17 Nisan 2017 Pazartesi


FİKRET HAKAN-TARIK AKAN
ARKADAŞIM FİLMİ  
Bloğuma, herkesin pek bilmediği başka bir şahane filmden bahsetmeye karar verdim. 1982 yapımı, Fikret Hakan ve Tarık Akan’ın başrollerini oynadığı bir film. Film, Türk sinemacılarca çok sık işlenmiş kan davası konusuna başka bir açıdan bakar.  Kan davası kinini tutan kişinin, neden kin tutması gerektiği sorusunu sorar.
Hikâye, Tarık Akan’ı oynayan karakterin çocukluğu ile başlar. Çocuğun gözleri önünde anası ile babası öldürülür. Yetimhaneye gönderilir, orada Oğuz Özatay tarafından evlatlık edinilir, çırak olarak çalışır.
Sonra kaçınılmaz olarak bu iki karakter karşılaşır. Fikret Hakan’ı, kanlısı Tarık Akan’ı öldürmek üzere İstanbul’a yollarlar. Yeterince para vermemek ve yeterince bilgi vermemek gibi iki önemli hata yaparlar. O da kanlısını bulamamış ve parasız olarak ortada kalır. Tarık Akan’la aynı taş ocağında taş kırmaya başlar. Taş ocağını işletenler parasını esecekken, haksızlığa dayanamayan Tarık Akan’ın müdahalesi ile parasını alır ve birbirleri ile böylece tanışırlar. Bir süre beraber maceralara atılırlar. Gümrük duvarlarının yüksek olduğu, döviz sıkıntısının olduğu zamanlardır. Çay ve koladan sahte viski yapıp, satarlar, epey bir zaman sonra yakalanırlar. Pek çok macera yaşarlar. Bu arada Tarık Akan’ın hastalığı nükseder. Böbrek hastasıdır. O ve pek çok arkadaşı, Tarık Akan’a yardım etmek için çırpınırlar.
Filmin tamamını anlatacak değilim. Kırılma anı muhteşemdir. Tarık Akan, böbrek ağrılarından kıvranmaktadır ve canı çok acımaktadır. Kıvranırken de hayat öyküsünü anlatır. Fikret Hakan, aradığı kanlısını bulduğunu anlamıştır. Bunu yüz ifadesinden belli eder. Orada müthiş bir oyunculuk vardır. Eline tabanca alır, izleyiciler şimdi öldürecek diye düşünür. Öldürürse, kanlısını öldürmenin gururu ile köyüne dönebilecektir. Yüz mimikleri tam kararsın, fikri gelip, giden adamı oynar. Sonra elinde tabanca çıkar ve o tabancayı arkadaşına yardım etmek için satar.
Filmin devamını anlatacak değilim. Tecavüzcü Coşkun diye bilinen Coşkun Göğen, ilk ve tek iyi adam rolü ile anılır. Bizi ilgilendiren filmin sorguladığı soru, yani felsefesi. Bize doğuştan öğretilen düşmanlıklara inanmalı mıyız? Tarık Akan, babası öldürülmüş bir çocuktur. Gene de öldürülmek istenmektedir. Olayların başlangıcı ne zamandır ve bunun babası ölmüş bir çocukla ne ilgisi vardır?
Bunu genelleştirelim. Bilimde ve felsefede genellik ilkesi vardır, benzer olaylarda, benzer kurallar geçerli olmalıdır. İnsanlar arası ırk, dil, din farkları yüzünden düşmanlığımızın sebebi nedir? Belki Fikret Hakan gibi tanısak, dost olsak insanlara karşı düşman olmamız bize öğütlenmekte. Tarih, zorunlu din derslerinde ve bir sürü derste, hiç tanımadığımız insanlara düşman olmamız öğütlenmekte. Hatta bazen tanıdığımız, hatta kötü olmadığını, çok iyi biri olduğunu bildiğimiz insanlara düşman olmamız isteniyor.

Biz bunlara hayır demeli ve direnmeliyiz, filmin bize mesajı budur.

