10 Kasım 2024 Pazar

Bertrant Russell'ın Nobel konuşması: "Hangi arzular daha önemli?" 1950



Saygıdeğer majesteleri, bayanlar ve baylar,


Bu akşamki konuşmam için bu konuyu seçtim çünkü mevcut siyasi tartışmalarda ve siyasi teorilerde psikolojiye yeterince yer verilmediğini düşünüyorum. Ekonomik gelişmeler, nüfus istatistikleri, anayasal düzen ve daha niceleri üzerinde daha çok duruluyor. Kore Savaşı başladığında orada kaç Kuzey Koreli ve kaç Güney Koreli yaşadığını öğrenmek artık zor değil. Eğer doğru kitaplara bakarsanız kişi başına düşen milli gelirlerinden tutun da kullandıkları silahlara kadar bütün bilgileri bulabilirsiniz. Ama eğer Korelinin nasıl bir insan olduğunu ya da Kuzey ve Güney Koreli arasında kayda değer bir fark bulunup bulunmadığını, orada yaşamın nasıl olduğunu, orada yaşayanların mutsuzluklarını, memnuniyetsizliklerini, umutlarını, korkularını öğrenmek isterseniz bakacak kitap bulamazsınız. Ayrıca Güney Koreliler'in Birleşmiş Milletler'in yardımlarından menmun olup olmadığını ve seçme şansları olsaydı komşuları Kuzeyliler ile yaşamayı tercih edip etmeyeceklerini de söyleyemezsiniz. Ya da toprak reformunundan, adını daha önce hiç duymadıkları politikacılara oy verebilmek için, vazgeçip vazgeçmeyeceklerini bilemezsiniz. Uzak başkentlerde oturan vurdumduymazlar, hayal kırıklığına neden olan kararlarını alırken, tüm bunları dikkate almazlar. Eğer siyaset, bilim olarak anılsın isteniyorsa, eğer siyasi olayların sonuçları tahmin edebilsin isteniyorsa, politik düşüncelerimiz eylemlerimizin içine daha derinden girmeli. Açlığın sloganlara etkisi ne? Bu etkiyle günlük kalori tüketiminiz değişiyor mu? Eğer bir insan size demokrasi önerirken, diğeri bir çuval buğday önerirse açlığın hangi aşamasında buğdayı demokrasiye tercih edersiniz? Bu tarz soruların üzerinde düşünmek gerekir. Ama şu anda, Korelileri bir yana koyup insanlığa bakalım.

İnsan davranışlarının tümü arzu tarafından yönlendirilir. İnsanın ahlakı ve görevleri dolayısıyla arzuya karşı koyabileceğini söyleyen ve bir grup ağırbaşlı ahlakçı tarafından geliştirilen yanlış bir teori var. Bunun yanlış olduğunu söylememin nedeni, insanların görev bilinciyle hareket etmemesi değil elbette. Böyle söylememin sebebi, sorumluluk sahibi olmayı arzulamadıkça, hiç kimsenin görev bilinciyle hareket etmeyecek olması. İnsanların ne yapacağını anlamak için onların içinde bulundukları maddi koşulları bilmeniz yetmez, aynı zamanda arzularını ve bu arzular karşısındaki zayıflıklarını da bilmeniz gerekir.

Bazı arzular var ki politik olarak çok önem arz etmemekle birlikte oldukça güçlüdürler. Birçok insan bir noktada evlenmeyi arzular ve bu arzularını gerçekleştirmek için politik bir pozisyon almaları da gerekmez. Tecavüz mağduru Sabin Kadınları gibi istisnalar elbette mevcuttur. Ve Kuzey Avusturalya'nın gelişiminin önündeki engel de birçok hırslı genç erkeğin çalışmak yerine kendilerine ihtiyaç duyan kadınlara yönelmesiydi. Ama bu gibi durumlar alışılmışın dışındadır ve genelde kadın ile erkeğin birbirlerine yönelik ilgisi, politikayı çok az etkiler.

Siyaseten önemli arzular, birincil ve ikincil olmak üzere, iki gruba ayrılabilir. Birincil grupta yemek, barınma, giyinme gibi hayatın temel ihtiyaçları bulunur. Bunlardan herhangi birinde kıtlık baş gösterirse, insanın yapabileceklerinin ya da başvurabileceği şiddetin sınırı yoktur. Tarih öğrencileri der ki Arabistan çok göç almaya başlayınca, ülke aşırı nüfuslanmış ve insanlar siyasi, kültürel ve dini yapılanmalarıyla beraber dört defa çevre bölgelere taşmış. Bunlardan sonuncusunda İslam yükselişe geçmiştir. Germenlerin Güney Rusya'dan İngiltere'ye oradan da San Fransico'ya yayılışı da benzer motivasyona dayanmaktadır. Şüphesiz ki buradaki temel arzu yiyecekti ve bu arzu, en büyük siyasi olaylardan birine neden oldu.

Ama insan diğer hayvanlardan çok önemli bir noktada ayrılır: Bu da onun bazı arzularının sonsuzluğudur, bu arzuların asla tatmin edilememesidir. Bu türden arzular, cennette bile ona huzur vermeyecektir. Boa yılanı yeterli yemeği olduğunda uykuya gider ve tekrar yemek yemeye ihtiyaç duyana kadar uyanmaz. İnsanoğlu ise çoğu zaman böyle değildir. Bir zamanlar tutumlu yaşamaya alışmış olan Araplar, Doğu Roma İmparatorluğu'nun zenginliklerine ulaşınca, direnemeyip kendilerine inanılmaz derecede lüks saraylar yaptılar. Yunan köleler onlara yiyecek temin ettiği için açlık artık mevzu bahis değildi. Buna rağmen durmamalarının ise dört sebebi vardı: Açgözlülük, hırs, kibir ve güç aşkı.



Açgözlülük - yani olabildiğince çok mala ya da ünvana sahip olma isteği - bana göre, korkudan ve gereksinimlerden filizlenir. Bir keresinde kıtlıktan ve dolayısıyla ölümden kaçan iki küçük Estonyalı kızla tanışmıştım. Benim ailemle birlikte yaşadılar ve elbette birçok yiyecekleri oldu. Ama bütün eğlenceleri komşu çiftliklerden patates çalıp onları biriktirmekti. Çocukluğunu sefalet içinde geçiren Rockefeller da yetişkinliğini benzer şekilde geçirmiştir. Aynı şekilde Arap emirleri de ipek Bizans divanlarını gördükten sonra bile çölleri unutmayı başaramayınca fiziksel ihtiyaçlarının çok ötesinde zenginlik biriktirmişlerdir. Açgözlülüğün psikoanalitik açıklaması ne olursa olsun, kimse bunun en kuvvetli itici güçlerden biri olduğunu inkar edemez. Ne kadar elde ederseniz edin her zaman daha fazlasını isteyeceksiniz ve tatmin olmak sizin için ulaşılmaz bir hayal olarak kalacak.

Kapitalist sistemin temelini oluştursa bile, açlık yarışından galip çıkmamızı sağlayan güdü, açgözlülük değildir. Hırs ona nazaran çok daha güçlüdür. Yine İslam tarihine dönersek, hanedanlar, sultanın farklı anneden olma oğlan çocukları anlaşamayınca evrensel bir yıkımla sonuçlanan iç savaşlara maruz kaldılar. Benzer şeyler modern Avrupa'da da yaşanıyor. Tüm mantıksızlığına rağmen, İngiliz Hükümeti, Kaiser'ın Spithead'de, donanma talimlerinde bulunmasına izin verince, ortaya çıkan sonuç, kesinlikle istenilen değildi. Düşündüğü şey, "Büyükanneninki kadar iyi bir donanmaya sahip olmalıyım" idi. Ve bu düşünce, art arda belalar doğurdu. Eğer açgözlülük hırstan daha güçlü olsaydı dünya daha mutlu bir yer olurdru. Ama gerçekte, birçok insan, gülen yüzleriyle, düşmanlarının yıkımını garantilemeye çalışıyor. Günümüzde vergileri bu kadar yükselten de bu çabadır.

Kibir, yüksek potansiyel taşıyan bir güdüdür. Çocuklarla ilgilenen herkes bilir ki onlar durmadan soytarılık yapıp, "Bana bak" derler. Bu "Bana bak"lar insan kalbinin en temel arzularından birini yansıtır. Bu arzu karşımıza, saçmalıktan ebedi şöhret arayışına uzanan pek çok şekilde çıkabilir.

