18 Ocak 2025 Cumartesi

TANSU ÇİLLER VE MESUT YILMAZ'IN PRENS-PRENSES REKABETİ



12 Eylül darbesi ve 1983 seçimkleriyle beraber, sağın ağababalığı makamı Turgut Özal'ın eline geçmişti. 12 Eylül öncesinin siyasi liderleri, Çanakkale, Zincirbozan üssünde hapis ve 12 Eylül anayasası gereğince 1990 yılına kadar siyasi haklarından mahrumdu. Ancak hem Demirel'in, hem de diğerlerinin (Ecevit, Türkeş ve Erbakan) hayranı çok boldu ve eski partilerini yeni adlarla ve emanetçi isimlerle tekrar açmışlardı. Sonuçta 1986'da referandum yapıldı ve kabaca altmışa kırk oranında evet çıktı ve eski liderler partilerini, emanetçilerden geri aldı. Türk siyasi literatüründe emanetçi kavramı da bir süreliğine çıktı. (2002'de siyasi yasaklı olduğundan Reis'in yerine Abdullah Gül, emanetçisi olmuştu bir süre) Böylece emanetçiler üzerinden süren Özal-Demirel rekabeti, gerçek kişilikleri üzerinden yapılmaya başladı. 1996 yılı , Sovyetler Birliğinin sendelediği ve en sıradan insanın bile Sovyetler Birliğinin dağılacağını tahmin ettiği dönemdi. Nisan ayında Çernobil nükleer santralinde tarihn en ağır kazası olmuş, Sovyet yetkililerinin olayı gizleme çabaları faciayı büyütmüştü. Baltım ülkeleri ayrılık mesajınjı artık açıktan veriyordu. Aralık ayında Kazakistan'da Jeltoksan denen büyük isyan oldu. İsyan kısa sürede bastırıldıyda da, ani büyümesi, Ruslar için gerçek bir şoktu. Gene de SHP, 1989 yerel seçimlerinde büyük bir çıkış yakaladı. Bu da sağ cenahı korkuttu ve sol aleyhine, özellikle de Uzan ailesinin gazete ve dergileri tarafından bir saldırı başladı. Sovyetler Birliğinin gerilemesi ise Dünya da solun gerilemesi, DSP ve Ecevit'in rekabeti,  Baykal'ın hizipçilik denen bozgunculuğu ve partiyi ele geçirmesi (bu arada partinin adının tekrar CHP olması), meydanın sağa kalmasına yol açtı. 

Merkez sağ denen oluşum aslında 1977'de CHP'nin zaferinden beri yavaş ve istikrarlı bir oy erimesi yaşamaktaydı. 1989'da Turgut Özal, çeşitli bahanelerle kısmen de olsa sindirdiği, ekarte ettiği askerler yerine cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanı olur olmaz, hükumet kurma görevini,  pek çok  kişinin adını bilmediği yada önemsemediği, meclis başkanı (eski içişleri bakanı) Yıldırım Akbulut'a hükumeti kurmak üzere görevlendirdi.. Akbulut, Özal'ın elinden kabinenin listesini almıştı. Otuz beş dakika da bu listeyi yazmak (devlet bakanlarının nelerden sorumlu olduklarını yazmak da gerekiyordu.) bile mümkün değildi. Özal'ın desteğini arkasına alarak, ilk kongrede parti başkanı da oldu. Kendisinin hitabet gücü olmayan, medya tarafından da sevilmeyen birisiydi. Kısa süreli başbakanlığında kendisine dair onlarca fıkra kitabı çıktı. Bu konuda birinci, eski cumhurbaşkanlarından Cemal Gürsel'di. Akbulut, en karizması düşük başbakan yada politikacı da olması da gerçekleşmedi. Kendisinden sonra iktidara gelen Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller'in karizmaları yerlerde değil,  çukurlardaydı. Akbulut, halk karşısında konuşmasını pek bilmemesine rağmen ne Tansu Çiller gibi Türkçesine İngilizce karıştırıyor; ne de Mesut Yılmaz gibi aşırı yavaş konuşuyordu. Ayrıca bazı yabancı konukların ileri-geri konuşmalarına ağzının payını vermiş ve Özal'ın bazı maceralarına engel olabilmişti. Özal'la ters düşünce de yerini, kongrede Turgut Özal'ın karısı Semra Özal tarafından öpülerek işaretlenen Mesut Yılmaz'a bıraktı. Yılmaz'da bir süre sonra Özal'la ters düştü ama parti genel başkanı olur olmaz Özal yandaşı delegeleri ekarte ettiği için Özal, partisinin kontrolünü kaybetti ve Cumhurbaşkanlığını bırakıp, tekrar siyasete atılmaya karar vermişti. Hatta Akbulut' un da olduğu bir grup milletvekili partisinden istifa etmişti ki, Özal beklenmeyen bir şekilde öldü.

Özal'ın beklenmeyen ölümü, siyasette her şeyi değiştirdi. Bu sürede ANAP, iktidarı kaybetmişti ve Özal'ın eski ustası ve en büyük rakibi Demirel, onun yerine cumhurbaşkanı oldu. Özal'ın aksine Demirel, partisine hakim değildi yada öyle görünmek istedi. Özal'ın Akbulut'u alel acele başbakan yapması çok şaka konusu yapılmış, ANAP'a çok oy kaybettirmişti. DYP'yi de tahminim çok da İsmet Sezgin'e bırakmak istemiyordu. İsmet Sezgin, son derece ilginç birisidir. Hayatının öneml, bölümünü Süleyman Demirel'in ayak uşaklığı ve muhbiri olarak geçirmiş; dolayısı ine AP (Adalet Partisi) ve DYP'nin önemli mevkilerini işgal etmiştir. Kendisi Siirtliydi ve Siirt'teki tüm akrabalarını AP yada DYP aracılığıyla ihya etmiti ama hep Aydın milletvekili olmuştu ve muhtemelen Aydın'ın yolunu bile bilmiyordu. Gene de kurultaydan evvel en favori aday oydu. Diğer adaylar Köksal Toptan ve tabiki Profesör Tansu Çiller'di. İsmet Sezgin'in sloganı, Kasım'A kadar İsmet Abi'ydi. (gülebilirsiniz, harbiden komik)ATV-Sabah grubu, kurultaya kadar bu sloganı tekrarladı durdu. Kurultayda daha ilk  turda Çiller, Sezgin ve Toptan'ın toplamına yakın bir oy alınca, bu ikili adaylıktan çekildi ve meydan Çiller'e kaldı. Böylece merkez sağı bitirip, siyasal İslam'ın önünü açan Tansu Çiller-Mesut Yılmaz rekabeti başladı.

