7 Temmuz 2022 Perşembe

LUMUMBA'NIN DİŞi



 Patrice Emery Lumumba, sömürgeciliğe karşı Afrika'daki en büyük direnişçilerden biridir. Kendisi ile ilgili pek çok bilgiyi Vikipedi ve bilgilendirici diğer sitelerden alabilirsiniz. Kendisi  bir ara adı Zaire olan, bugünkü Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin kurucu lideridir. Ülkesini sadece kağıt üzerinde değil, ekonomik ve kültürel olarak da bağımsız yapmak istemiş, karşılığında da ayrılıkçı hareketler ve darbe ile almıştır. Kurşuna dizilerek öldürülmüş, cesedi asitte yok edilmiştir. Ondan geriye sadece bir diş kalmıştır. Lumumba hakkında internette araştırma yapın, bu yazının konusu, Lumumba'nın asitte erimeyen dişidir. Lumumba'nın infazı sonrası, cesetten kurtulmakla sorumlu Belçikalı sömürge polisi, o dişleri ülkesine, evine götürmüş, ganimet olarak saklamıştır.



Lumumba'ya nefretin tek sebebi, bağımsızlık lideri olması ya da Sovyetler Birliği ile yakınlaşmadı değildir. Açıkça Avrupa kültür ve medeniyetinin üstünlüğünü ret etmesi, Kongo'da olanlar için Belçika'yı açıkça suçlamasıdır. Kendisi ve cesedi, onlarca işkenceye katlanmasına rağmen, sömürge polisleri halen hırslarını alamamış, asitte erimeyen bir dişi de hatıra diye evlerine götürmüşlerdir.



Benzeri bir durum da, bir Çanakkale şehidimizin başına gelmişti. Bir ANZAK askeri, öldürdüğü Türk askerinin kafatasını (belki de o zamanlar kellesini) ülkesine götürmüş, olay ortaya çıkınca da, Avusturalya hükumeti, kafatasını Türkiye'ye iade etmiş, isimsiz kafatası, törenle şehitliğe gömülmüştü. Yani bu durum batılı askerlerin sıkça yaptığı bir davranış. Türklere bakışlarının, Afrikalılar ya da diğer Avrupalı olmayanlara farklı olmadığının göstergesi.



Almanya ve Belçika, coğrafi keşiflere katılmadı, sömürgeciliğe de geç katıldı ama tam katıldı. Belçika zaten 1830'a kadar Hollandada krallığının bir parçasıydı. Afrika, özellikle batı kıyıları, Çeçe sineği ve onun yaydığı ateşli humma hastalığı nedeni ile uzun süre Avrupalılarca işgal edilemedi. Bölgeyi, halkını Amerika kıtasına kaçırıp, köle yaparak sömürdü. Beyaz adam,  ancak kinin ve benzeri ilaç ve aşılar yaygınlaştıktan sonra, 1860'lara doğru kıtanın içlerine ilerledi. Kıtanın paylaşımı 1885 Berlin kongresi ile oldu. Bugünkü Afrika sınırları, büyük ölçüde o konferansta çizildi.

Almanya, birinci dünya savaşından sonra tüm sömürgelerini kaybetti. Hitler, Kavgam'da, daha 1922-23'de, Almanya'nın bir deniz ülkesi olmadığını, imparatorluğunun karasal olacağını,  doğuda olacağınız söylemiştir. Aslında Hitler'in yaptığı şey, sömürgelerde yapılanı, Avrupa kıtasında yapmaktı. İlk toplama kamplarını İngilizler, 2.  Boer savaşı (1899-1902) sırasında Boer denen Hollanda kökenli Afrikalı çiftçilere karşı kurmuştu. Bu kamplara Boerler, Vikipedya'a göre 24 bin kadarı 16 yaş altı çocuklar olmak üzere, 28 bin kadar insanı kaybetmişti. ( Savaşarak ölenler hariç, kamplarda ölenlerden bahsediyorum.) Soykırıma gelince, sömürgelerde bazı kabilelerin soyunu kurutmak, Beyaz adam için olağan işti. Bizzat Almanya bile 1904-1907 yıllarında Herero ve Nama kabilelerinin tüm üyelerini katletmişti. Bu tarihe Kayzer soykırımı olarak geçmişti.



