21 Nisan 2018 Cumartesi

GÖNÜLSÜZCE BİR HİTLER, KAVGAM KİTABI İNCELEMESİ

1.BÖLÜM YAZMA SEBEBİM
     Önümde bir fotoğraf var. Yıl 1941, bir grup Alman çocuk, Yahudi bir kadını taşlıyor ve kovalıyor. Ari ırk masalı ile büyütülmüş çocuklar. Muhtemelen pek çoğu 4 sene sonra, son Berlin savunması için alelacele toplanan orduya katıldı. Ölmeyenler, esir oldu, esir olanlarının da yüze 90'ından fazlası köle olarak çalıştıkları Rusya-Sovyetler Birliğinde öldü. Altı buçuk milyondan fazla Alman savaş esirinden beş yüz bin kadarı, 1954'de Stalin ölünce ülkesine dönebildi. Çoğunun da anneleri, bacıları, teyzeleri falan, Sovyet askerlerinin tecavüzüne uğradı. Yaşadıkları şehirler bombardımanla dümdüz oldu.
      Şimdi bu çocuklara acımalı mıyım? Bir kaç sene öncesine kadar acırdım. Berlin'de Bir Kadın kitabını ya da Günter Gras veya Herinrich Böll'ün (veya 47'liler grubundan başka bir yazarın romanını okurken) üzülürdüm. Son bir kaç yılda yaşadıklarım ve gördüklerim bana, faşizme destek veren kitlelerin de, hatta onları iktidardan indiremeyen muhalefetin de, faşizmin suçlarına ortak olduğunu öğretti. 
        Son yıllarda garip bir akım var. Drasden bombardımanı bahanesi ile Almanlara acımak. 1945 Şubatının son günlerinde yaklaşık altmış bin insanın öldüğü bombardımana ağıtlar yakmak, internet ortamlarında, özellikle ekşisözlük'de çok moda. Teslim olmuş Hollanda'nın güzelim şehirlerine, hele de deneysel mimarinin ucubelik denecek kadar uçuk yapılarıyla dolmuş Rotterdam'a acımayıp, orta çağ Alman  kalıntıları ile dolu Drasden'e acımak, toplama kamplarında ya da Nazi bombardımanlarında ölmüş milyonlar yerine, en başından en sonuna Nazi destekçisi Drasden halkına acımak da bence Naziliktir.
           Çünkü Nazilere ya da Almanlara (veya bir şekilde faşist toplumlara) acıyanlar, aslına kendi içlerindeki faşiste acıyor, onlar için üzülüyor. Kendisi ya da kendileri de devasa ülkeler işgal etmek, sevmediği azınlıkları öldürmek istiyor. Hem de Hitler kadar vahşice yaparak. Lakin Hitler'in, Mussolini'nin, Kaddafi'nin, Saddam'ın ve onlarca diktatörün ve diktatör destekçilerinin sonuna uğramaktan korkuyorlar. Ülkelerinin bombalanıp, yıkılmasından,  esaretten, mahkemelerde hesap vermekten,  kadınlarının tecavüze uğramasından, kendi yarattıkları dehşetin kendilerine dönmesinden korkuyorlar. Sukharto yönetiminde 1965'de üç ayda beş yüz bin, bir yılda bir milyondan fazla solcu öldürenler yargılanmadıkları gibi,  aradan geçen yetmiş yıl sonra bile katliamcılar ülkede kahraman gibi görülüyor. mağdurların soylarından gelenler, siyasi haklarından mahrum,  öğretmenlik, gazetecilik gibi meslekleri yapmaları yasaklı bir halde yaşıyorlar. Üç senelik kanlı bir iç savaşta ve iç savaş sonrasında, sırf okuma yazma biliyor diye köylüleri, kilise nikahı kıymadı diye genç çiftleri katleden Franko hiç yargılanmadı. Maraş-Çorum katliamlarını yapanların çoğu ceza almadı. MOSAD, Eichman'ı ve pke çok NAZİ'yi, kulağından tutup, İsrail'e getirdi, yargıladı. Pek çok NAZİ ise hiç yargılanmadı. Hatta bazıları muhtemelen halen yaşıyor. 
      Buna rağmen NAZİ'lerin yargılanmasına üzülüyorlar, NAZİ'lerin ya da Mussolinin'nin yaptıklarını yapmak ve yaptıklarından yargılanmamak istiyorlar. Bir kısmı da olsa, zalimlerin yargılanması onları korkutuyor. Bu yüzden 12 Eylül rejimi Ülkücülerin bazılarını yargıladı ve astı, Endonezya rejimi işgal ettiği minicik Doğu Timor'u terk etti,  Franko rejimi demokrasiye geçişi yaptı vs vs.
          Dünyadaki tüm faşistler, Hitler ve Musolini'yi örnek alır, hatta sever. Biz farklı milliyetçiyiz, ithal ideoloji değiliz falan diye yalan söylerler. Giyimleri, söylemleri, jest ve mimikleri ile onları taklit ederler. Geçen yıldı galiba, dünya çapında, internet üzerinden Hitler'in doğum günün kutlayan gruba baskın yapılmıştı. İçlerinden 6 tane İsrailli Yahudi çıkmıştı. Tüm Yahudi dünyası şok olmuştu. Aslında şaşırmalarına  gerek yoktu. Onlar artık progrom denen katliam ve yağma olayları ile canlarından, mallarından olan, sürekli ülke değiştirip, vatandaşlık isteyen sefil Avrupa azınlıkları değildir. Azınlıklara haşmetle zulmeden ulus devletin çoğunluğunu oluşturan mutlu ve zengin bir kitledir. Bunların Nazizme sempati duyması, Avrupa'da yaşayan Türklerin, Avrupa'da sola, Türkiye'de sağa oy vermesi kadar normaldir.  Onlar Avrupa'da emekleri için varlıklarına katlanılan ve hor görülen göçmenler. Türkiye'de ise, üstelik sermaye sahibi ve zengin sayılabilecek kadar varlıklı, ülkenin çoğunluğu oluşturan etnik grubun bir üyesi. Avrupa'da türbanını bile çıkarmadan, Yeşillerin Ateist, Solcu ve Homoseksüel adayı için oy isterken, Türkiye'de sol, ateizmi, ibneliği yaygınlaştıracak diye yaygara koparır. Hatta Avrupa'da, belediyenin Cemevi'nin elektrik ve su parasını ödenmesini kendisi teklif eder, Türkiye'de Alevi düşmanlığı yapar. Yurt dışında grev, gösteri ve yürüyüşleri kaçırmaz, bunlar Türkiye'de olursa kıyameti kopartır. İşte Nazilik ya da Faşistlik böyle tatlı bir şeydir ki, güçlü olduğunu hisseden gurbetçi bile, Yahudi bile faşistlik yapmanın tadına varmak isteyebiliyor.
          Bütün bunların sonucu olarak, Hitler'in Kavgam adlı kitabı, son yıllarda Türkiye'de çok satılır oldu. Bu satış patlaması ilk önce 2001-2002 gibi AKP iktidarından hemen önce oldu. Bir sürü yayın evi, yeni baskılar yaptı. Uzun süre okumamakta direndim. Pek çok gencin Hitler benzeri sözler ettiğini duyduğumda ve okuduğumda (Örneğin iç savaşların ülkeyi güçlendireceği gibi saçma iddialar vs) daha da merak ettim. Kitabın baskısı, Almanya'da telifi ile ilgili meselelerden dolayı kağıt üzerinde yasak. Dolayısı ile piyasada bulunsa da, kütüphanelerde pek bulunmuyor. Böyle bir pisliğe para vermekte istemedim. Para verecek bile olsam bir kitapçıdan, ya da ödünç almaya bir kütüphaneciden bunu isteyemezdim. Derken bir akşam Olgunlar sokakta yırtılıp, atılmış olarak buldum. İtina ile birleştirdim, tamir ettim. Koca kitabın sadece 6-7 sayfası eksikti. Okumaya ve izlenimlerimi aktarmaya karar verdim.
          Aslında din ile ilgili yazı dizime devam edecektim, bu yazıyı ertelemiştim. Bir sohbet sırasında, bir kişi, Atsız hakkındaki yazıma öfkesini söyleyince, ben de bu yazıyı önceliğe almaya karar verdim.
Erkeklere Bağımlı Kadınlar
Malumunuz ünlü spikerlerimizden biri kendisine youtube kanalı açtı ve kızlara tavsiyler veriyor, makyaj hileleri falan gösteriyor.
Son videosu olay oldu. Konu, ilk buluşmaya giderken çantada neler olmalı.
Diyor ki, cüzdana gerek yok ama siz ne olur ne olmaz alın. Ardından da doğal bir sosyal medya linçi başlıyor.
Bu da çok doğal, hanım efendi kendi kalesine gol atıyor.
Ben ne linç kervanına katılacağım ne de bu hanımı savunacağım. Olayın başka yönüne bakacağım.

Aslında bu sadece bu hanımın düşüncesi değil.

