmuş gibi görünsün diye seni de katılmaya zorluyorlar.

D)KABULLENİLMİŞ YALNIZLIK :  Bu bireyin arkadaş edinme veya arkadaşlarının güvenilir olacağına dair güvensizliğinin ya da kendi arkadaş edinme konusunda kendini yetersiz görme durumudur. Birey kendisini yalnızken daha huzurlu hisseder çünkü diğer insanlar gururunu kırmakta, onu ezip, aşağılamaktadır. Birey ise yalnızlığın daha huzurlu olduğunu söyler.

E)KABULLENİLMİŞ BEKARLIK: Kabullenilmiş yalnızlığın bir türüdür, bazen karşı cinse güvenmeme, bazen karşı cinsi etkileme (kendini çirkin bulma), bazen de ekonomik nedenlerden dolayı bekarlığı veya yalnızlığı kabullenme durumudur.  (Bazen de bu şartların hepsi birden olabilir.) Öğretmenlikte gördüğüm, uzun süre okul veya tarikat pansiyonlarında büyüyen gençlerde daha çok görülüyor. Boşanmış ya da çok kavga eden aile çocuğu olmak, arkadaşların evliliklerinin kısa sürmesi de buna sebep. Kız tarafının yoğun istekleri ya da şatafatlı düğün talepleri yüzünden erkeklerde daha çok görülebiliyor.

2)EKONOMİK KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANETLER:

A)İNANILAN  DEĞER ARTIŞI: Hemen herkesin döviz, altın ya da mülkün değerleneceğine inanması sonucu değerinin bazen astronomik, hatta logaritmik artması, değer düşmesi durumunda da bu şeyleri alanların zarar etmemek için satmaması, satmak için değerinin yükselmesini beklemesi durumudur.

B)KABULLENİLMİŞ ENFLASYON: Ticaret erbabının enflasyon tahminiyle kendi kendisine zam yapması, müşterilerin de bunu kabullenmesi durumudur.

C)KABULLENİLMİŞ İŞSİZLİK: Bireyin iş aramayı bırakması ya da mesleği-eğitimi dışında iş araması, yurt dışına gitme planları yapması durumudur.

Kabullenilmiş işsizliğin bir nedeni de güvenilemez işverenlerdir. Uzun çalışma saatleri ve düşük ücretin yanı sıra, deneme süresi, stajyerlik adı altında geçici olarak çalıştırması ile ünlü işverenlerin, çalışanlarca cazip olmaması durumudur. Bu şöhrette işverenlerin yanında çalışmak, işsizliğin bir türüdür.

3)SİYASİ KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANETLER

A)  MEDYA SALDIRISI: Medya holdinglerinin genel anlamda kitlesel olarak belli siyasi oluşumları toplu halde desteklemesi, bunun için sahte haber, sahte anketler, öne sürüldü, iddia edildi tarzı habercilik ve yorumlar buna örnektir. Medyayı elinde tutan bir kaç şirket çoğu kez sonuçları çok önceden açıklayarak, insanların sonuçlara teslim olmasını sağlarlar.

 B)MUHALEFETE KARŞI UMUTSUZLUK: Bunlar iktidarı değiştiremez ya da değişse de düzen değişmez düşüncesinin halkta ya da muhalif insanlarda yaygınlaşması durumudur. İktidarlar bu durumu korumak adına, muhalefete muhalefet eden unsurları el altından besler.

