30 Haziran 2024 Pazar

Engels Darwinci evrim teorisi hakkında ne düşünüyor?



 Sevgili Bay Lavrov

Almanya'ya yaptığım bir gezinin dönüşünden sonra nihayet makalenize ulaştım ve büyük ilgiyle okudum. Daha özlü konuşmamı sağladığından Almanca olarak yazdığım gözlemlerim şunlardır:

1-    Darwinci öğretinin evrim teorisini kabul ediyorum, ancak Darwin'in kanıtlama yöntemini yeni keşfedilen bir gerçeğin ilk, geçici ve eksik ifadesi olarak alıyorum. Darwin'den önce, şimdi her yerde yaşar kalma mücadelesini gören aynı kişiler organik doğadaki iş birliğini vurguluyorlardı. Liebig'in özellikle vurguladığı gibi; bitki alemi hayvan alemine oksijen ve besin sağlarken, hayvan alemi de bitki alemine karbondioksit ve gübre sağlıyor. Her iki anlayış belirli bir haklılığa sahiptir, ancak her biri diğeri kadar tek taraflı ve dardır. Doğal bedenlerin etkileşimi -canlı ya da cansız- uyum ve çarpışmayı, mücadele ve iş birliğini içerir. Bu nedenle, kendine “doğal bilimci” diyen birisi, tarihsel gelişimin tüm çeşitli zenginliğini, doğa alanında bile “Tuz tanesi kadar alınması gereken” “yaşar kalma mücadelesi” gibi tek taraflı ve yetersiz bir ifadeye indirgerse, bu işlem kendi kendini mahkum etmiş olur.

2-    Alıntıladığınız üç Darwinciden yalnızca Hellwald anılmaya değer görünüyor. Seidlitz en iyi ihtimalle küçük bir ışık; Robert Byr ise şu anda By Land and Sea'de kitabı yayımlanan bir romancı. Tam onun safsataları için bir yer.

3-    Yaklaşım yönteminizin psikolojik bir yöntem olduğunu söyleyebilirim, önemli yerlerini reddetmesem de ben farklı bir yöntem seçerdim. Her birimiz, bulunduğumuz entelektüel ortamdan büyük ölçüde etkileniriz. Benden daha iyi tanıdığınız Rusya ve duygusal bağa, ahlaki duygulara hitap eden bir propagandist dergi için sizin yönteminiz muhtemelen daha iyi bir yöntemdir. Yanlış duygusallığın büyük zarar verdiği Almanya için bu uygun olmazdı ve çarpıtılırdı. İhtiyacımız olan -en azından başlangıçta- sevgiden ziyade nefrettir ve Alman idealizminin son kalıntılarından kurtularak maddi gerçekleri tarihsel haklarına yerleştirmektir. Bu nedenle, bu burjuva Darwinistlerin şöyle hakkından geleceğim:

Darwinci yaşar kalma mücadelesi teorisinin kendisi, Hobbes'un herkesin herkesle savaşı teorisinin ve Malthusçu nüfus teorisinin burjuva ekonomik rekabet teorisiyle birlikte toplumdan canlı doğaya aktarılmasından ibarettir. Bu başarıldıktan sonra aynı teoriler organik doğadan tarihe geri aktarılır ve insan toplumunun ebedi yasaları olarak geçerlilikleri kanıtlanmış gibi ilan edilir. Bu işlemin çocukça olduğu açıktır. Ama daha fazla incelemek isteseydim, onların öncelikli olarak kötü ekonomistler, ardındansa kötü doğa bilimcileri ve kötü filozoflar olduklarını gösterirdim.

4-    İnsan ve hayvan toplulukları arasındaki temel fark; hayvanların en fazla toplayıcı, insanların ise üretici olmasıdır. Bu tek ama temel fark dahi hayvan toplumlarının yasalarını basitçe insan toplumlarına aktarmayı imkansız kılar. Sizin de belirttiğiniz gibi, “İnsan sadece yaşar kalma mücadelesinde değil, aynı zamanda haz ve hazların artırılması için mücadele etti... Daha yüksek zevkler uğruna daha düşük hazlardan vazgeçmeye hazırdı.” Bu konuda sizin daha ileri sonuçlarınızı tartışmadan, kendi öncüllerimden çıkardığım daha ileri sonuçlar şunlardır:

