Bir dislekis birey olarak matematiği sevsem de, diskakkuli denen illeti de yaşadığımdan, en basit hesaplamalar için hesap makinesine muhtacım. Biraz da bu yüzden, istatisliği uzun süre sevemedim. Sonra fark ettim ki ben sahtekarlığa alet olan istatisliği sevmiyormuşum. İstatislik ve olasılık hikayelerini anlatan bir öykü kitabı, istatisliğe bakış açımı değiştirdi. Hikayelerde İngilzlerin efsanevi dedektifi Sherlock Holmes ve kendisi kadar ünlü yardımcısı doktor Watson anlatıyordu. (Tani yazarı Sir William Conan Doyle öleli çok olduğu için sınai hakları artık olmayınca, böyle fantaziler yapabiliyorsunuz.) İkili meseleleri istatislik ve olasılık kullanrak çözüyordu.
Anladığım kadarı ile istatislikle genelde her şey çan eğrisi yada Napolyon şapkasına benzer bir çizelgede geçiyor. Verilerimizin çoğu kez bu eğriye uymasını bekliyoruz. Verilerimiz beklenenden azsa, tablonuz sola çarpık, çoksa sağa çarpık oluyor. Örneğin öğrenciler fazla not almışsa sağa çarpık, az not almışsa sola çarpık oluyor. Bu sınırlı evrende olan bir şey. Devam eden veriler yükselebiliyor yada çocuk kaydırağı gibi düşebiliyor, dalgalanabilip, düz bir çizgi olabiliyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/nufus-istatisliginincocuk-kaydiragi.html)
Bütün bunlar bir girişti ve iyi bir istatislikçi size çok daha fazlasını anlatacaktır. İnsan haddini zorlamalı ama bilmeli. Muhtemelen şu kadarcık aktarılan bilgide de bir sürü yanlışım vardır ve iyi bir istatislikçi yada matematikçi bir sürü yanlışımı ortaya çıkaracaktır. Kıt matematik bilgimle anlayabildiğim (yanlışım varsa düzeltin) kimyanın aslında fiziğin alt dalı olmasına rağmen konusu çok geniş olduğunda ayrı bir lisans alanı olması gibi, istatislikte benzer bir hale gelmiş.
İstatislikte normal dışı aranıyor, bu da daha önceki verilere veya başka verilere dayanıyor. Bu açıdan da istatislik yaptığı, yani beraber çalıştığı bilimle de ilgili. Mesela epidemiyoloji, yani coğrafi-toplumsal tıp; neden ülkenin belli bölgelerinde bazı hastalıkların çok, bazıların az olduğunu sorgular. Doğum oranları neden birden artıp, azalmaktadır gibi sorular sorar.
Diğer yandan asıl sorulması gerekn bazı verilerin neden hiç yada hiç denecek kadar az olduğu; sonra neden birden çok arttığını falan sorgulamalıdır. Mesela Çernobil nüklüer felaketinden sonra lösemi ve diğer kanserlerin müthiş artışı sorgunalmalıdır.
''Raporun "Türkiye nasıl etkilendi?" bölümünde ise özetle şu ifadeler yer alıyor:
"Türkiye‘de de Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları ve Pediatri Ana Bilim Dalları‘nın yaptığı çalışmaya göre lösemi vakaları, 1986 öncesi yüzde 0.7‘den, 1986 sonrası yüzde 2‘ye çıktı. Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı‘nın verilerine göre Türkiye‘de 1984 yılında yüz binde 19.2 olan kanser vakaları, 1996 yılında 100 binde 63.46 olarak bildirildi."
(Cumhuriyet-26-04-2017)
Lösemi ve kanser üç kattan fazla artmış, üstelik 2017 sonuçları itibarı ile. Bazı istatisliklerin neden açıklanmadığı da başka bir mesele. Mesela 2016'dan beri Türkiye'de kayıp çocuklar istatisliği yayınlanmadığını Epstein sıkandalından sonra öğrendik. Türkiye istatislik kurumu TÜİK, uzun zamandır enflasyon sepetinde neler olduğunu açıklamıyor.
Bir de tarihe istatislikteki hiçler açısından bakalım. Yakın tarihte, 12 Eylül'ün hiçlerine bakalım. Mesela 12 Eylül rejiminin felsefesi hem sağı, hem solu ezmekti. Görünüşte öyle oldu, solu biraz daha fazla ezdi. Altı yüz elli bin kadar göz altına alınan kişiden beş yüz bin kadarı soldu, geri kalanı sağcıydı. Dokuz tane ülkücü astı falan filan. Eşit derecede de sağdan ve soldan gazete kapatmıştır. Peki kaç tane sağcı gazeteci yazar tutuklanmıştır. Hemen hemen hiç. Hatta 12 Eylül boyunca ideolojisinden tutuklanmış Ülkücü yoktur. Adli suçlar (cinayet ve benzeri) tutuklanmış militanlar vardır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html)
12 Eylül'ü geçtim, 12 Mart ve 27 Mayıs bile çoğunlukla solcu yazar çizerleri tutuklamıştır ve her üç askeri darbe de hiç sağcı akademisyen görevden almamıştır.