Rönenans döneminde varlık göstermiş bir İtalyan Prensliği'nde, ölüm döşeğinde yatan bir rahibe "Hiç pişmanlığın var mı" diye sorarlar. "Evet" der, "Bir şey var. Bir keresinde İmparatoru ve Papa'yı aynı anda ziyaret etme şansım olmuştu. Onları kulemin tepesindeki manzarayı göstermek için yukarı çıkardım ve bana ebedi ün getirecek bir fırsatı teptim, ikisini de aşağı itmeliydim." Tarih, rahibin günah çıkartıp çıkartmadığını bilmiyor. Kibirin en büyük sorunu, beslendiği şeyle beraber büyümesidir. Hakkınızda konuşulduğu sürece, hakkınızda daha fazla konuşulmasını isteyeceksiniz. Mahkemeye çıkan tutuklu bir katilin medyaya göz atmasına izin verirseniz, davasına yeterince yer ayırmayan gazeteye öfkelendiğini görürsünüz. Diğer gazetelere bakıp da hakkındaki haberleri gördükçe, davasına yüzeysel yer veren gazeteye öfkesi büyüyecektir. Politikacılar ve edebiyat insanları da farklı değildir. Ün arttıkça, haberlerden tatmin olma düzeyi de o kadar düşecektir. Kibirin hayatının farklı dönemlerinde insanın üzerinde bıraktığı etkiyi abartmak pek mümkün değildir. Bu etki, üç çocuklu bir ailede büyüyen birini, dünyayı titreten birine dönüştürebilir. İnsanoğlu sürekli dua ettiği Tanrı'ya bile benzer bir kibir yakıştırma, acımasızlığına düşmüştür.
Bu güdülerin etkisi ne kadar büyük olursa olsun bir tanesi var ki diğer hepsine ağır basar. Güç aşkından bahsediyorum. Güç aşkı, kibire yakındır ama aynı şey değildir. Kibirin tatmin edilebilmesi için zaferle taçlandırılması gerekir ve güçten yoksunken de zafer kazanılabilir. ABD'de en büyük zaferi tadanlar film yıldızlarıdır ve onları bu pozisyona şimdiye dek hiçbir zafer kazanamayan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi de getirebilir. İngiltere'de, kralın başbakandan daha çok zaferi vardır ama başbakan kraldan daha güçlüdür. Birçok insan zaferi güce tercih eder fakat büyük resme bakınca, gücü tercih edenlerin tarihin akışına daha fazla yön verdiğini görürürüz. Blücher 1814'de Napoleon'un saraylarını görünce "Bütün bunlara sahip olan birinin Moskova'nın peşinde koşması salaklık değil mi" der. Kibirden arınmış biri olduğunu asla söyleyemeyeceğimiz Napoleon, seçim yapması gerektiğinde yine de gücü seçti. Blücher'e bu seçim aptalca gözüktü. Halbuki güç aynen gösteriş gibi doyumsuzdur. Tanrı'nın sonsuz gücü hariç hiçbir şey onu tamamen tatmin edemez. Enerjik bir insanın zaafları, doyumsuzluk oranı hesaplanırken, denklemin dışında kalır. Halbuki bu zaaf, güç aşkına zemin oluşturmuştu. Öte yandan zaaflar önemli adamların hayatındaki en güçlü itici unsurdur.
Güç aşkı, güç deneyimlendikçe artar ve bu dinamik küçük bir güç sahibinde olduğu kadar feodal bey üzerinde de etkilidir. 1914'ten önceki mutlu günlerde, hali vakti yerinde kadınlar, bir grup hizmetçiyi yönlendirebiliyordu ve yaşlandıkça onlar üzerinde daha fazla güç uyguluyorlardı. Benzer şekilde, otokratik bir rejimde, gücün yaptırabileceklerini gören güç sahipleri gittikçe daha da tiranlaştılar. İnsanlar üzerinde ne kadar güçlü olduğunu ölçmenin yolu onlara normalde yapmayacakları şeyler yaptırmaktır. Bu nedenle kendisini güç aşkına kaptırmış bir kişi, zevkten çok acı verir. Eğer patronunuzdan ofisten ayrılmak için izin isterseniz, bu izni vermek yerine sizi reddeder ve gücünü ancak böyle deneyimler. Eğer inşaat ruhsatına ihtiyacınız varsa, alt kademe memurlar "Hayır" demekten, "Evet" demeye göre daha çok zevk alacaklardır. Güç aşkını tehlikeli kılan işte bu tip güdülerdir.

Ama daha arzu edilesi başka tarafları da vardır. Bilgi arayışı bana göre güç aşkından kaynaklanır. Tıpkı bütün bilimsel gelişmeler gibi... Siyasette de reformcu biri, bir despotunki kadar büyük bir güç aşkına sahip olabilir. Güç aşkını sadece itici kuvvet olarak nitelemek de büyük bir hatadır. Ya bu itici kuvvetle faydalı işler yaparsınız ya da sosyal çevreniz ve kapasiteniz uyarınca zararlı işlere yönelirsiniz. Kapasiteniz teorik ya da teknik olabilir, bu doğrultuda bilgiye veya yönteme katkıda bulunursunuz. Eğer politikacıysanız güç aşkı sizi harekete geçirebilir. Ve bu güdü, bazı durumları statükoya tercih ettiğiniz görüldüğünde tatmin olur. Tıpkı Alcibiades gibi, büyük bir general için hangi tarafta savaştığının önemi olmamasına rağmen generallerin çoğu kendi ülkeleri için savaşmayı tercih etmişlerdir ve burada güç aşkından farklı bir motivasyon vardır. Politikacılar kendilerini devamlı çoğunluğun yanında bulmak için taraf değiştirebilirler ama çoğu polikitacı bir siyasi partiye ya da ötekine daha yakındır ve güç aşklarını tercih ettikleri bu partinin hizmetine sunarlar. Güç aşkının, en saf halini, farklı tip insanlarda gözlemleyebilirsiniz. Bunlardan biri paralı askerlerdir ve Napoleon bu türün en güzel örneğidir. Bence Napoleon'un Korsika yerine Fransa'yı tercih etmesinin ideolojik bir nedeni yoktu ama eğer Korsika İmparatoru olsaydı bir Fransız gibi davranırken, ulaştığı büyüklüğe yaklaşamayacaktı. Fakat onun gibilerin tatmine ulaşmasında kibirleri de etkili olduğundan, onlar iyi birer örnek değillerdir. Bunun en saf örneği tahtın arkasındaki güçte, yani akıl hocasındadır. Toplum önünde hiçbir zaman görünür olmaz ve şu gizli düşünceyle avunur: "Bu küçük kuklalar iplerin kimin elinde olduğunu bilmiyorlar." Alman İmparatorluğunun 1890-1906 yılları arasındaki dış politikasını belirleyen Baron Holstein bu türden insanları en mükemmel şekliyle temsil eder. Baron Holstein, varoşlarda yaşamış, topluma karışmamış ve İmparatorla tanışmaktan kaçınmıştır. İmparatorun ısrarlarının dayanılmaz olduğu bir seferlik istisna dışında bütün kraliyet üyelerinden gelen davetleri giyecek resmi bir kıyafeti olmadığı bahanesiyle reddetmiştir. Bakanlara ve birçok kraliyet mensubuna şantaj yapmasına imkan tanıyacak kadar geniş bir bilgi birikimine sırdaştı. Ama bunu zenginlik, ün ya da herhangi başka bir avantaj elde etmekte değil, dış politikaya istediği yönü vermek için kullanmıştı. Doğu'daki haremağaları arasında da böyle karakterler bulmak şaşırtıcı değildir.
Şimdi, daha önce bahsettiklerimiz kadar önemli olmasa da aslında büyük önem taşıyan diğer güdülere geçmek istiyorum. Bunlardan ilki adrenalin bağımlığıdır. İnsan, sıkılma kapasitesiyle diğer canlılardan ayrılırlar. Gerçi bazen hayvanat bahçesinde maymunları izlerken de onların bu yorucu duyguya kapıldığını düşünüyorum. Her neyse, deneyimlerimiz bize can sıkıntısını bertaraf etme isteğinin, neredeyse bütün insanlarda bulunan güçlü bir arzu olduğunu gösteriyor. Beyazlar henüz bozulmamış yerlilerle ilk karşılaştıklarında onlara balkabağından kilise ışığına kadar birçok farklı şey sundular. Bunların birçoğuna yerliler tepki göstermediler. Hediyeler arasından en dikkate değer buldukları, kısa süreliğine bile olsa hayatlarında ilk kez yaşamın, ölümden daha iyi olduğunu düşündüren alkol oldu. Kızılderililer henüz beyazlardan etkilenmemişken sigaralarını bizim gibi sakince içmezlerdi. Dumanı ciğerlerine öyle hararetle çekerlerdi ki dışarıya belli belirsiz bir duman bırakırlardı. Ve nikotin kaynaklı heyecan sona erdiğinde yurtsever bir konuşmacı onların komşu kabileye saldırmasını sağlardı. Bu, bizim kişiliğimiz uyarınca at yarışları sırasında veya genel seçimlerde duyduğumuz hazza benzerdi. Kumarın verdiği zevk ise tamamen heyecan kaynaklıdır. Monşer Huc, Çinli tüccarların kış vakti Çin Seddi'nde, bütün paralarını, sonra bütün malvarlıklarını ve en son kıyafetlerini kaybedene kadar kumar oynadıklarını ve çıplak kaldıkları için de soğuktan öldüklerini anlatır. Bana göre, medeni insanda olduğu gibi ilkel Kızılderili kabilelerinde de, insanların savaşı alkışlamasına sebep olan duygu, heyecan sevgisidir. Sonuçları kimi zaman daha ciddi olsa da futbol maçlarında hissedilen de budur.