Hem zaten erkek egemen sandığımız, benim penisperest dediğim kültürün bir parçası, hem de kapitalizmin ve şu anki iktidarın bize dayattığı bir zorlama fikir.
Muhafazakâr erkeğin kadında aradığı namustan önce, erkeğe bağımlılıktır.
Daha doğrusu namus sandığı şey, kadının erkeğe bağımlı olmasıdır.
Kadın çalışmasın, çalışsa da lükse alışsın, bu yüzden kocasına bağlı olsun.
Ya da boşanmış kadın, doğal olarak kötü kadın, kolay av olsun, yeniden evlenmeye mecbur olsun, evlenme olmasa bile birilerinin dostu olsun ister.
Boşanmaya korkan kadın, erkeğin hayalidir.
Dilediğince zamparalık yapsın, üstelik bunu göstere göstere yapsın, övüne övüne anlatsın, ardından karısının yatağına dönsün.
Hatta onu dövsün, ona sövsün, tanıdıklar ya da şikâyetçi olmaya gittiği karakoldaki polisler, kocandır affet diye barıştırsın, geri göndersin ve hatta zamparalıktan paraları tüketsin, karısı ile kapıcılık falan yapsın, karısı hiç bir şey diyemesin, tam bir erkek cenneti, kadın cehennemi.
Bu tip kadınlar giderek azalıyor, artık çoğu boşanma davasını kadın açıyor.
Gene de erkeğe bağımlı kadınlar var. Bunlar iki tip.
İlki baştaki gibi hayatında erkek olmadan kendini rahat ya da güvende hissetmeyen kadınlar.
Bunlar eski gelenekteki gibi yetişen, zorba bir ailede büyüyüp, hayatta kurtuluşu bir erkekte arayan kadınlar.
Bunlar giderek azalmakta. İkinci tip, lükse ve erkeğe bağımlı kadın tipi, bu tip kadınların azaldığını söyleyemeyiz.
Zira bu tip kadınlık biraz da kapitalizm tarafından pohpohlanıyor.
İşin ilginci, makyaj malzemesi, hijyenik kadın bağı gibi ürünleri satan firmalar, bağımsız kadın tipini desteklemekte.
Hele Orkid ve Molpet reklamlarını izlerken, sanki feminist bir devrim yaklaşıyor diyorsunuz.
Oysa ev eşyası ve mücevherat reklamlarında kocacımlı, sevgilimli reklamlardan geçilmiyor.
Geçenlerde bir halı reklamı izledim, kapanan İmar bankasının Macit Beni Otomobillendir reklamını hatırladım.
Bunun da sebebi şu ki, erkekler, kadının kişisel bakımından anlamadığından, bu tip durumlarda en ucuzunu alıyor.

Oysa mücevherde alacaksa en pahalısını, iyisini alıyor.

Ev eşyaları ve mobilyalarda da, ev sahipleri çalışan karı-koca ise basit desenli, uzun süre dayananı tercih ediyor.
Ev eşyasının parası erkekten çıkıyorsa, en şatafatlısı seçiliyor.
Bu tip kadınlar, çoğunlukla ergenliklerinde erken gelişiyorlar, uzun boylu oluyorlar ve daha lisedeyken erkeklerin dikkatini çekiyorlar.
Erkek çocukları birazcık sohbet uğruna harçlıklarını boşaltmaya razı oluyorlar.
Derken arabası olanlar, pahalı hediye alanlar falan derken, kendi kendisini zahmetsiz lükse alıştırıyorlar.
Sonra bunlar sevgililerinden genelde dayak ve kötü muamele görüyorlar, pek de şikâyetçi olmuyorlar.
Dertleri, en lüks arabaya onlar binsin, en son model telefonları olsun, en pahalı lokanta ve barlardan konum, history falan atsın da ne olursa oldun.
Zorba ve sosyopat erkekler bu her iki tip kadını da biliyor. İlkini zorba ailelerden, ikincisini de lüks yerlerden buluyor.
Öte yandan azalsa da popüler kültürde halen erkeği sömürme kültürü kadınlara aşılanıyor.
Olay sadece reklamlarla sınırlı değil. Film ve televizyon dizisi sektörü büyük  ölçü Sinderella konsepti ile işliyor.
Magazin dünyası ve sosyal medya, kocasının parası ile hava atan kadınlarla dolu.
Kadınlar, özellikle genç kızlar, erkekleri sömürmek ama esir olmamak, erkeği kendisine bağlamak ama erkeğe bağlanmamak istiyor.
Bütün erkeklerin bilip de, kadınların pek çoğunun halen anlamadığı şey şudur ki, bir insanın parasını harcarsanız, sizden maddi ya da manevi bir şeyler bekler.
Bu, biraz da harcadığınız paranın miktarına bağlıdır.
Şimdi bu satırları okuyan pek çok kadın, biz o şekil kadınlardan mıyız diye isyan edecekler.
Geçerli bir sebep olmadan bir erkeğin çokça parasını harcarsanız, sizi öyle görür.
Sonra da arkanızdan konuşur, gösterip de vermiyor diye. İnsanın bağımsızlığı biraz da parası ile olur.
Bağımsızlığı kazanmanın bir yolu da başkasının parasını ret edebilmektir.
Sadece para da değil, eşya, belli işleri becerebilmek falan da önemlidir. Kaldı ki erkekler de aptal değil.
Bunu okuyan hanımlara, dediklerimi dost acı söyler babında anlarsa sevinirim.
Sinan Kemal

14 Nisan 2018 Cumartesi

DİNİ İNANÇLARIMI KAYBETMEM 2 ALEVİLİK, İSLAM VE YAŞAM

            Din ile ilgili düşüncelerimin devamı uzun bir aradan sonra yazmaya karar verdim. Blogumun pek okuyanı yok ama olsun. Turan Dursun'u daha lisedeyken okudum. O yıllarda kafa karışıklığma yol açmıştı gene de çok etkilemedi. Sünnilerin çoğunun Aleviliği İslam dışı görmekte hakkı vardır. Beş vakit namaz ve Ramazan orucu bir yana,  Sünniliğin pek çok inanç akidesi Alevilikte bulunmaz. Turan Dursun'un Din Bu serisi o zamanlar biraz kafamı karıştırdı diyebilirim. Gene de dikkatli okumuştum ki, bazı bölümleri neredeyse bire bir kafamda kaldı. Mesela İslam'da ki pek çok kural ve akideyi, Sabii'lik denen bir inanca bağlamıştı. İskenderiye kütüphanesi yangınının Halife Ömer döneminde olduğunu söylüyordu. Buna benzer pek çok yalanını fark edince de, turan Dursun beni o kadar da etkilemedi.
      Üniversiteye evden ayrılıp, Isparta'ya gittiğimde,  benim için sorun, beni Sünni yapmaya çalışanlardı. garip bir şekilde benimle konuşunca, inançlarımı değiştireceğimi sağlayan çok kişiye rastladım. Uzun zun sohbetler, kafa ütelemeler, Alevilik üzerine en aşağılık dedikoduları gerçek gibi anlatmalar falan. İşin doğrusu beni zerre etkilemedi. Bir dinin peygamberinin katillerinin koyduğu akidelere inanıp, peygamberin yolundan gittiğine inanmak bana hep saçma geldi. Peygamberin damadı ve torunlarının babasının elinden tahtı alıp, kendi soyuna veren birisi ve onun soyunun koyduğu akideler, dinin temeli olamazdı. Uzun yıllar inançlı kalmamın sebebi, annemden aldığım Alevilik inancıydı.
        Öğretmen atandığım zaman, devletin verdiği lojmanda, apartman dairesini bir de beden eğitimi öğretmeni ile paylaşmak zorunda kaldım. Kendisi babasının torpili ile spor akademisini kazanıp, beden eğitimi okumuş ve ciddi anlamda şizofren birisiydi. Liseyi 5 yılda bitirmiş, üniversitenin 2. yılına kadar da baba parası ile çok rahat yaşamıştı.O seneden itibaren tahminim şizofreni başlamış, halüsülasyonlar görmeye başlamıştı. Bu halüsülasyonlar, sakallı, sarıklı birilerini görmeye başlayınca, kendisini ermişi-evliya zanneder olmuştu. Beraber yaşadığımız 3 buçuk ay süresince hep benimle didişti. Sonra anne ve babasının uzun uğraşları sonucu Isparta il merkezine tayin oldu. Aklımda hep torpilli evliya olarak kaldı.
        O küçük ilçede en yakın arkadaşım, dedem yaşında bir emekli öğretmendi. Onun diğer arkadaşlarımdan farkı, diğer Sünni arkadaşlarım beni Sünni yapmaya çalışırken, o Alevi olarak kalmamı isterdi. Bana okumam için Fuzuli'in Hakikat-ü Saada (Saadet ermişlerini bahçesi) kitabını vermişti. Çok etkilenmiştim, geri vermek istememiştim. Sonra ilçedeki bir müftülük çalışanı aracılığı ile almıştı. Sonraki yıllar çok aradım, tesadüfen buldum. Aleviliği merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir eser. Beni çok etkilemişti.
        Sonraki yıllarda da beni Sünni yapmak isteyen çok olmuştu. En son olarak sevgilim istedi. Kendisi Süleymancı ve türbanlıydı. İlişkiyi en başta bitirmemiş olduğuma halen pişmanım.Ayrıntı anlatmak istemiyorum. Tek diyeceğim arada bir evlenme-boşanma yaşasam da, hale bunun izlerin taşıyorum. Hem ikimizi ayırmak için aleyhime dedikoduları ona ulaştırıyorlar, hem de bana başka kızları evlenmem için tavsiye ediyorlardı. Uzun süre etrafımdaki insanlara güvenmedim. Tanıştığımızda ben otuz iki, o yirmi dört yaşındaydı. Etrafımdaki insanların, özellikle sağcı olanların iki yüzlü olduğunu düşündüm. Halen de her zaman şüphelenirim. Sonrasında bir sürü insan, bekar olduğum için beni birileri ile tanıştırmak istedi, hep ret edip, kaçtım. Beni sürekli hırpalar ve aşağılardı. Daha önce kız arkadaşım olmadığından, bunları kadın kaprisi sanırdım. Sonra bana aşık olduğundan utandığını söyledi.  Ayrıldıktan sonra da uzun süre başka biri ile ilişki kuramadım. İlk krizde, inatta terk ettim, devamını getiremedim. Yeniden aşağılanmak istemiyordum.
          Dini duygularımın son şahlanışı, Sağlık Meslek lisesinde çalışırken oldu. Olay tamamen ortamdan etkilenmiş olmamdı. İlk önce caminin imamı seninle tanışmak istiyor diye çağırdılar. Yalan olduğunu bile bile, sırf hatırlarını kırmamak için gittim. Sonra her cuma gittim ve hatta cuma günü dersim yokken (evim okula yakındı) de gidiyordum. Hatta bir ara evde de namaz kıldım.
          Bırakmam önce her cuma namazdan sonra imamın para istemesinden bıkmamla oldu. Üstelik artık diyanet veya ona bağlı kurumlar için değil, tarikat yurtları, özellikle de FETÖ'ye bağlı kurumlar için de para istemeye başlamıştı. Sonra sıkıldım, ben de farzlardan sonra kaçar oldum. Sonra evde kılmayı bıraktım.
          Tamamen bırakmama ise, kardeşimin yanına Kars'a gitmem vesile oldu. Sondan bir önceki camiye gidişim oldu bu.Cami ile aramda bayağı mesafe vardı. o sırada cemaat, okunan ezanla beraber abdest alıyordu. Cemaat, uzun uzun abdest aldı,camiye girdi. Çok fazla zaman geçmeden ben de cami avlusuna girdim. Cemaate yetişeyim diye çabucak abdestimi aldım, içeri girdim, bir de ne göreyim. Cami boş, imam bile yok ortada. Uzaktan gördüğüm akdarı ile en az 10-15 kişi olan cemaat, öyle hızlı namaz kılmıştı ki, bunu şeytan bile zor görmüştü muhtemelen. Demek ki namazın tek amacı gösterişti. Göstere göstere namazını kılan cemaat, içeri girince hemen kaçmıştı. Günlerden cuma mıydı, çok net hatırlamıyorum. Cuma değil, sıradan bir öğle namazı da olsa, durum çok garipti. Demek ki amaç kendini camide göstermiş olmaktı. Bir daha da camiye gitmemeye yemin ettim.
        Bu yeminimi daha sonra bir dostum için ilk ve umuyorum ki son kez bozdum. Samimi bir arkadaşım, namaza başladığımı biliyordu. Beraber bir cuma günü Kırıkkale'den Ankara'ya gelmiştik. Kızılay'da Metro istasyonundaki camiye sürükledi beni. Bu yaptığı beni dinden ve camiden biraz daha soğutmak oldu. Sebebi de caminin içinin o kadar da dolu olmaması idi. Oysa bu caminin cemaati her cuma, istasyonun güney ucundaki tüm merdivenleri kapatıyordu. Daha sonraları da dikkat ettim, merdivenlerden bazen caminin içi görünüyordu. Caminin içi boş da olsa illa birileri dışarıda namaz kılıp, insanların yürümesine engel olma hakkını kendisinde buluyordu.
         Bu olaydan sonra da dinin insanların veya toplumların işleyişinde hayati rolü olduğuna dair inancım azalmaya başladı. Bu konuda düşünmeme sevk eden ilk kitap, Berlin'de Bir Kadın adlı kitaptaki bir bölüm oldu. Kitap, 2. dünya savaşının sonunda, Rusların Berlin'e girdiği günleri anlatıyordu. Kitabın bir yerinde Rusların şehit arkadaşları için bir anıt mezar yapmıştı. Kadın buna şaşırmıştı. Çünkü Almanlara, Komünist ve Ateist Rusların, ölülerini yaktıkları ya da çöpe attıkları söylenmiştir. Ben de bu konu üzerinde düşünmeye başladım. Maneviyat için din şart mı?