Şu yazıyı 2020 Temmuzunda yazmışım (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.html).Fazıl Say'ın babası Ahmet Say'ın dergi yazılarından derlenmiş bir kitabı okudum. 27 Mayıs günlerinde bir anti komünizm mitinginde, Fazıl Say'ında aralarında olduğu solcu gençlere saldıryorlar. Sonra da orada bulunan bir subaya bağırıyorlar. 'Bunları siz bu kadar şımarttınız'' diye. Subay da utançla boynunu büküyor. Yani aslında NATO'nun isteği ile verdiği özgürlüklerden dolayı asker de pişman. Zaten 12 Mart olmadan bile bir kısmını geri almıştır. 12 Martta büyük bir kısmını geri alıp, 12 Eylülde de hepsini alacaktır askerler.
12 Eylül, hem sağdan, hem de soldan tüm işçi sendikalarını kapattı. Sadece işçi sendikalarını değil, derneklerini ve vakıflarını da kapattı. Sadece Devrimci İşçi Sendikları Konfederasyonu DİSK'i değil, Milliyetçi İşçi Sendikaları Misk'i, Türk-İş'i ve diğer nice sendikaları, hatta dernekleri, lokalleri kapatıp, mallarına, özellikle de matbaalarına el koydu. Peki işveren sendikalarına da aynısını yaptı mı?
İşveren sendikaları ve derneklerini özellikle ödüllendirdi. Hele TÜSİAD, yeni anayasayı resmen kendisi yazdı sayılabilir. Çünkü 12 Eylül anayasası yazıldığında, işçi sendika ve dernekleri kapalıyken, anayasanın hemen her maddesi TÜSAİD istişare kurulunun onayından geçti. MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) başkanı Halit Narin, o meşhur sözünü söylemişti:
-Bu güne kadar hep işçiler gülmüştü, şimdi biz güleceğiz, işçiler ağlayacak.
Halit Narin, TÜSİAD ve MESS, sözünü tuttu ve halen işçileri ağlatmaya devam ediyor. TÜSİAD, MESS ve diğer TÜSİAD üyelerinin, 12 Eylül öncesi yada Seksen Öncesi diye anlatılan kargaşalıkta hiç rolleri yokmuş, sadece mağdurlarmış gibi tavır takınıldı. Oysa bazı iş adamlarının Maraş-Çorum katliamlarına yada Ülkücü komando kamplarına desteği, çok konuşulan iddialardı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html)
Sadece Halit Narin değil, genel anlamda TÜSİAD'da, 12 Eylül öncesi toplumsal gerginliği bilinçli olarak arttıran başrol oyuncularından biridir. Bületn Ecevit'in, Güneş Motel'deki gizli transferlerle, güçlükle kurduğu azınlık hükumetini devirmek için gazetelere sayfalar dolusu ilanlar verip, açıkça devletin sosyal politika belirlemesine düşman olmuşru.