Belçika ise, aslında İngiltere'nin hediyesi olan (Belçika'yı devlet olarak kuran da İngilizlerdir. Belçika kralı Loepold, daha önce Yunanistan kralı olmayı ret etmişti) bu devasa ülkeyi, acımasızca sömürdü ve akla hayale gelmeyen kıyım ve katliamlar yaptı. Belçika Kongo'suna, devaya Kongo'nun yanında, Belçika kadar küçük Ruanda ve Burundi'de dahildi. Kongo sayesinde dünyanın elmas merkezi oldu. Kongo havzası halkı üzerine Tutsi-Hutu ayrımı yaptı ve bu ayrımı yerli halkın zihnine de yerleştirdi. Katolik Hristiyanlığı da yerli halk arasında yaydı.

Patrice Émery Lumumba (doğum adı Élias Okit'Asombo) ile ilgili olarak Türkçe kaynak yok gibi bir şey. O zamanki adı Zaire olan (bu ismi ülkeye darbeci diktatör Mobutu Sese Seko Kuku Ngbendu wa za Banga ( doğumdaki adı Joseph-Désiré Mobutu vermişti. Bu isim ülkenin 3. adıydı ve 1971-1997 arasındaki adıydı) ülkeyle ilgili olarak lise ya da üniversite yıllarımda televizyondan bir belgesel izlediğimi hatırlıyorum. Onunla ilgili Türkçe ya da çeviri kitap, hatta Türkçe Youtube videosu bile yok. 

Ülkemiz ilginç bir şekilde Afrika ile ilgili ve Afrika konusunda cahil. Kurban bayramı yaklaşıyor. Bir sürü vakıf-tarikat, Afrika'da kurban kesmeyi vaat ediyor. Pek çok kuruluş, Afrika'da su kuyusu açmakla meşgul. 

Oysa bir şeyle ilgileniyorsak, onun hakkında bilgi de edinmeliyiz, onun hakkında bir şeyler de öğrenmeliyiz. Buna, kıtanın kahramanlarını öğrenerek başlayabiliriz. Lumumba'da iyi bir başlangıç olabilir.


4 Temmuz 2022 Pazartesi

SUÇ ÖRGÜTÜ LİDERİNİN BOZDUĞU BÜYÜ (GİZEM'İN ÖLÜMÜ 1 )

 


Bir zamanların saygın işadamı, az eski bir zamanın suç örgütü lideri, şimdilerin sosyal medya fenomeni beyefendi, bir zamanlar oluk oluk kan akıtmak istediği muhalif kampa geçti malumunuz. Geçen yıl yaptığı on adet video ve bir kaç görüntü ifşaatı ile iktidarın kabusu olmuştu. Bu yaz da benzer ifşaat ve mesajları ile iktidara ikinci kabusunu yaşatmakta. Kendisi iktidarın mevsimsel hastalığı olmuş durumda. Dediklerini de kimseler yalanlayamıyor.

Şimdi diyorlar ki, bu şahısın iki yılda yaptığını muhalefet yirmi yıldan beri yapamıyor diyorlar. Yapamaz, zira muhalefet o alemden gelmiyor, o alemin büyüsünü bozamaz.

Hikaye odur ki, Şemsi Tebrizi ile Mevlana ilk karşılaştıklarında, Şemsi, Mevlana'ya, Peygamberin mi yüce, Hallac-ı Mansur'un mu yüce  olduğunu sorar. Mevlana, bunun soru bile olmadığını, Peygamberin her zaman yüce olduğunu söyler. Bu sefer de Şems, neden Mansur her Allah dediğinde titrerken,  Peygamberin bu kelimeyi çok rahat söylediğini sorar. Mevlana bu sorunun cevabını bir yıl düşünür. Bir sene sonra tekrar karşılaştıklarında Mevlana şu cevabı verir:

-Peygamber zaten gayb aleminden geliyordu, Allah sözüne alışkındı. Mansur ise gayb alemine ilk defa girdiği için, sudan girmiş balık gibi titredi.

Benzer bir öykü de, meşhur Kelile ve Dimme kitabından gelsin. Bu hikayede bir balık ve bir ceylanla arkadaş olan bir kurbağa vardır. Balığa karada gördüklerini, ceylana suyun dibinde gördüklerini anlatamaz. 