-İnsan üretimi belirli bir aşamasında -bir süreliğine sadece bir azınlık için üretilse bile- lüksleri de üretecek bir seviyeye ulaşır. Bu nedenle, yaşar kalma mücadelesi -bu kategoriyi burada geçici olarak geçerli kabul edersek- hazlar için bir mücadeleye dönüşür. Artık sadece yaşar kalma araçları için değil, gelişim araçları için de bir mücadele olur. Bu aşamada hayvanlar aleminin kategorileri artık uygulanabilir değildir. Lakin şimdiki gibi, kapitalist toplumun gerçek üreticilerini varoluş ve gelişme araçlarından uzak tutan kapitalist üretim; tüketebileceğinden çok daha fazla varoluş ve gelişme aracı üretiyorsa, her on yılda bir yalnızca ürün yığınlarını değil, üretici güçleri de yıkma noktasına erişen bu üretimi -kendi yaşam yasası gereği- sürekli olarak artırmaya zorluyorsa “varolma mücadelesinden” söz etmenin ne anlamı kalır ki? O zaman yaşar kalma mücadelesi şundan ibarettir: Üretici sınıfın, üretimin ve dağıtımın kontrolünü şimdiye kadar ona emanet edilen ancak artık buna muktedir olmayan sınıfın elinden almasıdır. Bu ise sosyalist devrimdir.

Bu arada belirtmek gerekir ki, geçmiş tarihin bir dizi sınıf mücadelesi olarak ele alınması, aynı tarihin “varoluş mücadelesi ”nin biraz değişmiş bir versiyonu olarak kavranmasının tüm yüzeyselliğini ortaya çıkarmaya yeterlidir. Bu nedenle, bu sahte doğa bilimcilere asla böyle bir taviz vermem. 

5-    Aynı nedenle, temelde doğru olan ifadenizi farklı bir şekilde formüle ederdim: “Mücadeleyi hafifletmenin bir aracı olarak dayanışma fikrinin; nihayetinde tüm insanlığı kucaklayacak bir noktaya kadar genişleyebileceği ve dünyanın geri kalan mineraller, sebzeler ve hayvanlarla dayanışmış bir kardeşler toplumu olarak karşı karşıya gelebileceği”

6-    Öte yandan, herkesin herkesle savaşının insan gelişiminin ilk aşaması olduğu konusunda sizinle aynı fikirde değilim. Bence toplumsal içgüdü, insanın maymundan evrimi için en önemli kaldıraçlardan biriydi. İlk insanlar sosyal olarak yaşamalıydılar ve görebildiğimiz kadarıyla bu böyle.

17 Kasım. Mektubum kesintiye uğradı ve size göndermek üzere yeniden ele alıyorum. Gözlemlerimin özden çok biçime, yaklaşım yönteminize ilişkin olduğunu göreceksiniz. Umarım yeterince açık bulursunuz. Bunları aceleyle yazdım ve tekrar okuduğumda birçok kelimeyi değiştirmek istiyorum, ancak el yazmasını okunaksız hale getirmekten korkuyorum.

Samimi selamlarımla,
F. ENGELS

(Engels'in, Prusya topçu okulu, yüksek matematik profesörü LAvrov'a mektubu)

28 Haziran 2024 Cuma

FÜRUĞ'UN GÜNAHI

 


Günah

günah işledim lezzet dolu bir günah

titreyen esrik bir tenin yanında
tanrım ne bileyim ne yaptım ben
o karanlık susku dolu zulada

o karanlık susku dolu zulada
baktım gözlerine gizemleriyle dolu
gözlerinin çaresiz isteklerinden
kalbim göğsümde çırpınıp durdu

o karanlık susku dolu zulada
yanında darmadağın oturdum
dudaklarıma heves döktü dudakları
deli kalbimin üzüncünden kurtuldum

aşkın öyküsünü okudum kulaklarına:
seni istiyorum ey benim cânânem!
ey bağrı can bağışlayan, seni
seni ey aşkım benim divânem!

kırmızı şarap camda oynadı
gözlerinde heves yalazlandı
yumuşak yatakta benim bedenim
göğsünde onun sarhoşça kıvrandı

günah işledim lezzet dolu bir günah
alevli yangılı bir kucakta
günah işledim kinci, sıcak
ve demirsi iki kol ortasında

Bu şiir, İranlı şari Füruğ Ferruhzat'ın hayatını karartmıştır. Yayınlanmasının ardından, oğlunun velayeti elinden alınmış, bir daha oğlunu görememiş, oğlu da anası sadece gömülmeden önce ölüsünü görmüştür. Pek çok eserine rağmen, yaşamı boyunca bu şiiri ile anılmış, ardından Fahişe Füruğ diye manşetler atılmış, cesedi gasilhanede iki gün beklemiş, imamlar cenaze namazını kılmayı red etmiş, gassal kadınlar sadece ayakları yıkamış, uzun yıllar mezarına bir taş konmamıştır. Oğlunun ve cüzzamlılar evinden aldığı (meşhur Ev Karadır belgeselini yaparken) evlatlığının bekar ölmesi bile, bu günah şiirinin sonucu olabilir.