(https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/teflon-tusiad-ve-teflon-kaplamalari.html)
TÜSİAD demişken, bir dönem TÜSİAD başkanlığını da yapmış olan Cem Boyner'le ayak üstü yarım saatten fazla sohnet etmişliğim vardır. 1994 kışında, Eskişehir'de, şimdilerde çoktan kapanmış olan Kibele kitabevinde karşılaştık. (Kendisi muhtemelen hatırlamıyor) Düşük oy oranları yüzünden kapatacağı Yeni Demokrasi Hareketi partisinin propagandasını yapıyordu ve samimi sohbetimizin sebebi de buydu. (Yoksa koskoca Boyner Şirketler Grubu'nun yönetim kurulu başkanının, üniversitenin ilk yılında olan bir gençle konuşması mümkün müydü? YDH o zamanlar Kürt, Alevi ve diğer azınlıklarla ilgili konularda, bu gün bile bazı kişilerin şimşeklerini üzerine çekecek sözler söylüyor, azınlıkların dil ve ibaadet hakkını savunuyordu. Konuştuğumuzda bana kırk yıllık sosyal demokrat biriymiş gibi gelmişti. Bu yüzden bir kaç gün önce, kendisinin gençliğinde Ülkücü olduğu, hatta öldürülen MHP milletvekili Emin Sazak'ın kızı ile evli olduğunu öğrenince bayağı şaşırmıştım. Kısa ömürlü partisi, sonradan yetmez amacı olacak gazeteci-aydınları bir araya getirmişti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html)
(https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/liberallerin-kurt-ulusalcilarin-alevi.html)
Bu anı paragrafını geride bırakıp, istatislik ve hiçlik konularına geri dönelim. Mesela ülkemizde, cumhuriyet tarihi boyunca kaç tane sağcı-muhafazakar aydın-akademisyen-yazar vesaire suikaste uğramıştır, tahmin edelim. Sıfır, yani hiç. O kadar sağcı genç, politikacı, militan vesair suikaste uğradı ama hiç bir sağcı yazar suikaste uğramadı, ölmek bir yana, buna teşebbüs bile edilmedi. Ülkede dolar milyarderi bir ailenin üyesi (Özdemir Sabancı) ve Ülkü ocakları genel başkanı bile öldürüldü ama hiç yazar-çizer, sinemacısı falan öldürülmedi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/sinan-ates-ya-da-buyuk-sessizlik.html)
Suikastten sonra öğrendiğime göre önce bir Ülkü Ocakları genel başkanına cinayet teşebbüsü olmuş ama başarısız olmuş. Eski başbakanlardan Nihat Erim, Cem Boyner'in kayınpederi de olan Emin Sazak'da dahil pek çok sağcı politikacı öldürülür yada sakat kalırken, tek bir sağcı yazar, çizer, oyuncu yada yönetmene dokunulmamıştır. İbrahim Kaypakkaya'yı ihbar eden öğretmen, otuz yıldan fazla bir zaman sonra bulunup, öldürülmüştür ama Maraş Katliamının tetikleyicisi Güneş Ne Zaman Doğacak filminin oyuncu, senaryo ve reji eikbine dokunulmamıştır. Diyarbakır cezaevinin meşhur yüzbaşısı Esat Oktay Yıldıran'ı, estetik ameliyat olduğu halde sesinden tanınıp, öldürülmüş ama Kürtler aleyhine yazı yazan yazarlara dokunulmamıştır.
Ancak solcu ve Atatürkçüler her zaman hedef olmuş, sadece suikastlerle değil, İlhan Erdost gibi hapishanede dövülerek de öldürülmüşlerdir. Hapislerde uzun yıllar yatmışlardır. Mesela her dizesi hapishane kokan, her şiirinde zindan kelimesi geçen Necip Fazıl Kısakürek, toplamda iki yıl kadar hapis yatmıştır. 12 Eylül döneminde Nihal Atsız'ın kitapları, resmi olarak yasaklanmamış ama (muhtemelen uyarıyla) bir süre piyasadan kalkmıştır.
Sağcı yazarlara, bunu solcularla kıyaslarsak, 15 temmuzculara bile daha insaflı davranmıştır. Tutuklalan kırk dört kişinin çoğu serbest bırakılmıştır. Can Atalay, Anayasa Mahkemesinin kararına, hatta kararlarına rağmen halen hapistedir. Osman Kavala ve daha niceleri hapistedirve 20 Ocak 2024 itibarı ile
Can Atalay demişken, yetmez ama evetçiler ne haldedirler. 2024 Ocak ayı itibarı ile aralarından bir yazarın intihal davasına yüz kusur imza ile desteklemekle meşguller. Hemen hemen hepsi de, Aydın Doğan'ın iktidara yakın Doğan Kitap'ın yazarları olmalarıdır. Basında bazı kişilerin ima ettiğine göre bu yazarlar, bazılarının kitapları yok denecek kadar az satsa biler, Doğan Kitapla, dolayısı ile iktidar ile bir şekilde maddi ilişki içerisinde. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/aydin-dogan-kimdir.html)
Aralarında Zülfü Livaneli'yi görmek beni şaşırtmadı. Çünkü kendisinin Mutluluk romanı, Mısırlı yazar Necip Mahfuz'un Dilenci romanından çalıntı. Doksanlı yıllarda filmi de yapılan meşhur Ağır Roman'a, gene Necip Mahfuz'u Cebelkavi Sokağı Çocukları romanı ile çok benzerlikler gösteriyor.
Bu sistemi eleştirirken biraz da istatislikteki hiçliklere bakmalı. Sadece öldürülme değil, görevden alma, atılma konusunda da hep sol akademisyenler ve öğretmenler hedef gözetilmiş. 12 Eylül'ün 1402'likleri arasında ne akademisyen ne de öğretmen olarak bir tane sağcı yoktur. 15 Temmuz sonrasında bile, bolca solcu-Atatürkçü öğretmen ve akademisyen atıldı.
Sistemi eleştirirken ilk önce yok yada yok denecek kadar az olan şeylere bakmalı.