6 Nisan 2017 Perşembe

BATI DÜŞÜNCESİNDE DÖNÜM NOKTASI  
Bu kitaptan bana ilk bahseden, üniversitede lisans dönemindeki hoca Yardımcı doçent Yılmaz Soyer olmuştu. Sınıfta ders anlatırken, gençliğin kitapları okumaktan ziyade, koltuk altında gezdirmesinden şikâyet etmişti. Saydığı kitaplar arasında Fritjof Capra’nın Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası kitabı da vardı. O kitap okunsa, Türkiye’nin çok değişeceğini söylemişti. Kitaba bir kasaba kütüphanesinde denk geldim ve okudum.
Kitap, Avrupa’nın gelişiminde kilisenin, özellikle de her türlü gerilemeden sorumlu tutulan Roma Katolik kilisesinin, gelişmeye katkılarını konu edinmiş.  Düz tarih okuyan birine bu komik gelecektir. Galile’ye zorla dünya düzdür dedirten, Buruno’yu diri diri yakan Roma kilisesinin Rönesans, Reform ve Aydınlanmaya ne katkısı olabilir? Oysa gerçek, Platon’un idea evreni gibi düşünce ile anlaşılabilir.
Mesela Rönesans’ın 4 büyük sanatçısı (Leonardo, Mikelangelo, Rafael, Donatello, ayrıca evet, Ninja kaplumbağalar), en önemli işlerini kilise adına yapmışlardı. Hatta Vatikan askerleri halen Mikelangelo’nun çizdiği elbiseleri giymekte. Kapitalizmin gelişmesinde de Vatikan’ın ve kilisenin etkileri göz önüne alınmalı. Modern havale sistemini kuran Tapınak şövalyeleri, 1314’de yok edilene kadar Roma’ya bağlıydı. Vatikan bankası, halen dünyanın en büyük bankalarındandır. Oxford, Cambridge, Sorbon gibi ünlü üniversiteler de, kilise okulu olarak eğitim hayatlarına başladılar. Descartes gibi aydınlanma dehaları, Cizvit koleji mezunudur. Gutenberg’in matbaasının gelişmesi, kilisenin incili çoğaltma ihtiyacı sayesinde olmuştur. MBA mastırını halen Vatikan verir. Genetiğin kurucusu Mendel’de bir papazdı. Pek çok icat, gene papazların icadıdır. Bir toplum ilerlerken, en gerici kurum da kendisinden bir katkıda bulunur.
Bu kitabı okuyan Türk sağcısının sonucu bellidir. Din, ilerlemeye engel değildir. Hem softa, hem de âlim olabiliriz, Japonya misali özümüzü kaybetmeden kalkınabiliriz vs vs. buraya bir parantez açayım. Özellikle 12 Eylül rejimi biz 70’li yılarda doğanlara Japonya’yı örnek model olarak beynimize kazıdılar. Geyşalık adı altında fahişeliği yücelten, dünyanın en büyük porno film sanayilerinden birine sahip, hele de hentai adı altında çizgi pornolarıı üreten tek ülkedir. Bakirelik dâhil, bizim cinsel tabularımızın hiç biri Japonlarda yoktur. Kadın ve erkelerin beraber yıkandıkları hamamları vardır. Yakuza denen devasa ve devlet destekli mafya grupları vardır. Japonların 1868’den sonra kabak çiçeği gibi açılıp, Batılılaşıp, sanayileştiği ise bir yanılgıdır. Portekizliler, ülkeye Hristiyanlığı yayınca, ülkedeki yabancıları kovmuşlar,  Japonların ülke dışına gitmesini, ülke dışındaki Japonların da ülkelerine dönmelerini yasaklamıştır. Japonlar, birkaç limandan ve sadece Hollandalılarla da olsa, Avrupa bilim ve tekniğini alıyor; porselen, pirinç şekerlemesi ve ipek olmak üzere önemli bir ihracat yapmaktaydılar. Hollandaca öğrenerek, batı sanat, felsefe ve bilimini takip etmekteydiler. Öyle ki Kant’ı Ruslardan ve Osmanlıdan evvel tanımışlardı. 1868’de, Türkiye’e kadar, hatta Türkiye’den büyük bir harf inkılabı yaptılar. Beş binden fazla karakteri yazılarından attılar. Avrupa dillerinden bazı sesleri alabilmek için yeni karakterler ürettiler. Öyle orta çağ yazılarını aynen korumadılar. Yani onlarda da atalarının mezar taşlarını okuyamama durumu var. Okuma demişken, Japonya’da tarih boyunca okuma yazma, erkekler arasında askla %40’ın altına düşmemiş. Japonlar kendilerine özgü bir sürü akıl hastalığı olan, 15-45 arası erkeklerde intiharın 1. neden olduğu, nüfusuna oranla en fazla intiharda 10. sırada olan bir ülke. Sağcılar, sırf devasa bir sanayisi var diye, bize ancak bu ülkeyi örnek gösterebiliyorlar. Çünkü örnek gösterebilecekleri bir Müslüman ülkeleri yok. Japonya parantezini burada kapatıyorum.