10 Nisan 2017 Pazartesi

DİVAN EDEBİYATININ FOSLUĞU
Bir ara Yaşar Nezihe Hanım diye, Osmanlının son, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yaşamış kadın şairin birine takmıştım. Hatta bayağı da divan şiiri meraklısı olmuştum. Ondan bir dizeyi, karı-koca edebiyat öğretmeni arkadaşa, bu şairin güzel bir dizesini okudum. Bülent hoca da bana, Hababam Sınıfının meşhur dizesini okuyarak, alay etti.
Teyzesi defterdar olanın, faytonu damda dolanır.            
Bu olaydan sonra divan edebiyatı sevdamı sorgulamaya başladım. Sağcı, muhafazakâr ve Osmanlı heveslileri bile sevmiyor, hatta nefret ediyordu divan şiirinden. Divan şiirinde sizi çeken şah beyit denen ve çoğu kez şiirin anlaşılabilir tek dizesidir. Geri kalanı da 3 dilin karışımı bir çorbadır. Aslında bu günkü plaza Türkçesinin o devirdeki şeklidir Osmanlıca ya da Osmanlı Türkçesi. Osmanlıcada ki Arapça ve Farsça kelimelerin yerini bu gün İngilizce, Fransızca kelimeler almıştır. En büyük marifeti, Farsçanın ölçüsü olan aruzu Arapça-Farsça ve Türkçe kelimeler karışık olarak söylemektir. Amacı bir sultan, padişah, vali, vezir ya da öyle bir zengine yamanıp, şiir yazarak geçinmektir. Bu yüzden hiciv geleneği yoktur. Hicviye yerine kaside geleneği vardır, hicviyeler genelde kaside için verilen para az bulununca, cimrilik için yazılır. Tek ciddi hicivci Nef-i de vahşice idam edilmiştir. En büyük kasidecisi Baki ise, şeyhülislam olamadığı için öfkeden, sinir krizi geçirip, ölmüştür.
Okunabilir tek divan şairi, benim gözümde tabi, Fuzuli’dir. Onun dışında tüm şiirlerinde önemli konulara değinen ve büyük ölçüde Türkçede anlaşılır tek divan şairi de odur. Daha doğrusu anlaşılır dizeleri, anlaşılmazlardan daha çok olan şair odur. Fuzuli’nim şiirleri Osmanlıcadan çok, Azericedir. Şii-Alevi ideolojisine bağlıdır ve divan şairleri arasında bir ideolojisi olan bir tek odur.
Son önemli temsilcisi denen Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk adlı kitabını okudum. Şeyhin ciddi alkol problemleri olduğunu söyleyebilirim. İlham kaçtığında olmadık yerde ey saki diye uzun uzun alkol tahlilleri yapıyor. Bu dönemler muhtemelen alkol bulamadığı dönemler. Divan şiirinde alkol ve oğlancılığın sembolik olduğu yalanına da kanmayın. O dönemin envai çeşit alkolünü sınıflandırıp, tahlil etmişler. Mesela Ömer Hayam, Şiraz’ın şarabı olmasaydı,  şair olmazdım demiştir.  Gelibolulu Mustafa Ali, yazın oğlanlarla, kışın avratlarla yatın ki sıhhat bulasınız demiştir. Nedim, düpedüz servi revanım diye oğlanına seslenir. Oğlancılık yaygındır çünkü libido gerçektir, bir nehir gibi, bir yeri kapatırsanız, başka bir yerden akar.

Divan edebiyatı ile uğraşmak, Fuzuli, Nefi ve birkaç asi isim haricinde sadece vakit kaybıdır ve sadece edebiyat tarihçilerini ilgilendirir.

