3 Ağustos 2018 Cuma

Adnan Hoca Yeni Bir 15 Temmuz Tehlikesi Mi




Ülkece 15 Temmuz 2016 darbe girişimini yaşadık.
Darbe girişimi başarısız oldu ama başarılı demokrasimize başarılı olmuş kadar zarar verdi.
17-25 Aralık 2013’de ki adliye denemelerinden iki buçuk yıl sonra (2014 yılın başı olarak alırsanız, tam iki buçuk oluyor.) bu sefer 15 Temmuz ‘da askeri açıdan dendiler.
Şu günlerde bir cemaate baskın yapıldı. İlk tepkiler, Adnan hocanın arka kapıdan salıverileceğiydi.
Adnan hoca, ta seksenlerde Refah (Saadet vb) milli görüş partileri muhalefetken, milli görüşün yayın organlarında (Akit ya da o zamanlar adı ne ise. Partileri gibi gazeteleri de kapanıp, açılıp, isim değiştirip durdu) reklamlar vermiş ve milli görüşçüler dâhil tüm siyasiler üzerinde etkili olmuş bir tarikat lideridir.
Yılladır onlarca polise, mahkeme soruşturmasını atlatmıştır.
Herkesin aklındaki soru neden şimdi?
Aslında Nagehan Alçı ile çekişmesinden, operasyona hazırlık yapıldığı belli gibiydi.
Sebep şu ki Erdoğan kendisini yeterince güçlü hissediyor ve tarikatlarla mücadeleye başlayacak.

Bunu da sıra ile yapacak.

Ben buna Faşizmim korku filmi kuralı diyorum. Amerikan korku filmlerinde bir senaryo kalıbı vardır.
Bir grup genç, gitmeyin denen (genel de oraya şu tarihten beri giden, gidip de dönen olmadı gibisinden uyarı yapan bir ihtiyar da olur bu senaryo kalıbında) denen yere giderler.
Burası ıssız ve sapadır. Bunlar gençlerin umurunda bile değildir çünkü çok eğleniyorlardır.
Sonra ölümler başlar. Ölüm sırası, en sevimsizden başlar.
Bu ya esas oğlana, yanında sevgilisi varken kur yapan kızdır (genelde sarışın, uzun boylu, iri göğüslü, her daim makyajlı) ya da çok şey bilen ve herkesi tehlike karşısında uyaran gözlüklü (tercihen şişko) karakterdir.
(Bu gözlüklü şişko olgusu, Willam Golding’in Sineklerin Tanrısı romanından kalmadır) Bir an ölümler bununla bitecek gibidir ya da izleyici ilk an böyle zanneder, sebebi de bu karakterleri pek sevmemizdir.
Sonraa gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bir ara Zenci, Japon, Latin ve benzeri ırktan birileri aptalca bir kahramanlık yaparak ölür.
Bu ölüm zinciri genelde esas oğlanla sevgilisi kalana kadar sürer.

İşte Faşizan oluşumlar da böyle hareket eder.

Tarikat silsilesinde, özellikle muhafazakâr, dindar, sağcı Türk halkı için en sevimsiz tarikat, şüphesiz A9 kanalında yarı çıplak kadınları, müzikle oynatan, mehdi olduğunu iddia eden Adnan Oktar’dır.
Adnan Hoca ya da diğer tarikatlar, Erdoğan hayatta iken bir şey yapamazlar.
Değil on beş temmuzu, kıllarını bile kımıldatamazlar.
Lakin modern çağda kutsal soy yoktur (ya da yok gibi bir şeydir).
Son kut sahibi soy, Cengiz Han’ın soyundan gelenlerdi.
Osmanlıya karşı isyanlardan sonra, gene hanedan ailesinden biri getiriliyordu çünkü Osmanlı hanedanlığı, Oğuz Kağan’ın soyundandı.
Başkası olamazdı. Modern liderler ise, karizmalarını çocuklarına aktaramıyorlar.
O muhteşem liderler ölünce, yerlerine oğulları geçemiyor (Kuzey Kore, Azerbaycan ve Suriye hariç).
Suriye’de de babadan, oğula geçiş, o da geçebilirse, kaç yıldır bitmeyen bir iç savaşa neden oldu.
Eski Yunan filozofları, tiran ile monarşi ayrımını, kişinin ailesinde saltanat soyu olup, olmadığına göre yapardı; ya da saltanatta soyunun devam edip, etmediğine göre.
Soyu, saltanat soyu olmayanlara tiran derlerdi.
Tiranlar, genelde demokrasilerden çıkar, en ufak kargaşalıkta baba figürü arayan halk, bir kahraman icat edip, onu baş tacı eder ve o kahraman da tiran olurdu.
Bu yüzden Yunan filozofları, Platon, Heraklitos , Thales  ve diğerleri (Sofistler hariç) demokrasiye inanmazdı.
Diğer türlü rejimlere de monarşi derlerdi.
Bu karizmanın oğula eklenmemesi, siyasi partilerde de belirgindir.
En son Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul’un ve Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih’in siyasi başarısızlıklarını buna örnek gösterebiliriz.

Bu tabi benim kendi farazim.

Gerçek olan bu tarikatların, tıpkı FETÖ gibi, reisleri ölmesini beklemede, azıcık tökezlediğinde de atak yapacakları.
Önümüzdeki en azından bir buçuk yılda AKP’li olmanın, muhalif olmaktan daha tehlikeli olduğunu hissediyorum.
Zaten şu günlerde tutuklananlar ikiye ayrılıyor; ben masumum diyenler ve ben AKP’liyim diyenler olarak.
Şimdi asıl konumuza dönelim.
Tarikatlar, reisleri ölene kadar ona sadıktırlar ama reislerinin ondan vaz geçtiğini anlayınca da kolay teslim olmazlar.
Eski üyelerinden Ceylan Özgül’ün dediği gibi,  Adnancılar, FETÖ gibi büyük ve hantal değiller, küçükler be nokta operasyonları yapabilirler.
Artı, bu küçük topluluğun önemli bir kısmı Adnan Oktar’ın mehdi olduğuna inanıyor.
1997 Nisanına 39 kişinin topluca intihar eden Heavens Gate tarikatı  havasını seziyorum.
Neler yapabilirler? Ergenlerin bile tercih edebileceği gibi ses ve video kayıtlarını internet ortamlarına sürebilirler ve sürmeyebilirler.
(Zira bunlar iktidarı o kadar da etkilemeyecektir, bakara-makara tutmadığına göre) Yeni bir 15 Temmuz için ordu-polis içinde örgütlü olduklarını sanmam.
Varsa da yakına onların da tutuklandığını duyarız yakında.
İç savaş uğruna muhalefet liderlerine ve muhalif isimlere saldırma ihtimalleri düşük.
Böyle bir hareketin, iktidarın elini güçlendireceği kesin gibi.
Ya da iktidarın meşruiyetini zayıflatmak için, onu muhalefete baskı yapmak için de zorlayabilirler.
Ve ya sırf mehdilerinin intikamını almak isteyebilirler.
İktidara yakın kişilere sadece suikast değil, ifşa ve itibar suikastı yapabilirler.
Diğer yandan bu mehdimizin FETÖ ile irtibatı ve herkesi tehdit ederken, birden ortadan kaybolan ve önüne geleni tehdit eden şahıs da ayrı konu.
Fetö’nün siyasi ayağı ile beraber, diğer tarikatlardaki ayağı da tam olarak ortaya çıkmamıştır daha.