Bu rekabet, her iki partinin tükendiği 2002 yılına kadar sürdü. Bu süreçte taraflar birbirini en fazla yolsuzlukla suçladı. Her ikisi de siyasete girmeden evvel zengindi, Yılmaz'ın ailesi zengindi, Tansu Çiller'de valilik yapmış, bürokrat bir babanın oğlu, Amerika'da doktora eğitimi yapmış ve çalışmış bir akademisyendi. Siyasete atılmadan önce Boğaziçi üniversitesinde Ekonomi profesörüydü. Daha öncesinde de İstanbulbank'ı kocası ile batırmış, sonradan serveti aniden artmıştı. CHP'liler servetini sorunca da,  kayınvalidesinden kalan altın dolu bir hurcun mucizevi şekilde bulunmasından bahsetmişti. CHP'liler söz konusu büyüklükte bir bohçayı meydanlarda gezdirdi. CHP'lilere, Çiller yanlısı engellenemeyen gençler denen bir grup Ülkücü saldırdı. Mesut Yılmaz ise abisinin Türk-Rus doğalgaz antlaşması için rüşvet aldığı ve halen Rus doğalgazını fahiş fiyata aldığımız iddiaları medyada dolaştı durdu ve halen de ara ara dolaşmakta. Her ikisinin de Ülkücüler ve derin devlet denen çetelerle arası iyiydi. Hatta, Abdullah Çatlı, Tansu Çiller'in has adamuydı. Kurtlar Vadisi'nde adı geçen  ve MİT içinde MİT olan KGT (Kamu Güvenliği Teşkiları), Tansu Çiller'in emri ile kurulmuştu. Doksanlar basınına bakılırsa, enişte lakaplı kocası Özer Uçuran Çiller, KGT'nin gizli yöneticisiydi.

(Buraya bir ayraç parantezi açayım. Kurtlar Vadisi'nde kim-kimdir muhabbeti, sosyal medyada çok dönüyor. Asıl soru, bazı karakterlerin Kurtlar Vadisinde neden olmadığı,  yada ilişkilerin nefen farklı gösterildiğidir. Tansu Çiller ve Hüseyin Kocabay, dizide hiç yoktu mesela. Kocabay, Alevi ve polis tarihinin en karanlık kişilerinden birisidir. Arabada kaza yaptığı Sedat Bucak'da, düşmanı olarak gösterilmiş. Çiller, doğru dürüst Türkçe konuşamıyordu ama ciddi Kürt düşmanıydı. Mesut Yılmaz ve Budabeşte'de yumruk yemesi olayının da dizide yer bulması gerekirdi. Gene de Ezel'in daha iyi olduğunu düşünürüm. Bir başı ve sonu vardır.)

Bu kavgada medya ve burjuva da taraftı. ATV-Sabah grubu Çiller'i, Uzanlar (Star) Mesut'u açıkça destekliyordu. Doğan Grubu ise satır arasında Çiller'i desteklemekteydi. Buna rağmen merkez sağ, oy kaybediyordu. Sol, yukarıda saydığım sebeplerden dolayı güç kaybederken,  akacak mecra arayan sağ seçmen,  MHP ve Refah'a yöneldi. Türkeş bunu fark etmişti ama Ülkücü taban iktidar olmak istemiyordu. Zaten sağlık bakanlığı ile İçişleri bakanlığı ellerindeydi. DYP, ANAP ve Fenerbahçe kongrelerinde kimin kazanacağını Ülkücüler belirliyordu. Özel Harekat seçmelerinin listeleri ilk önce Ülkü Ocaklarına gidiyordu. Doksanlarda mantar gibi biten çoğu üniversite Ülkücülerin egemenliğindeydi. Teşkilatlar da adayları bahane edip, çalışmadı ve MHP, 1995 seçimlerinde baraj altı kaldı. Refah'sa birinci parti oldu. İşte 95 seçimlerinden sonra burjuva da merkez sağdan vazgeçti. 95 seçimlerinin sonrasındaki günlerde Mehmet Barlas, İslam ve Refah üzerine, yanlış anladıkları üzerine bir yazı yazdı. İşte o yazıdan sonra, ATV-Sabah'tan başlayarak, merkez medya denen holging medyaları yavaş yavaş Çiller ve Yılmaz'ı top ateşine tutmaya başladılar. Bunun içinde ilk silahları, Leven Kırca ve ekibinin hazırladığı Olacak O kadar parodileri oldu. Çiller'i hicveden meşhur jet sky skeci, RTÜK'ün kurulmasına ve bunun için de illegal yayın yapan televizyon ve radyo kanallarının, anayasa değişikliği ile yasallaşmasına sebep oldu. Çiller ve Yılmaz da halen, onbaşı olma şerefsizliği, Taocu muhalefet geyikleri ile birbirlerini yedi.

199 seçimleri ise gerçek bir şoktu. Koca DYP, Isparta'da bile kaybetmişti. Gerçi ben koca diyorum ama DYP, 1995'de İstanbul'da 5. Isparta ve pek çok Ege-Akdeniz şehrinde 1. partiydi. Bazı ayrıntıları pas geçiyorum. 2002'de Devlet Bahçeli bir anca koalisyonu bozdu. DYP-ANAP zaten bitikti. Yurt dışına kaçan Uzan ailesi ise Türkiye'de kalan tek bireyleri Cem Cengiz Uzan'a Genç partiyi kurdurdu. Genç Parti, DYP ve ANAP'ın yanında MHP'nin de baraj altı kalmasını sağladı. DSP  ise devasa ekonomik krizle yıkılmıştı. Parti iinde İsmail Cem ve arkadaşları YTP (Yeni Türkiye Partisi) diye bir parti çıkardı. Uzanlar hariç merkez medya destekledi. Ta ki AKP kurulana kadar. AKP'nin kurulduğu gün, tüm merkez medya, İsmail Cem ve partisini topa tuttu.