Burada ünlü şairin günahının savunmasını yapmayacağım. Kendisi bu şiire konu olan erkekle ilgili hiç konuşmamıştır. Şiirin ilk yayımlandığı Roşanfekr dergisinin baş editörü Naşir Hodayar, bu olay defalarca ve ballandıra ballandıra anlatmıştır. Olay olduğunda Füruğ tahminen 17-18 yaşlarındadır. (16 yaşında, ailesinin itirazlarına rağmen otuzundan büyük biriyle, ailesini, kendisini açlıkla öldürmekle tehdit ederek evlenmiş, sene geçmeden de krize girmiş, bir kaç kez baba evi-koca evi gitgelleri yapmıştır. Olay da bu bu git-gellerden birinde ve baba evinde de değil, kiralık, küçük bir dairede kaldığı günlerde olmuştur.) Kocasından ve oğlundan ayrıdır. Ailesi Ahvaz 'da, kendisi Tahran'da, ana-babası ile de arası bozuk, küçük bir dairede kalmakta, Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım, Benim Sobam Yok, Odunum Yok diye şiirler yazmaktadır. (Dağlar arasında kalan Tahran şehrinin bu kadar güneyde olması insanı kandırmamalı. Kışın çok soğuk olabiliyor. Ben Antalya'da, Şubat ayında nasıl titrediğimi hatırlarım) Naşir'de muhtemelen kocasından şiddet gören,  ailesinden de destek görmeyen, parasızlık çeken, 17-18 yaşlarındaki bir kadını kandırıp, ondan faydalanmıştır. Muhtemelen, seni aktrist yapacağım deyip, kızlardan faydalanan Yeşilçam prodüktörleri gibi, gazeteci ve ünlü bir yazar-şair olma peşindeki bu kadından faydalanmıştır. Füruğ, günahının bedelini fazlası ile öderken, Naşir, hiç bedel ödememiştir. Kimse onun ardınsan sapık, iğfelci gibi manşetler atmamış ve sık sık bu olayı bir bahane ile anlatmıştır. Yıllar içinde Füruğ'un şair ve sinemacı olarak (bir yönetmenlik ve bir kaç seneristlik-yönetmen yardımclığı falan vardır) şöhreti arttıkça, o da iki de bir bu olayı anlatmıştır. Füruğ, genç yaşta (32 yalındadır öldüğünde)ölünce susmuştur.

Naşir, bir derginin editörü olacak kadar önemli bir makamda olan bir erkek, muhtemelen evliydi ve belki de birden fazla eşi vardı. Muhtemelen eşi yada eşleri, olaya ciddi tepkiş gösterseydi, bu olayla ilgili olarak iki de bir konuşmazdı. Acaba karısı yada karıları, şu günlerin ( 2024 Haziran) moda olan Roman havasındaki gibi, yırt onu kocacım, yırt yırt falan mı demiştir. Bu aptal şarkının moda olması bile, cinselliğin halen erkeğin elinin kınası, kadının yüzünğn karası olduğunu gösterir. (Bu deyimi Erdal Atabek'den okumuştum.)

Görüleceği üzeri din ve muhafazakarlıkta zina, kadınlara ait bir suçtur ve bu anlamda pek çok Arap ülkesinde fiilen tecavüz suçu yoktur.  Tecavüze uğrayan  kişi, zina ile suçlanır. Recm sırasında kadın göğsüne, erkek beline kadar gömülür. Erkek etrafını kazaak kurtulur, kadın, kolları da gömülü olduğundan kurtulamaz. Recm, Osmanlı tarihinde çok az uygulanmıştır. (4 diyen var, 20 diyen var) Gerçek, ölenlerin hepsinin kadın olmasıdır.

Olay, Ofli Hoca fıkrası ile özetlenebilir. Hocanın köyünde, seks işçiliği ile geçinen bir kadın ölmüş ve kimse de namazını kılmak istememiş. Hoca da, o kadar müşterisi öldü, hepsinin namazını kıldık, bu karının günahı nedir, demiş.

Füruğ, günahının bedelini ödeyip, kısacık ömründe tüm dünyanın bildiği efsane bir şair ve sinemacı oldu. Peki Naşir, adını adını bu olay dışında biliyor muyuz?

26 Haziran 2024 Çarşamba

YAKIN DÖNEM TARİHİNİN KÖPEK SORUNU



 Tarih tekerürden ibarettir sözünü ilk kim söylemişse, her dile yayılmıştır. Karl Marks, tekerrür ilkinde trajedi, ikincisinde komedidir, der.  Hocası Hegel'de, tarihten ders alınsaydı, tekerrür etmezdi, der. Bu tekerrürün tekeri bazen çok kısa olabiliyor. Elli bir yaşından gün alan bir amcanız olarak, hatırladığım bazı yakın çağ tekerrürlerinden bahsedeceğim.