Peki, çıkarılması gereken sonuç ne olmalıdır, naçizane fikrimi, kitabı da anlatarak devam edeyim. Kitaptan anladığım kadarı ile Vatikan, bilim ilerledikçe, bilime karşı direnişi zayıflamış. Bir de mezhep kavgasını kaybettikçe, mezheplerle barışmaya çalışmış. Kitapta en fazla bahsedilen kişi Leibniz. Filozof, matematikçi, fizikçi ve biyolog olan Leibniz’in,  Hristiyan ilahiyatı için de önemli biri olduğunu anlıyoruz. Devrinin hemen her bilimiyle ilgilenmiş ve dokunduğu her bilime önemli katkılarda bulunmuş birisi. Katolik ve Protestan ilahiyatlarını uzlaştırmak ve ortak noktalarını bulmak için uğraşmış.

Bu kitap niye okunmalı? Sağcılar tamam da solcular neden okumalı sorularını cevaplamaya çalışacağım. İyi bir kitabı okumanın sağı-solu yoktur. Avrupa aydınlanmasını her yönü ile anlamak zorundayız. Bizim halen her alanda geri kalmamızın sebebi, bu aydınlanmayı başaramamış olmamızdır. Bu aydınlanma, sanayileşme sürecinde din kurumunun hep muhalif ya da pasif olduğunu düşünmek, ahmaklıktır.
ZİYA GÖKALP ÜZERİNE 
            Ziya Gökalp, tarihimize damga vurmuş biridir. Türk milliyetçiliğinin kurucu teorisyenidir. Yazdığı kitapların çoğunu okumuşumdur. Neredeyse hepsini diyeyim. Malta mektupları ve Felsefe dersleri hariç. Mesela 9 ciltte toplanmış makalelerini, Türkçülüğün Esasları ve Türkçülükle ilgili diğer kitaplarını, şiir ve destanlarını. Kendisi son derece verimli ve üretken bir yazar olmuş, hayatı boyunca.
            Sosyolog olarak yaptıkları, Durkheim’ı Türkçeye çevirmekten ibaret olmuş. Durheim’ı ve onun sosyoloji dergisinden makaleleri bir bir çevirmiş, kendi kitaplarında Durheim’dan örnekler vermiştir. Onun uzak Okyanusya adalarındaki halkla ilgili yazılarını bile Gökalp’in makalelerine bulabilirsiniz. Durheim’ın Solidarite, yani dayanışmacılık ideolojisini bile bire bir benimsemiştir. Orijinal fikri yoktur, Durkheim’ı, Türk milliyetçiliğine uyarlamıştır.
            Yazdığı destanlar muhtemelen tamamen ya da yüzde doksa- doksan beş oranında uydurmadır. Ona göre Kazak, kaçmaktan, Kırgız, kır gezmekten gelmiştir. Kazak hanı haremindeki kırk kızı pikniğe götürmüştür. Göle parmağını değdiren kırık kızı tanrı hamile bırakmıştır. Böyle bir sürü tuhaf hikayeyi destan diye anlatır ve bu hikayeler, ondan, daha doğrusu Selanik Genç Kalemler dergisindeki köşesinden başka yerden yayımlanmamıştır. Aklıma gelmişken, Gökalp’in muhtemelen Durkheim’ın dergisinden aldığı bazı okyanus adası yerlilerinin adetleri hakkında da, başka kaynak yoktur. Bazı yerlerde şamanların kadın gibi giyinip, kadın gibi cinsel ilişki kurduklarından bahseder ki, ben bu bahsi de başka kaynaklarda bulamadım.
            Bir de Ziya Gökalp’in milliyetçilik düşüncesi vardır. Aslında Türk milliyetçiliği onun çizdiği rotada ilerlemiş olsa, belli bir mesafe kat edebilirdi. Milliyetçiliğinde sorun, çok fazla din ağırlıklı olmasıdır. O kadar ki, gayrı Müslümlerin seçme seçilme hakkı olmasını istemez. Buna rağmen ölümünden doksan sene sonra sağcı gençler, ona ateist diyebilmekte. Kitap okumayan sağcıların, Tevfik Fikret ile karıştırma ihtimalleri yüksektir. Millet kelimesinin Arapça kökünde din demek olması da olayın başka bir yönü. Millet kelimesini Türkçeye sokan Namık Kemal ve arkadaşları da, ırk değil, din kardeşliğini kast ediyorlardı. Bu olay, toplumumuzdaki din olgusunun, kimlik belirlemedeki ağrılığını göstermektedir. Turancı olmasına rağmen, tehlikeli askeri maceralara karşıdır. Muhtemelen 1. Dünya savaşındaki maceralardan ders çıkarmıştır. 1. Dünya savaşı süresince, görünüşte sıradan bir milletvekili ve İstanbul üniversitesi (Darül Fünun) Sosyolji profesörüdür. Hatta Dünyanın 3. Sosyoloji bölümüdür. Gerçekte sosyolojisi, Durheim çevirilerinden ibarettir ve özellikle 1912-13 Balkan bozgunundan sonra İttihan ve Terakki’nin bir numaralı teorisyenidir. Balkan savaşında parti, giderek İslamcılık ve Osmanlıcılıktan uzaklaşıp, Türkçülük teorilerine yaklaşmıştır. Enver paşanın Irak ordusunu yalnız bırakarak Bakü’ye yönelmesi ve 1.Dünya savaşı yenilgisi sonrasında Orta Asya’ya Turan’ı kurmaya gitmesi ve Tacikistan’da ölmesi de Ziya Gökalp’in etkisidir. Savaştan sonra Malta sürgünlüğünün de etkisi ile siyasi maceralardan uzak kalmış, CHP ve Atatürk’ü fikirleri ile etkilemek yerine, Atatürk’e göre fikirlerini yenilemiştir.