20 Nisan 2022 Çarşamba

MUSTAFA NECAATİ'DEN ALINAN İNTİKAM



Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük bir siyasetçisiydi Mustafa Necaati (Uğural). Onun yaşadığı evin adı İslamcı yazar Nuri Pakdil kültür merkezi olarak değiştirildi.
Bu is 2010 yetmez ama evet referandumunun  heme ardından Türk Hava Yolları uçaklarında İstikbal Göklerdedir sözlerinin sökülmesi ile başlayan cumhuriyeti silme girişimlerinin de ötesinde, Amerikalıların intikamını almaktır.
Aslında siyasal İslamın her yaptığı batının ve büyük devletlerin intikamı sayılabilir. O üzerine ağıtlar yaktığınız İskilipli Atıf Hoca, İngiliz Muhipler derneği üyesiydi. Said-i Nursi'nin risale denen kitaplarında ya da Süleyman Hilmi Tunahan'ın kasete alınmış vaazlarında, Amerika ya da İngilizlere karşı tek bir söz bile bulamazsınız. 
Geçmişte Rahip Robert Frew (Nutukta adı Rahi Fru diye geçer.) varsa şimdilerde Rahip Bronson var. Bronson'un Donald Trump ile bir videosunu izlemiştim.Sözüm ona yılların rahibi ve Trump'ı kutsayacak ama iki duayı ezberinden okuyamıyor.
Halen ülkemizde bir sürü rahip Bronson ve Molla Sait Efendi var. 
15 Temmuz'da hepsini kaybettiklerini zannetmek enayiliktir.
Mustafa Necaati'nin kısa süren Milli Eğitim bakanlığı, Amerikalıları çok derinden yaralamıştır. Ben de bunu Amerika'nın ilk Ankara büyük elçisi John Grew'in anılarında öğrendim.
Bu dönemde önce Bursa Amerikan kolejinde, sonra o zamanlar Anadolu'da çok fazla olan Amerikan kolejlerinde okuyan bazı Türk çocuklarının, özellikle de kızların Hristiyan yapıldığı, ciddi bir şekilde misyonerlik çalışmaları yapıldığı tespit ediyor. Mustafa Necaati'de bakan olarak soruşturmayı bizzat ele alıyor. John Grew'in mesaisinin büyük bir kısmı, okulların kapanmamasını sağlama çabası alıyor. Grew, laik ülkenin buna karşı olmasını Türklüğü koruma çabası olarak görüyor.
Şimdi de Amerika, bunun intikamını onun evine Nuri Pakdil'in adını vererek alıyor.
Bu günkü (18 Haziran 2020) tarihli Sözcü gazetesinde Yılmaz Özdil'in köşe yazısından öğreniyoruz. Meşhur kozmik odaya sebep olan olayda istihbarat subayları Bülent Arınç'ı değil, şüpheli bir albayı takip ediyormuş ve o albay kimin evindeymiş, bilin bakalım.
Nuri Pakdil ve bu adamı utanmadan Mehmet Akif Ersoy'a komşu olarak Tacettin dergahına gömdüler.
Aziz Nesin'in de belirttiği gibi siyasal dinciler her tarihte işgal güçlerinin ve büyük devletlerin uşağı oldu. Kadızade Vani bey, o dönem Türk ve Müslüman erkeklerin gayrı müslüm kadınlarla evlenmemesi için ferman çıkarmış ve gayrı müslümlerin müslümanlaştırmasına engel olmuştı.
Malum tarikat dünyanın dört bir yanındaki okulları ile övündü.  Bu tarikatın, Müslümanlara zulm eden ve onları sınır dışı eden Myanmar'da ve Müslüman olmanın yasak olduğu (vatandaşlıktan çıkıyorsun) Angola'da bile okulları var. Buralarda hiç Müslümanları korumuş mu? En önemlisi kaç gayrı müslümü Müslüman yapmış.
Mevlana'nın babası Sultan Velet'de ateşli bir Moğol casusudur. Meşai (Farabi, İbni Sina gibi  önemli bilim adamlarının olduğu felsefi akım) filozoflarını ve gök bilimcileri suçladığı için Harzemşahların Moğollara yenileceğini ilan etmiş, Moğol ordusunu öve öve Afganistan Belh'den Konya'ya, arada hacca da giderek, göç etmiştir. Ne Mevlana'nın, ne babasının ne de arkadaşı Şemsi Tebrizi'nin kitaplarında İslam ülkelerini yakıp, yıkan Moğollar aleyhine tek söz bulamazsınız ama Meşai filozofları ve onları koruyan devlet adamlarına hakaret edip, dururlar.
Tıpkı Atatürk'de bu adam diye hakaret eden Sait, Hilmi ve diğerleri gibi.