Adrenalin bağımlılığının köklerinin nereye dayandığını bulmak pek kolay değil. Ama zihinsel donanımlarımızın insanların avlanarak yaşadığı dönemde şekillendiğini düşünme eğilimim var. Bir erkeğin elindeki ilkel bir silahla, onu yiyeceği hayaliyle bir geyiği takip ederek bütün bir gününü geçirdiği ve günün sonunda zafer kazanmış bir edayla mağarasına dönüp, yorgun bir şekilde oturarak karısının eti pişirmesini beklediği zamanlardan bahsediyorum. Erkek uykuludur, kemikleri sızlıyordur ve yemeğin kokusu zihninin bütün odacıklarına doluşmuştur. Ve nihayet, yemekten sonra derin bir uykuya dalar. Böyle bir hayat tarzında ne enerjiye ne de sıkıntıya yer vardır. Ama tarıma geçip, karısını tarladaki zor işlere yolladığında, hayatın boşluğu üzerine düşünmek, mitolojiler yaratmak ve felsefe sistemleri oluşturmak, Valhalla domuzunu avlayacağı sonraki yaşamını hayal etmek için vakti oldu. Zihinsel donanımız fiziksel güç gerektiren işlere uygun durumda. Daha gençken tatillerimi yürüyerek geçirirdim. Günde yirmi beş mil yürüyebiliyordum. Akşam olduğunda da beni sıkıntıdan kurtaracak bir şeye ihtiyacım olmuyordu çünkü oturmaktan aldığım zevk bana yetiyordu. Ama modern hayat bu tarz fiziksel yorgunluklara açık değil. İyi bir iş oturarak yapılır ve çoğu iş egzersizi sadece birkaç kasımızı hareket ettirir. Eğer insanlar günde yirmi beş mil yürüseydi Trafalgar Meydanı'nda, devletin onları ölüme gönderme kararını kutlamak için toplanmazlardı. Münakaşa sevdasını tedavi etmek ne var ki uygulanabilir değil. Çünkü eğer insanoğlunun soyu devam edecekse, kullanılmamış fiziksel enerjinin meydana çıkardığı heyecan aşkının dışarı güvenli bir şekilde yansıması gerekir. Bu hem ahlakçıların hem de sosyal reformcularun üzerinde pek düşünmediği bir husustur. Sosyal reformcular düşünecekleri daha ciddi şeyler olduğu kanısındalar. Diğer taraftan, ahlakçılar, heyecan sevgisinin açığa çıkışını ciddiyetle karşılamaktadırlar ancak bu ciddiyet onların günah korkusundan kaynaklanmaktadır. Dans salonları, sinemalar, caz devri... Duyduklarımız doğruysa, cehenneme açılan kapılardır ve bu yüzden eve kapanıp günahlarımızın affını dilemeliyiz. Ben bu uyarıları yapan mezarcılarla aynı fikri paylaşmıyorum. Şeytanın birçok şekli vardır, bazıları onu genç, bazıları da yaşlı ve ciddi olarak algılar. Eğer gençleri eğlenmeye yönlendiren şeytansa, o zaman belki yaşlıları eğlence karşıtı kılan da odur. Ve belki de bu karşıtlık herkesin yaşına uygun bir çeşit heyecan sayılabilir. Eğer bu da yetersiz kalırsa, belki de afyon gibi bir uyuşturucuyu düzenli olarak artırarak istenilen etki yaratılabilir. Sinemayı kötü diye kodlayıp, diğer yandan adım adım muhalefet partisine, İspanyollar'a, İtalyanlar'a ve kısa sürede kendi kulübümüzün dışındaki herkese karşı tavır almamız korkulacak bir şey değil mi? Ve işte savaşlar, bu karşıtlıkların yayılmasından doğmuştur. Halbuki dans salonlarında savaş çıktığını hiç duymadım.
Heyecanın önemi birçok çeşidinin yıkıcı olmasından gelir. Özellikle aşırı alkol tüketenler ve kumara karşı koyamayanlar için yıkıcıdır. Kitlesel şiddete dönüştüğünde yıkıcıdır. En önemlisi, savaşa sürüklediğinde yıkıcıdır. Dışa vuracak masum yollar bulunmadığında, heyecan o kadar derinleşir ki en sonunda dışa vurmak için kendisine zarar veren yollar bulur. Masum dışavurumlar olarak sporu ve anayasal sınırlarda kaldığı müddetçe siyaseti sayabiliriz. Ama bunlar yetmez, hele en heyecan verici siyasi hamlelerin en tehlikelileri olduğu düşünülünce. Medeni hayata evcilleşerek geçtik ve eğer bu hayatın durağan olması isteniyorsa ilkel atalarımızın avcılık yapması gibi, kendimizi tatmin edecek zararsız dışavurum yöntemleri bulmamız gerekir. İnsanların az, tavşanların çok olduğu Avustralya'da, bir kabilenin yüzlerce tavşanı köleleştirerek ilkel arzularını, ilkel yöntemlerle tatmin ettiğini gördüm. Ama Londra'da ya da New York'ta bu ilkel arzuların tatmini için başka yöntemler bulunmalıdır. Bence bütün büyük şehirlerde, insanların oldukça hassas kanolarla inebileceği yapma şelaleler ve mekanik köpekbalıklarıyla dolu yüzme havuzları bulunmalı. Savaşların önlenemeyeceğini savunan herkes günde iki saat bu canavarla mücadele etmeli. Daha önemlisi, acı, adrenalin bağımlılığından fayda sağlamak için kullanılmalı. Dünyada hiçbir şey ani bir keşiften ya da buluştan daha heyecan verici değildir ve aslında birçok insan bu heyecanı deneyimleyecek kapasiteye sahiptir.
Başka politik güdülerle gücü azaltılmış olsa da insanoğlunu maalesef hâlâ yöneten birbirine çok yakın iki duygudan bahsetmek gerekiyor: Korku ve nefret. Nefret ettiğimiz şeyden korkmamız ve her zaman olmasa da korktuğumuz şeyden nefet etmemiz doğaldır. Tanımadığı şeyden korkan ve nefret eden ilkel adamın benimsediği ilk kural muhtemelen buydu. Onlar başlangıçta kendi küçük sürülerine sahiptirler ve burada aralarında düşmanlık bulunan istisnai birkaç kişi dışında herkes birbirinin arkadaşıydı. Diğer sürüler ise ya düşmandır ya da potansiyel düşmandır ve kazara bile olsa sürüden uzaklaşan öldürülecektir. Yabancı sürü bir bütün olarak kaçınılması gereken veya savaşılması gereken topluluktur. Bu ilkel, içgüdüsel mekanizma günümüzde bile başka ülkelerle politikamızı belirlemektedir. Daha önce hiç seyahat etmemiş biri bütün diğer ülke vatandaşlarını başka sürülerin vahşi bireyleri gibi görür. Ama seyahat etmiş ya da uluslararası ilişkiler okumuş bir birey, eğer kendi sürüsünde yeterince zenginlik varsa, başka sürüleri de bünyesine katacaktır. Eğer İngilizseniz ve birisi size "Fransızlar sizin kardeşiniz" derse içgüdüsel olarak düşüneceğiniz ilk şey, "Saçmalık; onlar omuz silkiyor, Fransızca konuşuyorlar. Üstelik kurbağa yediklerini bile duydum" olacaktır. Ama eğer Rusya ile savaşa girer ve size Ren Nehri'nin savunulması gerektiği, bunun için de Fransızların desteğinin vazgeçilmez olduğu söylenirse o zaman "Fransızlar sizin kardeşiniz" ifadesinin anlamını kavrarsınız. Ama o sırada gezgin bir dostunuz size Rusların da kardeşiniz olduğunu söylerse uzaylılardan gelecek bir tehlikeye işaret etmediği müddetçe sizi ikna edemeyecektir. Düşmanlarımızdan nefret edenleri severiz ve eğer düşmanlarımız olmasaydı sevecek çok az kişi kalırdı.
Bütün bunlar yalnızca diğer insanlarla ilişkilerimiz incelendiğinde doğrudur. Düzensizce boy verdiği ve sorumsuz olduğu için tohumu düşman belleyebilirsin. Tabiat Ana'yı düşmanınız olarak görüp insanlığın ona yeğleyebilirsiniz. Eğer hayat bu şeklide algılansaydı insanlığın tek vücut olması çok daha kolay olurdu. Ve eğer okullar, gazeteler ve politikacılar kendilerini bu sona hazırlasalardı insan çok daha kolay bir şekilde bu yaşam tarzını hayata geçirebilirdi. Ama okullar milliyetçiliği öğretmekle, gazeteler heyecan yaratmakla ve politikacılar da yeniden seçilmekle meşgul. Üçü de insanoğlunu bilinçli intiharından kurtarmak için çabalamıyor.