Öteki alem, gayb, yani gizem olduğu için anlaşılamazdır ve bazen düşman da olsa, biraz yüceltilerek görünür. Buna da bizzat Hallac-ı Mansur 'un sözleri ile anlatayım:

Gizem, ona ulaşmadığınızda gizemdir. Gizeme ulaşırsak gizem biter, gizemden parça alırsak, gizem bozulur.

Bunu kendimce şöyle açıklayayım. Diyelim ki bir film ünlü bir aktör, şarkıcı, sunucu ya da sporcuyu yakından tanımıyorsunuz, sadece medyadan takip ediyorsanız, o kişi sizin için bir güzellik, bir kadınlık-erkeklik timsalidir. Oysa onu yakından tanıyanlar için öyle değildir. Bu konuda Reşat Nuri Güntekin'in Leyla ,le Mecnun adlı bir öyküsü vardır. Bir genç, annesi yaşında evli bir kadına aşıktır. Arkadaşı onu, komşusu bir eve taşır ve bir delikten bu kadın ve ailesini izler. Kadının dırdırına ve cadılığına şahit olur ve kadına aşkı söner.

Şimdi olayın Youtube fenomeni-suç örgütü lideri kısmına gelelim. Ülkemin sol kesim için sağ kesim halen bir gizem. Bunun sebebi, bu satırların yazarı şahsım gibi lisede ülkücü takılmış kişileri saymazsak, sağdan-sola geçmiş, onun derinini bilen az. Bir de solda özeleştiri yaygın. Sağda ise özeleştiri az ve sağı böyle iyi bilip, kirlilerini bu kadar iyi bilen az. Bu kişi, bütün gizemi yıkıp, komple kirli çamaşırları ortaya döküyor. 

3 Temmuz 2022 Pazar

SİNEMANIN MAFYATİK ÜÇ SUÇU



Hep Yek film serisini, en azından ikisini izlemiş bulundum. Üçüncüsü o kadar zırvalamıştı ki, bırakmak zorunda kaldım. Film serisi, iki binli yılların ortalarından beri moda olan, aşırı vasıfsız komedilerden bir kaçı bu serideki filmler. Anlatmaya bile değmez. Bir kaç sahnesindeki sözler viral denen popüler, günlük sözlerden olduğu için izledim. Konumuz bu film serisi olmadığı gibi genel anlamda komedi filmleri de değil. Gene de bu yazıyı bana yazdıran, bu film serisinin ilk ikisi oldu. Çünkü serinin baş kahramanı ikili, başlarına gelen onca işkence ve şahit oldukları onca ölüme rağmen, mafyayı ve mafya üyesi olmayı iyi bir şey sanıyorlardı.
Sebebi de izledikleri filmlerdi. Karşılaştıkları mafya üyelerini, film-dizi karakteri sanıyorlardı. Gerçi bu film, daha doğrusu film serisi de,  aşağıda yazacağım gibi, en vahşi olayları bile gülünçleştiriliyor ve gülünçleştirilerek masumlaştırılıyor. Ben buna ikinci suç diyeceğim. Bu sıralamayı, kendimce önem sıralaması olarak yaptım. Şimdi birinciden başlayayım.
1)Mafyayı karizmatik, sadık ve yüce gösterme: Bu Amerikan kökenli ilk mafya filmlerinden, özellikle meşhur Baba serisinden kalma bir suçtur. Mafyayı güçlü kişilikli erkeklerden oluşan, bir aile olarak birbirini kollayan kişiler gibi göstermek, mafyanın sinemadaki en yaygın suçudur. Suç örgütlerinin üyeleri, çıkar için birbirlerini çok kolay satar ve çok kolay öldürür. Kurtulmak için de kolayca polisle işbirliği yapar. Bir mafya ailesi içinde olmak,  diğer çeteler ve polis kadar, kendi çeten tarafından da öldürülme, zorbalık görme ihtimalin var demektir. Pek çok mafya üyesi, çete üyesi, en yakın arkadaşı- adamı tarafından öldürülmüştür.
Filmlerde ise, pek çok kere mafya babalarına gişe yada reyting uğruna aşırı karizmatik gösterilmekte. Bu, genelde tüm kötü karakterler için geçerli. Bu, klasik ikinci dünya savaşı filmlerindeki Adolf Hitler ile, 2004 yapımı ÇÖKÜŞ filmindeki Adolf Hitler karakteri arasındaki fark ile açıklayabiliriz. Klasik ikinci dünya savaşı filmlerinde Hitler, karizmatik, kararlı, dirayetli bir lider olarak gösterilir. Çöküş filminde ise, sağ tarafına felç inmiş, kararsız, bunalımda bir ihtiyar görürüz. Diğer filmlerde bakışı ile içimizi titreten lider değil, hatalarını kabullenemeyen zavallı bir ihtiyar olarak karşımıza çıkar. 
Oysa mafya filmlerinde mafya babaları son anda bile racon keser (o ne demekse).
2)Mafyayı Komikleştirme: Son yıllarda komedi filmleri, mafyasız olmaz oldu.  Hani film kalıpları vardır. Sit-com dizilerinde, aynı evde kalan üç üniversite öğrencisi, fantastik özelliklerini  (cadılık, vampirlik, uzaylılık vs) komşularından saklamaya çalışan ev sakinleri ya da korku filmlerindeki ıssız yerde kamp yapan üniversiteliler, yanlışlıkla girilen şatoda kabus gece ve benzeri kalıplar gibi; hurda bir araçla mafyadan kaçan aptallar ( Jim Carrey'in Salak ile Avanak filmi, bu filmlerin anasıdır), mafyaya borcunu ödeyemeyen kumarbazlar, gibi mafyatik komedi kalıpları oldu.
Mafyatik ilişkiler, insan öldürülmesi, kumarhane işletmek, uyuşturucu, fuhuş, cinayet gibi işler, gülünecek işler değildir. Bu işleri sürekli espri konusu yapmak, bu işleri normalleştirmek demektir. Daha kötüsü, özellikle pek çok genç insanın,  mafya üyesi olmayı olağan görmesine yol açmakta.
3)Derin devleti yüceltme: Bu her ne kadar Deli Yürek dizisi ile başlasa da, patlaması Kurtlar Vadisi ile oldu. Dizi, ne kadar çok izlendiyse, o kadar da masraflı oldu. En ünlü ve iyi oyuncular, en iyi müzikler, her şey ayarlandı. Oyunculara, doğaçlama yapmalarına ya da çok fazla karakteri yorumlamasına izin verilmedi.
Bu dizi ve ardılları, derin devlet denen yapıları övdü ve halkta bu yapıların normal görülmesini sağladı. Yeni nesil dizilerle de, bu devam ettiriliyor. Devlet içindeki çeteler, devlete faydalı değil, zararlıdır. Bu tür diziler, topluma zararlıdır.