6 Nisan 2017 Perşembe



İKİ ALMAN’I KIYASLAMAK HEİDİGGER VE BOCHERT
Bu yazımda kıyaslanması belki de en abes iki Alman’ı kıyaslamak istiyorum. Birbirine en uzak iki Alman! Öyle ki, belki de Alman ve erkek olmak dışında ortak noktaları yok gibi bir şey.
Biri meşhur bir felsefe profesörü, yirminci yüzyıl felsefesini ve varlık bilimini (ontoloji) değiştirmek bile bir yana, darmadağın etmiş, tıp, psikoloji ve tüm bilimleri etkilemiştir. Varlığı ideal varlık ve real varlık diye ikiye ayırmıştır. Real varlık değişir, ideal varlık değişmez. Varlığı meşhur 4 katmanına ayırmıştır. En altta fiziğe, kimyaya konu olan cansız varlıklar, 2. Katta canlılar, bunlar biyolojiye konudur, 3.  Katta bilinçli varlıklar, yani insan, insan bilimlerine (antropoloji, sosyoloji, psikoloji, tarih vb) konudur en üstte de felsefeye konu olan tinsel varlıklar vardır. Benlik kavramını, diğer dillere çevrilemeyen dassein kavramı ile değiştirmiştir. Dassein, benlik bilincinin zaman ve mekânlar birleşmiş halidir.  Bu kavram tüm insan bilimlerini değiştirir.
Sonra canımızı sıkan bir ayrıntı, bu adam bir NAZİ! Üstelik ustası, fenomenolojinin asıl kurucusu Edmund Husserl’i kökeninden dolayı Nazilere satacak kadar Nazi’dir. Üstelik Nazi ideolojisine inanmış biri de değildir. Naziliği sayesinde rektör olmuş, rektör olur olmaz, üniversitedeki Solculara ve Yahudilere kan kusturmuştur. 1945’de bu yaptıklarından dolayı üniversiteden uzaklaştırılmış,  1952’de geri dönebilmek için nedamet getirmiş, pişmanlığını beyan etmiştir.                           
Bir de Wolfgang Bochert vardır ki, zaten 26 yaşında ölmüş, genç yaşında Nazilere karşı çıkmıştır. Askere alındığında yazışmaları suç sayılmış, yaralandığında, kendisini kasten çürüğe çıkarma suçundan idamı istenmiştir. Savaşın tam ortasında, 1943’de NAZİ propaganda bakanı Göbels ile ilgili bir parodiden tutuklanmıştır. Bochert’de edebi derinlik yoktur, zalime yiğitçe bir kaş çatış vardır. O meşhur şiirinde HAYIR DE diye bağırır. Kısacık yaşamı hastalıklarla, cephede, yaralanmalarda ve hapislerde geçmiştir. Kimseye eyvallahı yoktur. Hikâye, oyun ve şiirlerinde edebi ustalık değil, gerçek bir heyecan, cesaret ve atılganlık vardır. Zaten kendisi de ‘ "Bizim iyi dilbilgisine sahip şairlere ihtiyacımız yok. Çok iyi dilbilgisi bizim sabrımızı zorluyor. Bizim ağaca ağaç, kadına kadın dememiz lazım. Bizim EVET ve HAYIR dememiz lazım. Yüksek sesle, açıkça ve emir kipi kullanmadan..." demiştir.