2 Ağustos 2018 Perşembe

KAVGAM ELEŞTİRİSİ 8 ÖTEKİLERİN VE ÖTEKİLEŞTİRİLEN AZINLIKLARIN SUÇLARI-1MİTSEl SUÇLAR


KAVGAM ELEŞTİRİSİ  8 ÖTEKİLERİN VE 
ÖTEKİLEŞTİRİLEN AZINLIKLARIN SUÇLARI
 1-MİTSEL SUÇLAR.
           Bu bölüm için Kavgam tek kaynağım olmayacak. Bu yazı dizisine ilk önce Hitler ve Kavga kitabının eleştirisi olarak başladım. Sonra bu yavaş yavaş faşizmin genel eleştirisine döndü. Yazma süreci uzun sürdü ve daha şimdiden küçü çaplı bir kitap hacmine ulaştı. Üstelikte yazıldıkça yeni konular geliyor.
      Yazarken de okumaya devam ediyorum takdir edersiniz. Kitapları, gazeteleri, dergileri ve sosyal medyayı da takip etmeye çalışıyorum.
       Özcan Yüksek'i Atlas dergisi editörlüğünden beri takip ederim. Şimdi de onun yönettiği Mağma dergisini okuyorum. Geçen ay derginin eki Benito Musolini üzerineydi. Eki okumak, faşizm ve Hitler üzerine ufkumu genişletti. Hitler'in düşünceleri orijinal değil, Mussolini'den alınmaydı.
         Musolini'nin 1922'de İtalya'da iktidara gelmesinden sonra Hitler, onun bedene dar oturan askeri üniforma ya da benzeri kıyafetli giyim tarzından gene askeri usul tek keline ve el hareketli selamına kadar her şeyini kopyalamıştı.

        Özcan Yüksek,  faşizmin Avruplılarca, Avrupa dışında icat ettiğini ve Musollini-Hitler ikilisi tarafından  Avrupa'ya getirildiğini söylüyordu. Kısmen haklıydı. İngebor Bachman'ın da dediği gibi faşizm, iki kişi arası ilişki ile başlar. Avrupalıların, Avrupa dışında icat edip, Mussolini-Hitler  ve benzerlerinin Avrupa'ya getirdiği faşizm, bedensel özellikler kökenli faşizmdi. Çünkü Avrupalılar ile dünyanın geri kalanı arasındaki binlerce yıl, onları bedensel olarak diğer toplumlardan görünür şekilde farklı kılmıştı.
        Oysa Avrupa'da durum aynı değildi. Orta doğudaki her sarışın insan Büyük İskender'in ordularının genlerini taşımadığı gibi, Avrupa'da ki her esmer insan da Çingene ya da Yahudi geni taşımıyordu.
            Gerçekte faşizm her zaman vardı. Musollini faşizm adını bile Roma imparatorluğu mitolojisinden almıştı. Bunu başka bir yazıda ayrıntılı yazacağım. Faşizm her zaman olduğu gibi, ötekileştirilen insanlar hep vardı ve onlara karşı suçlamalar hep oldu. Ben bunları anlatacağım. Bu suçları, kendimce sınıflandırdım.
              1:Mitsel suçlar; Bunlar, azınlıklar ve ötekiler ile ilgili olarak delillendirilemeyen ve gayet uçuk suçlardır. Goebbels'in meşhur bir yalan ne kadar büyükse o kadar çok inanan olur, sürekli tekrarlanan yalanlar gerçek olur ilkesine ilham kaynağı olan suçlamalardır. Oysa modern Faşistler, Mussollini ve Hitler, bu tip yalanların yalanların yayılmasını engellemek istemişlerdir. Bunların yanlış olduğunun ortaya çıkması, bu azınlıklara karşı sempatiyi arttırabiliyordu. Ötekileştirilmiş topluluklar üzerine abartılı bilgilerden oluşur. Bunlardan en kabaları ile başlayalım.
              1-1Cinsel mitler; Öözelikle grup seks iddialarına bir bahsetmek gerekir. Alevilerin mumsöndü, eski Yunanda Baküs şenlikleri (orgy), Sebataycı denen yarı Müslüman, yarı Yahudi toplulukta dmrt gönül bayramı vs vs, aslında çok eskilere kadar gider.