            Yeni nesil, daha doğrusu nesillerdir okumadığımız pek çok yazar gibi, Ziya Gökalp’i de yeniden keşfetmeliyiz.

26 Mart 2017 Pazar

TURAN DURSUN ÜZERİNE
            Turan Dursun’un adını öldüğü zaman öğrendiğimi itiraf edeyim. O zamanlar lisedeydim, kafamın içi her açıdan karmakarışıktı. Doğu Perinçek ve ekibi o zamanlar Maoist ve Kürtçüydü. O grubun amiral gemisi sayılan 2000’e Doğru dergisi haftada iki bin civarı ancak satsa da, sansasyonel haberleri ile meşhurdu. O zamanlar Perinçek, öyle Atatürkçü falan değildi. Hatta Atatürk düşmanıydı, ona küçük burjuva devrimcisi falan derdi. Onu ve dergisini sevmezdim. Turan Dursun’a karşı ilgim de, öldürüldükten sonra başladı. Hiçbir kitabını satın almadım, hepsini de okudum. Dost kitap evinde, eski merkezinde, şimdiki TMMOB merkezi olan yerde, ayakta okudum. Gerçi ben orada Dean Connz, Stephan King romanları başta olma üzere pek çok kitabı da böylece okumuştum. Pek çok bölümü hafızamdadır. Sabiilerle ilgili olarak bir şeyler yazmıştım. Şimdi de Din Bu başta olmak üzere kitaplarını yorumlayalım.
            Din Bu kitap serisinde konu bütünlüğü yok. Özünde 2000’e Doğru başta olmak üzere, dergilerdeki yazılarından toplama bir kitap. Bu sebeple biraz da derleyip, toplayıp, sıraya koyanlara ait bir kitap olmaktadır.  Sabiiler ile ilgili yazılarından bahsetmiştim. Burada ondan bahsetmeyeceğim. Öbür türlü hatırladığım kadarı ile bir eleştiri yazacağım
            En başta eleştiriler, bilimsel olmaktan çok, popülist bir yapı taşıyor. Mesela bir bölümünde Zerdüşt dinin çok övmüş, onu sosyalist ya da eşitlikçi bir ideoloji gibi gösteremeye çalışmış. Oysa bu din, zengin İran krallarının ve aristokratlarının diniydi. Halife Ömer devrinde, Sasani sarayından deve yükü ile elmas çıktığını anlatılır. Yani bu din öyle eşitlikçi ya da eşitlikçi bir din değildi. Pek çok yazı da din kavramından çok, İslam kavramına karşı gibidir. Müftülük makamından, ateistliğe geçişte böyle olması anlaşılabilir bir durum. Dursun’un diğer ateist yazarlardan daha çekici olma sebebi de bu.  Ara ara bunu abarttığı da oluyor.
            Kaynak olarak Sünniliğin sağlam dediği hadislere yer vermiştir. Bence hadislerin, o Kütüb-ü Sitte (altı kitap) denen ve en sağlamı Buhari’ye ait hadislerde dâhil, hadislerin %99 uydurmadır.  O hadislerin hepsi gerçek olsaydı, peygamberin halen yaşıyor olması gerekirdi. Yaşamı her an kayıt altına alınmış kişiler için bile bu kadar anı yazısı yoktur. Altıya da yedi büyük hadis kitabında sadece 293 hadis ortaktır. Buhari,  sözüm ona (kendi ifadesi ile ) altı yüz bin hadis derlemiş, 2762 tanesini kitabına almış. Bir de bunu şehir şehir dolaşarak yapmış. Bağdat’da yüzlerce hadisi karıştırmışlar, anlatmış, sonra yüz kadar kişiye, özellikle hatalarını söylüyor. 17 bin hadis okumuş, hem de ezberlemiş, 6-7 gün aralıksız hadis okumuş. Kısaca çok abartılıdır. Mantık dışıdır. (İlgili internet kaynağı: http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/213779/buhari-analizi )
            Mantık dışı olan diğer bir şeyde, hadislerin, peygamberin ölümünden yüz sene sonra yazılmaya başlanması, yüz sene kadar da derlenmesi, hadisleri gerçek dışı yapmaktadır. Bu süreçte Kerbela katliamı başta olmak üzere katliamlarla, peygamberin ailesi ve pek çok dostu ve akrabası katledilmiş, Kerbela sonrası, Medine şehrinin yakılıp, yıkılması ile pek ok dostu öldürülmüşken, bu daha bir mantık dışı olmakta. Pek çok hadiste, peygamberin yaşadığı çağda icat edilmemiş ya da Arap yarım adasında bilinmeyen şeylerden bahsedilirken. Kendisi, tüm hadisler gerçekmiş gibi anlatır, onardan da peygambere en çok saldırabileceği hadisi ele almakta.