Kıyaslayacak olursak, Bochert, arslan gibi kükreyen bir güvercin, Heidigger ise et uğruna köpek gibi yaltaklanarak değerini düşürmüş bir aslandır. Bochert herkesi heyecanlandıracak bir gençlik, Heidigger hayranlarını bile sıkacak bir ihtiyarlık hırsıdır.
CEZMİ ABİ
Cezmi Ersöz, benim üniversite yıllarımın ve öğretmenliğimin ilk yıllarımın Cezmi abimdi. Şimdiki nesil adını bilmese de, doksanlı yıllarda efsaneydi. Kitapları yok satar, Leman dergisinin tam ortasındaki yazısını okumayan kalmazdı. Leman, doksanlı yılların en çok satan haftalık yayını, Cezmi’de en çok okunan yazarıydı. 2002 yılıydı, İzmir’de, kitap fuarındaydım. Leman dergisinin diğer elemanları ile Cezmi abi, ayrı ayrı imza günü yapmışlardı. Kendisi geri kalan Leman yazar ve çizerlerinden daha fazla kitap imzalamıştı.
Asıl anlatacağım ya da anlatmam gereken, Cezmi abinin bir zamanlar çok okunduğu değil, şimdi de okunması gerektiğidir. Bu gün en azından konuşulması normal olan pek çok şey, doksanlarda tabuydu. Bu tabuları zorlayan tek yazardı. Mesela homoseksüel aşk! Kendisi homo olmadığı halde, bunların yaşamlarını yazdı. Doksanlar, güneydoğuda köylerin yandığı, Kürtçe konuşmanın yasak gibi bir şey olduğu yıllardı. Bunları her hafta, korkusuzca yazar, hemen her hafta da bir yerlerde konuşurdu. O yılların arı gibi çalışan yazarıydı. Anadolu’nun en olmadık yerlerinde imza ve söyleşi günleri yapardı. Pek çok şehre giden ilk ve son yazar, Cezmi Ersöz’dür. Gelmek için sadece yol ve konaklama masraflarını isterdi. Yol olarak otobüs bileti, konaklama içinde öğrenci evi yeterliydi onun için. Doksanlı yıllarda biz, Ülkücülerin egemenliğindeki üniversitelerde, yurtlarda, kendimiz olarak kalmak için bile mücadele ederdik. O dönemde bizi anlayan tek kişi Cezmi’ydi.
Cezmi Ersöz’ün bu nesil tarafından da keşfedilmesi gereken iki kitabından özellikle bahsetmeliyim. Haritanın Yırtılan Yeri ve Son Yüzler. Son Yüzler’den başlamalı. İstanbul’da sıradan, daha doğrusu sıradan görünüp, sıra dışı olan insanlarla röportajlarını derlemiştir. Cumhuriyet gazetesi adına yapmıştır o röportajları. Diğer çok öneli kitabı da Haritanın Yırtılan Yeri’dir. Özgür Gündem gazetesi anılarından oluşur. Doksanlı yıllarda bu gazetede yazmak, cephede savaşmak gibi ölüme yakın olmaktı. Büroları bombalanır, muhabirleri ve yazarları suikaste uğrardı. Hele e güneydoğuda, olağanüstü hal bölgesinde ise, ölüme gider gibi bir şeydir. Göreve gitmeden evvel fotoğrafa çektirirler, arkadaşlar son kez göreve giderken fotoğrafıdır. Kendisi de ekibiyle gider ve bölgeyi yazar.