2002 seçimleri ise bitişin ilanıydu. DYP, ucu ucna barajın altında kaldı. Bir zamanların iktidar partisi DSP, tabela partisi oldu, iki seksen uzandı. ANAP'ın durumu seçimden önce belliydi. Mesut Yılmaz, son dakika kararsızları ile barajı aşmaktan bahsediyordu. Tek parti iktidarı olarak ele geçirdiği  partinin sonu buydu. Mesut Yılmaz'a hanedanın son prensi; Çiller'e de Demirel'in prensesi diyorlardı. Sonuçta bu prens ve prenses, 1950'den beri süren, darbelere rağmen ayakta kalan, merkez sağ saltanatını yiyerek bitirdi.


13 Ocak 2025 Pazartesi

MUHALEFETİN MEDYASIZLIĞI VE GÜÇSÜZLÜĞÜ



Şu anki iktidar partimiz ve reisi, 2010'a kadar , tam olarak da 12 Eylül 2010 Yetmez Ama referandumuna kadar gayet demokratikti. O kadar demokratikti ki, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna siyaset karışmasının amacının demokrasi olduğu, toplumun öneml, bir kesimine benimsetilmişti. Bu süreçte iktidarın hedefinde iki şey vardı, Cem Uzan ve medya. Uzan ailesi ve Rumeli Holding'in önemli bir medya gücü de vardı. Uzan Holdingin batan bankaları sebebi ile TMSF aracılığıyla parça paça canlı yayınlarda  satıldı. Uzanlara saldırı, tüm servetlerine çökülünce de bitmedi. Yıllarca gazeteler, internet siteleri, o meşhur, Cem Uzan'a Hapis Şoku manşetlerini attı. Diğer hedefte medyaydı. O dönemde medya çoğunlukla Aydın Doğan holdingin elindeydi. (Kurtlar Vadisi'nde Davut Tataroğlu olarak karikatürleştirilmiştir. Aydın Doğan, Kırım Tatarı kökenlidir.) Aydın Doğan, gazete, dergi, radyo ve televizyon  kanallarındaki muhalif kişileri önce yavaş yavaş, 2006'dan sonra da hızla muhalif gazetecilerden temizlendi. Bu temizlikte çok sessizce olmadı. Büyük ölçüde gazetecilerin aşağılanması ve tüm kamuoyuna rezil ederek yapıldı. Meşhur Ergenekon kumpasının bir ayağı da gazetecilere yönelikti.

2002'den itibaren medya o kadar çok CHP aleyhtarı olmuştu ki 2005'de Halktv kuruldu. Gezi olaylarına kadar da güdük kaldı. İktidar partisinin yetmez amaya kadar halkı özgür bırakmak zorunda kalınan yıllarda,  sosyal medya gelişti. Teknolojinin aşırı hızlı geliştiği çağda yaşıyoruz. Seksenlere Türk toplumu için internet, bilim kurguydu. İki binlerde facebook önce zorunlu, sonra demode oldu. Kamuoyu  da şimdilerde x.com olan Twitter'a kaydı. Klasik medyayı ele geçiren iktidar, Gezi'ye kadar bunu kaçırdı. Gezi'den sonra, halen çok etkili olan klasik medyanın yardımıyla hızla yeni medyaya alıştı. Bot hesaplar ve trol ordusu devreye girdi. Sonra iktidar, zaten 1989 SHP yerel seçim zaferinden beri klasik meedyada artış içerisindeydi. Bir kısmı Marksist-Lenininst ve diğer sol fraksiyonlardan olup, SHP-CHP'yi az solcu bulan, CHP, Sosyalist enternasyonelden çıksın diyenlerdi. Yetmez amacı, CHP=MHP diyen liboşlar vardı. Gezi'den sonra CHP'yi az Atatürkçü bulan ırkçı-faşist ve Avrasyacı tipler çıktı.

Söylemezsen olmaz, son günlerde çıkan Nefes adlı gazetenin de amacı bu gibi. Kağıt gazeteler giderek ölmekteyken, bir kaç ünlü köşe yazarı ile gazete çıkarmanın amacı, bir seçmen bastırma (adam kazandı) oyunu oynamaktır. Yeni Yüzyıl (Binyıl) gazetemsinin son günlerde maskesi düştüğü gibi maskesi düşecektir.

Son günlerde CHP'nin kırmızı kart kampanyası ile alay edenler var. Oysa 1989'da SHP; süpürge ve limon gibi sıkılacak mısınız kampanyaları ile başarılı olmuştu. O zaman basın bu kadar da yandaşlaşmamış, muhalefete muhalefetlikte bu kadar yaygınlaşmamıştı.

12 Ocak 2025 Pazar

AYDINLANMA VE DİNSİZLİK



Bu sözü ilk diyen ben değilim ama altına imzamı atarım. İnternet, matbaanın, Hristiyanlığa yaptığını, Müslümanlığa yapıyor.  Osmanlı üç yüz yıl matbaayı Müslümanlara yasakladı, şimdi de bazı ülkeler (Benim bildiğim Kuzey Kore, Türkmenistan ve Afrika ülkesi Eritre) İnterneti yasaklıyor. Pek çoğu da sansürleme çabasındadır. Osmanlı da, özellikle Abdülhamit döneminde matbaaya ağır sansürler uygulandı. Gene de yeni fikirlerin ülkeye gelmesine engel olunamadı. Yurt dışında basılan gazetler, kapütülasyonlar sebebi ile kurulan yabancı postaneler aracılığıyla ülkeye giriyordu. (Bu konuda Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanında bir bölüm vardır.) Basına sansür ve müdahale, cumhuriyet döneminde de sürdü. Ancak sansür ve engellemeler yerini tekelleşme ve karteller aracılığı ile gizli sansürler aldı. Turgut Özal, ülkede iki buçuk gazete kalacak demişti. (Kenan Evren'de, 1983'de seçimlere iki buçuk parti girecek demişti, buçuğu ANAP'tı.) Bu tekelleşme o kadar güçlüydü ki, fanzin denen fotokopi  medyası 1999 Şehriban Coşkunfırat cinayeti bahane edilerek, yok edildi. Televizyon ve radyo'da uzun yıllar devlet tekeli sürdü.