            Din bu serisinde böylesi rivayetlerle dine sıkça saldırmakta. Mesela Hristiyanların kabul ettiği İskenderiye kütüphanesinin yakılması hadisesi, asında İslam’dan üç yüz küsur yıl önce olmuştu. Buna rağmen bu olayı abartıp, dramatize ederek, birkaç yazıda yazmıştır. Ben, Dursun’un yazdıklarını taki ettikçe, peygamberin hayatına ait pek çok olayın rivayet olduğunu öğrendim. Mesela bir Alevi dedesi olan Ali Bektaş, Her Yönüyle Alevilik adlı kitabında, peygamberin hazreti Hatice’den sonra evlenmediğini iddia eder. Buna delil olarak, Hatice’den sonra çocuğu olmamasını gösterir. Dursun, peygamberin Ayşe ile çok erken yaşta evliliği ile, evlatlığının eşi ile evliliği üzerine saldırır. Sünni İslam kaynakları bunları yalanlamadığı gibi de, savunmaz. Kendisi de öncelikle onlara saldırır ve suikast ile öldürülür.

            Eseri sağlam bir bilimsel ve felsefe temeli yoktur.  Zaten dergi yazılarıdır, bu dergi de iki bine doğru gibi sansasyon dergisidir. Gelgelelim Sünni İslam, Dursun’a cevap yazmak, ya da reform yapmak yerine, onu katletmiş, kendi kara çukuruna gömülmüştür. Öldürülmesi, onun etkisini arttırmıştır.

19 Mart 2017 Pazar

ÖMER SEYFETTİN HİKÂYELERİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ
            En başta bu yazının fikrinin ekşisözlük sitesinden alındığını belirtmek isterim. Amacım bu eleştirileri derli, toplu hale getirmektir.
            Ömer Seyfettin, yetmişli yıllarda doğmuş, seksenli yıllarda çocuk olmuş ve şu zamanlarda (2017) kırklı yaşlarında olanların çokça okuduğu yazardır. 12 Eylül rejimi, ders müfredatını bolca Türk-İslam sentezini boca etmişti. Bu rejim için en ideal yazar, Ömer Seyfettin’di. Turancı, Irkçı ve İslamcıdır. Kısa paragraflar halinde yazılmış olması, Ömer Seyfettin’i çocuk edebiyatı yazarı yapmaz.
            Beyaz Lale öyküsü, düpedüz nekrofili, yani ölü ile cinsel ilişki içerir. Bulgar subayı, terk edilen kasabada kızıl saçlı, beyaz tenli Lale hanıma tecavüze kalkar. Kadın kendisini öldürür ama subay, kadınla buna rağmen tecavüz eder. Öykülerinde çokça bir sapıklık ve canilik vardır. Bomba adlı öyküde, kadının bomba diye korktuğu kutudan, kocasının kellesi çıkar. Bir başka öyküde de rüyasında erkek olup, sevdiği kızı alan kızı anlatır.  Belki de Türk edebiyatında lezbiyenliğin ilk işlenmesidir.
            Eserlerdeki şiddet ve terörse özellikle çocuklara sakıncalıdır ve pek çok kere de bu şiddet ve terörü yaratanlar, bizzat çocuklardır. Pirimo Türk Çocuğu’nda, Türkçe bile bilmeyen çocuk, İtalyan annesine karşı çıkar, ben Türko diye. Birinci bölüm böyle biter. İkinci bölümde ise, Selanik şehrinin Yunanlılara teslimiyetini hazmedemeyen çocuk, babasının tüfeği ile sokağa ateş eder. Kaşağı ve Mıstık gibi hikâyelerinde de çocuklar, çok ağır pişmanlıklar ve travmalar yaşar.
            Bir de bütün bu yazılanları Ömer Seyfettin’in çocuklar için yazmadığı gerçeğini ortaya koymalı. Gerçi Seyfettin’in sağlığında çocuk edebiyatı kavramı, ülkemize uzaktır. Ülke olarak edebiyatı bile yeni tanımakta olduğumuz yıllardır. Okuma-yazma oranı, hem okuyabilir, hem de yazabilir olarak (Osmanlıcada çoğu kişi sadece okuyabilir seviyesindedir) en iyimser olarak yüzde üç civarındadır. Seyfettin’in amacı, özellikle Balkan yenilgilerinin tarihi başta olmak üzere tarih edebiyatı yapmak ve halkı milliyetçilik konusunda bilinçlendirmektir. Çocukların psikolojik durumu gibi şeylerse o döneme uzaktır. Üstelik Balkan, 1. Dünya, Girit vb yenilgiler, savaşlar ve toprak kayıpları, halkın üzerinde o kadar çok travma yapmaktadır ki, okuma ile edinilecek travma, insanların aklına bile gelmez.

            Bu çağın çocuklarını Ömer Seyfettin hikâyelerinden, en azından büyük çoğunluğundan uzak tutmalıyız. Kısa paragraflar halinde yazılması, kahramanlarının bir kısmının çocuk olması, onu çocuk hikâyesi yazarı yapmaz.