1 Temmuz 2022 Cuma

VEYSEL’İN TABELAYA İHTİYACI MI VAR?

 


VEYSEL’İN TABELAYA İHTİYACI MI VAR?

Öğrendim ki adı değiştirmişsiniz okulun adını

Veysel’in tabelaya ihtiyacı mı var?

Mezun olan hatırlayacak mı tabeladaki ismi

Veysel’in tabelaya ihtiyacı mı var?

 

Siz ki ikinci yüzleriniz göründü

Siz ki sonunuz göründü

Siz ki o tabelada kalacaksınız

Veysel’in tabelaya ihtiyacı mı var?

 

Tabela adı unutulacaklara lazım

Tabela sokaklara kurumlara lazım

Tabela gücü, makamı kadar olanlara lazım

Veysel’in tabelaya ihtiyacı mı var?

 

Bir gün Veysel bizdendi diyeceksiniz

Çocuklarınıza Âşık Veysel adını vereceksiniz

Paranın üstüne Veysel’i basacaksınız

Veysel’in tabelaya ihtiyacı mı var?

 

İstenmiyor artık unvanlarınız, nişanlarınız

İstenmez artık teneke plaketleriniz

İstenemez artık kırmızı pasaportlarınız

Veysel’in tenekeye ihtiyacı mı var?

                                                                                                       

 

 

 

29 Haziran 2022 Çarşamba

ALEVİLİKTE MİTOLOJİK KİŞİLER VE MİTLERİN DEĞİŞİMİ -3 ALİ VE MİTOLOJİSİ

 


Tarihte, tarihsel kişiliklerin işleri ve eylemleri, efsanelere karışmış ve abartılmıştır. Ne ilk Japon imparatoru güneşin oğluydu, ne de Oğuz Kağan, anasından ilk sütü emdikten sonra çiğ et ve şarap istedi. Bunlar sonradan büyütülen olaylardır. Buna sıkça anlattığım iki örnekle başlayayım.