Korkuyla başa çıkmanın iki yolu var: İlki hayati tehlikeyi ortadan kaldırmak, ikincisi de Stoik direnci yeşertmek. İkincisi acilen eyleme geçmenin gerektiği durumlar haricinde, düşüncelerimizi korkunun nedeninden uzaklaştırır. Korkunun fethi çok önemlidir. O, zarar vericidir, kolaylıkla takıntı haline dönüşür, korku öznesinden nefret edilmesine neden olur ve bu da bizi caniliğin uç noktalarına götürür. İnsanlar üzerinde hiçbir şey güvende hissetmek kadar olumlu sonuçlar doğuramaz. Eğer savaş korkusunu ortadan kaldıran uluslararası bir sistem kurulabilseydi gündelik zihinsel gelişimimiz muazzam ve hızlı olurdu. Mevcut korku dünyayı gölgeliyor. Atom bombası ya da bakteri bombası, komünistler ya da kapitalistler tarafından yayılması hiç önemli değil, Washington'ı ya da Kremlin'i titretir ve insanı felakete sürükler. Eğer bugünkü koşullarda düzelme meydana gelirse, yapılması gereken ilk ve en önemli şey korkuyu kontrol altında tutacak bir yöntem bulmak olacaktır. Günümüz dünyası rakip ideolojilerin mücadelesini takıntı haline getirmiştir, bu kavganın en belirgin sebebiyse kendi ideolojimizin kazanmasına, rakip ideolojinin kaybetmesine yönelik istektir. Buradaki temel itici gücün ideolojilerle çok da bağlantılı olduğunu sanmıyorum. Bence ideolojiler bir insan gruplama yöntemidir ve böylece düşmanlar da gruplanmış olur. Elbette komünistlerden nefret etmek için birçok nedenimiz var. İlki ve en önemlisi mallarımızı elimizden alacaklarına olan inanç. Ama hırsızların da amacı budur ve biz hırsızlara tepkimizi, komünsitlere tepkimizden farklı şekilde gösteririz çünkü bu ikisinden farklı seviyelerde korkarız. Komünistlerden nefret etmemimizin ikinci sebebiye onların dinsiz olması. Çinliler 11. yüzyıldan beri dinsiz. Fakat biz onlardan Chiang Kai-shek'ten beri nefret ediyoruz. Üçüncü sebepse, onların demokrasiye inanmaması ama bu Franko'dan nefret etmemize yetmemişti. Dördüncü olarak da özgürlüğe izin vermedikleri için onlardan nefret ediyoruz. Hatta o kadar nefret ediyoruz ki onları taklit etmeye karar verdik. Bunlardan hiçbirinin aslında nefrete temel teşkil edemeyeceği aşikar. Onlardan nefret ediyoruz çünkü onlardan korkuyoruz. Eğer Ruslar hâlâ Rum Ortodoks mezhebine mensup olsalardı, parlementolu hükümetlerini muhafaza etselerdi ve bizi her gün tedirgin eden baskıları olmasaydı -en az bugünkü kadar güçlü silahları bulunmasına rağmen- bize onları düşman görmek için fırsat verdikleri anda yine nefret ederdik. Elbette ki din, garezimiz düşmanlığa neden olabilir. Ama bence bu sürü psikolojisinin yansımasıdır: Farklı bir dine mensup olan kendini garip hisseder ve bu gariplik tehlikelidir. Sürülerin yaratılmasında ideolojiyi kullanmak bir yöntemdir ve sürülerin psikolojisi genelde aynıdır.
Sadece kötücül itici güçlere ya da en iyi ihtimalle nötr olanlara yer verdiğimi düşünebilirsiniz. Ancak korkarım ki, kural olarak, böyleleri bizi başkalarının iyiliği için mücadeleye götüren güdülerden daha güçlüdür. Yine de bu tip güdülerin varlığını ve zaman zaman etkili olduğunu inkar etmeyeceğim. 19. yüzyılın başlarında köleliğe karşı başlatılan acındırma kampanyası hiç şüphesiz ki başkalarının iyiliği içindi ve oldukça da etkiliydi. 1883'te vergi ödeyen İngiliz vatandaşlarının Jamaikalı toprak sahiplerine kölelerinin serbest bırakılması için milyonlarca dolar tazminat ödemesi ve Viyana Konferansı'nda İngiliz Hükümetinin diğer ülkeleri kölelerini azat etmeye çağırması, işte bunlar hep başkalarının iyiliği için yapılmıştır. Günümüzde de Amerika'nın aynı ölçüde çabaladığını söylemek gerekir. Ama gerginliğe mahal vermemek için bu konuya girmeyeceğim.
Sempatinin saf bir itici güç olduğu gerçeğini sorgulamamak gerek. İnsanların diğerlerinin acı çekmesinden rahatsız olmadığına ilişkin düşünceyi kabul edemiyorum. Sempati sayesindedir ki yüzyıllardır insanlık ilerliyor. Akıl hastalarına uygulanan tedavilere ya da mültecilerinin tedavi görememelerine dair hikayeler bizi şaşırtıyor. Batı ülkelerindeki mahkumlara işkence uygulanmaması gerekir ve eğer olur da uygulanırsa bu durum keşfedildiğinde toplumsal tepkiye neden olur. Yetimlere Oliver Twist'teki gibi davranılmasını onaylamıyoruz. Protestan ülkeler hayvanlara canice davranmaya karşı çıkıyor. Bütün bu örneklerde görüyoruz ki sempati siyaseten etkili olabilir. Ve eğer savaş korkusu ortadan kaldırılabilseydi, sempatinin etkisi de daha büyük olurdu. Belki de insanoğlunun geleceğine dair en büyük umut sempatinin yoğunluğunu ve derecesini artıracak bir yolun bulunmasıdır.
Sanırım konuşmamı toparlama vaktim geldi. Siyaset bireylerden ziyade sürülerle ilgilenir ama siyasetin ilgilenmesi gereken tutkular sürüyü oluşturan bireylerin hissettikleridir. Siyasi düşünce, sürünün nasıl kurulduğuna ve bir sürünün diğerine duyduğu düşmanlığa bakmalıdır. Sürü içindeki yapılanma hiçbir zaman mükemmel olamaz. Kabul etmeyen, akıntının dışında kalan üyeler olacaktır. Bu üyeler diğerlerine göre ya aşağılanmış ya da yüceltilmiş olanlardır. Onlar aptallar, suçlular, peygamberler ya da kaşiflerdir. Mantıklı bir sürü ortalamanın üstündeki bu bireylerin merkeze geçmesine izin vermeyi ve ortalamanın altındakilere de mümkün olan en az gaddarlıkla davranmayı öğrenmelidir.
Diğer sürülerle ilişkilere bakarsak, modern teknikler kişisel çıkar ve içgüdüler arasında çatışma yaratmıştır. Eskiden, iki kabile savaşa girdiğinde, biri diğerini yok eder ve topraklarını ele geçirirdi. Kazananın bakış açısından bakınca bütün bu süreç tatmin ediciydi. Öldürmek hiç de pahalı değildi ve heyecanı çok hoştu. Bu koşullar altında savaşın devam etmesi doğal karşılanabilir. Fakat şimdi savaş koşulları tamamen değişmişse de hâlâ bu ilkel savaş tutkusunu içimizde tutuyoruz. Modern bir operasyonda düşmanı öldürmek oldukça pahalı. Son savaşta ölen Alman sayısını, kazanan tarafın topladığı gelir vergisine bölerseniz bir Alman'ın hayatının kaç para ettiğini bulacaksınız ve bu oldukça düşündürücü. Söylendiği gibi Doğu'da, Almanların düşmanları yenilen nüfusu esir alarak, onların topraklarını işgal ederek eski savaşların nimetlerinden faydalandılar. Batılı galipler ise böyle bir nimetten yararlanamadılar. Günümüz savaşlarının ekonomik açıdan pek kârlı olmadığı ortada. İki dünya savaşını da kazandık belki ama eğer hiç savaşa girmeseydik şu anda daha zengin olurduk. Birkaç azizi ayrı tutarak söylüyorum ki insanlar kendi çıkarları doğrultusunda hareket etseydi bütün tüm insanlık işbirliği yapabilirdi. Savaşlar, ordular, donanmalar, atom bombaları ortadan kalkardı. A ulusunun beynini yıkayarak onu B ulusuna karşı kışkırtan ordu propagandaları olmazdı, B ulusu A ulusuna karşı düşmanlık beslemezdi. Ülke sınırlarında yabancı kitapların ve fikirlerin girmesini engelleyen askerler bulunmazdı. Tek bir büyük şirket çok daha ekonomik olacakken, birçok küçük şirket yaratan gümrük politikaları olmazdı. Eğer insan kendi mutluluğunu komşusunun fakirliğini istediği kadar isteseydi bütün bunlar hızla gerçekleşirdi. Bana diyeceksiniz ki bütün bu ütopist hayallerin ne anlamı var? Ahlakçılar bu dediklerimi dinleyip, tamamen bencil olamayacağımızı söyleyecekler. Fakat bu gerçekleşene kadar milenyum gelmeyecek.
Konuşmamı sinik bir notla bitirmek istemem. Bencillikten daha iyi şeyler olduğunu ve bazılarının bu şeylere ulaşabildiğini inkar etmiyorum. Ama geniş insan topluluklarının, yani siyasetin ilgilendiği grupların karşısına, onları bencillikten kurtaracak çok az fırsat çıktığını düşünüyorum. Diğer taraftan bencilliği, aydınlanmış bireysel çıkar diye tanımlarsak, toplulukların buna kolay kolay ulaşamayacağının da farkındayım.