BİR GELECEK BİLİMCİ (FUTURİST) VE FANTASTİK DEHA OLARAK JACK LONDON
            19. Yy sonu,  20. Yy başında yaşamış bir deha var ki, on özellike anlatmak gerekiyor. 1876-1916 arasında yaşamış olan Jack London’un en çok bilinen ve satılan eseri Vahşetin Çağrısı’dır. Evcilken vahşileşen bir köpeğin hikâyesi vardır. Genelde Alaska, Okyanus adaları ve Amerikan işçi ve de serseri sınıfının öykülerini anlatır. Bense onun gelecek bilimci ve fantastik edebiyatına katkılarından bahsedeceğim.
            Demir Ökçe efsanesi ile başlamamak ayıp olur. Bu roman, tüm disütopyaların atası sayılır. Huxley, Demir Ökçe’yi okuduktan sonra Cesur Yeni Dünya’yı yazmaya karar vermiştir. Roman, bir disütopya olmaktan öte, gümbür gümbür gelen faşizm karşı bir imdat çağrısıdır. 1914’de bile pek çok Avrupalı aydın, özellikle pozitivistler ve sosyalsitler, barış dolu bir dünyayı görürken, o zorba ve milliyetçi devletleri görür. Kitap, 1908 gibi, hele de Amerika gibi bu tip faşist devrimlere uzak olan Amerika’da yayımlanır. London’ın en önemli siyasi romanıdır. Sosyalizme ve solculara karşı öfkeyi, MC Carty dönemini, 1917 Ekim devriminden önce ön görmüştür. Ekim devrimini değil, o devrimin tüm Avrupa’ya yayılmasına engel olan faşist-milliyetçi havayı görmüştür.
            Kızıl veba hikâyesi, karamsar ütopyaların öncüsüdür. Bütün dünya, gizemli bir mikrobik hastalık, 20. Yy’ın başlarında ortaya çıkan buharlı teknoloji (tren, vapur vb) ve uçaklar sayesinde hızla yayılır. Bir aşı bulunsa da artık çok geçtir. İnsanlık nüfusunun %99’dan fazlası öldüğü için, medeniyette çöker. Buhar ve içten yanmalı motor teknolojisi bitmiş, nükleer fizik doğmadan ölmüştür. Yazı bile büyük ölçüde unutulmuştur. Yeni doğmakta olan radyo, sinema ve elektrik ki insan hayatına girmesi 1920’li yılları beklemektedir, o da doğmadan ölmüştür. Devasa şehirler terk edilmiş, yabanileşmiştir. İnsanlık, taş çağına geri dönmüş, avcılık ve toplayıcılık ile geçinmektedir. Sağ kalanların çoğu da üniversite, hatta lise mezunu bile değildir. Eğitimin çok da yayılmadığı bir çağda olmuştur bu felaket. Böylesi felaket hikâye ve romanların öncüsüdür.
            Cinayet Şirketi’ni de anmadan geçmeyelim. Roman, Sinclair Lewis’den aldığı roman taslaklarından biriyle yazmıştır bunu. Bu, müşterileri ile kendi irtibata geçen kiralık katiller topluluğudur. Öldürecekleri kimsenin topluma sakıncalı kimseler olmasını da şart koşarlar. Olayın kahramanı, şirket başkanını kendisinin öyle olduğuna ikna eder. Öykü, Kafka tarzında devam eder.
            En çok bilinen fantastik romanı Adem’den Önce’dir. Evrim teorisinin modern bir insanca anlatımıdır. Sıradan bir modern çağ insanı, rüyasında atalarının evrimden önceki maceralarını görür. Bir hikâyesinde de görünmezliğin formülünü bulan 2 arkadaşın hikâyesi anlatılır.

            Fantastik edebiyatın dışında da, çok eseri olan Jack London, gençliğin mutlaka keşfetmesi gereken yazarlardandır.
YANLIŞLAMA, DİNLER VE LİBERALİZM
            Poper üzerine düşünürken, yanlışlamanınçok da orijinal ve çok de bilimsel olmadığını fark ettim. Bu konuyu bilenler, Popper’ın evrimci olmasına rağmen felsefesinin evrime karşı en büyük silah olduğunu hatırlayacaktır. Ekşi sözlükteki bir yazıdan, böylesi bir saldırının çok da yeni olmadığını anladım. Biri şöyle diyordu. Bilim adamları yüzlerce teori geliştiriyor, binlerce deney yapıyor, on binlerce gözlem yapıyor, ama dinci tek bir yanılgı ile bilimi yok ediyor. Koca bir bilimsel tez, tek hata ile çöpe gidiyor. Dinin ise böyle bir derdi yok. Nasıl olsa her şeyi metafizik! İspat diye bir dertleri yok.
            Liberalist-kapitalist ekonominin ise böyle bir derdi yok.  Kapitalistler, darbecileri m desteklemiştir, Alman sanayicileri Nazileri mi desteklemiştir, liberalizme karşıdır bu. Nasıl düzelecektir, ekonominin gizli eli ile. Kusura bakmayın da, ekonominin gizli elinin insanlara refah sağlama ihtimali, Türklerin Turan’ı, Sosyalistlerin evrensel devrimlerini yapmaları kadar uzaktır. Kapitalim buna rağmen halen dünyaya egemendir. Çünkü kim olursan ol, köşe dönebilme imkânı sunar kişiye. Zaten dünyaya egemendir ve kendisini ispat ihtiyacı hissetmez. Dünyaya egemen olması ve buna devam etmesi, ispatıdır. 1990 yılında Rusya merkezli sosyalist-komünist bloğun çöküşü de, sosyalizme karşı kendilerince yeterli bir ispattır. Milyarlarca inananı olmasının, dinlerin doğruluk ispatı olması gibidir.