16 Nisan 2022 Cumartesi

SONSUZLUĞU ANLAYAMAYIZ (DAKTİLO VE MAYMUN TEORİSİ)

 


Din felsefesinde, evrensel delil konusunda, internette viral olan dolmakalem örneklemesine benzer bir varsayımlanmış olay olgusu vardır. Denilir ki, sonsuz sayıda maymunun önüne, sonsuz sayıda daktilo (yeni nesil için buna klavye diyelim) koyarsan, eninde sonunda her hangi bir dilde, her hangi bir mantıklı cümle veya çok zorlarsak paragraf yazar.

Bu önermede iki fiil kökü var ve ben ikisine de itiraz edeceğim. Birincisi sonsuza kadar denemek, ikincisi de anlamlılık.

Sonsuzluk kavramını tam anlamıyoruz. Doğrusu İngilizce dersi alırken, İngilizlerin (ve Amerikalıların) milyardan büyük rakamları telaffuz etmediklerini öğrenince şaşırmıştım. Sebebini de İngiliz sterlininde en büyük banknotunun 50'lik olduğunu, daha büyükleri varsa da dolaşımda olmadığını öğrenince anladım. Milyara, billon diyorlardı ve bin milyar deyip, daha büyük rakam telaffuz etmiyorlardı. Milyardan daha büyük rakamları hesaplama sebebimiz enflasyon ve bu durumda en küçük para on bin yada yüz binlik banknot ya da metal para olabiliyor.

Sonsuz kavramını düşünsek de, ne kadar olduğunu tam olarak kavrayamıyoruz. Bu yüzden sonsuza kadar denemek ne demek, tam olarak algılayamıyoruz. Bunu basit bir örnekle anlatayım. Meşhur arama motoru Google, adını bir (1) rakamın arkasında yüz (100) adet sıfır konması ile elde edilen teorik sayıdan alıyor. Birin yanına değil yüz, google kere google (yani bir çarpı yüzde ulaşmak için gerekli sayı ki, bunun için sadece klavyenin sıfır tuşuna basarak yapsak bile, bunu yazmaya ömrümüz yetmez) sayısı kadar sıfır koysak, bu da sonsuz değildir. Hatta birin değil, dokuzun yanına koysak, hatta bütün bu google kere google sayısı bir ya da sıfırlardan değil de, dokuzlardan oluşsa, o da sonsuz değildir.

Biliyorum, kafanız karıştı. Mühendislerin, astrofizikçilerin ve çeşitli bilim adamlarının uydurduğu ya da icat ettiği, birin yanına iki yüz küsur sıfır konan sayılar varmış, bunu onlarla yapsak bile sonsuz değildir.

Bu sonsuzlukta, yani hiç bir sayı-rakam değeri ile gösteremediğimiz için devrik sekiz rakamı ile gösterdiğimiz sonsuzlukta, her şey, en absürt tesadüfler bile mümkündür. 

Diğer itirazım da anlamlılık üzerine. Eğer beklediğimiz roman, Dostoviyetski'nin ana dili Rusça ve Krli alfabesi mi veya hangi dilde, daha önce yazılmış bir romanın bire bir aynısının tesadüfen oluşması mı, yoksa bütün o yazılanların bir roman ya da anlamlı bir bütünlük olması mı? Aradığımız nedir?

İlginçtir teknoloji ne kadar ilerlerse, bilimsel teoriler o kadar kadar belirsizleşiyor, bilim adamları o kadar çok kesinlikten uzak konuşuyor. Newton'un evreni açıklayacak denilen teorileri bugün sadece kolay hesaplama yöntemi, bilimsel değeri yok.

Alman filozof ve matematikçi (aslında hemen her bilimde illa bir teorisi olan kişi) Leibniz, mevcut dünyanın olası dünyaların en iyisi olduğunu iddia eder. Voltaire, Candide romanını bu iddia ile alay etmek için yazar.