Önce şu sokak köpekleri meselesinden bahsedeyim. Seksenlerde sokak köpeği sıkıntısının yanı sıra, kuduz tehlikesi de vardı. Bunu sebebi, şu anki iktidar partisince kapatılan Hıfzısıha enstitüsüne yeterince yatırım yapmadığından, Türkiye'deki kuduz aşıları düşük kaliteliydi. İthal aşılarda da soğuk hava zinciri tam kurulamıyordu. Hatta aşıdan ölenler, kuduzdan ölenlerden daha fazlaydı. Tıp uzmanları, kuduz vakaları görmeye Türkiye'ye geliyordu.

İşte bu ortamda, belediyelerin çoğu, tek başına iktidar olan Anavatan (ANAP) partisinin elindeyken, belediyelerin köpek ithaf ekipleri vardı. Köpekleri tüfekle vurarak veya zehirleyerek öldürüyordu. Hem de öyle güpegündüz, çocukların gözü önünde olab cinayetlerdi bunlar. Bütün bunlara rağmen şehirlerdeki köpek sayısı da azalmıyordu.

Bir canlı türünün nüfusunu azaltan asıl olgu, çoğu kez yaşam alanının daraltılması, yiyecek kaynaklarının tükenmesi, yeni rakip türlerin çıkmasıdır. O yiyecek kaynağı orada olduğu sürece, onu yiyecek bir hayvan mutlaka bulunur. Bunun için önce sokağa bırakılan mama ve gıda çöpleri ile mücadele edilmelidir. Nüfus azaltılmasında kısırlaştırılma, gene bu nedenle birincil sebep olmalıdır. Avrupa'nın pek çok ülkesi, gübreleriyle bin yıllık binalara zarar veren güvercinleri öldürmek yerine, yumurtalarının yerine masa tenisi topu koyuyor, nüfuslarını kontrol etmek için. Köpeklerde de, kısırlaştırma yapmazsanız, başka köpeklerin daha fazla eniği yetişkinliğe ulaşır ve köpek sorunu devam eder.

Türkler dünyada sokak kedisi ve sokak köpekleri sevgisi ile ünlü oldukları kadar, ara ara sokak kedi ve köpeklerini yok etmeleri ile de ünlüdürler. İstanbul'da meşhur Hayırsız Ada köpek sürgünleri iki defa olmuştur. Sonraki yıllarda şehirde köpek nüfusu bir kaç yılda eski haline gelmiştir. Şehirde gezgin sakatat satıcıları vardır, müşterileri sokak köpek ve kedilerini besleyenler olan. Buna bir de topbalanma zahmetine bile girilmeden sokak köşelerine bırakılan çöpleri eklersek, ölen her hayvanın yerini yenisi alacaktır çabucak. Sadece bu Hayırsız ada sürgünleri değildir, söz konusu olan. Özellikle kuduz vakalarından sonra seri kedi-köpek katliamları oluyordu. Üreyen köpekler, tekrar eski nüfuslarına dönüyordu.

Sokak köpeği nüfusunu asıl besleyen olay, sokağa atılan köpeklerdir. Bütün sokak köpeklerinin ve kedilerinin atası bir ev kedisi yada köpeğidir. İktidar trolleri haklılar, Avrupa yada gelişmiş ülkelerde sokak köpekleri yok, çünkü sokağa atılan köpek yok. Evcil hayvanlar kontrol altında. Bir de ülkemizde gerçek bir hayvan sahiplenme kültürü yok. Mesela batıda yılkı atı diye bir kavram yok. Hayvarnı sadece işi olduğunda sahiplenip, kış aylarında yabana salmak gibi adice bir işe, bir de ad takmışız.

Türklerin, sokak köpekleri ile ilişkileri inişli-çıkışlıdır. Yabancı kaynaklar, Türklerin sokak köpekleriyle ve diğer hayvanlarla ilişkilerine hayret etmişlerdir. Bir zamanlar İstanbul'da  sokaklarında, elindeki bir sopaya çakılömış çivilere asılı sakatat satanların müşterileri, sokak kedi ve köpeklerini besleyen hayvan severlerdi. Pek çok şehirde sokak hayvanlarını, leylekleri ve pek çok canlıyı beslemek üzerine çalışan vakıflar vardı. Muhafazakar medya ve dinciler, Osmanlı'nın bu özelliğini, aşırı merhametli oluşuna bağlar ve bununla çok övünürdü.