Isparta'da üniversitede okurken, sınıf arkadaşlarımdan biri, Eğirdir ilçesinde biri adamdan bahsetti. Yıllar önce, ta yetmişlerde, adamın biri, ilçenin belediye başkanının kızına aşık olmuş. Kızdan ayrıldıktan sonra da delirmiş. O zamanın belediye başkanı da, bu yarı deli oğlana, Eğirdir gölünü ( Türkiye'nin 4. en büyük doğal gölü, 468 kilometrekare) taş ile doldurursan, sana kızımı vereceğim demiş. Adam da o zamandan beri, göle taş atıyormuş.

Mezuniyetten sonra da Isparta'da kaldım ve ilginçtir ne Ispartalılar, ne Eğirdirliler, bu öyküyü bilmiyordu. Sonra tesadüfen tanıdığım bir Eğirdirli, gerçeği anlattı. Bu büyük göle taş atıp, duran biri var (tabi yirmi küsur yıl kadar önceydi bu, belki ölmüştür) ama bu adam zeka özürlü bir aileden geliyor ve öyle belediye başkanının kızıyla falan ilişkiye girecek biri de değil.

Öğrendiğim başka bir efsane de, Balıkesir'de, askerde iken duymuştum. Askerin biri, kadın subaylardan birine selam vermiyor. Kadın subay, askere soruyor, neden selam vermedin diye. Asker de, be kadına selam vermem, diyor. Subay da, önce apış arasını gösterip, buraya değil demiş, sonra omuzunu gösterip, buraya selam vereceksin demiş ve askeri tokatlamış. Bu olaya bizzat şahit olduğunu hatta o tokadı yediğini iddia eden çok askerlerle, sekiz aylık askerliğim süresince sıkça karşılaştım.

Askerden dönünce, aynı yerde, benden on yıl kadar önce, aynı yerde askerlik yapan başka bir öğretmenden, hikayenin gerçekliğini öğrendim. Olayda iki asker, kadın subaya selam vermeyip, kaçıyor. Subay da, olayı diğerlerine anlatıyor. Erkek subaylar da, bütün askerleri toplamış ve durumu sormuş. Biri de öne çıkıp, ben karıya selam vermem diye olayı itiraf etmiş. Sonrasında subaylar bu askeri hırpalayıp, yargılanmak üzere, askeri mahkemeye gönderiyor. Buraya değil, buraya selam vereceksin sözünü de erkek subaylar söylüyor.

Pek çok olay ya da kişi, böylece efsaneleşir. Mesela hamile geyiği öldürerek lanetlenme olayı,  İbrahim Ethem için anlatılır. Buhara prensi iken, hamile bir geyiği öldürmüş, geyiğin ölmeden evvel kendisine, sen bunun için mi yaratıldın, dediğini duymuş. Sonrasında depresyona giriyor, başka bazı şeyler de yaşayıp, bir gece sessizce sarayını ve hükümdarı olduğu şehri terk ediyor.  Benzer bir hikaye de, halen şamanist olan Altay özer bölgesinde, Rus antropolog Radloff tespit ediyor. Burada burada öldürülen hamile geyik, meğer su tanrısıymış ve okla vuran şahsın ailesi ömür boyu lanetleniyor. İşin doğrusu bu efsane, sonradan İslamiyet'e geçmiş.

Neyse, sözü yeterince uzattım. Bu uzun girişin amacı, hikayelerde efsanelerin, nasıl gerçeğin yerini aldığını göstermekti. İşin doğrusu evet, ortada bir Ali vardır, peygamberin amca oğlu ve damadı, Hasan ve Hüseyin'in babasıdır. Bu gerçek Ali'dir ve Alevilerin mitolojik Ali'sinden farklıdır.

Mitolojik Ali, fiziksel kuvvet olarak Zal oğlu Rüstem, komutan olarak da Alp Er Tunga'dır. Aşırı vicdanlı, son derece naziktir.,

Oysa gerçek Ali, dinden dönmeyi tercih eden kabileleri, İslami seçmeyen Yahudileri, kadın ve çocuklar da dahil olmak üzere,  pek çok kadın ve çocuğu eli ile öldürmüş ya da ölüm emrini vermiş biridir. Kızlarını Ömer ve Osman'a vermiş, çocuklarına da Ömer ve Osman adını vermiştir. Ali ve ailesine yapılanlar, büyük ölçüde Kureyş kabilesi ve Haşimi ailesi içi kavgadır. Bu kavgada peygamberin kendisi de hatalıdır. Mekke'nin fethine yakın ve fethinden sonra Müslüman olan Kureyşli, Haşimili akrabalarını devlet yönetimine almış, onlara makam vermiştir.