Türkiye, hem üç yüz yıl kadar süren matbaa, hem de onlarca yıl süren tv-radyo yasaklarının bedelini ödedi ve muhtemelen halen ödüyor. Bu yüzden olacak, Almanya'da halen üçer nüsha kağıtla yapılan pek çok işlem, Türkiye'de e-devlet ile cep telefonundan hallediliyor. Aydınlanmayı getiren şey, teknik ihtiyaçlardır. 12 Eylül rejimi, kitapçılık sektörüne kabus oldu. En basit hikaye kitapları, terör propagandası diye ülkenin tek kanalının haber bülteninde yayımlandı. Sırf kitap sahibi olduğu için onlarca insan yıllarca tutuklu kaldı. Diğer yandan 12 Eylül rejimi, Atatürk döneminden beri görülmemiş bir okuma-yazma seferberliği başlattı. Yetmişlik, seksenlik neneler, dedeler bile okuma yazma öğrendi. Her celp askere giden, okuma yazma bir yana, yer yer Türkçe bile bilmeyen asker yığınlarından bıkmışlardı. Tabelaları yada emirleri okuyan asker istiyorlar, askerlere bir de okuma-yazma öğretmek (halk arasında Ali Okulu denir) ile vakit kaybetmek istemiyorlardı. Aydınlanma, Avrupa'da da aynı sebeplerden başlamış, ticaret ve sanayinin teknik eleman ihtiyacından dolayı okuma-yazma yayılmıştı. Kısa sürede çok fazla bilgiyi aktarmanın tek yolu yazıydı. Osmanlı devleti de, son yüz yılında teknik ihtiyaçlarından dolayı pek çok batı tipi okul açtı, özellikle de ikinci Abdülhamit döneminde. Orta çağ teknolojisi geride kalmıştı ve yeni teknolojiyi bilen insanlara ihtiyaç vardı. Diğer bir konu da,  Osmanlı teknik personelini ve yabancı dil bilen eleman ihtiyacını gayrı Müslümlerden veya devşirmelerden karşılıyordu ve onlara güveniyordu. Oysa artık her biri ya kendi devletini kurmuş yada kurma çabasındaydı. Devleti kuran Türk milletine dönme vakti gelmiş, onlara yabancı dil ve teknik bilgi öğretme vakti gelmişti.

Her aydınlanma bir dinsizlik (deizm, panteizm, agnostisizm ve ateizm benzerleri) patlamasına yol açmıştır. Anrik Yunan'dan beri böyle olmuştur. Gene Antik Yunan'dan beri bunu fark eden din adamları ve devletler, eğitimi dinselleştirme çabasına girmişlerdir. Antik Yunan'da okuma-yazma, İlyada ve Odiesa gibi Yunan mitolojisinin eserleri üzerinden öğrenilirdi. Rönesans döneminde ise önemli kolejlerin çoğu  Cizvit kolejiydi, Descartes'te Cizvit koleji mezunuydu; hatta Cizvitler halen MBA denen işletme mastırında tekelidrler. Abdülhamit'te kurduğu okullarda bol bol din dersi, zrounlu namazlar falan eklemiştir ama bu dönem de Abdullah Cevdet, Tevfik Fikret gibi önemli dinsizle yetişmiş; Mehmet Akif Ersoy gibi dindarlar ise hurafecilik ve geleneksel dini uygulamalara karşı çıkmış. İşin daha ilginci, bu dönemin yazarları yada anı yazarlarının zihninde din hocaları hiç yer etmemiş. Oysa pek çoğu, tıpkı Atatürk gibi, isimlerini değiştirecek kadar öğretmenlerinden etkilenmişti. (Atatürk tek değildi. Soyadı kanunu olmadığı yıllarda, baba adları da ortak olan pek çok kişi, benzer yönlendirmelerle ikinci bir ad aldı.) En muhafazakarları, en dindarları bile, derslerin en az üçte biri din dersi olduğu halde, din öğretmenlerini hiç anmıyor.

Aydınlanma, din yada başka konulardaki bilgilerin sorgulanması ve eleştirilmesini getirir. Din de bundan muaf değildir. İnternette insanların bilgiye ulaşmasını kolaylaştıran bir yoldur.

10 Ocak 2025 Cuma

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 4-PAYİDARLIK YANILGISI (İLYAS SALMAN FİLMLERİYLE)


İlyas Salman, Kemal Sunal kadar önemli bir komedyen ve aktör. Buna rağmen ölümü, Kemal Sunal etkisi yaratmayacak. Bunun ilk sebebi, Salman'ın açık bir aktivist olması, Sunal'ınsa açık siyasi görüşmekten hep çekinmesi; ikincisi ise Sunal'ın oynadığı karakterlerin genelde saf iyi olması (karikatürize kötüyü anlattığı Zübük harici, benim bildiğim), Salman'ın oynadığı karakterin saflığının içinde genelde kurnazlık ve sinsilikte bulunmasıdır. Genelde Türk halkı da Salman'ın canlandırdığına benzer kişilikte insanlar olmasıdır. Özellikle 1980 yapımı Banker Bilo filmi, bunun en iyi örneğidir. Aslında Türk halkı, büyük ölçüde Salman'ın  çoğu filmindeki saf görünen kurnaz, kurnaz görünen saf tiplere benzer.