Bence dünya, bize olması gerekenmiş gibi gelir ve öyle olmadığında dünyamız değiştiğinde anlarız. Ülkücülerin, başka milletlerden doğsaydım, Türk milliyetçisi olurdum demesi gibi; Alevilerin de, Alevilik kaderim olmasa tercihim olurdu sözü vardı. Bence her ikisi de palavradır. Doğup, büyüdüğümüz düzen, bize olması gerekenmiş gibi gelir.

Mesela  eskiden okula takım elbise ile gelirdik ve kıyafetimizi beğenmeyen öğretmenler bizi sahiden okula almaz, saçımızda sahiden tren yolu açardı. Hatta seksenlerde bir ara okullarda baskın bakirelik kontrolleri yapılıyordu. Öğretmenliğimin ilk yılları, 28 Şubat dönemindeydi. Okullara ve devlet dairelerine türbanla girmek yasaktı. Öğrenciler dersin son beş-on dakikasında izin alıp, saçlarını yaparlardı.

Daha ilginç olansa o yıllarda türbanlı öğrenci sayısı-oranı daha fazlaydı. Son beş-altı yıldır hızla azalıyor, Her yeni gelen sınıfta daha az türbanlı öğrenci var. Üstelik bayağı sağcı (muhafazakar diyemiyorum artık) bir semtteyim.

İngiliz, daha doğrusu Büyük Britanyalı (İrlanda asıllıdır çünkü), ünlü ve Nobel ödüllü tiyatro oyunu yazarı Bernarnd Shaw, Sezar ile Kleopatra  adlı eserine, Sezar'a Britanicus diye bir uşak verir, amacı yaşadığı İngiliz toplumunu yermektir. Orada Sezar, Britanicus'u şu sözlerle aşağılar:

-Kendi kabilesinin kurallarını evrensel yasa sanan bir barbar.

Aslında Shaw bu sözlerle ilkel insan ile fikir üreten insan arasındaki farkı ortaya koyar. Evrenin kendisine öğretile gibi olduğunu varsayan ilkel insanlar, farklı olabileceğini düşünen modern insan. Modern insan başkalarını ve evreni  önce anlamaya çalışır. İlkel insan ise kendisine öğretilen gibi olmayanları aşağılar.

Aslında  bilim ve felsefe, bir maymunun rast gele daktilo tuşlarına bastığı kağıttaki yazılara anlam verme çabasıdır.

TÜRKEŞ'İN DİŞÇİSİ



 1995 seçimlerine MHP bayağı iddialı girmişti ve %10'luk barajı aşması kesin gibiydi. Merkez sağ denen DYP ve ANAP, kızgın tavadaki yağ gibi erimekteydi. Sağcı seçmen, daha doğrusu Türk halkı, sola oy vermemek için 12 Eylül medyası tarafından eğitimden geçmişti ve bu eğitim halen devam etmekteydi. SHP'li belediyeler  1989 seçim başarısını icraatta başarıya dönüştürememişler, İSKİ skandalı ve Uzan ailesi medyasının saldırıları ile iyice puan kaybetmekteydi. Deniz Baykal'ın hizipçiliği de partiye oy kaybettirmekte,  1999'da da CHP adı ile baraj altına girme yoluna gitmekteydi.

Derken MHP'nin Başbuğ denen başkanı Alparslan Türkeş ve etrafında her kimler varsa,  seçim sürecince yapacakları en büyük yanlışlar silsilesini yaptı. Partiyi ben yönetsem, bu kadar yanlış yönetemezdim herhalde. Türkeş'in dünürü, dişçisi ve doktoru da dahil olmak üzere, Ülkü ocaklarının ve parti teşkilatının istemediği kim varsa aday yapıldı. Teşkilatlar da genel merkeze sırt çevirdi ve MHP baraj altı kaldı.