Oysa kan bağı, gen bağı, dostluğu arttırdığı gibi, düşmanlığı da arttırır. Pek çok taşralının ya da millet olamamış toplumların en büyük hatası, etrafına akrabalarını doldurmak, onlara fazla güvenmektir. Peygamber de daha düne kadar kendisinden nefret eden akrabalarını, ordu ve devlete doldurmuş; kendisine evini açan Medinelileri arka plana attı. O çok sevdiği kuzenleri de, önce damadını, sonra torunları, sonra da Medinelileri katletti. (Kerbela'yı herkes bilir ama sonrasında Medinelilerin, Yezit'in ordularınca katledildiğini pek az kişi bilir).


28 Haziran 2022 Salı

DOĞAN AVCIOĞLU TARİHÇİLİĞİ

 


Türkiye'de son yıllarda popüler tarih yayıncılığı ve tarih romancılığı pek popüler. Türk halkı görünüşte tarihe meraklı ama 8-9 yıl öncesini bile bilmeyecek kadar cahil. Google'a ya da başka bir arama motoruna-siteye bakmaktan aciz, garip insanlarla karşılaşıyorum. Bazıları da sosyal medyadaki tuhaf hesaplardan (kişi bile değil) tarih ya da diğer bilimleri öğrenmeye çalışıyor.

Meşhur profesörlerin (adlarını yazmak istemiyorum) popüler tarih kitapları, genel anlamda bilimsellikten uzak. Gazeteci tarih yazarlarının da (Onlara da tarihçi demek istemiyorum, zira tarih, metodolojisi belli bir bilimdir.) okurları ciddi anlamda tatmin ettiğini söyleyemeyeceğim. Onlar arasında da iyi işler yapan var. Ben gene de Doğan Avcıoğlu tarihçiliğinin ülkemize geri dönmesi gerektiğini söylemek isterim.

Bir tarih kitabında, ya da bilimsel bir eserde, atıf diye bir şey vardır. Bir bilgi nereden, kimden alınmış, hangi kitaptan alınmış, gösterilmelidir. Bunun için de bilimsel eserlerde yıldızcık kullanılmalıdır. Yıldızcık kullanılmasa bile, bu bilgiyi hangi kaynaktan aldığını bir şekilde söylemelidir. Diğer bir hususta, bir dönemin tarihini bütünsellikle anlatılmasıdır. O dönemin ekonomisi, kadın-erkek ilişkileri nasıldı, genel olarak neler oldu, anlatılmalıdır. Tarih, savaşlardan ibaret değildir, kralların hayatından ibaret, hiç değildir. Bence ciddi popüler tarih kitapları, romanları ve filmlerinde de benzer özelliklere dikkat edilmelidir. Oysa ülkemizde, geçmişte de tarih edebiyatı hep bir destanlar, efsaneler edebiyatı olageldi. Yeşilçam denen geleneksel Türk sineması, Kahpe Bizans söylemi ile özetlenebilecek, toplumun faşizan duygularını kabartan ve tarihsel gerçeklikte alakasız filmlerdir. Hatta bu filmler halk arasında, özellikle film hataları yüzünden, şaka konusudur.

Burada Doğan Avcıoğlu'nun tarih kitaplarını tavsiye edeceğim. Avcıoğlu'nun tarihçiliği kusursuzdur diyemeyeceğim. Basit bir internet araması ile bile kendisinin altmışlar sonu, yetmişler başında bir devrimteşebbüsü ideoloğu olduğu görülecektir. Öte yandan kitapları, bir tarihsel tez nasıl ispatlanır, onu okuyucuya iyi öğretir. Ben, Avcıoğlu'nun; Türkiye'nin Düzeni, Türklerin Tarihi ve Milli Kurtuluş Savaşı tarihi kitaplarını yıllar önce okumuştum. Yazarın Osmanlı'nın Düzeni adlı kitabı da, notları da ölümünden sonra eşyaları arasında, ölümünden yıllar sonra bulunup, 2013'de yayımlandı.