(Parantez olarak not etmezsem olmaz. Kemal Sunal, uzun süre mafya lideri Dündar Kılıç'ın gizli patronluğu-koruması altında film yaptı ve bu süre içinde, Zübük hariç, tamamen  masum kahramanları oynadı. Dündar Kılıç'ın kucağına da, Çiçek Filmle yaptığı ağır sözleşmeden kurtulmak için düşmüştü. Ünlü bir sinema-tiyatro uyumcusu  olduğu halde, o kadar düşük maaş alıyordu ki, bodrum kattaa ve sobalı bir evde yaşıyordu. Yani bir mafyadan, öteki mafyaya geçmişti. Bu yüzden filmleri haricinde apolitik kaldı. İlyas Salman ise, Yeşilçam piyasasında iş kovaladı. Açıkça siyasi tavır aldı ve halen de alıyor. Bu yüzden de uzun aralar işsiz kaldı, hatta bir ara babası Yeşilkart aldı)

Banker Bilo  filminde Maho (Şener Şen) tarafından sürekli kandırılır. Her seferinde ikna edilir. En sonunda Maho, Bilo'nun nişanlısını da elinden alıp, ikna eder ve bu seferde tüm servetini emanet eder. Sonra filmin sürpriz sonu; Bilo,  Maho'nun tüm servetini zimmetine geçirir, karısını da elinden alır. Filmi izleyenlerin de yüreğinin yağı erir. Oysa filmi bilinçli bir şekilde, baştan izlersek, Bilo, en baştan beri bu anı beklemiştir. En başından beri Maho'ya itaatinin, her seferinde ikna edilmesinin amacı, Maho'nun bu boş anını yakalamaktır. Bu açıdan baktığımızda, 2002'e kadar onlarca ekonomik kriz, siyasi karışıklığa rağmen ANAP ve DYP'ye oy veren seçmenleri; türbanlılar okumaya Suudi Arabistan'a gitsin dediği güne kadar Süleyman Demirel'e baba diyen kitleleri anlayabilirsiniz. Olguyu sadece Banker Bilo filmi ile sınırlandırmayalım. Çiçek Abbas filminde Abbas'ın patronu Şakir'e hayranlığı ve bağlılığı mesela. Şakir'in nişanlısına platonik aşıktır ve bunu çok belli etmektedir. Şakir'in zamparalıklarını saklamaktadır. Şakir'in son zamparalığını saklayamaz ve bu ayrılığı fırsat bilip,  kendisi kıza talip olur ve borçla da olsa bir dolmuş alır, daha doğrusu dolmuşun taksitine girer.  Dolmuş sahibi olur olmaz, Şakir'le ilk karşılaşma sahneleri çok dramatiktir. Birebir Şakir gibi giyinmekten öte, tavırları da Şakir'i taklit eder. Nefretinin içinde bir hayranlık vardır.  Kemal Sunal ile iki ortak filminden biri olan Kibar Feyzo filminde, Kemal Sunal, klasik Kemal Sunal; İlyas Salman'da klasik İlyas Salman rolündedir. Gülo için, Feyzo ile rekabeti kaybedince, ağanın yanaşması olur ve Feyzo'ya gaddarlık eder. Kemal Sunal, klasik Kemal Sunal olarak sınıf savaşına girerek, kahramanlaşır. 

Türk halkı ise genelde İlyas Salman'ın çoğu filminde oynadığı  karakterler gibi saf görünse de her şeyin yada bir şeylerin farkındadır ve sistemden bir şeyler ummaktadır. Talihli Amele filmi, komedi filmi olarak başlar, trajedi olarak biter. Filmdeki İlyas Salman, sadece reklam yüzü olduğu için , işçisi olarak çalıştığı lüks siteden bir eve sahibi olacağına inanır. Tıplı seçimlere yakın patrol, doğal gaz ve bilumum maden yada Lozan'ın gizli maddelerine inananlar gibi. Salman'ın çoğu filmindeki karakter, benim Timur Selçuk'un, Nereye Payidar şarkısından esinlenerek Payidarlık Yanılgısı dediğim durum içindedir. Film bence bir şaheserdir, hele de final sahnesi.  John Steinbeck'in dediği gibi, bazı ülkelerde Sosyalizm imkansızdır çünkü insanlar kendilerini fakir değil, sırasını bekleyen zengin olarak görür.

Bu payidarlık yanılgısının zirvesi  1992 yapımı Sarı Mercedes filmindeki Bayram karakteridir. Filmin en başında sevimsizleşir. Solmaz adında kadın karakterle, eşyalarını arabamla taşıyacağım diye cinsel ilişkiye girer ve kadını orada bırakır. Almanya'dan Türkiye'ye ve gelişi boyunca, yer yer geri dönüşlerle karakterin çocukluğuna da giderek, nasıl kötüleştiğini de gösterir. Araba da yol boyunca ufalanıp, köye metreler kala yok olur.

Faşizm, kitleleri payidar olma vaadiyle kandırır. Bu payidarlık vaadi, bir kısmı da yerine getirildiğinden, sadece faşist değil, tüm diktatörler Şener Şen gibi,  taraftarlarına sevimli görünürken, taraftarları da İlyas Salan gibi sevimsizleşir. Faşizme gönül veren kitleler, sistemden bir şeyler koparma ve sınıf atlama çabası içindedirler. Ancak payidar olamadıklarını anladıklarında liderlerinden koparlar.

7 Ocak 2025 Salı

BEYİN GÖÇÜ AYDINLANMANIN MOTORUDUR

 


Beyin göçü, beğenmiyorsak kapı orda diyen işverene bir tokattır. İşverenlerin en sevdiği sözdür, beğenmiyorsan çek git, ya da bu benim meselem değil. Eğer alternatifiniz varsa, her an gidebilecekseniz, size bu demez,  diyemez. Bu yüzden işverenler, İngilizceyi iyi bilen elemanlarına, sonra yurt dışına gidiyorlar diye daha iyi davranıyor. Bu yüzden yabancı dil bilginizi ara ara gösterin. Asıl anlatmak istediğim başka.