            Ben de bir Alevi olarak bu mumsöndü yalanından bahsetmek isterim. Bu yalanı cumhuriyet döneminde tekrar yayan, Nihal Atsız'dır. Niğdeli Kadı Ahmet adlı bir orta çağ yazarının kitabındaki iddiayı yeniden ve bir gerçeklik gibi ortaya sunmuştur. Sanki bu yalanın en eski kanıtı gibi ortaya koymuştur.
           Niğdeli Kadı Ahmet'e göre Taptukiler denen topluluk, mum söndü ayini yapıyordu. Benzeri ifadeleri Kadı Ahmet'in yaşadığı yıllarda Anadoluyu gezen İbni Batuta adlı Arap seyyahın dan da okuyoruz. İbni Batuta Sinop'a gitmek isterken, onu yolda bir handa durdurmuşlar ve tavşan eti yedirmişler. (Malum, Aleviler tavşan eti yemez)Sonra  da Alevilere ait bu iddiadan bahsetmişler.
         Enver Berhan Şapolyo'nun Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi adlı bayağı hacimli kitabını bitirdim bu arada. Kitaba ara ara atıf yapacağım. Kendisi Sünni mezhep ve tarikatlarla, özellikle Osmanlı dönemi ile ilgili ayrıntılı bir araştırma yapmış, daha doğrusu Osmanlının bu konudaki arşivini taramış,doğrudan kitabına aktarmıştır. Diğer din ve mezheplerle ilgili bilgisi de bu günün bir orta okul çocuğundan bile geri. Mesela Samaniler (Samanoğulları) ve Büveyhiler (Büveyhoğulları) devletini Türk devleti sanıyor, hatta Samaniler, bizzat Sasani hanedanlarının, Maveraünnehir, yani bu günkü Özbekistan civarında kurduğu devlettir. Arap şairler ardından şiirler yazmıştır; nere gitti Sasaniler /Hani nerede Samaniler  diye.
               Şapolyo'ya göre mum söndü eylemini tarihte sadece Karmatiler yapmış. Karmatilik bir dönem Basra körfezi civarında devlet kurmuş, kölelerin, özellikle Afrikalı kölelerin öncülüğünde kurulmuş, Şii kökenli bir dini topluluk. Bir dönem Mekke'yi işgal edip, meşhur Hacer-ül Esved taşını Basra körfezindeki bir adaya taşımışlar. Sonra Selçuklular bu devleti yıkıp, taşı geri yerine koymuş. O taş, götürülen taş mı, o da belirsiz tabi
              Biz asıl konuya dönersek, Şapolyo mumsöndü'yü  sadece Karmatilere ait olduğunu söylüyor ama Sünnilerin Mumsema, yani din konusunda peygamberden sonra başvurulacak ikinci kişi İmam Gazali, maşallah yaşadığı devrin Abbasi-Selçuklu iktidarına muhalif kim varsa, onlara yapıştırıyor. Sadece Şiiler için değil, Dürziler, Mazdekçiler, Yezidiler ve Sünni olmayan kim varsa ona göre seks aleminde.
        Şu yıllarda Deizm, Ateizm falan moda, insanlar din merkezli bir partinin iktidarında iken, hızla dinden uzaklaşmakta. Pek çok kişi de Kuran'ın Türkçe'sini okuduktan sonra dinden uzaklaştığını söylüyor. Muhtemelen bu yüzden Menzil tarikatı, Kuranın Türkçesinin okunmasını yasaklamakla uğraşmakta.
           Benim dini duygularımı zayıflatan İmam Gazali oldu. Gazali'nin Sünnilerce İslamda peygamberden sonra ikinci önemli kaynak olduğunu öğrenince, bir sebepten elime geçen bazı kitapçıklarını okumaya başladım. Her biri yaklaşık doksan ile yüz elli sayfalık kitapçıklardı. Türkiye'de din kitaplarının çok satılıp, az okunduğunu en net Gazali'den anlayabilirsiniz. Kitaplarında çok yoğun Arap yüceltmesi, Türkler ve İranlılar başta olmak üzere Mevali denen Arap olmayan Müslümanları hor görme ve gerçek bir kadın düşmanlığı vardır. İnanmıyorsanız alın okuyun.
         Bir sürü Gazali risalesi üzerine, Şapolyo'nun kitabını okuyunca, din  adamlarının sürekli dedikodu yapıp, yalan söylediğini ve yalanlarını da tekrarlayarak inandırıcı hale getirdiğini anladım.
         Örnek mi istiyorsunuz? En başta meşhur Kutlu Doğum Haftası. Yıllarca 23 Nisan'a gelen hafta, bu adla anılır oldu, özellikle imam hatip liselerinin gösteri haftasıydı. Yıllarca 23 Nisanı gölgede bıraktı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonraki ilk sene basit şekilde kutlandı, 2. yıl, yani bu yıl da Regaip Kandili haftasında kutlanmasına karar verildi. Sonra yıllarca sol tarafından dile getirilen iddia, resmi kaynaklarca da doğrulandı. 24 (yoksa 26 mıydı, karıştırdım) nisan son peygamberin miladi doğum günü değil, malum kişinin doğum günüydü. Şimdi unuttuk.
      Cinsel mitler, sadece grup seks ayinleri ile ilgili değildir. Genelde öteki olarak dışlanan kişilerin genel anlamda da cinsel açıdan ahlaksız olduğu iddia edilir. O toplulukta homoseksüellik, ensest yaygındır.
      Bir de bu mitlerin erkek egemen tarafı vardır. Faşizme göre karşı tarafın kadınları hafiftir ve asil ırkın erkeklerine asılır, onların  ahlakını bozarlar. Hitler, Yahudi kadınlarını, Atsız'da Bozkurtlar romanlarında (her iki seride) Çin kadınlarını hayasızlıkla suçlar.
       Bu ahlaksızlık iddiaları günümüzde de devam eder. Mesela Karl Marks, daha yaşarken, Komünistlerle ilgili, kadınları ortak kullanma iddialarıyla alay etmiştir. Gezi zamanı bazı faşist troller, Gezici kadınlarla aşk hikayeleri uydurmuşlardır.
      Faşizan kitle, ötekilere saldırırken, ateş olmayan yerden duman çıkmaz gibi, dedikoduyu  destekleyen slogan, deyim ya da atasözü kullanırlar. Pek çok konuda herkes tarafından konuşuluyor olması, yeterli delildir.
         Konu kendilerine gelince ise, gıybet o kişinin etini diri diri yemektir. Zina için iki kişiyi yatakta bir arada ve aralarından ip geçmeyecek şekilde beraber görünmelisinizdir. Vakfın yurdundan otuz- kır öğrenciye taciz olmuştur ama bir kereden bir şey olmaz. Oysa onlarca çocuk, bir öğretmeni neden şikayet edememiştir, öğrencilerin tüm sorumluluğu neden bir öğretmene verilmiş ve amirleri neden o bir öğretmeni sorgulayamamış diye sorulmamıştır.
        Sonra Sivas, Kangal ilçesinde otuz beş erkeğin karıştığı, en undegraund (yer altı) pornocularının bile hayal edemeyeceği seks partisi skandalı ne çabuk geçiştirildi farkında mısınız? olay FETÖ örgütünün işiydi ve o zamanlar henüz 17-25 olmamış, FETÖ'ya henüz Cemaat ya da Hizmet hareketi falan deniliyordu. Peki 15 Temmuz da geçtiği halde neden bu olay soruşturulmyor?
            Bir de son zamanlarda kendi içlerinde taciz sıkandalları patlayınca, hemen geçmi zamana ait ve karşı tarafın dahil olduğu seks skandalı iddiası dillendiriyorlar. Ha bir de bu cuma açıklanacak görüntüleri vardır.
         Son olarak da hayatımda o kadar çok cinsel iftira ve mit-efsane duydum ki, en sonunda bu konuda antropologlar ya da en güvenilir yazarlara bile inanmamaya başladım. Pek çok kişi, İstanbul'da padişah haremini uzaktan dahi görmediği halde, harem hikayesi yazan seyyahlar gibidir.
          1-2 Gizli İnanç ve İbadet  Mitleri: Bu mitlerin bir kısmı, grup seks mitleri ile karışıktır. Meşhur Gözü Tamamen Kapalı filminin grup seks sahnesi gibi manzaralar akla getirir.
        Bazen de vahşet duygusu içerir. Orta Çağ boyunca Yahudilere ait iğneli fıçı efsanesi gibi. Yahudiler, Hristiyan bir çocuğu kaçırır, çivi dolu bir fıçıya kapatır, çocuğun acı çığlıklarını zevkle dinler,  fıçıdaki kanı da içerlermiş.
        Bunun bir de inançla ilgili olanları vardır. Yahudilerin bir çeşit şeytana taptıkları, Alevilerin, peygamberin damadı Aliyi tanrılaştırdığı gibi iddialar vardır. Bu iddialar, bu azınlıklara karşı linci yükseltmek için yapılır ve bunu yapanlar, genelde bu toplulukları tanımamış ve tanımakta istememiştir. Bu tip iddialar da belli dönemlerde ortaya çıkmıştır.
          Mesela Hassan Sabbah ve müritleri ile ilgili iddialar; genç kızlarla kurulan sahte cennet ve esrarkeşlik. Hatta Fransızca ve pek çok dildeki assasins kelimesi haşhaşi kelimesinden türemiştir. Bu sahte cennet iddiası, İmam Gazali'de ve demin bahsettiğim Enver Berhan Şapolyo'da vardır ama esrar kullanma yoktur. Demek ki bu esrarkeşlik masalı, Tapınak Şövalyeleri arasında yayılmış ve 20. yüzyılda'da İslam dünyasına geri gelmiştir. Şapolyo assasins kelimesin öğrenmiş ama bu kelimenin haşhaş ile ilgisini öğrenmemiş.
           Kaldı ki Hassan Sabbah'ın suikastçılarının haşhaşi, yani esrarkeş olması imkansızdır. Zira öldürecekleri kişiye yakınlaşmak için üç yıldan fazla çalışmaktaydı. Normalde bir maddeyi bırakmış olmanız için bir buçuk yıldan fazla bırakmış olmanız gereklidir. Neyzen Tevfik'in alkolik değil de içme delisi olduğu ve bir buçuk yıl kadar bir süre içmediği ve sonra alkol komasına girdiğinden bahsedilir. Esrar ya da diğer bitkisel uyuşturucular ile ilgili böyle bir olay duymadım. Neyzen Tevfik ile ilgili az önce bahsettiğim olayın gerçekliğinden de şüpheliyim.
       Esrarkeş, uyuşturucu bağımlısı ve ya alkolik kimseler, genelde işlerini iyi yapamayan ve iş hayatında çöküşe geçmiş kimselerdir. Suikast düzenlemek ya da istihbarat almak için yakınlaştıkları devlet görevlilerinden keş olmalarını gizleyemeyecekleri de aşikardır.
        Bu tip rivayetlerin çıkmasının ana nedenleri, en başta toplumda halkların kavgasından fayda güden egemen güçler ve halkların birbirini tanımamasıdır.
         Üniversiteye gittiğim yıl, bir arkadaşım, Alevilerin karpuzun tepesini kesip, bir süre beklettikten sonra yemelerinin sebebini sordu. Olay aslında basit bir fizik olayıydı. Soğutucu teknolojilerin yaygın olmadığı çağdan kalma bir durumdur bu. Tepesi açıldığında buharla kaçan su, karpuzun içini kısmen soğutur. Arkadaşa bunu anlattım, Ülkücü bir arkadaş durumu anlattı, bak, Sünniler ile biliyor dedim. Daha sonra o arkadaşın da kendini gizleyen bir Alevi olacağını öğrenecektim.