Yeni neslin, en azından tarih nasıl yazılır veya halka nasıl anlatılır öğrenmek için bile, Doğan Avcıoğlu'nun okunması zorunludur.

25 Haziran 2022 Cumartesi

ALEVİ TARİH MİTLERİNE CEVAPLAR-2 (SOLCULUK VE TAHRİK)



 1)Alevilerin suçu solcu olmaktır, sağcılar Alevilere, solcu diye düşmandır:  MHP'nin atası olan CKMP ( Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, 1968 kongresi ile adını değiştirip, Milliyetçi Hareket Partisi yapmıştır), daha 1961'de Aydın'da ve Türkiye'de sağ-sol kitlesel bölünmesi yokken Alevilere saldırmaya başlamıştır. O zamanlar partinin başında henüz Osman Bölükbaşı vardır. Hani şu, fıkralarıyla, komik  nükteleri ile meşhur olan Osman Bölükbaşı'ndan bahsediyoruz. O zamanlar Alparslan Türkeş, henüz Hindistan büyükelçisiydi. Türkeş o zamanlar,  27 Mayıs darbesini yapan Milli Birlik Komitesinden atılan 14'lerin arasındaydı.

Türk faşizminin Alevi düşmanlığı, sol düşmanlığından ayrıdır ve daha eskidir. Bu düşmanlık körüklendiğinde, Türkiye'de, en azından seçmen basında sağ-sol yoktur, hatta tek parti dönemi olduğunu düşünürsek, daha sağ-sol yoktur. Ancak Alevi düşmanlığı vardır. Çünkü faşizm, hor görüleni, dışlananı sevmez. Irk ya da kültür, en azından Türk faşizminin çok umurunda değildir. Türk Faşizminin ağa babası, baş teorisyeni Nihal Atsız,  otuzlu, kırıklı yıllarda, sözüm ona tarihçilik yaparken, Niğdeli Kadı Ahmet'in eseri üzerinden, mum söndü yalanını yayarak, Alevilere saldırmıştır. 1958'de yazdığı Deli Kurt romanında,  Şeyh Bedrettin taraftarlarını, Bedrettin Resullulah diye bağırtır, bu da Atsız'ın uydurmasıdır. Atsız, oğulları her ne kadar dinsiz olduğunu söylese, kendisi de romanlarında İslam'a satır altından saldırsa da ( daha ayrıntılı olarak: https://onbinkitap.blogspot.com/2017/06/ ), Alevi düşmanlığının, Türk faşizminin ana motoru olacağını daha erken çağlarda keşfetmiştir. Kendisinin pek çok eserini de ilk yayımlayan, Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu dergisidir. Yani sağ için, faşizm olsun da dinsiz olsun, ezecek azınlık olsun da, ne olursa olsun mantığı vardır. Bir de faşizm için zaten var olan bir nefretten yararlanmak, yeni nefret yaratmaktan kolaydır.

Solcu ya da CHP'li olmak,  Alevilerin tercihi değil, zorunluluğudur. Diyeceksiniz ki, sağ partilerde de Aleviler var. Doğru, ben onları da tanıdım. Onların da mutlu olduklarını söyleyemem, zira onlar da itilip- kakılıyor, namaza-oruca Sünniler kadar dikkat etseler de, Müslüman sayılmıyorlardı. Şahsen orada ne işleri olduğunu da pek anlamamıştım, halen de anlıyor değilim. 

Aslında Aleviler solcu olmayı seçmiş değiş, solcu olmaya mecbur bırakılmışlardır. 

Selendi örneğini ele alalım. Aralık 2009'da ilçedeki Roman halkı, bizzat oy verdikleri MHP tarafından ilçeden kovulmuşlardır.

2)Aleviler tahrik ediyor: Bunu daha önce yazmıştım ama gene yazayım: ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/ahmet-kaya-olayi-orneginde-progrom-ve.html) Katliamlar zaman ister, planlama ister. Endonezya'da 1965 katliamları, üç komünist kadının, bir generali katletmesi yüzünden çıkmadı. Çünkü katliamın bir yıl kadar sürmesi bir yana, özellikle gece baskınları için binlerce lamba, Hollanda'dan özel sipariş olarak getirilmişti. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/07/ifrit-avi-tarzievittachi-endonezya.html ). 