Sonra Türkeş, ciddi ciddi çökmeye başladı. Bir kaç canlı yayında uyuyakaldı, kendisini suçlayan konuklara hak verdi, iki sene sonra da öldü. 1995 Martından itibaren kamu kuruluşlarında, özellikle İçişleri bakanlığı (özellikle polis teşkilatı) ve Sağlık bakanlığı başta olmak üzere kamu kuruluşlarındaki Ülkücü kadrolar tepeden aşağıya seyreltildi. 1997 Nisanında Türkeş ölünce de, özellikle üniversitelerdeki Ülkücü gruplar, KYK (Kredi ve Yurtlar kurumu), rektörlükler ve polis tarafından korunmaz oldu. Öyle eskisi gibi Ali kıran, baş kesen olamadılar. MHP'nin oyu arttı ise de Ülkücülük azaldı. 

Sonra o meşhur sandalyelerin havada uçuştuğu, partiye kongre yapması için kayyum atandığı (AKP öncesi bildiğim tek kayyum) kongreden sonra önce Türkeş'in Başbuğ unvanına karşılık olarak Baştuğ unvanı verilen oğlu ve ona yakın kim varsa MHP'den atıldı.

Gerçek şu ki, bu şu an Ülkücülerden en nefret edenlerin bile kabul etmediği gerçek,  Ülkücülüğün, Türkeş'in dişçisini  ön sıradan milletvekili adayı yaptırdığında öldüğüdür. 

Diğer bir gerçek de, MHP hiç bir zaman gerçekten bir parti olmadı. Derin devlet, Gladio, Özel Harp Dairesi ve daha ne çeşit adı varsa, o NATO oluşumunun bir parçasıydı. Merkez sağ dağıldıktan sonra MHP'nin dağılmaması da bu yüzdendi. Her şey Gladyo'nun hesapladığı gibi gitmese de, Devlet Bahçeli'de hep sağın varlığını kolladı.

 Seksenli ve doksanlı yılları hatırlayalım, ANAP, DYP, Fenerbahçe ve büyük kulüplerin vesairelerin kongrelerinde kimin kazanacağına Ülkücüler karar verirdi. Ülkü ocaklarında yetişen siyasetçiler, otuzlu yaşlarında DYP, ANAP ve Refah partilerine geçerdi. 

Öyle ise neden merkez sağ partiler yıkılıp, giderken, MHP (AKP İLE BERABER) ayakta kaldı? Çünkü sokakta sağı temsil edenler Ülkücülerdi. Akıncıların da temelinde Ülkücüler vardı. Kaldı ki, Türk halkı için Türkçülüğün yürütülmesi gerekiyordu. 

Sonuçta 2015 Haziranına kadar MHP, sağın yedeği olarak kaldı. Seçim gecesi Bahçeli, sağın tamamen çökmek üzere olduğunu gördü veya ona gösterildi. Ardından da halen süren ve MHP'nin ne kazandığı belli olmayan (devlet kadroları ve ihaleler, tarikatlara pay edilmiş, Ülkücülere zırnığı zor koklatıyorlar) ortaklığı başladı.

Bu dönemden beri, hadi iktidar partisi hiç Türkçü olmadığı gibi, Türk'te olmadı,  son bir kaç yıldır Türk milliyetçiliğinin partisinde bile Türk kelimesi pek kullanılmıyor. Zamanında Sovyetler Birliğine kafa tutan  Ülkücülük, Çin Halk Cumhuriyeti ilişkileri bozmaktan korkuyor. 

Paralelinde iktidara (sözde) muhalif, fonlanmış medyada Türkiyelilik diyor. Türkiye'de azınlıkları aşağılamak ve ezmek için Türklüğü kullanan kapitalizm,  şimdi de bu suçlarından dolayı Türklüğü suçluyor.  Sağınsa tek derdi, son volilerini vurmak.

Özetle, sağ fikir olarak bitti. Ülkücülük bitmedi sanıyorsunuz ama Türkeş dişçisini, doktorunu, dünürünü aday gösterdiği zaman bitmişti.