Ve bireysel çıkarların peşine düşülen insanlar, genellikle kendilerini idealist davrandılarına inandırırlar. Halbuki idealizmin arkasında nefret ya da güç aşkı vardır. Büyük kalabalıkların soylu görünen nedenlerle sürüklendiğini görürseniz, perdenin arkasına bakın ve kendinize bu güdüleri harekete geçirenin ne olduğunu sorun. Çünkü soylu görüntünün arkasına bakarak, psikolojik bir araştırma yapmaya değer. Bugün burada ben de bunu yapmaya çalıştım. Son olarak, söylediğim şey doğrudur, yapılması gereken temel ve mantıklı şey dünyayı mutlu bir yere dönüştürmektir. Tüm bunlardan iyimser bir sonuç çıkarıyorum belki ama akıl, eğitimin tanıdık metotlarıyla teşvik edilebilir.
Çevirenler: Nilhan Kalkan ve Gökçe Gündüç



8 Kasım 2024 Cuma

ROMANTİK SOLCULUĞUN ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜ



 Bunu daha önce defalarca  yazmıştım diye başlayayım konuya;

 https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/cok-solculugun-elestirilemez-sefaleti.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/son-yillarda-azalip-biten-bazi-solcu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/01/turkun-turke-propagandasi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/kamasma-ve-karanlik-1981nobel-edebiyat.html

Bazı konulara kaçınılmaz olarak geri dönersiniz. Rasyonalizmin, yani akılcılığın yerini Romantizmin, yani çoşku ve duygusallığın hakim olduğu toplumlarda, radikal, yani kökten-en uçta olanları yüceltme çabası vardır. Kökeni, tarikat üyelerini dindar zannetmeye yada daha ilkel toplumların akıl hastalarının metafizik gayb alemi ile iletişimde olduğu için delirdiği inançlarına kadar gider. Tarikatları yüceltenler, neden Afrika'da su kuyusu açıp, mahallesindeki yoksullardan bihaber olduğunu sorgulamalı. Ayrıca tarikatlar, mafyaların mahalleleri, sokakları bölüşmesi gibi, sektörleri bölüşmüşlerdir. Mesela sağlık ve özel hastane sektörü, şeyh ölünce üçe bölünen tarikata ait. Bu tarikat, Türk milliyetçiliinin gençlik örgütü sayesinde bu kadar büyüdü ve darbe girişiminden sonra, maum tarikatın yerine geçen bir kaç tarikattan biri oldu. (Doğrudan ad vermeme  de ilk nedenim google ve sosyal medya sitelerinin sansürdür) Bu günşerde (2024 Kasım) patlayan Yenidoğan çetesi sıkandalının bu tarikata ulaşmaması ise tarikatın gücünü göstermekte.

Bizim konumuz çok solcular yada romantik solcular. Tarikatarı da defalarca yazdım.  Çok solcu partiler de bazı açılardan tarikatlara benzer. Aynı Marksist-Lenininst ideoloji bağlı oldukları halde, bir sürü partiye bölünmüşlerdir. Eskiden pek çok radikal sol terör örgütü (illegal örgüt) vardı. Kala kala bir tek Cephe kaldı. Melekleri saymıyorum, (Gene şifreli konuştum).  Cephenin müzik grubu Grup Yorum ise, eski ününden çok uzakta. Bir zamanlar stadyumlara sığmayan grubun son şarkılarını Youtube'da bir haftada iki binden az kişi izliyor. Arada cinayet işlese de eski kitleselliğinden uzak. Aynı durum yasal partiler için de geçerli. Bir kaç yıl öncesine kadar, Ankara'da, Yüksel yada Sakarya'da yirmi-otuz kişilik gruplarla basın açıklamaları yapar, arada bir göz altına alınır, akşam olmadan da serbest bırakılırlardı. Şimdi eperydir sesleri hiç çıkmıyor.

Bu konuya tekrar dönem sebebim TİP ve Kominist başkan Fatih Mehmet Maçoğlu. İrfan Değirmenci de işin bonusu oluyor. Marksist-Leninist gruplar, Gezi'den sonra solun merkezinden çıktı, o merkeze Atatürkçülük girdi.  TİP'le beraber tekrar tabanı oluştu. TİP kurulduğunda yada kamu oyunda dikkatleri çekmeye başladığında, pek çok ünlü sabatçı, özellikle de dizi oyuncuları partiye katıldı ve üye-aday oldu. Bu bana doksanlara ÖDP'yi hatırlattı. ÖDP'ye genelde yazar-çizer takımı destekliyordu. O dönemin haftalık en çok satan yayını Leman, açıkça ÖDP'yi destekliyordu. ÖDP, oy oranı yüzde biri bulmasa da, pek çok belediyeyi almıştı. Tabanı biraz çoğaınca, kendi içinde bölünmeye başladı. En nihayetinde adını Sol Parti olarak değiştirip, yok oldu. ÖDP'nin tek milletvekili, kurucu başkanı da, dışarıda kendi partilileri, Amerikan Başkanı Barak Obama'yı protesto ederken; kendisi Obama'yı avuçları patlarcasına alkışlıyordu. 

Ben, yaşlı biri olarak, tecrübelerimle TİP'te, doksanlar ÖDP'sini gördüm, özellikle de Sezen Aksu'nun desteğinden sonra. Sezen Aksu yada diğer yetmez amacılara hiç güvenmiyorum. Son belediye seçimleri de bu fikrimi destekledi yada ben desteklediğini düşünüyorum. Sadece ÖDP değil, yasal TKP'yi de bu listeye alalım. TKP, İmamoğlu'nun 2. defa seçildiğinde, boykot çağrısı ile iktidara destek olmuş, ancak meşhur fasülyeci belediye başkanı Maçoğlu, karşı çıkmış, İmamoğlu'nu desteklemişti. Son belediye seçiminde ise, Kadıköy'den aday oldu. En ateşli solcular bile  onunla alay etti, nereye nohut ekecek diye. CHP, Kadıköy'ü rekor oy oranı ile aldı. TİP'in ünlü adayı İrfan Değirmenci'de, CHP'nin bir başka kalesi Çankaya'dan aday oldu. O sonuç değişmedi, üstelik CHP, belki kendisinin de ummadığı zaferler elde etti. Ankara'da Keçiören'i, Kazan'ı rüyasında bile göremezdi belki CHP. Yerel seçimlerde TİP'in asıl ihaneti Hatay'da oldu. Hem yandaş medya, hem romantik, radikal solcular, hem de TİP, sırf CHP kaybetsin diye uğraştı. TİP'in adını yazmak istemediğim adayı ve sonrasında çıkan sıkandal, iktidarın, deprem sonrası onlarca olumsuzluğa rağmen Hatay'ı amasına yol  açtı. Seçimlerden sonra fasülyeci başkan, emekli bürokratlar gibi bir Ege kıyı ilçesine yerleşti. İrfan Değirmenci'de tekrar Youtuber oldu. Her fırsatta CHP'yi hevesle eleştirenler nedense belediye seçimlerinden sonra TİP'i eleştirmedi. Sosyalistlerin yada radikal solcuların dokunulmazlığı nedir? 