Eğitimli insan, sadece üretim yapan bir beyaz yakalı değildir. O kişi, insanlığa da gereklidir. NAZİ'lerin önünden kaçan Yahudi yada solcu bilim adamları olmasa Hititçe ve Hitit kültürü çözülenezdi. Manyas gölü, milli park olmaz, pek çok kuş türü keşfedilip, koruma altına alınamazdı. Beyin göçü yapanlar, sadece göç ettikleri ülkeye değil, tüm insanlığa hizmet ederler. Muzaffer Şerif Başoğlu'nun Türkiye'de yargılandığını duyan hocaları, Amerikan büyükelçiliği aracılığı ile onu serbest bıraktırmasaydı, sosyal psikolojiyi bu kadar değiştirmezdi.

Beyin göçü için tek geçerli sebep, siyasi-kültürel-ırkçı zorbalık değildir. Yoksulluk, düşük ücret, araştırmalar için düşük bütçe gibi sorunlar da, beyin göçü için yeterli sebeptir. Büyük burjuvalar, en ufak krizde fabrikalarını, genel merkezlerini, hatta kendi şehirlerini bile terk etmektedirler. Emekçiden de hep fedakarlık istmeketedirler. Kristof Kolomb, Cenova'da kalsaydı, Akdeniz'de gezinip duracak, Amerika kıtasını keşfedemeyecekti. Aziz Sancar Türkiye'de hiç bir siyasi yada faşizan baskı olmasa bile, Amerika'daki labavaturarların imkanları Türkiye'de bulmayacak, araştırmaları için bu kadar bol maddi kaynak bulmayacaktı.

Ülkeleri yönetenler sadece zenginleri, seçkinler memnun etmekle görevli değildirler. Halkı ve sıradan insanları da korumak, memnun etmekle de görevlidir. Vatanseverlik, aynı zamanda vatandaşeverliktir.

4 Ocak 2025 Cumartesi

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 3-KAPİTALİST MAŞALIĞI



Jack London, 1907 basımı Demir Ökçe romanında faşizmi en az 15 yıl öncesinden görmüştü. Romanda sosyalist devrimin geldiğini gören oligarşi, milliyetçiliğe dayali diktatörlük kuracağını yazar. Burada London'ın fütüristlik zekasını görürüz. Daha faşizme adını veren rejimin İtalya'da iktidara gelişine on beş yıl vardır. Gerçekten de Mussolini, bizzat burjuvanın ataması ile iktidara gelir, İtalya'da bir Bolşevik devrimine engel olmak için. Faşist birliklerin dört koldan Roma'ya yürüyüşü sadece iktidarı meşrulaştırma aracıdır. Portekiz'de iktisat profesörü Salazar,  yavaş yavaş yetkilerini arttırıp, en nihayet ülkenin diktatörü olur. Her ülkede faşizm, burjuvazinin hizmetindedir, işgal ve fetihleri, onun karı içindir. Hitler, daha birahane darbesi sonrası hapisteyken, Kavgam kitabını yazdığında, imparatorluğumuz doğuya doğru, kara imparatorluğu olacak demiştir. Alman burjuvaizisi ise, 1941'de Dünya petrolünün dörtte birinden fazlasını üreten Bakü'yü fethetmesi için onu Sovyetler Birliği ile savaşa yönlendirir. Yapması gereken, Kırım'ı almakla bile uğraşman, Bakü'ye gitmektir. Oysa Hitler, her diktatöt gibi kibirden aptallaşmış, Lenin'in adını taşıyan Leningrad'ı, başkent Moskova'yı, her ikisi de olmayınca Stalin'in adını taşıyan Stalingrad'ın fethine kafayı taktı. Sonrası malum, büyük yıkım.

1943'de, Amerikalılar, Sicilya adasının fethinde bazı mafya babalarını kullanınca, faşizmin ikinci dönemi başladı. Faşizmin, sosyalizmi engel olma görevi gene değişmemişti ama bu sefer mümkün olduğunca iktidardan uzak duracaktı.  Ülkücülerin meşhur türkücüsünün deyimiyle artık 'Yardımcı Güç Devlete' 'ydi. (Doksanlarda bu sözleri dinlediğimi hatırlıyorum ama interneti o kadar karıştırmama rağmen bu türküyü bulamıyorum) Zaten iktidarda olan faşist liderlere de (Franco ve Salazar) dokunulmadı. Onlar zaten burjuvaya hizmet ediyordu. Onların kendi kendine yıkılmasını bekledi. Mevcut faşsit oluşumlarsa, hem komünist militanlara karşı savaşmak, hem de demokrasiden pek hazzetmeyen burjuvalar için darbelere uygun zaman yaratacaklardı.  Darbeciler, iç savaşı  engelleyen kahramanlar olacaktır. Burada amaç sadece komünist  yada sol iktidarları engellemek değil,  aynı zamanda büyük şirketlerin ve uluslar arası şirketlerin karların artmasını sağlayacaklardı. Son yetmiş yılın askeri darbelere bakın. 27 Mayıs darbesinden sonra, Yassıada mahkemelerinde yolsuzluk diye sadece örtülü ödenekler yargılandı, ihaleler hiç incelenmedi. Demokrat  parti döneminde  kimler zenginleşti hiç incelenmedi. 12 Eylül DİSK'i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve MİSK'i (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ) ve dahi bilumum işçi sendikalarını kapattı, tüm mallarına da el koydu. Kenan Evren, bir konuşmasında, DİSK'in matbaasından nefretle bahseder. (İnternetin bilim kurgu olduğu, radyo ve televizyonun da devletin olduğu çağda,  matbaa çok önemliydi.) MESS (Metal iş verenleri sendikası) ve diğer işveren sendikaları kapanmıyor. İşçi dernekleri ardı ardına kapanırken, TÜSİAD ve diğer işveren derneklerini kapatmak bir yana,  daha da büyütür. Halit Narin, o meşhur lafını etti:

-Bu güne kadar hep işçiler gülmüş, biz ağlamıştık; bundan sonra işçiler ağlayacak, biz güleceğiz.