12 Nisan 2018 Perşembe

Çocuklar Sana Emanet Filmi ve Çağan Irmak Sineması Üzerine
Bu film üzerine bir yorum yazmak için geç mi oldu bilmiyorum. Film halen de vizyonda.
Tam da sınav haftasındayız ve okulda pansiyon nöbetlerim de arka arkaya geldi. Şu anda nöbetteyim.
Hafta sonu olduğu için ortalıkta öğrenci yok ve ben işimi rahat rahat yapabiliyorum.
Salı günleri dersim yok bu dönem.
Pazartesi günü pansiyon nöbetimden çıktım ve Facebook kan gönüllüleri sayfasından bulduğum bir hastaya trombosit (sarı renkli olmakla beraber, beyaz kan denen şey) verdim ve ardından da öğleden sonra filmi izlemeye karar verdim.
Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi filmi izlemeye bir alış veriş merkezine gittim.
Malum, başka yerde sinema kalmadı. Biletimi aldım ve salona geçtim.
Hafta içi ve öğle vakti olduğu için avm ve sinema boştu, benim olduğum salon bomboştu, tek ben vardım.

Hatta bir görevli içeri girdi ve beni görünce çıktı.

Film başlamadan evvel uzun uzun reklamları izledim. Bir de bu çıktı.
Para veriyorsun bir de televizyon ya da internette izlediğinden fazla reklam izliyorsun.
Üç tane gelecek program filmi izledim ve üç filmi de izlememeye karar verdim.
Biri henüz daha yeni bitmiş Afrin operasyonunun filmiydi.
Daha Afrin merkezine girileli bir hafta olmadı, filmi geçtim, fragman görüntülerini ne zaman çektiniz?
Muhtemelen gündemden yararlanma filmi. Diğeri de absürt, yöre şiveli bolca bel altı esprili bir filmin tanıtımı.
Küfür dinlemenin nesi zevki anlamamam zaten?
Ayrıca bu tür filmler sinemada izlemesen de, televizyonda zaplasan da bir şekilde karşına çıkıyor.
Mesela Recep İvedik’in ilk 3 serisini, Hababam Sınıfı 3 buçuk ve böyle birkaç absürt filmi, Ankara-Kırıkkale otobüslerinde defalarca izledim.
Üçüncüsü de Hülya Avşar’ın filmi. Sözüm ona hayat hikâyesini anlatıyor, Türkiye güzeli seçilmesinden itibaren.
Bütün jüriyi tanıdığını ve buna rağmen boşanmış dul olarak (yarışmanın şartlarındandı o zamanlar) yarışmaya katılıp, birinci yapıldığını, ardından da basında ha bire tacı çalınan güzel diye reklamının yapıldığını anlatmıyor.
Sonra bir film çekeyim demiş, onlarca film çekmiş. En son 2004 Kalbin Zamanı ile bitiriyor filmografisini.
2004’den sonra da film yaptı ama o filmleriş yapmadığından saymıyor.
Kalabalık bir sülaleymişler de, ailede ona Terekeme derlermiş. Hani Kürt’tünüz, hep ununla övünürdün?

Tabi, çözüm süreci denen saçmalık bitti.

Sonra taklit edilmeyen tek şey samimiyettir sözü ve elinde Atatürk resmi olan bir çocuk görüntüsü.
O dediğiniz cesaret, cesaret, taklit edilmeyen tek şeydir.
O kadar reiscilikten sonra fazladan iki bilet satacağım diye Atatürkçülük iması size yakışıyor mu Hülya Hanım?
Sonra nihayet filme geçiyoruz.
Yazıyı okuyanların sözü filme getirmemi beklemesi gibi ben de filmin başlamasını bekledim.
Filmin başında ana karakter zincirlerle bağlı, elinde çekiç var.
Ege şiveli biri tepsi ile yemek getiriyor ana karaktere önce, sonra geri bas, geri bas diye bir değnekle kovalıyor.
Anlıyoruz ki final ya da finale doğru bir sahnenin bir kısmı.
Sonra tipik karakter tanıtımı ile klasik bir Çağan Irmak filmi başlıyor.
İyi eğitimli, iyi gelirli bir beyaz yakalı (iç mimar), çocuğu olmayan, çok sevilen bir eş, egede bir köyde geçirilmiş çocukluk, halen arada gelinip, gidilen akrabalar ve üzerine olmaz sa olmaz yetmişli yıllar Türkçe pop şarkı.
Bir tanesi de filmin tema müziği. İçinizden bu kız ölecek diyorsunuz, film klişesidir.

Bu kadar birbirini seven çiftten biri mutlaka ölür.

Sonra o Ege kasabasına gidiyorlar arabayla, kesin kazada ölecek diyorsun. Öyle de oluyor.
Kazanın oluş şekli, emniyet kemeri temalı kamu spotu gibi. Kazada bir de çocuk ölüyor.
Babası öfkeli falan, sonra depresyona giriyor, halüsülasyonlar görüyor.
Çağan Irmak’ın Prensesin Uykusu filminden beri sürekli kullanmayı sevdiği animasyonlar işin içine giriyor.
Adamımızı cinci kocakarıya götürüyorlar.
Buradan itibaren finale atlayacağım.
Önce şunu söyleyeyim ki, Mustafa Hakkında Her Şey filmindeki gibi olay, çocukluk suçlarına dönüyor.
Karakterimiz, hakkındaki her şey üzerine film yapılan Mustafa gibi cinayet işlemiş, bu sefer kötü adamı öldürmüş.
Kötü adamın görüntüsü belirişiz de olsa, oyuncuyu Yetkin Dikiciler. Çağan’ın Ulak filminde de kötü oyuncuydu.
Finalde görüyoruz ki cinci kadın, yani Şerif Sezer, cinci değil, şaman. Sibirya’nın bağrından gelmiş gibi bir görüntüsü var.
Dedemin İnsanlarında açıkça tüm insanlar kardeştir, hatta Türk-Kürt kardeştir mesajı veren Çağan, bu sefer titre kendine dön mesajı mı veriyor acaba diye düşündüm.
Sonra birden fark ediyorum ki adamımızın elindeki çekiç Demirci Kawa’nın çekici.
Hani acımasız Asur kıralı Dehak’ı tahtından eden Kawa. Filmde de çekiç, acımasızca kötünün kafasında patlıyor.
Öyle herkesin anlamayacağı, anlamayanların da kolay kolay yorumlayamayacağı bir mesaj bu.
Prensesin Uykusunda, Aziz’in bir sözü vardı.
Normalde masallar uyutmak için anlatılır, ben uyanman için anlatıyorum diyordu.
Uyanmak ve düşünmek lazım.
Son olarak,  bir ara izleyemediğim diğer Çağan Irmak filmlerini izleyeyim.
İnternetten baktım, 3 tane var. Bence halen en iyisi Prensesin Uykusu.