Romantizmin saçma sapan en  mükemmel takıntısı vardır ve eleri iktidara varmaya varmaz. Belki İran İslam Devriminde olduğu gibi haklı da olabilirler. İran'da da sol grupların, daha doğrusu TUDEH'in fraksiyonlarının birbirleri ile uzlaşamaması vardı. Muhalefetin ilk görevi, iktidarı değiştirmektir. Hele de iktidar, demokrasiyi ortaya kaldırmaya çalışıyorken, bu durum fazlasıyla elzemdir. Son olarak, muhalefeti beğenmemek, iktidarı beslemektir.

Gerçi bunu da daha önce söylemiştim.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/09/muhalefeti-begenmemek-iktidari.html

5 Kasım 2024 Salı

TARİHTEN BAZI PARALEL GRUPLAR VE PARALEL DEVLETLERİN PROBLEMLERİ ÜZERİNE BİR DENEME

 


Ben taihçi değiim, sadece tarih meraklısıyım. En baba tarih profesörü de tüm tarihi bilemez. Bildiğim şey, insanın üzerindeki en büyük güç olan devleti yönetmek, konrtol etmek yada yönetimini yönlendirmek her zaman birileri gizli yada açık örgütlenmiştir. Gizli olanlara derin devlet diyoruz. Zannettiğimizin aksine tek ve her şeye karar veren bir derin devlet yoktur. Bir sürü derin devlet örgütlenmesinin kavgası vardır. Gene tarih boyunca devletler, bazı işlerini yapmak için paralel kurumlar kurmuşlar yada kurulmuş sivil toplum örgütlerini paralellerine almışlardır. Meşhur darbeci paralel örgütümüz, çok orijinal değildir, İslam tarhinde bile örnekleri vardır. Hayır,  Hasan Sabbah değil. Onun gizli örgütü çok kan döktü, sutanları korkuttuysa da, iktidara gelemedi yada taht-tac deviremedi. Suikastları, komploları efsane olduysa da, nihai amaca ulaşamadı. En nihayetinde Moğollar, o ulaşılmaz Alamut dağlarını ve kalelerini barut ile patlatarak yıktı. Daha topum-tüfeğin icadına çok vardı ama barut ilk büyük zaferini lağımcılıkla kazandı. İslam dünyasında başarıya ulaşan ilk paralel yapı, Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin muhalif olduğu Abbasilerdi. Ebu Muslim ayaklanması, aslında devletin tüm damarlarına sızmış bir örgütün otuz yıldan fazla süren bir hazırlığının sonucudur. Daha eskiden, İran tarihine bakmalı. Part yada Arşaklı hanedanlığının yerini Sasanilerin alması da böylesi bir örgütlü çaba ile olmuştur. Devletin ilk şahı 1.Ardeşir'dir, oysa devlet, Ardeşir'in dedesi Sasan'dan (yada telaffuza göre Zozan) alır. Sasanileri iktidara getiren gizli örgüt yada tarikatı o kurmuştur. Arşaklı yada Part imparatorluğu İran'ı, İskender sonrası Yunan işgalcilerden yüz yıldan fazla bir çaba ile temizlemişti. Ahameniş, Pers kralı Kiros (Khurvash)'un torunuydu ve tahtı amca ayda dayısıyla savaşarak almıştır. Bunun da arkasında uzun süreli bir örgütlenme yani paralel yapı vardır.

Her devrim yada taht değişimi, uzun bir hazırlı, planlama ve örgütlenmeden  sonra olur. Osmanlı, Alevi isyanları, taht değişimi için isyan girişimi olarak görmüş, uzlaşmaya yanaşmadan ezmiştir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u (Daha doğrusu Konstantiniye'yi) aldıktan sonra Balkan despotluklarını ve Anadolu beyiklerini yok edip, beyliklerinin, özellikle Karamanoğlulları'nın ana kitlesini Balkanlara yerleştirdi. Osmanlı'da paralel yapılar daha çok şehzadelerin etrafında oluşurdu. Aslında sancağa çıkmanın ilk nedeni, bu muhtemel hizipleşmeyi engellemek yada başkenten uzaklaştırmaktı. 11 yaşındaki şehzadenin Manisa'ya cidden vali olduğunu mu düşünüyorsunuz? (Yada bu ayrıntıyı bilmiyordunuz muhtemelen) Sevilen evlatlar Manisa, Bolu, Kütahya, Konya gibi yakın yerlere sancağa çıkarken, sevilmeyenler Trabzon, Amasya, Kefe (Kırım) gibi uzak illere sancağa çıkıyordu. Tüm bu önlemler, Yavuz Sultan Selim'in, Trabzon valisi iken babasını devirmesine engel olamadı. Yavuz, babasını tahttan indiren ilk ve son padişah oldu. Babası 2. Bayezid'te tahttan indirilen ilk Osmanlı padişahı oldu ama son olmadı. Otuz altı Osmanlı padişahından on iki tanesi, tahhtan indirilmiştir. Hatta Vahdettin'i de sayarsanız on üç olur ama onunla beraber. Yavuz'un babası 2. Bayezit'in sekizinci Osmanlı padişahıydı ve ondan sonra gelenlerin yarısına yakını yahttan indirildi. Doğu Roma imparatorluğu 1147 yıllık tarihinde on iki ayrı hanedanlık gördü. Osmanlı'da 623 yıllık tarihinde tek hanedan yönetmiştir görünürde. Ancak aslında paralel oluşumlar, sık sık padişah değiştirmişler, Yeniçeri Ocağını yöneten Bektaşi tarikatı, Vakayı Hayriye ile ocakla beraber  büyük ölçüde halledildi ve bir daha eski gücünü bulamadı. (Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa adlı kitabında, Enver Paşa'nın eşi ve padişah Abdülmecit'in torunu Naciye Sultan'la evliliği aracılığı ile yeni bir saltanat sülalesi kurmaya çalıştığını yazar. Türkistan'daki son macerasına giderken de etrafına , Ali Enver'in (oğlu) tahtını yapıyorum, demiş.)

Bektaşilik aslında devletin kontroünde bir paralel örgüttü ve özellikle Balkanlardan toplanan erkek çocuklarının devşirilmesi için devletle paralel çalışıyordu. Pek çok paralel örgüt iktidarı ele geçirmek için çalışırken, pek çoğu da iktidara çalışıyordu. Osmanlı'da tarikatlar, devletle çalışan, bazen de devlet içinde hizipler için çalışan paralel örgütlerdi. Nakşibendiler,  doğu bölgesinde Çaldıran'dan sonra İran'a kaçan Kızılbaş Türkmenler yerine yerleştirilen Sünni Kürtleri devete bağlamak için kullanıldı.  Nakşibendilerin  de devletin öfkesinden kurtulamadığı zamanlar oldu. Balıkesirli Kadızade ailesi, uzun yıllar kadılık ve şeyhülislamlık gibi makamları ellerinde tuttu. Özellikle Kanuni zamanında çok etkiliydiler. Etkili oldukları dönemde Mevlevilere kan kusturdular. O kadar ki Mevleviler, İstanbul'da bu Kadızade Şeyhülislamlardan  Vani beyin yaptırdığı ve halen ayakta olan bu camiye Vani Cani derler. Mevleviler de asla masum bir topluluk olmadılar. Mevlevilik, Moğolların paralel örgütü olarak kuruldu. Mevlana'nın babası Bahaeddin Velet; Afganistan, Belh'den, Konya'ya kadar Moğolların propagandasını yaparak gelmiştir. Mevleviler'de Moğolların paralele örgütü olmuşlar, hatta Bacu Noyan, Konya'yı yakıp-yıktığında Mevlana bunu Allah'ın verdiği bir ceza olarak yorumlamıştır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/12/mesnevidenhatirlananlar-mevlana.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/ariflerin-menkibeleri-ve-mevleviligin.html