Bu gülme bedava değildi elbet. 12 Eylül generallerinin hepsi bir şekilde TÜSİAD holdinglerinin, bankalarının, şirketlerinin yönetim kurulu üyesi, başkanı falan olur.    27 Mayıstan itibaren zaten, pek çoğu Özal ve sonrasında özelleştirilen kamu iktisadi teşebbüslerinde, özellikle bu gün son kuşağın adını bilmediği kamu bankalarının (Pamukbank, Tönbank, Türkbank vs) yönetim kurumlarında yada gümrük kapısı müdürü falan oluyordu. 12 Eylülle de TÜSİAD üyeleri arasına emekli general ve albay istihdamı, zorunlu gibi bir şey oldu. 12 Eylül'ün baş planlayıcısı Haydar Saltık, Koç Holdinge yanaştı. Sabancı ondan fazla general istihdam etmiş. Tahsin Şahinkaya, Kale holdingle hem ortak, hem dünürdü. Tüm Petrol Ofisi istasyonlarını, Kale Bodur seramikleriyle döşetti. Seksenlerin sonuna kadar, Özal'ın o meşhur generalleri emekli etme operasyonundan çok sonra bile askerlerin bürokrasi ve özel sektör yönetimindeki egemenliği devam etti. Hem de ne ediş. Mesut Yılmaz'ın Maliye ve Gümrük bakanı olduğu zamanda, Kapıkule gümrüğünde ülkeye sokulmaya çalışılan bol miktarda Amerikan dövizi ele geçirildi. Sonra dövizim sahibi ele geçirilen paranın çok daha fazla olduğunu ve yağmalandığını söyledi.Mesut Yılmaz soruşturma açacakken, diğer generaller araya girdi, soruşturma kapatıldı. Çünkü Kapıkule'nin o dönemki müdürü, emekli bir albaydı. (12 Eylül öncesi, Ecevit'in, Adalet Partisinden CHP'ye bakanlık vaadi ile trasnfer ettiği Maliye ve Gümrük Bakanı Tuncay Mataracı'nın görevden alınmasına sebep olan İpsala Gümrük Kapısının müdürü de emekli astsubaydı) Bu generallerin özel sektöre sadece emeklerini mi verdiklerini, çalışanların bile lastik damga dedikleri şahısların şahane özel sektör yöneticileri olduğunu mu sanıyorsunuz?

12 Eylül boyunca binlerce Ülkücünün tutuklanması, Ülkücülere şok oldu. Her şeyi devlet için yapmışlardı, öyleyse neden ceza alıyorlardı? Oysa darbe rejiminin, ülkeyi iç savaştan kurtardı görünümü vermesi gerekiyordu. Diğer yandan Ülkücüler, 12 Eylülün hemen sonrası devletteki görevlerine geri döndü. Doksanların sonlarından, 2015'lere kadar devletteki pek çok mevziyi tarikatlara kaptırdılar. Şimdilerde bir kısmını aldılarda da, pek çoğu da artık gelmez.

Bu son açılım sürecine getireyim konuyu. Devlet bey neden birden bire açılım sevdalısı oldu? Biraz geriye gidelim. Fenerbahçe başkanı ve ülkeminin en büyük sanayi burjuvası ailesinin üyesi Ali Koç'un ani ve nedeni belirsiz olarak  Bahçeli'yi ziyaretini ne çabuk unuttuk? Koç holdingin veya diğer holdinglerin belirli günlerdeki Atatürkçüyüz şovları, 8 Mart'ta kadınlardan yanayız şovu kadar sahtedir. (Hamile çalışanları hemen işten çıkarırlar yada kıdemini düşürürler.) Koç holding, dünya kadar kamu iktisadi teşebbüsünü özelleştirmelerle aldı. 12 Eylülün en büyük destekçilerindendi. Ragmetli Mustafa Koç'un Gezi zamanında göstericileri Divan oteline alması da sizi kandırmasın. Son açılımda sizi kandırmasın, umutlandırmasın. Örgüt bitse bile başımıza daha büyük bela gelecektir. Şu anda en az beş AKP, beş de DEM mebusu, ana-baba bir, öz kardeştirler. Her seçim sonrasında bu gerçeklik değişmez. Güney Doğuda seçimler büyük ölçüde feodal bağlarla ilgilidir. 

Diğer yandan siz hiç şehit TÜSİAD'lının, MÜSİAD'lın çocuğunun şehit olduğunu gördünüz mü sorusunu çok duymuşsunuzdur. Dağda ölen DEM-HDP-HADEP mebusunu yakınını da duymazsınız. Örgütün bir zamanlar iki numarası olan Şemdin Sakık'ta tutuklandığında, bir sürü kişiyi suçladı ve yargılanmasına sebep oldu. Bu sözde suçlamalar, Türk basının amiral linç edicisi, Ertuğrul Özkök Hürriyetinde manşetten verildi, sonra da yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdi de pek çok yalan söyleniyor ve söylenecek. Şüpheci olmak en iyisidir. Savaştan incinmemiş olanların, savaşı bitireceklerine inanmayın. 


31 Aralık 2024 Salı

SURİYELİLER ÜLKELERİNE NEDEN DÖNER YADA DÖNMEZ?

Suriye'de 1963'den beri süren BAAS partisi, 1970'den beri süren Esat ailesi rejimi, on yada on beş gün kadar bir sürede çöktü. 13 yıldır süren iç savaş bitti gibi.  Gibi diyorum çünkü daha bir kaç ay önce savaşı Esat kazanacak gibiydi. Muhalifler o kadar hızlı kazandı ki,  El Muhaberat, arşivlerini yok edemedi. Her şeyin bu kadar değiştiği bir ortamda, ülkemize doluşmuş milyonlatca Suriyeli'nin bazıları dönecek, bazıları dönmeyecektir belli ki. Kendimce dönenlerin neden döneceği, dönmeyenlerin de neden dönmeyeceği üzerine fikirlerimi yazacağım. Önce gidenlerden bahseyim:

1) Zafer Kazanmışlık duygusu: Sonuçta yarım asırdan uzun süren bir iktidar devrilmiş ve ülkemizdeki Suriyelilerin çoğunluğu ve hatta belki tamamına yakını Esat ailesine muhalifti. Zaferden pay alma umuduyla gideler olacaktır.