            1-3 Mitsel köken; her toplumun mitsel kökeni vardır. Bu bahsettiğim köken, bu toplulukları  aşağılamak için, bu topluluklara köken uydururlar. İngilizler Hindistan'a gidene kadar Romanların kökeni Mısır sanılıyordu. Oysa Roman dilinin ve Sind dilinin bir Hami-Sami dili olan Kıptice ile alakası bile yoktu.Enver Berhan Şapolyo'da, Abdalların kökeninin, Romanlar gibi Pencap olduğunu söyler.
            Gerçekte Abdallar, belkide Anadolu'da ki genetik olarak en Türk topluluktur. Sadece baba oğul, Muharrem-Neşet Ertaş'ın fotoğraflarına bakarak bile anlaşılabilir. Tekke ve zaviyeler kanunundan sonra önemli bir kısmı Sünnileşmiş de olsa, halen büyük  ölçüde Alevidirler. Romanlara benzeyen yanları, günü birlik yaşamaları, para biriktirme alışkanlıkları olmaması, müzisyenlik, kalaycılık ve kazan yapıp, satarak geçinmeleridir.
         Her hangi bir Abdal ile tanışma şansım olmadı. Kırıkkale ve Isparta'da aleyhlerine tek iddia olarak esrar kullandıkları iddiasını duydum. Isparta'da yerel halk, çocuk kaçırdıklarına inanırsa da, böyle bir kaçırılma hikayesi duymadım.
         Bu tip iddialar, faşizan ideolojinin ihtiyacına göre yıllara göre değişiklik gösterir.  1990'ların başlarında Kürt ve Zazaların Orta Asyalı olduklarına dair onlarca kitap yazılmıştı. Bir ara Nevruz, Kürtlerden daha fazla benimsenmişti. Sonra baktılar ki Kürtleri, Türk kökenli yapamıyorlar, Ermeni kökenli yaptılar ve bu seferde Kürtlerin, özellikle de Alevi Kürtlerin Ermeni olduğunu iddia ettiler.
        2: Tarihsel suçlar: Bu suçlar da kısmen mitsellik taşısa da, az biraz tarihsel temeli vardır.