Orta çağda paralel devletler genelde dinsel yapıdaydı ve sadece doğu dünyasına ait değildi. Tapınak Şövalyeleri, Papalığın, Haçlı seferleri sırasında kurduğu üç tarikattan biriydi.Tapınak Şövalyeleri, Fransız, Sen Jean Şövalyeleri İtalyan, Töton Şövalyeleri'de Alman'dı.  Savaştan sonra Almanlar, Baltık kıyılarında devlet kurup, İskandinavları, Finleri ve Baltık civarı halkları Hristiyan yapmak için savaşıyordu.  Haçlı seferlerinden sonra Sen Jean şövalyeleri, Rodos adasına yerleşip, Türkler ve Araplara karşı korsanlık yaptı. Tapınak Şövalyeleri ise Fransa merkezli olmak üzere Avrupa genelinde bankacılık, ticaret yapıp, geniş topraklarda tarım yapıyordu. Papa, onların İspanya'da Müslümanlarla savaşmasını, Fransa kralı da kendisine para vermesini istiyordu. Tarikat bu istekleri ya red ediyordu yada oyalıyordu. Tarikat hakkında okuduğum yabancı bir kitap, haçlı seferlerinin en hararetli zamanlarında bile tarikatın en fazla yüzde beşinin savaştığını, çoğunun bu ticari faaliyetlerle uğraştığını yazmıştı. Yani tarikat en başta para için toplanmış soylular topluluğuydu. Sonunda Papalık ve Fransa kırallığı, kendilerini sömüren ve hiç bir şekilde savaşmayan Tapınak Şövalyelerini halletti. Tapınak Şövalyeleri pek çok açıdan Yeniçeri Ocağına benziyordu. Yeniçeriler de son dönemlerinde askerlikten çok, esnaflıkla uğraşıyordu ama Tapınak Şövalyeleri kral değiştirecek kadar güçlü değildi. Buna karşın Tapınakçıların serveti Yeniçeri Ocağının çok üstündeydi. Fransa Kralı, Papalık ve diğer Avrupa kral ve prenslikleri, Tapınakçıların mallarına, mülklerine el koydu, uzun uzun yargılayıp, vahşi şekilde idam etti. Böyle bir örgütün, elbetteki devletin içinde de adamları vardı ve örgüte birileri haber göndermişti.  Belki de pek çok kişi buna inanmamış yada böyle büyük bir saldırıya hazırlık yada savunmanın imkansız olmasıdır. Baskın günü tarikatın on dört gemi kayboldu.  Dan Brown'un meşhur roman serisine de konu olan komplo teorilerine ve efsaneleri kökeni oldu. En yaygın efsane, gemilerin İskoçya'ya gittiği, orada taş ustaları yani Mason localarına sızdığı, İskoçya-İngiltere bireşmesinden sonra da Fermason (Özgür Mason) adı altında soylular vce burjuvalar arasında örgütlendiği üzerine. Mason locaları da devletlerin paralel örgütleri olmuştur. Mason Locaları, Fransız ihtilali ve Amerika'nın İngiltere'den bağımsızlık savaşının arkasındaki gizli örgüttür. Eugene Delacroix'in meşhur Halka Yol Gösteren Özgürlük resminde görülen göğüsleri çıplak kadın, Aydınlanmışlar (İlluminate) Mason locasını simgeler. (Dan Brown'un roman serisinde de adı geçer) İttihat ve Terakki'in Talat Paşa başta olmak üzere pek çok lideri de Mason'du. Masonların da ömrü, her varlık gibi sınırlıydı. 1970'lerin başında İngiltere'de bazı Mason hakim ve savcıların, loca biraderlerini kolladığı iddiaları üzerine yapıan soruşturmalar, Masonluğun siyasi gücünün sonunu getirdi. İtalya'da 1981'de patlayan P2 Mason Locası sıkandalı da üzerine tuz biber oldu. Masonluk aleyhine onlarca kitap, makale yazıldı. Masonluk aslında uzun zamandır gizliliği kalmamış, birilerinin çevre edinmek için toplandığı sosyal kulüplere dönmüştü. Yetmişlerin başlarında İngiltere'de her sekiz yetişkin erkekten birinin loca biraderi olduğu tahmin ediliyordu.  Bu kadar yaygın bir örgüt, ne elitti, ne gizli. Her hangi bir kitapçıya girseniz, en az on tane Masonlarla ilgili kitap bulursunuz ama Opus Dei (Tanrının İşleri) veya Kurukafa ve Kemikler (Society of Skull and Bones ) İlgili kitap bulmanız çok zordur. Kocaman dernek binası olan kurumun gizliliği falan yoktur, devlet istediği zama, istediği gibi denetler, savcının telsiz emrine bakar. Eskiden polis veya jandarmanın derneklere girişi zordu, yazılı emir gerektiği için. Bu yüzden derneklerde çok kumar oynatılırdı. Şimdilerde bu kumar işi, tabela partilerinin il-ilçe başkanlıkları, mahalle örgütlerinde falan yapılıyor. Dernekler, gizli örgütlerin açık alan örgütlenmesidir (bu sıfat tamlamasını okula seminere gelen bir polisten duydum. ) ve genelde örgütlerin ilk açığa çıkan kısmı bunlardır. Amacı en başta örgüte üye ve sempatizan kazandırmaktır.

Bu yapılanmların bazıları devletçe kurulur, devletin pis işlerini yapmak ve halkı el altından yönetmek için. Bazen açıkça, bazen yarı gizli, bazen de gizlice kurulur. Gizlice kurulan veya desteklenenlerin asıl işlevi, muhalefete muhalefettir. Selçuklu devleti, İsmailiye (Haşhaşiler) tarikatına karşı Kalendirilik ve diğer tarkatları kurdu. NATO'da Komünizm tehlikesine karşı Gladio örgütlerini kurdu. Bazı partilerin ana meselesi muhalefet partierine muhalefettir yada ülkeyi bazı muhaliflerden korumaktır. Bazılarının arkasında kim olduğunu anlamak için deha yada araştırmacı gazeteci olmaya gerek yoktur. Gezi'de bazı radikal solcu grupların olduğu gibi ara ara kendilerini belli ederler.  Öte yandan özel harekat  polislerin bıyık sitileri yada polis sorgulamalarına ocak reisleri nasıl katılabiliyor diye kendimize sorduğumuzda gerçek çok aleni olarak ortaya çıkar.  Gerçek gizli örgütler, nadiren kendini belli olur. Gerçek gizli örgütlerin varlığından sadece şüphe edersiniz. Bazılarıda çok açıkça devletin yan kurumudur. Mesela Çin Halk Cumhuriyetinde zannedildiği gibi tek parti yoktur, üç ayrı parti daha vardır. 

Esas paralel yapılar, devlet yada burjuva dediğimiz zengin ve güçlü insanların, devleti yönetmek ve yönlendirmek için kurduğu paralel yapılardır. Bunlar ordu içinde olursa Cunta,  açık olursa Lobi yada baskı grubu, dini görünümlü olursa tarikat yada cemaat adını alırlar. Bu örgütlenmeler, devlet destekli yada devlete sızma şeklinde oluştuğu gibi, parti içinde hizipler yada kamu örgütlerindeki gruplaşmalar halinde de olabilir. Bunlar çok da devleten ayrı yada devletin desteğinden ayrı değildir. Kurulduktan sonra devlet desteği almayanlar, marjinalleşir ve küçülür. Lenin'in Bolşevik partisi, yüz milyonluk Rus Çarlığında, Lenin'in kendi beyanına göre devrimin olduğu 7 Kasım (eski Rus takvimine göre Ekim) 1917'de on altı bin kişilik bir gruptu. Bir örgütün fazla büyümesi, devletin paralel örgütü olduğunun göstergesi de olabilir. Pek çok insan, devrim için değil, çıkarları için örgütünüze üyedir. Son darbe girişiminin başarısız olmasının asıl sebebi buydu. 12 Eylülün başarılı olmasının da asıl sebeplerinden biri buydu. Şimdiki neslin adını bile duymadığı Dev-Yol, 1980 yılında, kırk milyonluk ülkede, beş yüz bin kadar üyeye sahipti.  Yani kalabalıksanız, darbe yapacak kadar marjinal değilsinizdir. Burjuva örgütleri için de bu böyledir. Mason locaları için söylediklerimizi hatırlayın.

Üçüncü tip paralel yapılar, özellikle asker ve istihbaratçılar arasında kurulan paralel yapılar yada cuntacılardır. Bazen ideolojik, bazen hemşerilik-aşiretçilik, bazen de belli bir etnik topluluğun üyeleri olarak devlette paralel yapı kurarlar. Suiye'deki yapı, Nusayri (Arap Alevisi) etnik grubunun darbesi ile iktidara gelmiştir. Saddam'ı Irak'ta iktidara getiren Tikritli subaylar cuntasıdır. Saddam, asker olmadığı halde cuntanın başı olarak iktidara gelmiştir. Jakobenler ilk başlangıçta Breton bölgesi millet vekillerinin derneğiydi. Bu tür yapıların amacı her zaman darbe değildir. Adam kayırma yada yolsuzluk üzerine de derin devletleşme, yani devlet içi çeteleşmeler olmaktadır.