Şu günlerde tekrar OHAL’i yaşarken, doksanlı yılları tekrar anlamak istiyorsak, Cezmi Ersöz’ü yeniden okumalıyız.

okuması gereken on bin kitap

SEVMEK ZAMANI- RESMİNE AŞIĞIM
Geçen gün karşılaştığım bir öğrencim, filmleri de eleştirmemi istedi. Kendisi yönetmen olma hayallerinde. Ben de bu bloğumda keşfedilmesi gereken, çok fazla bilinmeyen kitaplardan bahsetmekteyim. Filmler için de aynısını yapmaya karar verdim. 1965 yapımı, Metin Erksan’ın yönettiği sevmek zamanı da, böyle bir film. Filmi bayağı bir kesim, internetten izledi. Ben henüz izlememiş olanlar için yazıyorum.
Film, bizim bu çağda çok tükettiği bir şeyden başlıyor, fotoğraf. Bu gün ne anlamsızca tüketiyoruz fotoğrafı, hatta videoyu. Pek çok kızı instagramdan ya da diğer sosyal medyadan takip edenler, kızlara değil, resimlerine âşıktır. Başkarakter, İstanbul’un Büyük Adasında, badana yaptığı bir evdeki fotoğrafa tutkundur. İstanbul adalarındaki köşkler yazlıktır ve genelde buralara kışın giden olmaz. Bunun en başta gelen sebebi, adaların aşırı soğuk ve rutubetli havasıdır. Fakat fotoğrafın sahibi kız, kışın ortasında çıka gelir ve fotoğrafına bakan gençle karşılaşır. O da, erkeğin, kendi resmine olan aşkına âşık olur.
Filmin geri kalanında olup, biteni çok da anlatmak istemiyorum. 2016’da bile Recep İvedik’e gülen ülkede, böyle bir filmin salon bulamamış olması üzücü ama normaldir. Meşhur Canım Kardeşim filmi de gişede iflas etmiş, yapımcısını iflasın kıyısına getirmiştir. Van Gogh’un yaşarken sadece bir resim satması, Mobby Dick’e karşı eleştirilerin Herman Meville’nin yazarlığı bırakmak zorunda kalması gibi bir şeydir bu. Gerçek sanat her zaman çağdaşları tarafından anlaşılmaz.
Filmse, derin bir felsefe içerir. Modern yaşamın topluma nüfuzu ile insan anlayışındaki değişimleri sorgulamaktadır. Genç adam, kızı merak bile etmemekte, kızın hayatına girme çabalarına tepki göstermektedir. Kız ise, oğlan hakkında bir şey öğrenmek istememekte, resmine karşı olan ilginin, kendisine yönelmesini istemektedir. Kız, bu uğurda nişanlısından ayrılamaya bile razıdır. Filmin sonu ise, felsefi bir sondur ve bu sonu mutlaka izlemelidir.