Ptogromların zaman ve emek alması bir yana, katledilen veya terk eden insanların emek gücünün yerine yenisinin konması sorunu da vardır. Eylül 2015'deki Beypazarı Kürt Progromunun ardından, şehre (havuç tarlalarında çalışmak üzere) Kürtlerin yerine Suriyeliler getirtilmişti. Demek ki bu progrom, Selahattin Demirtaş'ın, Seni Başkan Yaptırmayacağız kampanyasından önceye dayanıyor.Muhtemelen, Demirtaş ve HDP'nin, yetmez ama evet referandumuna, sözde boykotla desteklediği günlerde bile çoktan planlanmış olabilir.

3)Tüm suçlu MHP (yada Refah-AKP), merkez sağın (o ne demekse ) suçu yoktur: Orhan Gazi Ayhan'ın Maraş Katliamı kitabında,  olayı tamamen MHP-CHP ekseninde el alması dikkatimi çekti. Oysa katliamın olduğu günlerde Kahramanmaraş'ın belediye başkanı, Süleyman Demirel'in Adalet Partisindendi. Bu parti, 1960 askeri darbesi ile kapatılan, Demokrat Parti'nin devamıydı. Adalet Partisi de, 12 Eylül tarafından kapatılınca, yerine Demirel'in adamları tarafından Doğru Yol Partisi (DYP ) kuruldu. Demirel'de, siyasi yasakları kalkınca, bu partinin başına geçti. Bu parti, Tansu Çiller'in önderliğinde oy kaybında dibe vurunca, kendisi gibi merkez sağ parti olan Anavatan partisi ile birleşerek, tekrar Demokrat parti adını aldı ve onun simgesi olan Kırat'ı simge yaptı.

Bu partinin 1978'deki genel başkanı Süleyman Demirel, şehir de değil, tüm il kan gölüne dönerken, meşhur sözünü söyledi. 'Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz.'! Böylece katliama açık desteğini vermiştir. DYP'nin genel başkanı ve Türkiye'nin ilk ve şu ana kadar tek kadın başbakanı olan Tansu Çiller'de, Sivas Katliamı sonrasında, NEYSE Kİ OTELİN DIŞINDAKİ VATANDAŞLARIMIZA BİR ŞEY OLMAMIŞTIR dedi. Partinin, tekrar Demokrat parti adını aldığı dönemdeki genel başkanlarından Süleyman Soylu ise,  şu anki (2022 haziran) İçişleri bakanımız.

Merkez sağ denen oluşum,  Ülkücülük, siyasal İslam ve tarikatlara uzak olmadı, yani yok olana kadar. Güçsüzleştikçe, bu siyasi oluşumlara yaslandı ve merkez sağ iktidarı aslında onların iktidarıydı. Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Adnan Menderes gibi liderleri de, bu iktidarı perdelemek içindi.

4) CHP'nin suçu ve beceriksizliği: Bu konuda sağcılar haklıdır. Kıbrıs fatihi Bülent Ecevit, iki günde Kayseri'den Kıbrıs'a gönderebilirken,  ildeki şiddet devlet dairelerine ulaşıncaya kadar komşu Kahramanmaraş iline gönderememiştir. Olayın başka bir sorumlusu da,  sivil halkı örgütleyen Dev-Yol örgütü ve radikal sol örgütler.

Burada Bülent Ecevit faktörünü özel olarak ele alacağım. Kendisi 12 Eylülden sonra, Demokratik Sol Parti diye başka bir parti kurmuş, partisi bir ara birinci parti ve iktidar olsa da asla Alevilerin, Kürtlerin ve solun geleneksel tabanının partisi olmamıştır. 2022 yılı itibarı ile tabela partisinden bir parmak üzeri bir konumdadır.

Aleviler ise, Türk siyasetinde, ellerinden ekmek bile yemeyen sağcı kitleye yaklaşamadığı için, gene siyaseti solda yapmışlar, ama bu sefer parti yönetmeye de alışıp, başka partilere oy vermeyi, verdikleri oyları geri almayı da öğrenmişlerdir. Şu an CHP'nin başında bir Alevi vardır ama Alevilerin önemli bir kısmı, HDP'nin kemik kitlesi olmuş, yani siyasette çeşitliliği de öğrenmişlerdir.