31 Mart 2018 Cumartesi

Küreselleşme Yalanı Hani Gümrükler Kalkıyordu   
Turgut Özal’ın en çok övülen icraatlarından biri de, 1989’da gümrük duvarlarını yıkmasıydı.
Pek çok kişi itiraz etse de, toplumdaki hava olumluydu.
Yıllardır Türk sanayicisinin yerli malı diye piyasaya sunduğu kötü kötü mallardan bıkmıştı tüketici.
İşin ilginci, bizzat bu malları, yüksek gümrük duvarları sayesinde Türk halkına satan, argo deyimle kakalayan sanayiciler de bu durumdan memnundu.
Rekabet sayesinde ürünler daha kaliteli olacaktı. Piyasa ucuzlayacaktı.
Ucuzlama pek olmadı. Enflasyonun en yüksek olduğu, paraya bolca sıfırlar eklendiği zamanlardı.
Gene de piyasadaki ürünler daha kaliteli olmaya başlamıştı.
Piyasaya pek çok rakip gelse de, sanayici uzun süre bundan şikâyetçi olmadı.
Doksanlı yıllar boyunca gümrükler düşmeye başladı.
Bir ara 2015’de tüm dünyada gümrükler kalkacak dedikodusu yayıldı. Bütün bular iki binli yıllara kadar sürdü.
O yıllarda sanayiciler, Çin ve Hindistan, özellikle Çin’den gelen ucuz ve (dolayısı ile) kalitesiz ürünlerden şikâyet etmeye başladılar.
Oysa tüketici bu durumdan çok memnundu. Bilgisayar çok pahalı bir şey olmaktan çıkmıştı.
Hatırlayan olursa, doksanlı yılların sonunda ve iki binli yılların ilk yarısında bilgisayar satın alınmaz, toplatılırdı.

Ekran kartı, fan, hard disk vs,  ayrı ayrı alınır ve birleştirilirdi.

Bütün bu parçalar hep Amerikan doları üzerinden alınır, en vasat bir bilgisayarın maliyeti bin doları bulurdu.
Çin ve Uzak Doğu ülkelerden gelen kartlar, yavaş yavaş bilgisayar piyasasına hâkim olmaya başladı.
Yavaş yavaş hayatımızın her alanı ucuz Çin malları ile dolmaya başladı.
Sonra sanayiciler, Çin’in haksız rekabetinden şikâyet etmeye başladılar.
O günlerde, 2003-2004 gibi bu durum, o zamanlar Leman dergisinde yazan Nihat Genç’in de dikkatini çekmiş.
Avrupa firmaları aynı sektöre girdiğinde ses çıkarmıyordunuz, hatta rekabet iyidir diyordunuz, Çin olunca neden istemeyi diyorsunuz diye soruyordu.
Cevabını Kırıkkale’ye atandığım zaman öğrendim.
Çin, Hint ve Rus başta olmak üzere sanayileşen pek çok ülke sanayicileri, disbirütör firma aramıyor, malını doğrudan küçük esnafa satıyordu.
Alibaba.com’dan siparişini veren esnaf, Kırıkkale gibi küçük bir şehirden, tüm Türkiye’ye satış yapıyordu.
Sonra onun satıcıları da Alibaba’ya sipariş veriyordu, daha doğrusu halen veriyor.
Zaten kendi ülkesinde çok ucuza üretim yaptığından, bir de Türkiye’de montaj hattı kurmuyordu.
Aradan yıllar geçti.
Böyle şeylerle ilgilenmeyi bırakmıştım ki, internette bazı arkadaşlarımın ve yurt dışında yaşayan bazı kişilerin şikâyetlerinden, gümrüklerin yeniden yükseldiğini öğrendim.
Biraz incelediğimde, bazı alanlarda 1989 öncesinden de beter olmuştu.
Üstelik bu durum, Türkiye’ye özgü de değildi.
Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Rusya gibi ekonomik devler arasında bile bir gümrük, koruma ve ticaret savaşları çoktan beridir başlamıştı.
Francis Fukuyama’nın tarihin sonu tezi yalan olmuş, birilerinin canı çabucak sıkılmıştı.   
Meşhur makalesinin sonu, belki birinin canı sıkılırsa bu düzen değişebilirdi diye bitmişti. 
Yazıma, bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler diye özetlenebilecek Liberal ekonominin fikir babası, Ulusların Zenginliği kitabının yazarı Adam Simith’in kendisinin de İskoçya Gümrük ve Maliye bakanı iken, İngiltere’den gelen ucuz kumaşlara gümrük koyduğunu da anlatarak bitirelim.
Üstelik bu bilgi, kitabının Türkçe baskısının önsözünde anlatılıyor.
Anlaşılan rahmetli kendisi de piyasanın gizli elinin ekonomiyi düzeltmesini bekleyememiş.

24 Mart 2018 Cumartesi


LİBERALLERİ LİNÇ ETMEYİN, ONLAR BAZILARINA  LAZIM

                Şu günlerin en önemli konularından biri, ateşli liberal Murat Belge’nin, tehlike altındaki akademisyenler kadrosundan, Oxford üniversitesinde çalışmak istemesiydi. Yıllardır bu iktidarı öve öve bitiremeyen Liberallerin bu halleri alay konusu oldu hemen. Askeri vesayet kalkıyor, demokratikleşiyoruz çığlıkları ile AKP’yi destekleyen Liberal güruhun düştüğü halin en iyi simgesiydi bu.  Bu güruhun, Taraf gazetesinin, intihar eden Yarbay Ali Tatar’ın ölümünden sonra attığı ‘’DAHA KARPUZ KESECEKTİK’’ manşeti sık sık hatırlatıldı. Yıllarca yalan haber ve kumpaslarca, özellikle Atatürkçüleri nasıl hedef aldıkları da unutulmadı.
                Liberalleri savunanlar vardı elbet. 24 (yirmi dört) yabancı Nobel ödüllü kişi (bilim adamı ve yazar) Altan kardeşlerin ve Nazlı Ilıcak’ın serbest bırakılması için Türk hükumetine çağrı yaptı. Türkiye’de pek umursayan olmadı. Umursama ilginç yerden geldi. Kürtçülerden ve Sosyalistlerden, daha doğrusu benim çok Solcular dediğim güruhtan. Kürtçüler bir yana, bu çok solcular dediğim güruhun (ÖDP, TKP gibi legal DHKPC gibi illegal partilerin üyeleri)  ne diye savunuyordu bu Liboşları?
                ÖDP en başta olmak üzere bu çok solculuk güruhu ne işe yarar belirsizdir. Sosyal Demokratlardan beslenip, onları kötülerler. Türkiye’de Sosyal Demokrasi biraz oy kazanacak olsa, bunlar derhal Sosyal Demokrasiye saldırır, özellikle de CHP’yi yeterince solcu bulmazlar. Bu dönemlerde CHP  (bir ara da SHP)’yi az solcu bulur, yeterince solcu bulmazlar.  Liberallerin tamamına yakını da eskinin çok solcularıdır. Seksenli yıllardan beri de bunlara dönek, dönek deyip dururlar. Şimdi tutuklanan döneklerin özgürlüğü ve dışarıda kalanların itibarı için uğraşmakalar. Sesleri cılız çıkıyor, zira onları dinleyen pek yok.
                Üstelik bu kitle, kumpas davaları zamanında Atatürkçüler en absürt delillerle yargılanırken sessiz kalmışlardı. Bu topluluk, uzun süredir HDP’yi tercih ettiğinden, CHP ya da DSP’ye de oy vermiyor üstelik. Düşük oy oranlarına rağmen, eylemlilikleri ile övünüyorlardı. Geziden sonra bu konuda da Sosyal Demokratların gerisinde kaldılar. Kaldı ki Gezi’yi başlatan HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder de olsa, ilk terk eden de, Gezi de darbeyi gördük siyen Selahattin Demirtaş oldu. O zamanlar malum, açılım denen şey vardı.  Şimdilerde görmüştür darbeyi.
                Bu çok solcu, Kürtçü  ve Liberallerin tek ortak noktası, Atatürk düşmanlığı ya da pek sevmemesi diyelim. Şimdi Kürtçü ve çok solcuların, Liberallerin savunmasındaki ortak nokta bu mu acaba? Belki de başka bir şey.
                Geçenlerde bir arkadaşın arkadaşının arada yazı yazması sebebi ile takip ettiğim bir haber sitesinde, Murat Belge’yi savunan bir yazı okuyunca, bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bu yazıya göre özellikle Kırmızı Kedi yayınevi, basit bir olayı büyütüp, Murat Belge’yi linç etmekteydi.  Belge’nin yaptığı basit bir iş arama çabasıydı.  Sanki yıllarca canhıraş bir şekilde Erdoğan’dan daha fazla Erdoğancılık yapıp, tüm AKP muhaliflerini linç eden kendisi değildi. Yaptığı ise, yıllarca demokratkleşmesi ile övdüğü iktidarı, diktatörlükle suçlayıp, iş ile beraber, sığınma dilemekti. Yazıda bunlardan bahsetmiyordu.
                Ha tabi Murat Belge, bu tehlike altındaki bilim adamı olursa Oxford’a gidecekti ve orada da Türkiye’de birilerini savunabilirdi. Bunun için de Türkiye’de muteber olmalıydılar.  İşin acı tarafı, artık çok geç, onları AKP harcamadı, onlar kendi kendilerini harcadı.