             Mesela Türklerin tarihe bakışı masalsı ve kendini övme amaçlıdır. En azından okullarda öğretilen tarih dersleri itibarı ile böyledir. Mesela okullarda  Osmanlı tarih haritaları iki tanedir. Yükseliş haritasında renkler, padişahlara göredir. Bir de gerileme haritası vardır, o da Osmanlı'dan toprak alan ülkelere göredir. Yani toprak kaybı padişahların başarısıdır ama toprak kaybında padişahların suçu yoktur.
            Türkiye'de Osmanlı tarihinde gençlere en az öğretilen konu, Celali isyanlarıdır. Sağcı kesimde Celali isyanlarını, hatta Selçuklu'da çıkan isyanları Alevilere yıkma çabası vardır.
        İşin gerçeği Osmanlı tarihinde, Anadolu'da çıkan ve özellikle 17. ve 18. yüz yıllarda yaygınşalan isyanların ortak adı olan Celali İsyanlarının %5'i bile Alevi veya Kürt isyanı değildir. Üç büyük Celali lideri, Karayazıcı, Kalenderoğlu ve Canbulatoğlu, Alevi ya da Kürt değildir. Efsaneleşen Köroğlu ve Çomar Bölükbaşı'da Alevi değildir. Şeyh Bedrettin ve Şahkulu isyanı haricinde Alevi isyanları Osmanlıyı sarsmamıştır. Pir Sultan Abdal'a ait resmi bir Osmanlı vesikası da yoktur.
               Cumhuriyetin ilanından sonra çıkan tüm isyanları da Kürtlere mal etmek gibi faşizan bir tavırdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan isyanlar, aşiret yapısından dolayı geniş bir coğrafi alanda çıkanları, Kürt isyanlarıdır. Öbür türlü de Menemen olayı gibi pek çok şehir isyanı çıkmış ve Osmanlı'dan yadigar efeler başta olmak üzere pek çok eşkıya çetesi ile (pek çoğu üç yüz civarı atlı adamı olan çeteler) savaşılmıştır.
           Hitler'de kitabında Alman tarihindeki pek çok olumsuzluğu, orta çağda, özellikle  Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sonrası ile Prusya'nın Almanyayı birleştirmesi (1870) arasındaki olumsuzlukları Yahudilere, özellikle saray Yahudilerine yüklemiştir. Söz konusu orta çağ, Yahudilerin oradan oraya sürüklendiği, progrom denen karışıklıklarla katledilip, kovulduğu yıllardır. Meşhur Alman İlahiyatçısı Martin Luther bile,  Türkleri ve Yahudileri Neden Öldürmeliyiz  isimli kitap yazmıştır. Tüm orta çağ boyunca oradan oraya sürülen ve veba salgını yüzünden yerleştikleri Polonya- Ukrayna-Macaristan üçgenine toplaşmış Yahudilerin, her hangi bir sistemin kökeni olacaklarına inanmıyorum. Avrupa'da feodaller birbirlerine eşit olduklarından ya da öyle sayıldıklarından, birbirlerinden borç alamaz, birbirleri ile ticaret yapamazlardı. Yahudileri banker ya da tüccar yapmanın bir zararı yoktu. Zira her an bir progrom, kaybolan çocuk yüzünden öfkeli halkın galeyanı çıkar, Yahudiler servetlerini bırakıp, kaçarlardı.
         Hitler dönemi profesörlerinden Werner Sombard, kapitalizmin temelinin Yahudilik ve Semitizm olduğunu, sanayileşme devri İngiltere'sinden örnekleyerek açıklar. Oysa burjuva adlı eserinde, bu unvanı alan ilk insanların, 12 ila 13. yüzyılın Floransalı yün tarayıcı esnafı olduğunu söyler. Aynı dönem, tüm Avrupa'da antisemitizmin yayıldığı, Venedik'ten başlamak üzere Yahudilerin getto denen (Zaten Getto, Venedik barut fabrikasının adıdır. Fabrika boşaltılıp, şehirdeki tüm Yahudiler buraya yerleşince, Yahudilerin zorla iskan edildiği yerlere getto denmiştir) mahallelere kapatılmasının başlamasıdır. İngiletere'de aynı dönemde, 1290'da tüm Yahudilere Hristiyan olması ya da ülke dışına çıkmasını emretmiştir. Aslına kapitalim de, tabi bence, bu yerli ve milli tüccar ve banker yaratma fikri ile başlamıştır. Osmanlı'da son dönemlerde Yahudi, Ermeni, Yunan ve diğer gayrımüslim burjuva yerine, yerli ve milli burjuva inşa etme hevesi ile kapitalistleşmeye başlamış, 6-7 Eylül yağmalamaları ile de, modern Türkiye yeterince kapitalistleşmiştir.  Bence modern kapitalizmde, kuzey İtalya şehirlerinde ve Avrupa'nın genelinde antisemizm ile başlamıştır.
         Sombart, İngiltere'nin sanayileşmsinde bolca Yahudi göçmen almasını, kapitalizm ile Yahudilik arasındaki ilgiye ispat için yazmış. Oysa Osmanlı, Rodos, Kıbrıs ve Girit'i aldıktan sonra, Türk ve Müslüman'dan önce Yahudi yerleştirmişti. Hem de biraz zorla. Osmanlı devletinin, Endülüs'ün düşmesinden sonra neden Arapları değil de, Yahudileri Ege kıyılarına, özellikle de Trakya'ya yerleştirdiğini düşünüyorsunuz? Konu tamamen ekonomikti. Yahudilerin ticaret ve zanaat, özellikle tekstil yeteneklerinden faydalanmaktı.
        Azınlıklar, toplumun bir parçası olarak, değişimde bir ögedirler. Her şeyin başı olamazlar.