Tabiki dincilerin her sevgisi gibi hayvan sevgisi de çıkarlarına bağlıdır. Hayvan düşmanlıkları ise reisleri ile rahmetli Bekir Coşkun arasındaki bir polemikle başladı. 2007 Cumhuriyet mitingleri sırasında, henüz o kadar da yandaş olmayan, karşı sesleri de barındıran Sabah gazetesinde, mitingi duygusuzca izleyen biri üzerinden, Göbeğini Kaşıyan Adam diye bir yazı yazdı. Reis'de, vay bunlar bize göbeğini kaşıyan adamlar dedi, bizi hor gördü diye karşı polemiğe geçti ve  arka arakdaya demeçler verdi. Çoşkun'un yazılarında çokca bahsettiği Pako'dan yola çıkıp, onlar köpekleriyle beraber uyur, dedi. Uzun süre tüm evcil  hayvan besleyenleri muhalif ilan edip, öfkesini kustu. Bu polemik, 2013'de, Gezi isyanında tekrar hatırlanmış olmalı ki, Gezi ile yaygınlaşan eylemlerden biri de, sokak köpekleri için kapı önlerine kuru mama ve su koymaktı. Gezi'den geri bu mama-su kaplarıyla, bisiklet kullanımın yaygınlaşması, toplumsal alışkanlık olarak kaldı. Diğeri de o günlerde yetişkinlerde bisiklet kullanmanın yaygınlaşması oldu. Merdivenleri boyama ve sokaklara şiir yazma, azalarak yok oldu.

Sokaklara köpek mamalarını ve su kaplarını muhaliflerin, yani Gezicilerin koyduğunu düşünen muhafazakarlar,  iktidar yanlıları, Osmanlı ve daha önceki Türk sokak hayvanlarına şefkatinin tarihini unutup, hayvan düşmanı oldular.

Çünkü  onlar için önemli olan iktidarklarıdır. Aslında sadece onu önemserler.


24 Haziran 2024 Pazartesi

Çanakkale Destanı - Boyabatlı Ömer Oğlu Mustafa

 


Çanakkale muharebelerinin 1915 yılında askerin büyük bir özveri ve fedakarlığıyla kazanıldığına dikkat çeken Dr. Sabah, "Bu mücadelenin sonunda kahramanlıklar bizlere miras olarak bırakıldı. Bunlar arasında, Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş veya Yusuf Kenan gibi isimler ön plana çıktı. Ancak bizler 1915 yılında askerin burada tutmuş olduğu kayıtları yani harp cerideleri okuduğumuzda saklı kalmış ya da gün yüzüne çıkmamış daha nice kahramanlıkları bu resmi evraklar üzerinde okuyabilmekteyiz. Bunlardan biri de 57'nci Alay, 3'üncü tabur, 3'üncü bölükte görevliyken 6-7 Haziran gecesi Arıburnu'nda Anzakların bir gece baskını esnasında şehit olan Sinop Boyabatlı Ömeroğlu Mustafa'nın hikayesi" diye konuştu.

"Ömeroğlu Mustafa söz konusu 6-7 Haziran gecesi Arıburnu'nda Anzak askerlerinin baskınına karşı siperleri savunurken şehit oluyor. Şehit olduktan sonra üzerinde kendi el yazısıyla yazmış olduğu bir destan bulunuyor. 57'nci Alay, 19’uncu Tümen'e yani Mustafa Kemal Atatürk'ün tümenine bağlı olduğu için Mustafa Kemal Bey'e gönderiliyor.

Yazışmalardan anladığımıza göre Mustafa Kemal Bey askerin üzerinden çıkan bu destanı çok beğeniyor. Bunu Kolordu Komutanı Esat Paşa'ya gönderiyor. Vatan sevgisini içeren dizeleri barındıran bu destanın kopyaları, 1915 yılında, cephelerdeki bütün birliklere gönderiliyor ve Çanakkale'de savaşan askerlere örnek olması için okutturuluyor. Yani siperden çıkan bu destan yine siperlerde bu kahramanlara okunmuş oluyor. 125'inci Alay veya 3'üncü Tümenin harp ceridelerine baktığımızda bu destanın kopyalarının bu birliklere gönderildiği ve siperlerde vatan savunması gerçekleştiren bu askerlere okunduğunu çok rahat görebilmekteyiz. DHA

Üç yüz otuz sözüm hakk'ın kelâmı
Padişah'ın geldi büyük selâmı
Enver Bey'in düşman kırmak meramı

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Euzü besmele çektim çıkarken
Köye baktım şöyle yüksek bir yerden
Karargâha koştum üç günde erken

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Kumandan emrini verdi bir gece
Anadolu'lardan lâyıktır nice
Yiğitler şehâdet şerbeti içe

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Rumeli toprağı yuğrulmuş kanla
Ün alınır ancak verilen canla
Herkesi yüreği çarpıyor canla

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Kurşunlar atıldı düşmana karşı
Şehitler buldular göklerde arşı
Gaziler döktüler hep sevinç yaşı

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Düşmanın gür sesli büyük topları
Delik deşik etti toprağı yarı
Korkak Frenklerin yokmuş hiç ârı

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

İngilizler Frenge dostmuş diyorlar
Bir kötü kötüye elbette uyar
Onlara bu meydan gelecek pek dar

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Zırhlıların gitti deniz dibine
İlk hücumdan sonra ya bu kaçış ne
Kaç durma geçerse fırsat eline

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Çanakkale'yi hiç verir mi Türkler
İstanbul'umuzu alacak bir er
Var mıdır dünyada nerde o asker