Devlet, insan üzerindeki en büyük iktidar ve en büyük zenginlik kaynağı ve zenginliğin koruyucusudur. Devlet yoksa banknotların yada tapu senetlerinin tuvalet kağıdı kadar değeri yoktur. Bundan tam kurtuluş imkansızdır, en aza indirmenin yolu liyakati önceliğe alıp, hukuğu ve demokrasiyi isletmektir.

3 Kasım 2024 Pazar

SABAHADDİN BEYİN DEDESİNİN HİKAYESİ

 


Anlatacağım hikâye biraz garip. Korkaklık mı, cesaret mi, bilemedim. Bildiğim, bu davranışın, askerin İstiklal madalyasını almasına engel olduğu.

         Sabahaddin bey dediğim şahıs, ilk atandığım okul olan Yenişarbademli Lisesinde memurdu. İlçenin yerlisiydi ve ilçenin yerlisi düz memurlar gibi, belediyeden geçiş yapmıştı. Ellili yaşlarda, yaşını belli eden, saçı, sakalı ağarmış, gözlüklü, bıyıklı, ortalama bir Anadolu insanıydı. Yaşadığı bu ilçeden hiç ayrılmamıştı. Anlatacak hikayesi olmayan birisiydi.

         Gerçi ilçenin anlatılacak bir şeyi yoktu denebilir. Aslında anlatılacak çok şeyi vardı ama anlatılacak şeyleri tarihi eser olmuştu ya da doğal yapıydı. Selçuklu sultanlarının sarayı Kubad-ı Abad sarayı, ilçe sınırları içinde değilse bile, ilçeye çok yakındı. Beyşehir Gölüne üç kilometre uzaklıktaydı. Gene yakınında Pınargözü mağarası vardı. Fransızların beş kilometre derinine indiği iddia edilen mağaranın derinliğini bilen yoktu. Buna benzer şeyleri anlatmakla bitmez.

         Neyse, biz ilçenin  muhabbetini bırakıp, Sabahaddin beyin dedesine gelelim. Hikâyeyi o anlatmadı. Emekli öğretmen arkadaşım Veli Karaca anlattı. Yaşıyorsa kulakları çınlasın. Haziran ayıydı ve galiba ortalama yükseltme, sorumluluk sınavları nedeniyle okuldaydık. Tek katlı okul binasının, küçümen öğretmenler odasındaydık. Okulun tüm öğretmenleri oradaydı ve üstüne ilköğretim okulundan bayağı öğretmen vardı. Bizim okulda dersi olanlar, sınavda görevli olanlar, okulun müdürü ve emekli başka bir öğretmenler vardı.

         Ve Veli Karaca vardı. Kedi Veli, benim sahtekar dostum. onunla maceralarım ayrı bir kitap olur. O zamanlar bayağı samimiydik. Bir kitap yazmıştı 'Belgelerle Yenişarın Tarihi' adlı. O kitabı düzeltmeye ve tasniflemeye çalışıyordu. Lisenin edebiyat öğretmeni Ülkübey hoca, bu işi yapmayı ret etmişti, çünkü araları bozuktu. Ülkübey, benden dört yıl önce gelmişti ve ben orada kaldığım sürece aralarının hep bozuk olduğunu öğrenmiştim. Neden küsmüşlerdi ya da kavga etmişlerdi, bilmiyorum. Ben oradayken barışmadılar. O kitabı benimle beraber düzeltti. Sonra bastıramadı. Ne belediye, ne il kültür müdürlüğü, ne de diğer kamu kuruluşları, onun kitabını basmak istemedi. Tayinim çıktıktan sonra basmış diye duydum, duyduğum yalanmış, internette gördüm o kitabı.

         Hakkında güzel şeyler anlatılmıyordu. Gönen Köy Enstitüsünden mezun bir öğretmendi. Yirmi sekiz yıllık memuriyeti, Şarkikarağaç ilçesinin üç köyünde ve Şarkikarağaç'ta gezici başöğretmen olarak geçmişti. Bu gezici baş öğretmenlik denen kurum, bir çeşit ilk öğretim müfettişliğiydi anladığım kadarıyla. Görev yaptığı köylerden birisi, daha doğrusu ilki de, o zamanlar Şarkikaraağaç'ın köyü olan Yenice'nin ilkokulunun öğretmenliğiydi. İlk vukuatı o zamanlar olmuştu ve elli yıldan fazla zamandır unutulmamıştı. Zira yirmi sekiz yıllık öğretmenlik, yirmi beş yıllık emeklilik, bu olayı unutturmamıştı. Yenice, önce belediye, sonra ilçe olan Yenişarbademli'nin mahallesi olmuş, kesintisiz sekiz yıllık eğitime geçişten sonra da, Yenice'nin okulu kapatılmış, ama vukuat unutulmamıştı. Bana anlattığına göre hasta karısının üzerine kuma getirmeye kalkmış, şubat tatilinde Salur köyüne tayini çıkmıştı. Hakkında anlatacağım çok. Ondan çok ve tuhaf hikâyeler dinledim. Bu da onlardan birisi.

         Bu Sabahaddin beyin dedesi, Kurtuluş Savaşına katılmış. Ortamda sohbetin konusunu Veli Karaca açtı. Sabahaddin beyin bu muhabbete canı sıkıldı. Evet o benim dedem, dedi ve başını eğdi. Veli hocada hikâyeye başladı.

         Bu dedenin son Kurtuluş Savaşında katıldığı çarpışma, Eskişehir-Kütahya muhabereleriymiş. Hikâye bu savaşla başlıyor. Bu savaşta koca bir tümen asker esir düşüyor. Biride bizim dede. Tabi o zamanlar genç. Bu kardeşimiz, orduda çavuş rütbesinde. Zaten başına belayı da bu rütbe getiriyor. Askerler, teslim olunacağı anlaşılınca, rütbelerini kolundan sökmeye başlıyor. Bizim çavuş sökmüyor. Benim rütbemden ne olacak diye düşünüyor. Galiba bu rütbe sökme konusunda emir de veriliyor.

         Sonra bu esir kafilesi yürümeye başlıyor. Savaşın olduğu yer ile, Kütahya şehri arasında bayağı mesafe var. Eller, kollar bağlı yürüyorlar. Bir ara, yokuş yukarı ya da aşağı giderken yanlarından kan aktığını görüyorlar. Nedir, ne değildir diye etraflarına bakıyorlar ki, Yunanlılar, esirleri süngü ile kıyıyor. Esir sayısı kalabalık gelmiş olacak, sayıyı azaltıyorlar. Kütahya'ya yürüyüş bayağı sürüyor. Sayıları yarı yarıya azalıyor.

         Kütahya'da da, büyük bir camiye dolduruluyor esirler. Doldurulma bir yana tıkıştırılıyorlar. Çünkü gece yorgunluktan uyuyorlar. Lakin öyle bir tıkıştırılıyorlar ki, yere düşmüyorlar uyudukları halde.

         Bu şehre bir kere, Ispartaspor-Kütahyaspor maçına gittiğimde gördüm. O devirde, şehrin en büyük camisi neyse, o cami, hangisi bilmiyorum ama eminim Kütahyalılar bilir.

         Sabaha, ya da ertesi gün bir vakitte, esirleri toplayıp, sorguluyorlar. Bizimki hariç kimsede rütbe yok. Konuşan da olmayınca, kim, ne rütbede bilmiyorlar. Sonra esirleri gene derdest edip, trenlere bindiriyorlar. Bizimkisi, tek başına bir vagona biniyor, rütbeli olduğundan dolayı. Hikâyemizin esprisi de bu.

         İzmir'e trenle, özel vagonunda gidiyor. Gerçi vagon pek konforlu değil. Oradan gemiyle Atina'ya. Gemide de ayrı kamarası var. Diğerleri itiş, tıkış kalabalıkta seyahat  ederken, çavuşumuz tek başınadır. Atina'da esir kampında kendine ait bir yerde, hamak yatağın olduğu bir odada yaşıyor.

         Bu esirlik, Mudanya Müzakeresine kadar sürüyor. Antlaşmadan sonra, artık ne kadar sonra bilmiyorum, artık tarihçiler bilir. Gene gemilerle İzmir'e, ardından da memleketlerine gidiyorlar.

         İşte Sabahaddin beyin dedesinin bu esirlik sefası unutulmuyor ve bu kabahatin yüzünden, İstiklal Madalyası alamıyor, gazilik maaşını da tabi.

         Hikaye bittiğinde Sabahaddin beyin suratı kıpkırmızı olmuştu.