BATI DÜŞÜNCESİNDE DÖNÜM NOKTASI  
Bu kitaptan bana ilk bahseden, üniversitede lisans dönemindeki hoca Yardımcı doçent Yılmaz Soyer olmuştu. Sınıfta ders anlatırken, gençliğin kitapları okumaktan ziyade, koltuk altında gezdirmesinden şikâyet etmişti. Saydığı kitaplar arasında Fritjof Capra’nın Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası kitabı da vardı. O kitap okunsa, Türkiye’nin çok değişeceğini söylemişti. Kitaba bir kasaba kütüphanesinde denk geldim ve okudum.
Kitap, Avrupa’nın gelişiminde kilisenin, özellikle de her türlü gerilemeden sorumlu tutulan Roma Katolik kilisesinin, gelişmeye katkılarını konu edinmiş.  Düz tarih okuyan birine bu komik gelecektir. Galile’ye zorla dünya düzdür dedirten, Buruno’yu diri diri yakan Roma kilisesinin Rönesans, Reform ve Aydınlanmaya ne katkısı olabilir? Oysa gerçek, Platon’un idea evreni gibi düşünce ile anlaşılabilir.
Mesela Rönesans’ın 4 büyük sanatçısı (Leonardo, Mikelangelo, Rafael, Donatello, ayrıca evet, Ninja kaplumbağalar), en önemli işlerini kilise adına yapmışlardı. Hatta Vatikan askerleri halen Mikelangelo’nun çizdiği elbiseleri giymekte. Kapitalizmin gelişmesinde de Vatikan’ın ve kilisenin etkileri göz önüne alınmalı. Modern havale sistemini kuran Tapınak şövalyeleri, 1314’de yok edilene kadar Roma’ya bağlıydı. Vatikan bankası, halen dünyanın en büyük bankalarındandır. Oxford, Cambridge, Sorbon gibi ünlü üniversiteler de, kilise okulu olarak eğitim hayatlarına başladılar. Descartes gibi aydınlanma dehaları, Cizvit koleji mezunudur. Gutenberg’in matbaasının gelişmesi, kilisenin incili çoğaltma ihtiyacı sayesinde olmuştur. MBA mastırını halen Vatikan verir. Genetiğin kurucusu Mendel’de bir papazdı. Pek çok icat, gene papazların icadıdır. Bir toplum ilerlerken, en gerici kurum da kendisinden bir katkıda bulunur.
Bu kitabı okuyan Türk sağcısının sonucu bellidir. Din, ilerlemeye engel değildir. Hem softa, hem de âlim olabiliriz, Japonya misali özümüzü kaybetmeden kalkınabiliriz vs vs. buraya bir parantez açayım. Özellikle 12 Eylül rejimi biz 70’li yılarda doğanlara Japonya’yı örnek model olarak beynimize kazıdılar. Geyşalık adı altında fahişeliği yücelten, dünyanın en büyük porno film sanayilerinden birine sahip, hele de hentai adı altında çizgi pornolarıı üreten tek ülkedir. Bakirelik dâhil, bizim cinsel tabularımızın hiç biri Japonlarda yoktur. Kadın ve erkelerin beraber yıkandıkları hamamları vardır. Yakuza denen devasa ve devlet destekli mafya grupları vardır. Japonların 1868’den sonra kabak çiçeği gibi açılıp, Batılılaşıp, sanayileştiği ise bir yanılgıdır. Portekizliler, ülkeye Hristiyanlığı yayınca, ülkedeki yabancıları kovmuşlar,  Japonların ülke dışına gitmesini, ülke dışındaki Japonların da ülkelerine dönmelerini yasaklamıştır. Japonlar, birkaç limandan ve sadece Hollandalılarla da olsa, Avrupa bilim ve tekniğini alıyor; porselen, pirinç şekerlemesi ve ipek olmak üzere önemli bir ihracat yapmaktaydılar. Hollandaca öğrenerek, batı sanat, felsefe ve bilimini takip etmekteydiler. Öyle ki Kant’ı Ruslardan ve Osmanlıdan evvel tanımışlardı. 1868’de, Türkiye’e kadar, hatta Türkiye’den büyük bir harf inkılabı yaptılar. Beş binden fazla karakteri yazılarından attılar. Avrupa dillerinden bazı sesleri alabilmek için yeni karakterler ürettiler. Öyle orta çağ yazılarını aynen korumadılar. Yani onlarda da atalarının mezar taşlarını okuyamama durumu var. Okuma demişken, Japonya’da tarih boyunca okuma yazma, erkekler arasında askla %40’ın altına düşmemiş. Japonlar kendilerine özgü bir sürü akıl hastalığı olan, 15-45 arası erkeklerde intiharın 1. neden olduğu, nüfusuna oranla en fazla intiharda 10. sırada olan bir ülke. Sağcılar, sırf devasa bir sanayisi var diye, bize ancak bu ülkeyi örnek gösterebiliyorlar. Çünkü örnek gösterebilecekleri bir Müslüman ülkeleri yok. Japonya parantezini burada kapatıyorum.
Peki, çıkarılması gereken sonuç ne olmalıdır, naçizane fikrimi, kitabı da anlatarak devam edeyim. Kitaptan anladığım kadarı ile Vatikan, bilim ilerledikçe, bilime karşı direnişi zayıflamış. Bir de mezhep kavgasını kaybettikçe, mezheplerle barışmaya çalışmış. Kitapta en fazla bahsedilen kişi Leibniz. Filozof, matematikçi, fizikçi ve biyolog olan Leibniz’in,  Hristiyan ilahiyatı için de önemli biri olduğunu anlıyoruz. Devrinin hemen her bilimiyle ilgilenmiş ve dokunduğu her bilime önemli katkılarda bulunmuş birisi. Katolik ve Protestan ilahiyatlarını uzlaştırmak ve ortak noktalarını bulmak için uğraşmış.