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Boyabat'lı Ömer oğlu Mustafa
Yazdı bu destanı girerken sofa
Muradı gitmektir arşı tavafa

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

11 Haziran 2024 Salı

DUYGU ASENA-ALAY EDİLEN ŞÖVALYE

 


Füruğ Ferruhazad'ın hayatının anlatıldığı Ve Yaralarım Aşktandır adlı oyunu izledikten sonra, onun hakkında yazı yazmaya karar verdim ama ondan önce hakkında yazı yazmam gereken önemli başka bir kadın olduğu aklıma geldi, Duygu Asena. Türkiye'de kadınlar, Duygu Asena, 1970'lerde başlayan, Türkiye'nin ikinci dalga feministlerinin öncüsü ve sözcüsüydü. Duygu Asena'nın tek mesleği gazetecilik, ten ünvanı da frministlilkti. Ona solcu bile demediler. Asena'da kadın sorunlarından başka bir konu ile ilgilenmedi. Sadece Asena değil, ikinci feminist dalganın pek çoğunun bugün adı hatırlanmayan üyelerinin tek derdi, kadın sorunlarıydı.

O yıllarda kadın sorunları, şimdikinden daha fazlaydı. Önce tecavüz edenin evlenme durumunda serbest kalması meselesini ayrıntısı ile anlatayım. 1986 yapımı Fatmagül'ün Suçu Ne filmi, bu yasaya karşı halkın duyarlılığını arttırmak için yapılmıştı. Film, zamanında iyi gişe yapmış, televizyonda reytin rekorları kırmıştı. Bir de bu yasanın artık olmadığını düşünürsek,  en başarılı Yeşilçam filmidir diyebiliriz. Ben bu filmi teelvizyondan, RTÜK öncesi izlemiştim, doksanlar yada ikibinlerde falandı, tam hatırlamıyorum. Geçenlerde bir Youtube videosunda denk geldim. Filmde tecavüz sahnesinden önce, tecavüzcü grup, Fatmagül'den (filmde bu rolü Hülya Avşar oynuyor) önce bir eşeğe halleniyor. Hatta eşeğin kafasına tülbent benzeri bir bez geçiriyor. Filmi göstren televizyon kanalı, o zamanlar zaten varlığı illegal (televizyon ve radyo kanalı sahibi olmak, 1982 anayası gereği devletin tekelindeydi o zamanlar) yapısı nedeni ile dört kişinin tecavüzünü uzun uzun yayınlamışken, eşek ile ilgili kısmı kesmiş. İşin ilginci bu sahne ne 1986'da, ne de yayımlandığı  doksanlarda dikkat çekmemiş. Herkes o dönemin ünlü oyuncusunu tecavüzüne odaklanmış. Bir kaç sene önce bu yasa, bazı iktidar milletvekilleri tarafından tekrar diriltilmek istenmiş, tepkiler sonucu sümenaltı edilmişti. Bu yasanın erkekler için de tehlikeleri var. Mesela gene o yıllardan bir üçüncü sayfa haberi haberi hatırlıyorum. Hastenenin birinde bir temizlikçi, doktorum diye bir kıza tecavüz ediyor. Kız, doktor olsaydı evlenirdim,  cezasını çeksin diyor. Yani adamın cezası tecavüz değili kızın evleneceği erkek olmamak. Bu yasa sürecinde kaç erkek, tecavüzcü iftirası veya şantajı ile evlenmek istedi, belirsiz.

Tecavüzcü ile evlenme yasası, kadınların sorunlarından sadece birisiydi. Hatta tecavüz yasaları ile ilgili tek dert bu değildi. Gene o dönemde, tecavüz edilen fuhuş yapıyorsa, tecavüz cezasında üçte bir indirim yasası vardı. Bu yüzden tecavüze uğrayan kadınlar, bir de fahişelik ithamına maruz kalıyordu.  Twcavüzde kurbanların kızlık zarının yırtılmaması da bir sorun oluyordu. Kızlık zarı denen doku, çoğu kez kadının ilk cinsel ilişkisinde yırtılır. Ancak nadiren de olsa yırtılmaz, buna zar esnek denilirdi o zamanlar. Özellikle seksenli yıllar, halen kanlı çarşaf sergilendiği yıllar olduğu için, pek çok yeni gelinin ölümüne sebep olurdu. Tecavüz sonucu kız hamile kalırsa, doğum beklenir, doğum sezaryen olursa, tecavüzcü gene ceza almayabilirdi. Bütün bunlar ve daha fazlası gerçekti, doksanlardan itibaren yavaş yavaş bitti yada azaldı.