        1.4 Mitsel azınlık kişiler (Aslında olan, olmayan):Faşizmin diğer bir alışkanlığı da, sevmedikleri kişileri hemen öteki yapmaktır. Pek çok ünlü kişinin gizli Yahudi, Ermeni, Alevi vs oldukları iddiaları sık ve yaygındır.
        Bir dönem ülkemizde bir Sebataycı vardı hatırlarsınız. Soner Yalçın ve Yalçın Küçük önderliğinde hemen her yerde, yarı Yahudi, yarı Müslüman Sebataycı arıyorduk. Bu garip mezhebin kurucusunun öz torunu, modacı Cemil İpekçi, Soner Yalçın'ın kitabından sonra,  Tokatlı olan babası ve akrabalarının zor günler geçirdiğinden bahsetmiştir. Baba tarafının Sebataycılıkla alakası yokmuş. Yalçın Küçük'de kalan son şöhretini devam ettirebilmek adına bu ava katıldı. İstanbul'da bir mezarlığa gömülenlerin soy adlarından Sebatayist avı başladı.Bir sürü insan, bununla itham edildi.
           Bazı dergilerde ve kitaplarda listeler teşhir edilir. Ünlü Sebataycılar, Ermeniler, Rumlar, Ermeni, Rum dönekleri vs vs... Lisede ve üniversitede bu yayınları okur ve olan saflığımla inanırdım. Pek çoğunun uydurma olduğunu sonradan öğrendim.
        Buna benzer durumları öğretmenliğe ilk başladığım yıllarda Isparta'da ilk atandığım yerde yaşadım. Çoğu sağcı olan arkadaşlarım, başkasını önce eski solcu olarak yaftalıyor, sonra da en olmadık cinsel sapıklıkları yüklüyordu.
         Daha sonra atandığım ilçede de benzer bir gariplikle karşılaştım. Yaptığım hatalardan biri olarak, ilçeye bağlı bir kasabanın, küçük bir ilçesinde, sırf ek ders ücreti için derslere gittim. Yaptığım aptalca işlerden biriydi. Oranın sözde müdürü, son derece antipatik birisiydi. Sonradan o okulu kavgalı bir şeklide terk edip, başka bir ilçeye tayin oldum. Müdürüm sağcı hatta aşırı Ülkücü biriydi.
       O zamanlar sendikalar yeni kuruluyordu. Solcu sendika KESK o kadar büyümüştü ki, memur sendikaları da  mecburen yasal oldu, grev yapmamaları şartı ile. Bunun üzerine sendika kuran memur haindir diyenlerde sendika kurmuş ve bu müdür de sağcı sendikaya üye olmuştu. Buna rağmen her rastladığım kişi, bu adama solcu diyordu.
          Bu mitsel azınlıklara son katılan da  Alevi olduğu iddia edilen Mithat paşa. Paşa, bilindiği kadarı ile Isparta Gelendost'lu. Gelendost'un Alevi köyü yok ve tanıdığım pek çok Gelendost'luya göre de hiç olmamış.
         Bütün bunlar bir yana, Namık Kemal gibi birisinin, bir Alevi ile arkadaş olması imkansızdır, çünkü kendisi fazlası ile Alevi düşmanı ve bu günkü zihniyete göre bildiğin şeriatçıdır. Millet ve milliyetçilik kelimelerini dilimize sokan odur ve bu kelimeler Arapça din ve dindaşlık anlamına gelir.
        Namık Kemal'in Cezmi (Roman) ve Kara Bela ( tiyatro oyunu) adlı eserlerini okumadan, onu tam olarak tanıyamayız. Kara Bela'da zenci, Cezmi'de de Şii-Alevi düşmanlığı yapar. Kendisi sadece meşrutiyetçidir,  cumhuriyet rejimine düşmandır.
         Benzer bir durum, İttihat ve Terakkiciler için de geçerlidir. Ömer Seyfettin'in meşhur Pembe İncili Kaftan hikayesindeki gibi bir olay, Osmanlı kayıtlarına göre hiç olmamıştır. İttihat ve Terakki her ne kadar adını, pozitivizmin kurucusu Auguste Comte'dan da alsa, basbayağı İslamcıdır. Aralarında pek çok ateist vardır ama bu ateistlerin en ünlüsü Abdullah Cevdet, örgüte üye olmadan , daha doğrusu örgütü kurmadan az evvel (örgütü kuran ilk üç üyeden biridir) namazd!an çıkmıştı. Aralarında kesinlikle Alevi yoktu.
         SON OLARAk: Bu tür mitlerin kaynağı, insanların çok kolay yalan söylemesi ve yalanların da çabucak yayılarak, yayıldıkça gerçekçi görünmesidir. Bu yalanlar genelde o anda uydurulur, zamanla şekillenir. Size bununla ilgili olarak başımdan geçeni anlatayım.
         KPSS sınavında salon başkanıydım. Sınavlar sabah ve akşam olmak üzere iki oturumdu. 2.oturumda da sabahki öğrenciler vardı.
        İkinci oturum başlamadan önce kızın biri lafa başladı. Bir gün önce LYS sınavına girmiş. Orada doğru arama yokmuş, birileri çantası ile girmiş,  yanındaki sınav bitince telefonla oynamış, falan da filan. Yanındaki diğer kızlar da ona katıldılar. Benzer şeyler yaşadıklarını söylediler.
        Ben de sınava öğrenci gibi giren casus öğrenciyi ne yaptıklarını sordum.  Resmen beti, benzi attı. Bu sınıfta var mıdır dedi, bilemem dedim. Ayrıca ben gerçekten de geçen seneki DGS sınavında bunu yapmış, sınava öğrenci gibi girmiştim. Sonra da durumu internetten rapor etmiştim.Bunu duyunca da sustular.
        Mitolojiler de böylesi yalanlardan oluşur. Yalanlarda yayılınca, mitler oluşur. Bu yazı boyunca bol bol örnekledim. Aslında mitler üzerine bambaşka bir yazı yazmam lazım. Biz, Kavgam ve Hitler üzerinden faşizmi eleştirmeye devam edelim.          