15 Mart 2018 Perşembe

KİTLE İLETİŞİM VE ÖZGÜRLÜK TARİHİ

        George Soros ve Açık Toplum vakfının sosyal medya aleyhine açıklamaları üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazı liberallerle sınırlı idi, bunu tüm tarihi ve tüm tarihin düşünce düşmanlarını da kapsaması için yeni bir yazı yazmak istedim. Özgürlük düşmanları, fikir düşmanlarıdır aynı zamanda. Fikirlerin de yayılmasına karşıdırlar.   
sokrates ile ilgili görsel sonucu        Bu en başta okuma-yazma ile başlamış, okuma yazma bilgisi uzun süre üst sınıflara ait bir ayrıcalık olmuştur. Sokrates'in yazı düşmanlığı da aslında demokrasi düşmanlığıdır. Karl Popper başta olmak üzere pek çok yazar, Platon'u eleştirirken, onun demokrasi aleyhine sözlerini, Sorates'e ihanet olarak görür. Oysa diğer Sokratesçi okullar (Kinikler,Elis-Eteria, Megara,Kirene) da çok demokrat sayılmazlardı. Hadi Platon, hemen her diyaloğunda konuşturduğu hocasına ihanet etti, hepsi de mi haindi? Sokrates, Platon ve Sokratesçi okulların filozoflarının hemen hepsi de demokrasi aleyhtarıydı. Platon'un öğrencisi Aristo ise, doğru yönetim yoktur, doğru yöneticiler vardır demişti. Sokrates, Atina ile Sparta arasındaki Pelepones savaşlarını ve Atina'nın yenilgisinin yaşamıştı. Yargılanması da, Spartalıların ve onların atadığı, halkın otuz tiranlar dediği aristokratların kovulmasından sonra olmuştu. Ona karşı nefretin bir sebebi de aristokrasi yanlısı ve demokrasi düşmanı olması olabilir. Platon, Atinalıların Maraton savaşı ile İran (Pers-Fars) ordusunu yenip, tüm Trakya ve Ege kıyılarının kurtarmasını yaşadı. Doksan yaşını gören biri olarak yaşamının ilerleyen yıllarında demokrasiyi halen çok sevemese de, deomkrasi aleyhine konuşmaktan kaçındı. Makedonya prensi İskender'e lalalık da yapmış olan ve onun fetihlerini gören Aristo'da iyi yönetim yoktur, iyi yöneticiler vardır dedi.
kurtla iliÅŸki tanrı ile ilgili görsel sonucu        Eski Yunan, okuma-yazma bilenlerin ilk defa toplum içerisinden önemli bir çoğunluk olduğu dönemdi.Tiyatronun yaygınlığı da yazılı kültürün yayılmasını sağlıyordu. Yazı, Yunan medeniyetinden iki bin beş yüz- üç bin yıl kadar önce Sümer ülkesinde bulunmuştu. Sonra Mısırlılar kendi yazılarını geliştirdiler. Yazı ilk başlarda tüccarların haberleşme ve hesap yapma vasıtasıydı. Bazı eski Mısır kaynaklarında ilk defa yazıya karşı nefret görüldü. İnsanlar artık hiç bir şeyi ezberlemeyecek, aklında tutmayacak, kargacık-burgacık şekillere bakarak hatırlayacağını sanacak dendi. Yazı uzun süre tüccarların, katiplerin ve devlet görevlilerinin tekelinde oldu. Fenikelilerin alfabeyi icadı ile (öncesinde çivi yazısı ya da resim yazısı, hece tabanlıydı) tüm Akdeniz ve Orta doğuya yayıldı. Yunan, Latin, Arap ve pek çok alfabenin kökeni, Fenike Alfabesidir. Yunan şehir devletlerinde ise, zeytinyağı ve şarap ticaretinden dolay halk çok zenginleşmişti. Hem zengin, hem de eğitimli bu halk, başında bir krallık istemedi. Okuma-yazmanın yaygınlaşması da, hem dinlere bağlılığı azalttı, hem de krallıklar yerine demokrasi kurulmasını sağladı. O zamanki çok tanrılı dinlerinde, krallar ve aristokratların doğrudan ataların torunları olduklarına inanılırdı. Yazının yaygınlaşması, buna inancı kırdı. Eski Çinliler hemen hemen her hanedanın ilk imparatorunun annesinin güneş ışığından falan hamile kaldığına inandı. Hatta vaktiyle, seksenlerde bir kitap okumuştum. Türk kağanı iki kızını sadece tanrıya layık görüp, onunla eşleşsinler diye dağda bir kuleye kapatıyordu. Kızlar da oralarda dolaşan bir kurdu, tanrı olarak görüp, onunla ilişkiye giriyordu. O kitabı çok aradım ama bulamadım. Bir sürü kurtla ilişki hikayesi vardı.
büyük iskender ile ilgili görsel sonucu            Eski Yunan-Roma dünyasında din hep krizlerde oldu. Yunanistan'da tanrılara yeni tanrılar eklemek yasaklandı. Roma'da ise tanrılar eklemek serbestti. Ölen bir imparatorun tanrı ilan edilmesi, gelenek halini almıştı. Gene de pek çok kişi, kralların tanrı olmadığını ve pek çok kral da kendisinin tanrı olmadığını biliyordu. Sezar'a göre Jüpiter, Ra, Zeus ve Odin, aynı kişilerdi. Büyük İskender'in de babasının 2. Filip değil de, Zeus olduğu iddia ediliyordu. Anlatılanlara bakılırsa İskender çok yakın dostları ile bu iddialarla alay ediyordu. Talihe bakın ki her iki kralda sonradan tanrı ilan edildi. Tıpkı türbelere gitmek günahtır diye fetva veren bazı din adamlarının mezarlarının türbe haline gelmesi gibi.
             Soy, önemli idi. Popüler kültürde Deli İbrahim diye bilinen Osmanlı padişahı 1. İbrahim ve yeğeni 2. Mahmut, sırf soy kurumasın diye öldürülmedi. İbrahim'in cinsel sorunları vardı, iktidarsızdı, bu yüzden de tedavi gördü. Yeni haneden kolay kolay ortaya çıkmaz. Soyunuz kut almış, kutlu, yüce olmalı, bu yüzden de yüce birisi olmalı. Son kutlu soy, Cengiz Han'a ait olandı. Osmanlıların kutlu soyu, Oğuz Kağan'a dayanıyordu.Fatih'in, Karamanoğullarını ve Konya ili nüfusunun tamamına yakınını ( Bu konya, bu günkü Konya ilinden de büyük bir alan. Kabaca Afyon'un doğusundan Kayseri'ye, Haymana'dan Akdeniz'e kadar bir bölge) Balkan yarımadasına sürmesinin temel sebebi buydu. (İlerleyen satırlarda matbaa yasağı için de bir şeyler diyeceğim) Karamanlıların tebaasından birileri, Oğuz Kağan soyundan olduğunu iddia edip, bir kriz anında tahta çıkmak için isyan edebilirdi. Gene de Aleviler, Şah İsmail'in soyuna biat etti. Sünni halk buna itibar etmedi. Sonraki krallık soylaru kutlu olmadığından hep darbe- demokrasi- diktatörlük tehlikesi altında oldu.
           Yazının yaygınlığı, soy takibini de mümkün hale getiriyordu. Yazı olmadan toplumların hafızası boş oluyor, herhangi biri tanrı soyundan olduğunu söyleyip, tahtta hak iddia edebiliyordu. Böylece yeni asil, tanrısal kral-peygamber soyu çıkmadı ve mevcut kralların soyları tahtta kalabildi.
kitap ile ilgili görsel sonucu        Yazının yaygınlaşması ile o dönemin çok tanrılı dinlerinde krizler çıktı. Bana göre tarihte Ateizmin yaygınlaştığı, daha doğrusu patlama yaptığı üç dönem vardır. İlki eski Yunan-Roma dünyası, okuma-yazma ilk defa yaygınlaşıyor. Diğeri de ihtilal öncesi  aydınlanma devri Fransa'sı. Basılı kitaplar bu dönemde yaygınlaşmaya başlamış. En son olarak da internet dönemi dünya. Yazı, binlerce yıl yaygınlaşmadı. Hatta bir dönem unutuldu. Çoğu kez seçkinlere ait bir etkinlikti.
          Yazı ile tek tanrılı İbrahimi  dinler ortaya çıktı İbrahim peygamberde, yazının icat edildiği Uruk şehrinde doğmuştu. Yahudilik'de Mısır çıkışlıydı. Yazının yaygınlaşması ile Çin, Japonya ve Hindistan'da Taoizm,Budizm, Konfiçyüsizm gibi inançlar yayılmaya başladı. Gene de soy önemliydi. İslama göre İbrahim'den sonra tüm peygamerler, İbrahim'in soyundan gelmiştir. İsmail'in soyundan Araplar, Yakub'un soyundan Yahudiler üremiştir. Günümüzdeki ırkçılık, putperest-pagan dinlerin halklarının, peygamberlerini, krallarının, din adamlarının veya aristokratlarının tanrı soyundan gelme inancının kalıntılarıdır. Bu gün bile İslamda tarikat kurucularının soy secereleri lla ilk dört halifeye dayandırılır. Onlar da Peygamberin akrabasıdır ki, bu da Kureyş kabilesinin, Haşimi klanından olduklarını gösterir. Yahudiler için ırkçı, kimseyi içlerine almaz denir. Sonradan Yahudi olmak zor da olsa, imkansız değildir. Kafkasya ve Rusya'da hüküm süren Hazar hanlığı ve Yemen'de hüküm süren Himyar krallığı, ırk olarak Yahudi olmasalar da, sonradan Museviliği benimsemişlerdir. Bizzat Tevrat ve Yahudi tarihçilerine göre Fenikelilerin ve Hititlerin bir kısmı sonradan Yahudi olmuştu. Gene de tüm Museviler, Yahudi soy inancına bağlanırlar. Irkçılık ve kutsal-temiz soy saplantısı, aslına putperest dönemlerde, tanrıların soylarından gelme inancının kalıntılarıdır. İslamiyet ırkçı din değildir derler ama pek çok Arap'a göre Arap olmayan Müslümanlar, Mevali'dir ve görevleri Araplara hizmet etmektir. Mevalilerin görevi de Araplara hizmet etmektir. Pek çok Arap, Selçuklu-Osmanlı dönemini sırf bu yüzden zulüm olarak görür ve bu yüzden Mevali Türklerin egemenliğinde yaşamaktansa, İngiliz egemenliğini tercih etmişlerdir. Halen pek çok Arap ülkesinin bayrağını İngiliz diplomat Mark Skyes tasarlamıştır. Özgür Zereknin, bu tasarım bayraklar için:
        Bir bayrak var ki şehit kanından
        Bir bayrak var ki İngiliz kumaşından. demiştir.1374934_10201738256594162_673026562_n
        Derken  İstanbul'un fethinden 6-7 yıl sonra bir Alman kuyumcu olan Johan Gutenberg, matbaayı icat etti. Aslında bilinen ilk baskı kitap, 8. yüz yılda Japonya'da basıldı. Türkler, Uygurların, Çinlilerde kendilerinin çok daha önce matbaayı icat ettiğini söylerler. Kalıplarla yazmanın matbaa olması, Gutenberg sayesindedir.
        Yazı da, ilk başlangıcında bu günkü yazıdan farklıydı. İlk önce Sümer tüccarlarının mal ve fiyat üzerine not tutmaları ile başlandı. Sonraları muhtemelen bazı çalışanların boyaları silmeleri üzerine pişmiş toprak tabletler haline getirildi. Bu yüzden Mısırlıların kağıdı, Fenikelilerin alfabeyi bulmasına rağmen, Büyük İskender'in fethine kadar Orta Doğu'da yazı genelde taş tabletler üzerinde kullanıldı. Sonraları da kağıt tomarları ya da zarfların üzerine balmumu mühürler basıldı.
gutenberg ile ilgili görsel sonucu            Neyse, biz matbaa konusuna dönelim. Basım teknolojileri, Gutenberg ile matbaa, yani seri kitap basma makineleri haline geldi. Yoksa Uygurların teknolojileri bu gün halen kumaş ve duvar kağıdı üretiminde kullanılmakta. Hatta Beypazarı'nda geleneksel kumaşlara, halen böyle desen veriliyor. Bu kalıplar genelde ıhlamur ağacından yapıldığı için bu tip baskıya, ıhlamur baskısı deniliyor.
luther ile ilgili görsel sonucu            Matbaada daha o ilkel hali ile bile pek çok şeyi değiştirdi. Matbaayı, incili ve diğer dini kitapları yaymak için Katolik kilisesi destekledi. O zamanlar bile Kuzey Avrupa'nın pek çok yeri halen Hristiyan değildi. Töton tarikatı, Baltık kıyılarındaki pagan-putperest topluluklara karşı savaşıyordu. Sonuçlarını bilseydi, muhtemelen Katolik kilisesi de matbaaya karşı çıkardı. Fatih Sultan Mehmet'in matbaayı yasaklamasının sebebini hattatlar loncası olduğuna inanmayın. Hurufileri cami avlusunda diri diri yaktıran (profesör Emre Kongar'ın anlatımı) Fatih, yeni fikirlerin matbaa ile daha hızlı yayılacağının bilincindeydi. Osmanlı saltanatının altı yüz yıl saltanatta kalması (Devletin  ayakta kalması değil. Yoksa Osmanlı matbaa ve diğer teknik yenilikleri alabilseydi, saltanat olarak değil de, Türk devleti olarak çok yaşardı ) biraz da matbaa yasağı sayesinde oldu. Alevilik, Şiilik ve başka dini-siyasi akımlar yayılamadı. Osmanlı o yıllarda Müslüman tebaa isyanlarından korkuyordu. Hristiyan tebaa isyanlarının tahtı devirme ihtimali olmadığını düşünüyordu. Hristiyan tebaa'nın matbaayı kullanması, hem daha okur yazar olmasını hem de milliyetçiliğin Balkanlarda yayılmasını sağladı.
          Matbaa, ilk etkisini icat edildiği Almanya'da, yeni bir mezhebin oluşmasına yardım ederek gösterdi. Protestanlığın ilk yıllarında Lutler ile Papalık arasında broşür savaşları oldu. Ardından da Luther ardı ardına kitaplar yazıp, yayımladı. Müslüman ülkelerde ise yeni dini akımlar çıksa da Protestanlık gibi büyük reform hareketleri olmadı. Yeni mezhepsel akımlar küçük ve kendi çapında kaldı.
            Kuran'ın ilk inen ayeti okudur fakat din adamları Müslümanların okumasını, hele de Kuran başta olmak üzere dini kitapları okumasını pek istemezler. Onların hep bir Nişaburlu kocakarılar tipi bir iman özlemi vardır. Cüneyd-i Bağdadi'nin onca ilme rağmen imanına kavuşamadığı Nişaburlu kadınlardan bahsetmeyen tasavvufçu yok gibidir. Cahil insanın ferasetine güvenmek ve okuma oranı artınca çıldırmak, İslamın çok eski tarihinde de vardı. bağdadinin bu hayranlığı, Nişaburlu kocakarıların Allah'a değil, bir din adamı olarak kendisine olan inancıydı. Belki kendisi bile, kendisine bu kadar inanmıyordu.
kuran ile ilgili görsel sonucu            Pek çok tarikatta ve medresede, Kuran başta olmak üzere din kitapları okunmaz, dinlenir. Bir hocanız size kitabı satır satır okumakla kalmaz, o satırda (aslında) ne denilmek istendiğini size söyler. Sonra bazı alimler, bu aslında denilmek istenileni, yani dipnot-atıf kısımlarını ŞERH diye kitaba ekler. Böylece kitap her nesilde yeni şerhlerle kalınlaşıp, aslından uzaklaşır. Ünibersite de bir hocamız, ilahiyatta lisans yaparken, Ebu Hanife'ye ait bir kitabı görmüş. Orjinali on sayfa olan kitap, dediğine göre şerhlerle bin sayfaya ulaşmış. Zaten günümüzdeki pek çok dini kitap, kasten okunulmayacak şekilde ağdalı ve bozuk imlalı olarak yazılır. Pek çoğu, özellikle Nurcular, Kuran'ı okumaz, Said-i Nursi'nin risaleleri üzerinden okur. Son bir yıldan fazladır da pek çoğu, Kuran'ın Türkçe çevirisini okumayı müritlerine yasaklamıştır.
         Basın geliştikçe, sansürlenmeye çalışıldı. İktidar sahipleri, muhaliflerin baskı makinelerine ulaşmasını engellemek ve sansürlemek için uğraştılar. Sonra kendi matbaalarının en güçlü ve etkin olması içi uğraştılar. Napolyon bile, basını kontrol edemezsem, altı aydan fazla iktidarda kalamam demiştir. Kenan Evren, muhaliflerin, özellikle de DİSK'in devasa matbaalara sahip olmasına sinirlenmiş, mitinglerinde de dile getirmiştir. Büyük medya sahibi olmak önemlidir. Yurttaş Kane filmi de böyle bir medya patronu hikayesidir. (İlham kaynağı William Randlop Hearst adlı, modern zamanların ilk medya devi patronudur. Hatta adı Jack London'un Demir Ökçe romanında da geçer.) Gene de medyayı kontrol etmenin en iyi yolu. Vehbi Koç gibi ilan veren olmaktır.
akmar pasajı ile ilgili görsel sonucu          Büyük medya sahipleri, küçükleri sindirmek ve yok etmek isterler. Doksanlarda metal-rock  müzik yaygınlaşmaya başlamıştı. Öyle ahım şahım bir politik tavrı yoktu, gene de hayata isyan içeriyordu. Bu müzik türü İstanbul Akmar pasajı merkezli bir dergicilik kültürü de başlatmıştı. Fanzin denen ve genelde fotokopi makinesi eseri bir basın türüydü bu. Önce uzun saçlı birilerini çıkarıp, uyuşturucuyu rakır camiaya bağladı. Bugün rakır camia yok ama uyuşturucu tüketimi o yılların on katından fazla. Sonra Şehriban Coşkunfırat cinayeti oldu. Olay tüm Rock-Metal müzik ve fanzin edebiyatına yüklendi. Akmar pasajına polis baskını üzerine bir de medya linci eklendi. Medyanın o öfkesinin sebebi, fanzin dergiciliğini geleceğiydi. Linç edilmeseydi önemli bir muhalefet kaynağı olabilirdi bu dergicilik. Hele ki Gezi zamanı direnişe çok şey katabilirlerdi.