Bu kitap niye okunmalı? Sağcılar tamam da solcular neden okumalı sorularını cevaplamaya çalışacağım. İyi bir kitabı okumanın sağı-solu yoktur. Avrupa aydınlanmasını her yönü ile anlamak zorundayız. Bizim halen her alanda geri kalmamızın sebebi, bu aydınlanmayı başaramamış olmamızdır. Bu aydınlanma, sanayileşme sürecinde din kurumunun hep muhalif ya da pasif olduğunu düşünmek, ahmaklıktır.
ZİYA GÖKALP ÜZERİNE 
            Ziya Gökalp, tarihimize damga vurmuş biridir. Türk milliyetçiliğinin kurucu teorisyenidir. Yazdığı kitapların çoğunu okumuşumdur. Neredeyse hepsini diyeyim. Malta mektupları ve Felsefe dersleri hariç. Mesela 9 ciltte toplanmış makalelerini, Türkçülüğün Esasları ve Türkçülükle ilgili diğer kitaplarını, şiir ve destanlarını. Kendisi son derece verimli ve üretken bir yazar olmuş, hayatı boyunca.
            Sosyolog olarak yaptıkları, Durkheim’ı Türkçeye çevirmekten ibaret olmuş. Durheim’ı ve onun sosyoloji dergisinden makaleleri bir bir çevirmiş, kendi kitaplarında Durheim’dan örnekler vermiştir. Onun uzak Okyanusya adalarındaki halkla ilgili yazılarını bile Gökalp’in makalelerine bulabilirsiniz. Durheim’ın Solidarite, yani dayanışmacılık ideolojisini bile bire bir benimsemiştir. Orijinal fikri yoktur, Durkheim’ı, Türk milliyetçiliğine uyarlamıştır.
            Yazdığı destanlar muhtemelen tamamen ya da yüzde doksa- doksan beş oranında uydurmadır. Ona göre Kazak, kaçmaktan, Kırgız, kır gezmekten gelmiştir. Kazak hanı haremindeki kırk kızı pikniğe götürmüştür. Göle parmağını değdiren kırık kızı tanrı hamile bırakmıştır. Böyle bir sürü tuhaf hikayeyi destan diye anlatır ve bu hikayeler, ondan, daha doğrusu Selanik Genç Kalemler dergisindeki köşesinden başka yerden yayımlanmamıştır. Aklıma gelmişken, Gökalp’in muhtemelen Durkheim’ın dergisinden aldığı bazı okyanus adası yerlilerinin adetleri hakkında da, başka kaynak yoktur. Bazı yerlerde şamanların kadın gibi giyinip, kadın gibi cinsel ilişki kurduklarından bahseder ki, ben bu bahsi de başka kaynaklarda bulamadım.
            Bir de Ziya Gökalp’in milliyetçilik düşüncesi vardır. Aslında Türk milliyetçiliği onun çizdiği rotada ilerlemiş olsa, belli bir mesafe kat edebilirdi. Milliyetçiliğinde sorun, çok fazla din ağırlıklı olmasıdır. O kadar ki, gayrı Müslümlerin seçme seçilme hakkı olmasını istemez. Buna rağmen ölümünden doksan sene sonra sağcı gençler, ona ateist diyebilmekte. Kitap okumayan sağcıların, Tevfik Fikret ile karıştırma ihtimalleri yüksektir. Millet kelimesinin Arapça kökünde din demek olması da olayın başka bir yönü. Millet kelimesini Türkçeye sokan Namık Kemal ve arkadaşları da, ırk değil, din kardeşliğini kast ediyorlardı. Bu olay, toplumumuzdaki din olgusunun, kimlik belirlemedeki ağrılığını göstermektedir. Turancı olmasına rağmen, tehlikeli askeri maceralara karşıdır. Muhtemelen 1. Dünya savaşındaki maceralardan ders çıkarmıştır. 1. Dünya savaşı süresince, görünüşte sıradan bir milletvekili ve İstanbul üniversitesi (Darül Fünun) Sosyolji profesörüdür. Hatta Dünyanın 3. Sosyoloji bölümüdür. Gerçekte sosyolojisi, Durheim çevirilerinden ibarettir ve özellikle 1912-13 Balkan bozgunundan sonra İttihan ve Terakki’nin bir numaralı teorisyenidir. Balkan savaşında parti, giderek İslamcılık ve Osmanlıcılıktan uzaklaşıp, Türkçülük teorilerine yaklaşmıştır. Enver paşanın Irak ordusunu yalnız bırakarak Bakü’ye yönelmesi ve 1.Dünya savaşı yenilgisi sonrasında Orta Asya’ya Turan’ı kurmaya gitmesi ve Tacikistan’da ölmesi de Ziya Gökalp’in etkisidir. Savaştan sonra Malta sürgünlüğünün de etkisi ile siyasi maceralardan uzak kalmış, CHP ve Atatürk’ü fikirleri ile etkilemek yerine, Atatürk’e göre fikirlerini yenilemiştir.

            Yeni nesil, daha doğrusu nesillerdir okumadığımız pek çok yazar gibi, Ziya Gökalp’i de yeniden keşfetmeliyiz.