            Oysa saf Kapitlaizm, İskoçya Maliye ve Gümrük Bakanlığı yapmış Adam Simith tarafından bile uygulanmamıştır. İngiliz kumaşları, İskoç tekstil sanayini zarara sokunca, İngiliz kumaşlarına yüksek vergi getirilmiştir. Kapitalist iktisatçıların karşı çıktığı sosyal politikalar, kapitalizmin asıl kurtarıcısıdır. Fikrimce insanlık tarihinin bu aşamasından sonra devleti yok etmek bir yana, küçültmek bile imkânsızıdır. Libaralizmin arzuladığı, adliye, polis, belediye ve ordudan ibaret, geriye kalan tüm sağlık-sosyal güvenlik-altyapı, eğitim, finanas vb işlerinin özel sektör sektörün yapacağı kapitalist devlet de imkânsızdır. Bin dokuz yüz doksan ve iki bin on arasındaki seri krizler, dev şirketleri zor durumda bıraktı. Şimdilerde ceo ya da başkan denen genel müdürleri, özel uçaklarına atlayıp, Beyaz Saray’dan destek istedi. Tabi sosyal güvenliğe devlet bütçesinden para ayrılmayan A.B.D’de halk tepki gösterdi. Müdürlerin olaya tepkisi, bir sonrakine tarifeli tren seferleri ile gitmek oldu. Devletin tepkisi de o desteği, ülke içinde yatırım yapma şartı koymak oldu. Kapitalistler ise, devletin parasının devasa holdinglerin kurtarılmasına değil de, ülkede yatırım yapma şartına kafayı taktı. Oysa politikacılar da haklıydı. Ödediklerin vergilerin Tayland ya da Brezilyalılara maaş olarak gideceğini bilmek, seçmenlerin çok da hoşuna gitmeyecek gerçeklerdir.
            Bir de,  bir küçülme kararı ile on-yirmi bin işçiyi çok kolay işten çıkaran dev şirketlerin genel merkezlerinde ne biçim bir safa sürüldüğünü anlamak için, Şeytan Marka Giyer adlı romanı okumanızı tavsiye ederim.
            Kapitalist yazarlar, Keynes’in deyimi ile kapitalizmi yaşatma derdindedirler ve ideolojik ayrıntıları çok da önemsemezler. 20. Yy’da Avrupa’da işçilerin aldıkları haklar ve yüksek maaşlar, Komünizm korkusundandır. 1990’da Rus rejimi yıkılınca da o hakları geri alma çabasına girdiler.
            Kapitalistlerin halen anlamadığı şudur. Bir toplumda eşitlik değilse bile belli bir standart yoksa o toplumda özgürlük yoktur. Diyorsunuz ki devlet, özel mülke saldıranları korusun ama o insanların neden saldırdığını araştırmasın. Burada da ikiyüzlülük vardır.  İşçilerin hak mücadelesine ya da yasal sosyal güvenceye karşıyken, sadakadan yanadırlar. Hatta bu sadakanın devletin, hele ki kapitalistleri koruyan sağcı partinin yapması daha iyidir. Böylece işçileri düşük ücretle, sendikasız, sigortasız ya da sigorta bedelini de devlete, hatta işçinin kendisine ödetmeye devam ederek, düzeni sürdürebiliriz.
            Sırf iktidarda ve güçlü olduğu için kapitalizm kendisini o kadar kaptırmıştır ki, Japon asıllı Amerikan yazarı Fukuyama, tarihin sonu de demektedir. Yazıldığı dönemde meşhur olan makalesi de birinin sanını sıkılana kadar diye biter. Adını hatırlayamadığım bir yazar da Fukuyama’yı kast ederek, Osama Bin Ladin’in canı sıkıldı demişti. Şu an Amerika tek güç değil, Rusya, Çin, Hindistan ve onlarca ticari rakibi var. Eskisi gibi tam serbestlik olsun diyen iktisatçı kalmadı. Yok, Çin, çocuk işçi çalıştırıyormuş, yok Hindistan havayı kirletiyormuş diye söylenmekteler. Sanki batıda kapitalizm böyle kurulmamış.  Kapitalizm omurgasız ve omurgasızlığı ile omurgalı ideolojilere hadi yanlışla diye saldırıyor. Bunlara Atatürkçülük de dâhil.

            Bu dönemde ise kapitalizm, herkesin kapitlaist oldu bir çağa geliyor. Poper’ın Yahudi geninden dolayı korkudan kaçtığı NAZİ vahşetine yorum yapmayıp, Avrupa’yı Nazilerden kurtaran Sosyalizme laf etmemesi gibi, Kapitalizm de kendisini yıkacak bencillik ve bireysellik çağına laf etmeli. Omurgasızlığı artık dev kapitalistleri ya da kendisini dev aynasında gören kapitalistleri de vurmakta.