2)Türkiye'de yükselen faşizm: Faşizmi bu topraklara eken sağcı anlayış, sonra nerelere gideceğini hesap edemedi ve her durumda faşizmden, ayrımcılıktan karlı çıkacağını sandı. Suriyeliler gelene kadar karlı da çıktı. Ta ki son Suriyelilere saldırılara kadar. Maraş katliamı yada 6-7 Eylülle övünen sağcılar, bu olaya sahip çıkmadığı gibi, suçu solculara da atamadı. (6-7 Eylül'de atmayı denediler. Aziz Nesin'in Salkım Salkım Asılacak Adamlar, kitabını okuyun.) Z partisinin hedefi de göçmenleri göndermek değil, alt sınıfta tutmak. Hükumet sagari ücreti bu kadar düşük tutarken, Suriyeliler ve Afganlar başta olmak üzere göçmenlere güvendi. Bence bu maaşa onlar da çalışmaz. Bu belirisin faşizan öfke bir yerlerden patlayacak.

3)Düşük ücretler ve sefalet: Bu asgari ücrete Suriyeliler ve Afganlar da isyan eder ve sefalet içindeki göçmenler, dönmeye çabalayacaklardır. Memleketlerine dönüp, gurbetteki yaralarının izlerini silmeye çalışacaktırlar.

4)Suriye'nin yeni rejiminin halkını istemesi. İtiraf ediyorum, şu yazıyı yazarken savaşı Esat kazanacak sanıyordum:

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/eysan-diplomasisi-ve-suriyeliler.html

Esat konusunda yanıldığımı kabul ediyorum. Değişmeyen şey şu ki, yeni rejim de halkını isteyecek. İnsansız bir ülke kalkınamaz. Yeni rejim bir de Sünni çoğunluklu ve Sünni Araparın çoğunluğu da Türkiye'de. Rejim olarak kendi halkını isteyecektir.

Neden gitmeyecekleri üzerine de aklıma şunlar geldi:

1)Savaş kesin bitmemiş olması:  Afganistan'da son Rus askeri, ülkeyi 1988'de terk etti. Buna rağmen Muhammed Necibullah rejimi 1992'e kadar iktidarda kaldı. Gerçi bu iktidar, ülkenin %15'i kadardı, kalanı mücahitlere aitti. 1992'de Necibullah, her diktatör gibi delirip, kendisinin ve Rusların en büyük destekçisi Özbeklerin lideri Raşit Dostum'a (Abdülreşit Dostum adını da kullanır) ihanet edince, Raşit'in kontrolündeki Özbekler, karşı cepheye geldi ve Kominist Necibullah rejimi yıkıldı ve savaş bitti mi? Ne gezer? Bu sefer de yedi büyük mücahit grubu birbiriyle savaştı. Necibullah'da İngiliz elçiliğine sığındı. Taliban tarafından döve döve öldürülüp, asılıp, üzerine de parça parça doğrancağı 1996 yılına kadar İngiliz Kültür Merkezinde, İngilzce kitaplar okuyup, uydu kanallarından televizyon izleyerek geçirdi. Bu dönemde iç savaş daha çok başkent Kabil ve çevresinde sürdü. 1996'da bir grup medrece öğrencisi, yani talebesinin kurduğu nTaliban, ülenin büyü bir kısmını ele geçirdi. Dört yıl boyunca Kabil'i paylaşamayan mücahitler, ülekin kuzey doğusuna sığıştı. 2001'de Taliban orayı da aldı. Konuyu Suriye'ye bağlayacak olursam, iç savaşların, ülkeler arası savaşlar gibi birden bitmez, hatta bittikten sonra da izleri devam eder. Ynanistan iç savaşı 1949'da bitti ama 1967'de sosyal demokratların iktidara gelecek ve sonrasında koministler rahat edecek gibi olunda, albaylar darbesi oldu. İç savaşların açtığı ayrımlar, kolay kapanmaz. İç savaşların kesin bitişi çok belirsizdir.

2)Mevcut iktidarın göçmenleri göndermek istememesi: Kapştalşzmin temel ihtiyacı ucuz işgücüdür. Yerli nüfus artışı, kapitalistlerin iştahını kapatıyor. Teşviklerle doğan çocuklar da el bebek, gül bebek büyütülüp, ucuz işçi olmuyorlar. İşin kötüsü, kimse de ucuz işçi olmak için göç etmiyor.

3) Kurulu düzenler ve alışkanlıklar: Kimi on üç yıldır burada olan, burada doğmuş ve-veya büyümüş bir nesil var, bir kısmı Arapça bilmiyor. Bilseler bile, gurbetçilerin Almanca ile karışık Türkçesi gibi, Araplara komik gelecek bir Arapça konuşuyor olmalılar. Bir de burada iyi gelir elde etmeye başlaış insanları düşünün. Henüz neyin ne olduğu belli olmayan Suriye'ye dönmeyi pek çok kişi de istemeyecektir.

4)Arap ülkelerindeki erkek egemenlik: Lazkiye ve Tartus plajlarında bikinili kadınların görüntüsü sizi aldatmasın. Türkiye dışında İslam ülkeleri, küçük bir zengin azınlık haricinde aşırı erkek egemendir. O kadar ki pek çoğunda tecavüz, fiilen suç değildir ve doğrudan zina suçlaması yapılır. Erkek beline, kadın göğsüne kadar gömülür ve erkek, recm öncesi kaçar. Genelde böyle olur. Karısını döven yada öldüren erkelerin ceza almaması da normaldir. Türkiye'nin her yerinde aynı kültür olmadığı gibi, aynı ahlak zihniyetinde de değil. Pek çok Suriyeli kadın, Suriye çok iyi durumda olsa bile gitmeyecektir.