            Matbaa, daha çıkmadan sansüre uğramış, Osmanlı devleti belli dönemlerde Yunus Erme ve Mevlana olmak üzere pek çok yazarın eserini yasaklamıştır. Bu yasaklar pek tutmamış, özellikle Abdülhamit devrinde yurt dışında basılan gazete ve dergiler, kapütülasyonlar sayesinde ayrıcalıklı olan yabancı postanelerden (Fransız, İngiliz vs) ülkeye sokulmuştur. Şener Şen'in Değirmen filminde çoğu seyircinin tam anlamadığı bir espri vardır. İki Osmanlı bürokratı konuşmaktadır. Birisi sorunları anlatmakta, öteki  de matbuat (basın) yasağı koyun deyip, durmaktadır. Sonra sıra deprem haberine gelir. Ona da matbuat yasağı koyun, her şeyi de ben mi diyeceğim ya, der. Sonra haberin çoktan gazetede çıktığını öğrenince, eyvah der.
talat aydemir ile ilgili görsel sonucu          Basının karşısına yeni bir tehdit olarak önce radyo, sonra da televizyon çıkar. Her ikisi de masraf istediğinden, iktidarların ve büyük sermaye sahiplerinin elinde birer silah olurlar. Rusya'da Bolşevikler, Alman yardımı ile kurdukları matbaa ile propaganda yapmışlardı. O zamanlar radyo ve televizyon olsaydı, işleri daha zor olacaktı. Radyo halen, Afrika'nın pek çok yerindeki tek ve en yaygın kitle iletişim aracıdır. Seksenli yıllarda radyo merkezini ele geçiren, darbe yapmış oluyordu. 27 Mayısı yetersiz bulan Talat Aydemir'in 2. darbe girişiminde Ankara Radyoevi bir kaç defa el değiştirir. En nihayetinde Radyoevinin elektiriği kesilip, iktidar yanlısı bir askeri üsten yayın yapılır. Yayın kesilince, Aydemir'e destek de kesilir. Hearst, Ted Turner, Murdock gibi medya devleri, onlarca, hatta yüzlerce gazete, dergi, radyo ve televizyon kanalı sahibi oldu. Bu dev medya patronları ve arkasındaki Soros gibi kapitalistler, bol bol özgür medyadan bahsettiler. Özgür medyanın demokrasi için ihtiyaç olduğunu söylediler. En radikal tv ya da radyo kanallarından korkmuyorlardı. çünkü seyircinin izlemek istediği, maliyeti pahallı yapımlar, dünyanın her yerinden anında haberler, ünlü yıldızlar, sadece bu dev medya organlarındaydı. Sistemi tehdit eden görüşler, biraz canlanınca, metal müzikçiler gibi, tüm güçleri ile saldırıp, yok ediyorlardı. Arka arkaya suçlamalarla, en çok sevdiklerinin bile gözlerinden düşürüyorlardı.
           Bu dönemde  Türkiye'de tarikatların derdi, müritlerinin televizyon izlememesiydi. Yetmişli yıllardan, doksanlı yılların ortalarına kadar televizyon izlemen,n günah olduğunu, televizyon giren eve melek girmeyeceğini söyleyip durdular. Dediklerine göre televizyon, aynı zamanda zihin sağlığına da zararlıydı. O zamanlar en başta tek kanallı televizyon vardı. Bale, klasik müzik, buz pateni gibi onların istemediği şeyleri, evrim gibi müritlerinin öğrenmesini istemediği gerçekleri anlatıyordu televizyon.
dinci kanallar ile ilgili görsel sonucu         Televizyon ve radyo öylesine etkiliydi ki, 12 eylül cuntası anayasasına, bu iletişim sistemlerini sadece devletin kuracağını yazmıştı. Kaldı ki o zamanlar karasal vericileri tüm yurda yaymak, devlet ya da dev şirketlerin işiydi. TRT'nin tek kanal tekeli ise tehlikedeydi. Daha seksenli yılların başında, Doğu Berlin'de ki TKP'ye ait, uzun dalga da yayın yapan 2 radyo kanalı devlet için problem olmuştu. Türkçe yayın yapan yabancı TV kanalı olmamasına rağmen, pek çok kişi uydu alıcısı almaya başlamıştı. Dönemin başbakanı Turgut Özal, geleceği görmekte zorlanmıyordu. Zorlandığı Kenan Evren ve o zamanlar güçlü olan Milli Güvenlik kurulu ve bilumum engelleri aşmak ve yasayı çıkarmaktı.Bunun yerine, oğlununda ortak olduğu şirkete uydu kanalı kurmasıydı. Yasayı yok etmeden evvel, dayanaksız kalacaktı. Öyle de oldu. Halk, TRT'nin bol yasaklı ve sıkıcı programlarından bıkmıştı. Radyo olarak da sırf arabesk müzik dinlemek için Polis radyosu dinliyordu. Gel gelelim bu özel radyo ve televizyon kanalları işi iktidar ve egemen güçlerin işlerine gelmemeye başladı. Sadece uydu kanallarını da kullanmamaya başlamışlardı bu özel yayımcılar. Özellikle FM radyo bolluğu vardı. Gene o yıllarda bolca solcu ve Alevi radyosu vardı. Sonrasında önce Uzan ailesi ile, Özal ailesinin arası açıldı. Giderek daha hiddetlenen dozda iktidar eleştirileri yapıldı. Ayrıca pek çok televizyon ve radyo kanalı vardı artık.
rtük ile ilgili görsel sonucu         Devlet önce kapatmayı denedi. İki büyük engelle karşılaştı. Birincisi halk özel ve özgür tv-radyo kanallarına alışmıştı. İkincisi ile şirketler bu işe büyük sermayeler yatırmıştı. Halktan çok aşırı  bir tepki ile karşılık buldu. Zaten anca yerel radyoları kapata bildiler. Televizyonlar, uydu üzerinden yayın yapıyordu zaten. Bir ara sokaklar, antenine siyah kurdele bağlı otomobillerle doldu. Anlaşılan eskiye dönüş yoktu. Demek ki özel televizyon ve radyoları, Fatih gibi yasaklamak değil, Abdülhamit gibi zapturapt altına almak lazımdı.      
           Bunun içinde önce uzaya bir uydu göndermeliydi. Artık her evde bir uydu anteni vardı. Halen halkın büyük bir çoğunluğu pek izlemese de resmi duyurular ve haberler için TRT'ye, özellikle de 1. kanalına bağlıydı.Diğer yandan da büyük kanalların arkalarındaki dev holdingler, devletle aralarının bozulmasını istemiyordu. Bu yüzden uzaya Göktürk uydusu gönderildi, RTÜK kuruldu falan-filan.
           Bütün bunlar olurken, kitle iletişim alanında başka gelişmeler de oldu. Cemalettin Kaplan olayında anlattığım gibi videolar, ondan önce de kasetler, bir kitle iletişim aracı oldu. Süleymancılık denen grubun kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan'ın, Kuran öğrenme elifba kitabı hariç, yayımlanmış kitabı yoktur. Onun konuşmalarının yayımlandığı kasetler, daha doğrusu ses kayıtları, halen cemaatin içinde en önemli bilgi kaynağıdır. Ülkü ocakları ve Halk Evleri uzun süre video kasetlerle kitlelere yayın yaptı. Humeyni'nin kitle iletişim aracı ise büyük ölçüde telefondu. İran telefon şirketi ya da teşkilatı Humeyni yandaşlarıyla doluydu. Cuma vaazları binlerce camiye, önce Irak'ın Necef kentinden, sonra da Fransa Paris'ten, aynı anda binlerce camiye ulaşıyordu.
ÅŸifreli kanallar ile ilgili görsel sonucu         Televizyon dünyasında da RTÜK'ün elini güçlendiren gelişmeler oldu. Uydu kanalları kablolu ya da paralı-şifreli hatlara taşındı. Bir bulaşıkçının bile otomobil sahibi olduğu refah ülkelerinde önce spor karşılaşmaları, sonra da bazı diziler paralı hatlara taşındı. Öyle olunca insanlar yabancı kanalları izlemez, 2. çanak antenleri söker oldu. Sadece Roj tv (ve türevleri) için PKK sempatizanları 2. çanağı taktı. Roj'u engelleyemeyen devlet, önce Kürtçe kaset ve albümleri, sonra da TV yayınını serbest bırakmakla çözümü buldu. Bu kanal, muhtemelen başka adla gene var ama eskisi kadar izlenmiyor. Kaliteli programlar varken, sıkıcı örgüt propagandası neden izlensin ki!
mirc ile ilgili görsel sonucu          İnternet de bu süreçte yavaş yavaş gelişiyordu. İlk başlangıçta çok yavaş ve ev telefonu hattına bağlıydı. İnternet, Türkiye'ye cep telefonları ile gelse de, ikisinin birleşmesi 2008-2010 gibi anca oldu. Öte yandan ilk internet hizmetleri de yavaş ve pahalıydı. İlk olarak 1995-96 gibi internetle tanıştıysak da, ADSL 1999 gibi geldi. Gerçek anlamda yayılması ise 2002 sonrasındadır. ADSL'nin ilk toplumsal etkisi kaset ve cd satışlarını düşürmesi oldu. MP3 denen ve sesin daha az yer kaplamasını sağlayan teknoloji de işin tuzu-biberi oldu. Herkes internetten müzik indiriyordu. İlk yıllarda internet çok da fazla siyasi propaganda için kullanılmıyordu. MIRC denen sohbet programı yaygındı. İnternete giren genelde burada vaktini geçirirdi. İnternetten propagandayı keşfedenler, o zamanlar cemaat, şimdilerde fetö denen oluşum oldu. Sohbet odalarında, Fettullahçı değilim AMA, Fettullah Gülen'i sevmem AMA diye başlayan cümleler kurarlardı. Ciddi ciddi Fettullah aleyhine cümleler kurduğunuzda da sizi engellediler. İlk defa sırf propaganda için İnternet sitesi kuranlar da onlar oldu.