Bakirelik o zaamnlar daha bir önemliydi. Hatta Milli Eğitim ve sağlık bakanlığının, bakirelik testi uzmanı hemşireleri vardı. Hatta İngiliz eğitim bakanlığı, kırk ayağın vajinası nerede uzmanlarınız bulabilir mi diye Türk eğitim bakanlığı ile alay etmişti. Okullara yada yurtlara ani kızlık zarı muayenesi baskınları yapılır, falan okul yada yurtta kızlık muayenesi yapılmış da,  sadece şu kadarı kız çıkmamış  diye efsaneler anlatılırdı. Bir kaç intihar olayından sonra böyle şeyler, 18 yaşından küçükler için aile iznine bağlandı, sonra unutuldu gitti.

Zinanın suç olamtan çıkma sebebi, hem suç tanımı, hem de ceza açısından, kadın ve erkek arasındaki muazzam farktı. Kadının zina suçu işlemiş olması için bir erkekle beraber, yatakta yakalanması yeterliuken, erkek, herkesin bileceği bir şekilde, beraber yaşamış olmalıydı. (Eskiler buna dost  hayatı derler) Üsteliak suçlu bulunsa bile erkek altı ay, kadın altı yıl hapis yatardı. Zinanın suç olmaktan çıkmasının tek sebebi, erkeklere ufak tefek zampaaralıklarında dolayı altı yıl hapis verilememesiydi.

Feministler, bu ve buna benzer kadın ayrımcılığı için çabaladı ve çabalamaya devam ediyor. Doksanlarda elle taciz eden erkelere karşı ellerinde mor kurdeleli iğnelerle gezdiler. Kadınların rahatça girip, çıkabileceği kafeler yoktu. Sadece erkeklerin gittiği kahvehaner vardı. Topluca kahvehaneleri bastılar.

Yazı daha şimdiden fazlası ile uzadı. Asena'nın önderliğindeki ikinci kuşak feministlerin kazanımlarıydı. Sistem onlarla alay ederek mücadele etti. Çünkü Asena ve dönem feministleri, kadın sorunlarına yoğunlaşmıştı. Asena'ya solcu bile diyemediler. Asena ve dönemin feministleri, bugün bile komedide (sahne-sinema yada televizyomda) genel anlamda kullanılan karikatürize feminist tipine ilham verdiler. Bu karikatürize feminist, otuzunun üzerinde, çirkin, bekar (evde kalmış), erkek düşmanı,  kötü giyinen, kedi besleyen, cırtlak saçlı kadındır. Bu karikatürize modelin gerçekçi tarafı, güzel ve genç kadınların feminist olmaması. Gerçekte düzenimiz erkek egeme diye geçiyor ama ben bu düzene sözde erkek egemen diyorum. Erkek, değerli  ödül olan kadını elde etmek ve elinde tutmak için sürekli çabalamak ve kadını memnuh etmek zorunda. Kadınlara toplumsal eşitlik adına verilen her pozitif ayrımcılık, bu erkek egemenliği daha da sözde yapıyor. 

Oysa erkekler, halen bu egemenliklerinin karşılığını istiyor ve bu bazen de bu karşılık kadının canı oluyor. Her kadın bir gün feminist olmayacaktır ama feminizmden yardım istiyecektir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/ayse-ozyilmazel-ve-her-kadin-bir-gun.htm

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/11/kadn-cinayetlerinin-politikligi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/dinsizlik-turleri-4-feminist-dinsizlik.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/cinsi-fasizme-karsi-kadinlari-direnmesi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/11/feminizmden-once-kizkardeslik.html




5 Haziran 2024 Çarşamba

DİNCİ REJİMLERLE GELEN KAPALI ALAN HOMOSEKSÜELLİĞİ

 


Psikolojide kapalı alan homoseksüelliği, karşı cinsin bulunmadığı ortamlarda canlının, libido denen cinsel enerjisini, kendi türünün bireylerine yöneltmesidir. Yani erkelerin bulunduğu ortamda kadın bulunmaması yada yeterince bulunmaması, kadınların olduğu ortamda erkek bulunmaması, yada yeterince bulunmamasıdır. Sürü yada topluluk halinde yaşayan ve çift cinsiyetli olan hemen her canlıda olan bir durumdur. Sürü yada topluluk, erkek-dişi dengesine tekrar kavuştuğunda,  bu kapalı alan homoseksüelliği de yok olur. İnsan türü için de bu böyledir.

İnsan türünde kapalı alan homoseksüelliğini en fazla erkekler yaşar. Kadınların toplu olarak olduğu yerlerde, en azından güvenlik için, bekçi yada harem ağası olarak erkekler bulunurken; erkekler kadın görmeden, sesini bile duymadan yıllar geçirir. Askerlik, denizcilik (özellikle eski çağlarda), uzak şantiyeler, madenler, ve hapishaneler; erkeklerin aylarca ve bazen de yıllarca kadın kavramını unuturcasına yaşadığı yerlerdir. Ülkemizde ve dünyanın pek çok ülkesinde, mahkumların yüzde seksenbeşinden fazlası erkektir. Kadın mahkumların suç hikayeleri de geneldse onları suça iten bir erkekle başlar. Pek çok tiyatro oyununda (Shakespeare'in Sezar oyunu özelliklie),  filmlerde (On İki Öfkeli Adam özellikle) hiç kadın yoktur.