25 Temmuz 2018 Çarşamba

FİLM GİBİ GİBİ



Kulakları çınlasın, ya da bu hikâyeyi okusun, film yapımcısı ve yönetmeni Sinan Çetin'in bir programı vardı. Adı Film Gibi'ydi. İlk önce bu programı, matbaacı olup, halkımızca ünlü şarkıcı ve oyuncu Hülya Avşar'ın kocası olarak tanıdığımız, Kaya Çilingiroğlu sunuyordu. Beceremeyince, Sinan Çetin sunmaya başladı. Hani o bölümler arada bir yayımlansa da gülsek. Bu zatı daha sonra çapkınlıkları ile tanır olduk. Demek ki adam kamera önünde yapamıyordu.
         Neyse, biz milli damat Kaya bey üzerinde fazla yazmayıp, konumuza dönelim. Hani filmlerin, özellikle eski Türk filmlerin senaryolarının sürekli kullanılan konuları vardır. İki seki sevgili, anne-baba, evlat ve tüm sevenler ve ayrılanlar, bir tesadüfle karşılaşırlar. Bundan ilhamla, Film Gibi adı verilmişti bu programa. Ayrılan, ayrı düşenler, bu programda buluşturuluyordu ama bir de stüdyoda eziyet vardı. Bekleyen kişiyle önce uzun bir sohbet edilir, gariban uzun, uzun sorguya çekilir, sonra beklenen kişi gelecek mi diye fala bakılırdı. Stüdyoda yanlara kayarak açılan elektrikli bir kapı, dakikalarca ve defalarca açılıp, kapanır, komedyen Yalçın Menteş, Yalvaç'a program yapmaya gelmişti. Gösterisinin bir yerinde bu programla çok güzel dalga geçmişti. Saymış, yirmi küsur dakika ve üç yüz küsur defa kapı açınıp kapanmış, araya iki defa reklam girmiş ve adam karısına öyle kavuşmuş.
         Şimdi bir de benim böyle bir hikâyem var. Hikâyenin ilk kahramanı, biyoloji öğretmeni Mustafa hocamızdır. Aynı zamanda arkadaşım. Kısacık boylu, çok neşeli bir adamdı. Fırça bıyıkları vardı ve en çok kullandığı söz, 'Ne diyorsun sen' di.  Bana dostum diye hitap ederdi. Öğretmenliği de maceralıydı.
         Öğretmenliğe, Çorum’da başlamıştı. Orada, askerliği de öğretmenlik yaparak, üç yıl çalışmış ve Isparta'nın bir kasabasına atanmıştı. Orada öğretmenken, bir akşam eğlence yaptığı bir Milli Eğitim bürokratı onu, mahrumiyet ilçesi olan başka bir ilçenin köyüne ilköğretim okuluna müdür yapmıştı. Orada da biraz kalıp, Anadolu liseleri öğretmenliği sınavını kazanıp, Konya'nın bir ilçesinde Anadolu İmam Hatip lisesi öğretmenliğini kazanmıştı. O kadar dolaşma yetmemiş, Isparta il sınırına gelmek adına benimle aynı ilçeye, Anadolu öğretmen lisesine gelmişti.
         Mustafa hoca ilçede iki yıl kaldı. Bir ara ev tuttuysa da, ailesini Isparta merkeze yerleştirmesi gerekti. Bir ara benim eve ortak olduysa da, benim evin ikinci odası çok soğuk olduğundan, odaya da ikinci soba kurmadığımızdan, birinci haftanın sonunda geri öğretmenevine taşındı.
         Gelelim onun amcaoğlu Mehmet'e. Onunla çok sonraları, bir sabah İstiklal marşı töreninde gördüm. Önce öğrenci sandım. Zaten öğrenci de olabilirdi, on sekiz yaşındaydı. Sıraya geçmesini söyledim, müdür uyardı beni. Soy adını, bir toplantıda, kâğıtta yazılı olarak gördüm.
         -Hay Allah, bizim Mustafa hoca burada ders mi veriyor? Dedim yüksek sesle. Sonra kendimi tekzip ettim.
         -Ha, burada isim Mehmet. Sonra o lafa girdi.
         -Mustafa hocayı tanıyor musunuz? Benim amcaoğlum olurda.
         -Yapma ya, arkadaşım olur, öğretmenevinde kalıyor.
         Uzatmayayım, o akşam, Mustafa hocaya durumu anlattım. Sonra hem Mustafa hocadan, hem Mehmet'ten öğrendim. Mehmet’in, babası ölünce, annesi başkası ile evlenip, Isparta merkezden, bu ilçenin bir kasabasına gelmişti. Üvey babalarıyla anlaşamayan o ve ablası, Çocuk Esirgeme Kurumunun yurduna yerleşmişti. Ablası liseyi bitirmiş, ilçenin adliyesinin temizlik işlerini yapan şirkette çalışmaya başlamıştı. Kendisi de İlçenin otobüs firmasında muavinlik yapıyordu. Sonra kendisi de Çocuk Esirgeme Kurumu kadrosundan, memur olarak, İmam Hatip Lisesine hizmetli (bizim zamanımızda hademe denirdi) atanmış. O, Mustafa hocayı Isparta merkez'de biliyormuş. Mustafa hocada Mehmet'i babasının ölümünden beri görmemiş. Bunu başka bir arkadaşa anlattığımda yorumu
         -Şuna bak, film gibi, gibi dedi.
         Bu hikâye de aynı Film Gibi, gibi oldu. Bu iki kuzen, haftalarca bir birlerini bulamadı. Daha doğrusu, Mehmet, Mustafa hocanın yanına uzun süre gelmedi. Epey bekledik. Her akşam öğretmenevinde bu amcaoğlunu bekledik. En sonunda hoca,
         -Bizim emmoğlu gelmeyecek anlaşılan dedi bir akşam. Tam bu lafı dedi, oyun masasına oturdu, birkaç dakika sonra Mehmet geldi. Yani bu kadar olmaz. İki akrabanın yıllar sonra karşılaşması bayağı göz yaşartıcıydı. On beş senedne sonra ilk defa karşılaşıyorlardı.