          MSN'nin çıkması, MIRC'in, Facebook'da MSN'nin sonu oldu. Facebook çıkana kadar internet geniş bir propaganda ağı olarak görülmedi. İnternetin propaganda gücü, gezi olaylarına kadar anlaşılmadı. Daha doğrusu AKP hükumeti anlamadı. Oysa Rusya'da Putin hükumeti en baştan anlamıştı ve çoktan trol ordularını kurmuştu.
enes batur ile ilgili görsel sonucu       Sosyal medya geliştikçe, mevcut medya araçlarının sahiplerini dehşete düşüren bir ayrıntıyı fark etti. Eski tip medya araçlarında,  büyükler propaganda anlamında gerçek bir güç olabiliyordu. Sen taş baskı ile yüz tane broşür basana kadar, dev makineler yüz binlerce,  hatta milyonlarca kitap basa biliyordu. TV yayını için, karada devletin frekans tahsisine muhtaç oluyordunuz. Uyduda frekans kiraları düşüyordu, gökyüzü uydularla doluydu. Bu sefer de kitlenin çanak antenini o uyduya göre ayarlaması sorun oluyordu. Oysa internette hiç de böyle masrafların gereği yoktu. Kameraya kafa atmalı videolar çeken Enes Batur, pek çok tv kanalından çok izleniyordu. Twitter'da bir # tabelası tüm İstanbul'u gezi parkına dökebiliyordu. Gene de egemenler, interneti ve sosyal medyayı terbiye edecekleri umdular.  Sonuçta eski sosyal medya kanalları, özellikle televizyon halen etkindi.  Mevcut Facebook, Twitter, İnstagram, Youtube gibi kilit sosyal medya kurumları Amerikan şirketlerinin elindeydi.
özelleÅŸtirme ile ilgili görsel sonucu       Sonra bazı şeyler kafalarına dank etmeye başladı. Özellikle Rus sosyal medya- paylaşım siteleri,  bu konudaki Amerikan tekelini kırıyordu. Sosyal medyada hesap açmak kolay, basit ve beş dakikalık işti. Programlama ile engelleme çok faydalı olmuyordunuz, olsanız da Rus siteleri veya başka türlü siteler işi içine girebilirdi. Geleneksel medya giderek sıkıcı hale geliyordu. Üstelik bu yeni medyayı reklamlarla, ilanlarla terbiye de edemiyordunuz. Dijital ajanslar reklamları, reytingine göre otomatik dağıtıyordu. İlan ya da reklam almasa da zaten masrafı fazla olmadığından, bir şekilde kar ediyor ya da yayımcıları ek iş olarak bu işi yapabiliyordu. Dava edip, kapatsanız da, anında yeniden açılıp, taraftarlarına ulaşabiliyordu.
kafa derisi yüzme kızılderililer ile ilgili görsel sonucu        Öte yandan medya egemenleri halkı propaganda ile gütme kuvvetlerini kaybetmeye başladıklarını hissettiler. Mesela en basitinden, hiç bir kızıl derili, bir beyazın kafa derisini yüzmemiştir. Hollywood filmleri sürekli bize bunu öğretmiştir. Oysa gerçekte beyaz adamlar, kızıl derililerin kafa derilerini yüzmüştür. 12 Eylül öncesi denen, 1971-1980 öncesi olayları, sağın, sola saldırısı olmasından çıkarıp, önce sağ-sol kavgası, sonra solun devlete isyanı gibi görülmesinin sebebi medyadır. Özelleştirme denen garabeti övmeselerdi, bunun mantıksızlığını anlayabilir miydik?
       Joshep Goebbels'in meşhur ilkelerini hatırlayalım. Büyük yalan söyle, vazgeçme, yüksek sesle söyle ki inansınlar. Medya olmadan bunu başaramazsın. Goebbels'de kendisine Katolik kilisesini örnek almıştır. Yazının yaygın olmadığı çağda, kitlesel propagandayı yapabilecek teşkilat sadece din adamlarında vardı. Mısır'da bile asıl güç, Amon rahiplerinin elindeydi. Firavunun tanrılığını anlatmak, onların işiydi. Başarıları anlatılmazsa, Napolyon var olamazdı. Bu yüzden basını kontrol edemezse, üç ay iktidarda kalamazdı. Medya mesupları, yeni çağın Amon rahipleriydi. Firavunu öldükten  tanrı Anubis yapanlar onlardı. Yunan kökenli Plotemai sülalesini, Habeşistanlı Aksumluları ve Libyalıları bile Firavun yapmışlardı. Orta Çağda bunu din adamları ile beraber şairlerde yapıyordu. Bu yüzden sultanlar ve önemli devlet görevlileri, kendilerini öven şairlere ödemeler yapıyor, hatta maaşa bağlıyordu. Şimdi ise aynı şeyi medya araçları ile ya da medya araçlarının desteği ile yapıyorlardı.
12  eylül televizyon ile ilgili görsel sonucu          Bence Ekim devriminin Rusya'nın dışına çok açılamamasının en büyük sebebi radyoydu. Devrim sırasında Rusya'da radyo yoktu. Bolşevikler, matbaalarında bastıkları broşür ve benzeri  yayımları, beşer kişilik hücrelerden oluşan ağları sayesinde tüm Rusya'ya yayabiliyordu.Radyo 1920'li yıllarda yaygınlaştı. Sovyet Rusya kendi radyo ve televizyonlarını kursa da, eğlence eksikti. Yayım işine ses ve görüntü geldiğinde, kısmen de  fotoğrafla, uzun ve sıkıcı metinleri kitlelere okuta biliyordunuz. Oysa kitle, sıkıcı maşlar ve bültenler yerine, eğlenceye yöneliyordu. Faşizm ve Kapitalizm, kitlelere bunu veriyordu. İtalya'da Faşizm'i, Almanya'da Nazizmi güçlendiren radyoydu. 1950'li yıllarda yavaş yavaş Televizyon, onun yerini aldı. Televizyon yayıldıkça ve ihtiyaç oldukça, etkisi de arttı.             
             Türkiye'de 12 Eylül'e giden karanlık günlerde insanlar, yakınlarının hayatta olup olmadığını anlamak için mutlaka ajansı (ana haber bülteni) takip etmeye başladı. Önce Milli Cephe hükumetleri 12 Eylül sonrasında da darbe yönetimi de darbe sonrasında bunu kullandı. Haber bültenlerinde solu suçladılar. Darbe sonrasındaki günlerde haberlerde ha bire yasa dışı SOL örgüt üyesi haberleri yapıldı. Zaten 4 ya da 5 saat süren televizyon yayınının yarım saat kadarı ana haber bülteniydi Onun da yarısı yasa dışı sol örgüt militanları yakalandı haberine ayrılır, roman ve hikayeler dahil her şey, örgütsel doküman diye tanıtılırdı. Hüseyin Aygün, Mahsur adlı kitabında 1978 yılı, yani seksen öncesi için, bir Rönesanstayız  zannediyorduk ama yeni bir Orta Çağa giriyoruz diye yazmış. O orta çağın sebebi, karanlığın tüm propaganda silahları ile saldırmasıydı.
sosyal medya ile ilgili görsel sonucu            Oysa şimdi karanlığı yırtmak için yeni bir propaganda silahı var elimizde. İnternet, daha doğrusu sosyal medya. Burada artık büyük medya baronları yok. Artık medya patronunun karısı ile kavgalı diye bir şarkıcının sanat hayatı ile oynayamıyorlar. Sıra yavaş yavaş dizilere geliyor. Özellikle genç insanlar dizi izlemek için haftanın o saatini beklemek istemiyor artık. Türkiye'de televizyonların son gücü olan diziler de elinden kayıp, gidiyor.
           Şu anki iktidar, özellikle BDDK (Bankacılık Denetleme ve Düzenleme) 'yı kullanarak bir havuz medyası kurdu. Halkı da bununla yönetiyor. Oysa şu an özellikle muhalif kesime  ulaşamıyor, muhalifler çoğunlukla sosyal medyadan haber alıyor. Gençler de sıkıcı haber bültenlerini izlemek istemiyor. Artık Kabataş yalanı dahil, her yalana inanmıyor insanlar. Zehir denen de budur. Soros gibi kapitlalistler artık özelleştirmeleri bangır bangır övemeyecek. Artık elimizde daha fazla güç var.
          Öte yandan her şey güllük gülistanlık değil. İktidar ya da çıkar sahipleri devasa trol orduları ile saldırıyor. Sosyal medya sunucuları, belli yazılımlarla sansür denemeleri yapmakta. Bir de bu sosyal medya ve internetin daha ilk yıllarındayız.İnternet 40, sosyal medya 20 yıllık olmadı henüz. Daha yolun başı ve yapılacak çok şey var.