Bütün bu yaşamsal sorunların üzerine bir de dinlerin kadın ile erkek arasına duvar örer. Zaten toplumda en ciddi tabu ve yasaklar, cinsellik üzerinedir. Dinler de kendisini ahlaklı göstermek ve metafizik aleme (gayb) ulaştırmak için, bedensel zevklerden uzaklaşmayı emreder veya tavsiye eder. Yüksek dağ başlarında, ıssız çöllerdeki manastırlar ve tekkeler,, dünyayı terk etmek isteyenleri çağırır. Bu çağrıya uyanlar yada uyması beklenenler, genelde erkeklerdir. Bu tip kurumlar sık sık homoseksüel sek sıkandalları olur.

Çünkü cinsellik, yemek-içmeh ve tuvalet gibi, Maslow ihtiyaç piramidinin tabanında olan bir ihtiyaçtır. Öyle yok edilmez, yok olmaz. Bir insana cinselliği hiç yaşama demek, hiç yemek yeme, hiç yemek yeme, su içme demek gibidir. Siyasal İslam'ın diliyle konuşursak, fıtratın bir parçası da libidodur ve illa akacak mecrayı bulur. Kadın ve erkeğin birbirne uzak olduğu toplumlar,  homosekssüel ilişkileri önce yaygınlaştırmay, sonra normalleştirmeye mahkum olurlar. Antik Yunan'dan beri bu böyle olmuştur. Afganistan'da Bacca Bazi'nin varlığı ve Taliban rejimi ile kurumsallaşması da bundandır. Tarikatlarda sık sık duyduğumuz sıkandalların da sebebi budur. Benzer sıkandallar, Roma Katolik kilisesi tarihinde papa 16. Benedictus'un, 2016 yılında istifasına sebep olmuştur. (Katolik kilisesi tarihindeki 2. papa istifasıdır bu).  Papalığın çocuk tacizcilerini koruduğu imajı, Katolik kiliselerine bağışları yarı oranından fazla azalltmıştır. Bu da Papanın istifasına yol açmıştır.

Rıza Zelyut'un Osmanlı'da Oğlancılık adlı kitabını okuyunca, bu yazıyı yazmaya karar verdim. Çünkü teşhisi doğru koymak ve açıkça ilan etmek lazım. Lisede bize divan edebiyatı anlatan öğretmenler yıllarca yalan söyledi. Oğlan diye genç kızlara deniliyormuş, şarap denilen aşk şarabıymış da falan filan. Oysa o şaraplar, sahici şarap. Zira Şiraz'ın şarabı olmasaydım, şair olmadım, kırmız şarap şöyle, güç şarabı böyle diye dizeler yazıyorlar. Sevgilim, yüzünde kıl çıkmış, sen sevilmez oldun, git traş ol diye dizeler yazmışlar. O dizelerdeki her şey, yaşanmış olaylar ve hissedilen duygular. Kanuni ve Fatih, kendilerine içki sunan Hristiyan oğlanların güzelliğine şiirler yazmış. 2. Selim, Peçevi'nin tarih kitabının yazdığına göre, hamamda bir oğlanı kovalarken düşüp, kafasını yaralayarak ölmüştür. Google amcaya veya Yandex dayıya Osmanlı'da oğlancılık nedir diye sorarsanız, size benden çok şey anlatacaktır.

Burada benim anlatmak istediğim, gerek Osmanlı, gerek de diğer Müslüman toplumlar veya kadın-erkek arasına kaç-göç koyan toplumlardaki kapalı alan homoseksüelliğidir. Toplumda kadın ve erkeği birbirinden ayırmak, araya duvarlar örmek,  libidonun hiç akmaması gereken yerlere akmasına sebep olur. Metafizik, dinsel doğmaları bırakıp, bilimin önerdiği, toplumda insanlara huzur ve mutluk veren ahlakı kurmalıyız.
































3 Haziran 2024 Pazartesi

SEVİYORUM (GEZİ PARKINDA)-MELAHAT ÇETİNKAYA

 




SEVİYORUM

(GEZİ PARKINDA)
Ben Gezi Parkında,
Kanat çırpan kelebeklerin,
Ruhumda estirdiği
Fırtınayı seviyorum...
Ben Gezi Parkında,
Açan umut çiçeklerinin,
Başımı döndüren,
Kokusunu seviyorum...
Ben Gezi Parkında,
Barış güvercinlerinin,
Havada süzülerek,
Kanat çırpışını seviyorum...
Ben Gezi Parkında,
Özgürlüğün,
Nefes nefese,
Yürek atışını seviyorum...
MELAHAT ÇETİNKAYA