8 Mart 2017 Çarşamba

ZEKİ VELİDİ TOGAN’IN ANILARI ÜZERİNE
      Ergenliğimin kısa da olsa bir bölümünü Türk milliyetçisi, hatta en ucunda geçirdim. Bu yıllarda pek çok milliyetçi kitap, Zeki Velidi Togan’ın anılarından bahsetmekte, ondan atıflar yapmaktaydı. Derken bir gün bir sahafta denk geldi ve aldım. Rusya’dan gelen, Başkurt kökenli, Türk tarihçisi ve milliyetçisinin anılarına karşı merakım artmıştı. Bayağı hacimli bir kitap olmakla beraber, kendimce önemli noktalarını anlatayım.
        En başta bilim adamlığına laf edecek değilim. Savaşın tam ortasında bile etraftaki tarihi eserlerin kaydını tutuyor, tarihi kitapları topluyor. Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’i, Arap diplomat ve seyyah İbni  Fadlan’ın seyahatnamesi başta olmak üzere pek çok eserden onun sayesinde haberdarız. Tarih yazımı, kendi anıları da dâhil olmak üzere kronolojik gerçekliğe uymasına dikkat edilerek yapılıyor. Yalan söylemesi, olayların nedenleri,  savaşırken, yenilgi belli olunca, tabana kuvvet kaçıp, taraf değiştiriyor.
            Anılarının büyük bir kısmı 1917 Şubat devriminde Menşevik devrimine kadar olan bölümünü anlatıyor. Çocukluğundan itibaren okuma şevki ile yanıyor ve bu uğurda evi terk ediyor, bolca eğitim alıyor, en nihayetinde medrese hocası oluyor. Pek çok kitap yazıyor, en ünlüsü Türk Tatar Tarihi ona şöhreti getiriyor. Kendisi bir Başkurt. Kendi de itiraf edeceği üzere, tarih efsanesi olmasına rağmen, en az bildiği tarih, kendi tarihi. Başkurtlar, adları Heredot başta olmak üzere eski Yunanlıların Bashir dedikleri çok eski bir topluluk. Orta Asya-Sibirya dolaylarından çok eskiden göç etmişler. Dilleri Tatarca’ya çok benziyor, şu zamanlarda (2017), Sovyet devrinden kalma özerk cumhuriyetleri var. Bu özerklik, Putin devrinden beri kâğıt üzerinde. Putin’in partisi, Rusya’yı 8 bölgeye ayırmış durumda. Bu 8 başkanı, Rusya devlet başkanı atıyor ve bölge başkanı, bölgesinde tam bir egemenlik sahibi. Onun onayı olmadan, özerk cumhuriyetin kararları uygulanamıyor. Bölge başkanı, bölgedeki özerk bölge ve cumhuriyetleri ve diğer yönetim birimlerini kurmak, yok etmek, sınırlarını değiştirmek ve benzeri konularda sınırsız yetki sahibi ve sadece Rusya devlet başkanına karşı mesul. Başkurdistan özerk cumhuriyeti de Urallar bölge başkanlığına bağlı. Daha sonra belirteceğim gibi Togan’da bu özerk cumhuriyetin ilk yöneticilerinden.
         Biz Togan’a geri dönelim. 1917 Şubatına kadar anlattıklarında siyasi ve ideolojik bir taraf yok. Bu dönemde Buhara civarında bir kütüphaneyi Türkiye’ye, daha doğrusu İstanbul’a göndermesi ilginç. Türkiye ile ilişkileri hep olmuş. Onun dışında kendi halinde bilim adamı portresi çiziyor. Derken şubat devrimi başlıyor. Yaşadığı şehirdeki askeri birliğin isyanı bastırmasını bekliyor ama isyan askeri birliklerde başlıyor. Lenin ve Bolşeviklerin adını duyan yok o zamanlar. Geri dönüşlerle aslında en başından Başkurt siyasetinde etkin olduğunu anlatıyor. Sonra Menşevikler, yani Beyazlar arasında önemli bir Başkurt lideri ve subayı oluyor. Ciddi bir askeri birlik olarak, Kızıllara karşı önemli zaferler kazanıyor. Buna rağmen Kızıllar ciddi zafer kazanıyor. O da yenilgi kesinleşince, taraf değiştiriyor. Kızılar adına on beş ay çalışıyor. Bu dönemde cephede savaşmak yerine Başkurt hükumeti ve Başkurdistan özerk yönetimi adına çalışmalar yapıyor. Hatta bir subay okulu bile açıyor.
            Burada da başına belayı kendi açıyor. Aslında bu olayın başlangıcı 1905 yılına gidiyor. Rusya’da bir yerde yüz yıllar önce bir grup Tatar, devlet zulmünden Hristiyan olmuş. 1904-5 Rus-Japon savaşı sırasında ve sonrasında oluşan kargaşalık ve siyasi reformlar sonucu iki yüz bin kadarı tekrar Müslüman olmuş. Zeki Velidi bey de başka bir grup Hristiyan Tatar’ı, tekrar Müslüman yapmaya karar veriyor.  Askerleri ile kasabaya gidip, kiliselerini yakıyor. Kardeşlerim, artık özgürce Müslüman olarak yaşayabilirsiniz diyor. İnsanlar isyan ediyor, onlar artık gerçekten Hristiyan. Ağlayıp, dövünüp, isyan ediyorlar. Olaylar Lenin ve Stalin’in kulağına gidiyor. Her ikisi de şahsen görüşmek için, Zeki beyi yanına çağırıyor. Başına gelecekleri tahmin ettiği için, mahiyeti ile beraber Özbekistan’a, basmacıların yanına kaçıyor.
            Basmacı namları, baskın yapmaları anlamında… Baskınlar yaparak Rusları yıldırmaya çalışıyorlar. Orada zaferleri geçici oluyor. Polonya ile barış antlaşması yapan Lenin, ordularını Asya’ya sevk ediyor.  Bu dönemle ilgili anlattıklarından en önemlisi Enver Paşa ile ilgili olanı olmalı. Ona göre Enver paşa tuzağa düşürülmüştü. Etrafındaki bazı Kazak Türkmen, Kırgız ve Özbek ve Tacikler, Sovyetlerce satın alınmıştı. Oradaki bir arkadaşını da korkaklıkta suçluyor bir ara. Rus topları, sürekli seri ve acil üretim sonucu olacak, kalitesizmiş ve yumuşak toprakta patlamıyormuş. Kendisi de toprağın yumuşak olmadığı yerlerde Ruslarla savaşmıyormuş.  Kendisi ise yenilgi görününce kaçıyor. Ha, bu arada evleniyor, karısı da Özbekstan’da. Lakin yenilgi kesinleşince onu ve çocuğunu da terk ediyor.  Bu savaş ortamında da tarihçiliğe devam ediyor. Bilim adamlığından asla taviz vermiyor. Her zaman tarihi eserleri kataloglama, kütüphanelerden kayıp kitapları bulmada üzerine yok.
            İlk olarak İran’a gidiyor. Orada bir sene kadar kalıyor. Orada da tarihçiliğini yapıyor. Tarihi eser kataloglaması ve kütüphanelerde varlığı bilinmeyen kitapları ortaya çıkarma işlerine devam ediyor. Arap diplomat ve seyyah İbni Fadlan’ın seyahatnamesini buluyor. Oradan da Afganistan’a gidiyor. Bir yıl kadar da orada kalıyor. Aynı tarihçiliğini o zaman da yapıyor. Ardından da Hindistan’a gidiyor. O zamanlar İngiliz egemenliğinde olan Hindistan kavramına, Pakistan, Bangladeş, Nepal, Myanmar, hatta Sri Lanka, Bhutan, Maldivler girer. O dönemde İngilizlerin, Muhammet İkbal ile görüştürmemesine üzülür. Bu dönem de de Mevlana hakkında bir şeylerden bahsetmekte.
            Ona göre Mevlana ile Şemsi Tebrizi arasındaki duygusallıkta livata olmasa bile, libido vardır. Medreselerde parlak gençleri, tüysüz oğlanları yalnız bırakmadıklarından bahsediyor. Bu dönemde İngilizler, onun Muhammed İkbal ile görüşmesine engel oluyor, izin vermiyor. Orada da bir yıldan fazla kalıyor ve gemiyle Türkiye’ye geliyor, daha doğrusu İzmir’e. Bu yolculukta Cidde limanında beklerken, Kuran da senin dinin sana, benim dinin bana ayetinin barış dönemleri ve İslam’ın güçsüz olduğu zamanlar için geçerli olduğunu söylüyor. Be arada eklemeliyim, kitap boyunca Müslümanlığından dem vuruyor. Şamanist Nihal Atsız ile arkadaşlığı ve onunla 1944 ırkçılık Turancılık davasında yargılanmış Zeki Velidi, bu kitabını Türk milliyetçiliğin iyice İslamlaştığı 1960’lı yıllarda yazmış. İzmir limanında, Hindistan’da İngiliz vizesi ile çıkmış olmasından dolayı Türkiye’ye sokulmuyor. Kurtuluş savaşının en hararetli yıllarında, Mustafa Sagir denen İngiliz Ajanı Hintlinin Atatürk’e suikastı meselesi, hükumeti bu konularda hassas yapmış. O da kendisi Paris’e atıyor. Hemen her ayrıntıyı yazarken, Paris’ e kadar nasıl gittiğini anlatmıyor. Muhtemelen vapurla Marsilya’ya, oradan da trenle Paris’e gitmiş. Paris’te trenden inişinden bahsediyor. Birkaç temastan sonra, Türk milliyetçileri araya giriyor ve Türkiye’ye geliyor. Türkiye’ye geldiğinde, Rusya’da bıraktığı karısı Nefise’nin yeniden evlendiğini öğreniyor. Türkiye’de kendisine bir kız bulup, aile kuruyor, Atatürk’le görüşüyor, falan.

            Kitap, yazarın Türkiye anılarından bahsetmiyor. 1944 Irkçılık, Turancılık davası ya da 1934 Trakya olayları (ki Türk ocaklarının kapatılıp, Halk Evlerinin açılma sebebidir.) gibi konular yer almıyor.