21 Temmuz 2018 Cumartesi

KIRMIZI KURŞUN KALEMİN RÜYASI



KIRMIZI KURŞUN KALEMİN RÜYASI

      Okulumda tek bekâr öğretmen olduğum için müdürüm,  her türlü seminer ve kursa beni yazmaya başladı. Benim için hava hoş. Sırf değişik ortamlar görmek için gidiyorum. Geçenlerde de, Halk Eğitim Merkezindeki İngilizce kursuna yazdı beni. Ben bu kursa daha önce de arkadaşın hatırına, ona eşlik etmeye gitmiştim. Kursun bana İngilizce öğreteceğine inancım sıfıra yakındı. Gitme amacım ilçedeki monoton hayatıma yalandan da olsa renk katmaktı. Kursun başlaması bayağı gecikti. Duyuruyu imzaladıktan bir ay kadar sonra, kursa başlayacakları toplantıya çağırdılar.
        Hesapta ileri İngilizce kursuydu ve kursa katılacakların çoğu, hatta ben hariç diğerleri daha önceki kurstan birbirlerini tanıyanlardı. Kurs günleri ve saatleri kararlaştırıldı. Haftada üç gün, pazartesi, Çarşamba, Perşembe, akşam beş ile yedi arasındaydı. Sonra sıra hangi kitap sorusuna geldi. Headvey seti alınacaktı. Yanında da gramer için başka bir kitap alınacaktı. Seksen atı yirmi, yüz lira bayılacaktık. Hoca korsanı istemiyordu, onun eksik sayfaları oluyordu, interaktif CD’si yoktu. Başta söylemeyi unuttum, halk eğitimin müdürü de oradaydı. Buraya Anadolu lisesinden rotasyonla gelmişti. Önceden ve bayağı eskiden, bu Anadolu liselerinin hazırlığı varken, Ankara Kızılay’ın, daha doğrusu Bakanlıklar’ın meşhur Olgunlar sokağı tezgâhlarında alınan kitapları anlattı. Sonra hocamız, CD’den ödev vereceğini söyledi.
        Sonra hoca diğer istekleri saydı. Altı ortalı harita metot defteri, kurşun kalem, kalemtıraş, otuz santimlik şeffaf cetvel, silgi ve kırmızı kurşun kalem istedi. Hoca kırmızı kalem deyince, anılara daldım ve en son ne zaman kırmızı kurşun kalem gördüğümü hatırlamaya çalıştım. Uzun zamandır harita metot defteri de görmüyorum. Gençler sipiralli defterleri kullanıyor. Bir sipiralli defter, bütün derslere yetiyor. 05,07 uçlu kalemler ilk defa ben ortaokuldayken çıkmıştı, hocalar sevmiyordu, tembel işi diyordu (ne alakaysa), yeni alışmaya çalıştığımızdan uçlar kırılıp duruyordu. Ancak kırmızı kalem, uzun süre önceliğini korudu, çünkü defterlere kırmızı kurşun kalemle çizgi çekilirdi, biri kalın, biri ince. Başlıklar, numaralar, şıklar kırmızı kalemle çizilirdi. O zamanlar bir eskiz bir de tertip defterimiz olurdu. Derste eskiz defterine not alır, sonra temize çekerdik. Kitap masrafımız kadar (o zamanlar kitapları devlet dağıtmaz, biz alırdık, bazı kitaplar bulunmazdı), defter masrafımız olurdu.
       Ben bir hiperaktif olarak bu temize çekme işlemin beceremezdim, hocalar defter kontrolü yaptıklarında kaç kere benim defterimi yere çaldı, sayamam. Başlıklar, satır, madde numaraları ve harfleri, kırmızı kalemle yazılmalıydı. Bir de harita metot defterlere çizelgeler çizilir, içi kırmızılı siyahlı doldurulurdu. Aklıma gelmişken, hoca da muhtemelen o otuz santimlik şeffaf cetveli, harita metot defterini tablolar ve çizelgelerle doldurmak için istiyordu.
       O zamanlar okumak daha zordu çünkü elemek esastı. On, on iki arası dersimiz olurdu ve en az yedi sekiz hoca yıla gözdağı vererek başlardı. Derslerinin ne kadar zor olduğundan, ödevlere önem verdiklerinden, notlarının kıt, sınavlarının zor olduğunu tekrarlardı. (Bizim okulda öyleydi, ortaokul ve lisenin sene başına bu tören tekrarlanırdı.) Öğretmenler kurulunda ve disiplin kurulunda hep öğrenci aleyhine görüş bildirdikleriyle öğünürlerdi. Hakikatten ne psikopat öğretmenlerimiz varmış. Ortaokula, liseye yetmiş kişilik sınıflarda başlar, kırk kişilik sınıflarda bitirirdik. Bir de bu hocalar, iki senelikleri göreyim, iki senelikleri derdi. Onlar ayağa kalksın deyince, en arkadaki öğrenciler ayağa kalkardı. Onlar en arkada olur, yıl boyunca da aşağılanırdı.
       Derslerin zorluğu, sadece sınavların zorluğu değildi, aynı zamanda ödevlerin ve ders işlemenin de zorluğu vardı. Okuldaki notlar, benim asla yapmadığım şekilde evde temize çekilmeliydi. Sonra evde çözülecek matematik, fizik problemleri vardı. Bunlar kesinlikle test değildi. Yazılması gereken sayfalarca kompozisyon ödevi olurdu. Coğrafyada bolca harita çizer, hangi yörelerde hangi ürünler yetiştirilir, ezberlerdik. En nihayetinde özelleştire özelleştiren bitirilen kamu fabrikaları, bazıları çoktan kapanmış madenler, Japon adalarının adları, çeşitli ülkelerin artık çoktan tarih olmuş özellikleri de ezberlediklerimiz arasındaydı.
        O yıllarda, hatta benim öğretmenliğimin de ilk yıllarında da, İngilizce öğretmenlerinin krallığı vardı. Özellikle Anadolu liselerinde İngilizce öğretmenlerinin krallığı vardı. Özellikle doksanlarda bir ara İngilizce öğretmenleri kıtlığı vardı. İngilizce hazırlık okuyan herkesi İngilizce öğretmeni atamışlardı. Buna rağmen Anadolu liseleri İngilizce öğretmeni kıtlığı çekti. Anadolu liselerin ilk yılı olan hazırlık sınıfları, haftanın dört günü ders göremiyordu, İngilizce öğretmenleri olmadıkları için. Bir sebeple Ankara’nın meşhur Hasanoğlan Anadolu Öğretmen lisesine gitmiştim. Orada İngilizce öğretmenlerini beş zümre toplantısına rağmen ders kitabı seçemediklerini öğrenmiştim. İngilizce kitapları da ne pahallıydı, hocanın bizden istediği seksen lira bile, o devrin parasıyla az kalırdı. Ankara’nın meşhur Olgunlar Sokağı, İngilizce hazırlık kitaplarıyla, daha doğrusu korsanlarıyla, geçinirdi. Oxford, Campidge ve Headvay, en ünlüleriydi. O zamanlar memlekette çok roman satılmazdı. Bir öğretmen olarak söyleyeyim, liselilerin roman okuma alışkanlığı Yüzüklerin Efendisi ve Vampir serileriyle başladı. O dönem kitapçılar, üniversite hazırlık ve İngilizce hazırlıkla geçinirdi. İngilizce işi bittiyse de, roman, KPSS, Polislik ve benzeri sınavlarla hazırlık kitaplarıyla kitapçılık sektörü daha da geçindi.
       Bir de itiraf edeyim bu İngilizce öğretmenlerine gıcıktım o zamanlar. Hiçbir şey öğretmeden kurumlanırlardı. Ben zannederdim ki, bu İngilizce hazırlık ta okuyan Anadolu liseleri şakır şakır İngilizce konuşuyor. Meğer onlar da bizden betermiş. Biz o harita metotlarla, tablolarla İngilizce öğrenme ya da başka dersi öğrenme eylemi değil, ders işleme eylemi yapıyorduk. Ders öğrenmiyor, eziyet görüyorduk.
         Sonuçta o kırmızı kurşun kalem bana bütün bunları hatırlattı. Zaten bu sene dersim fazla, bir de bu hocanın ödevleriyle cebelleşecektim. Hoca ne kadar İngilizce öğrendiğimle değil, tabloları düzgün çizip, çizmediğime, kırmızı kurşun kalemi doğru yerde kullanmadığıma dikkat edecekti. Muhtemelen o otuz santimlik cetvelin şeffaf olup, olmadığıyla ilgilenecekti. Hoca, liselilere yaptırtamadığı öğrenciliği bize yaptıracaktı. Altı ortalı harita metodu dolduracaktım ama her zamanki gibi İngilizce öğrenmeyecektim. Hocanın dediği öğrencilik liselerde doksan beşten sonra bitti. Sonuçta kursa gitmeyecektim. Kırmızı kalemin rüyası, benim rüyam değildi.
       Her şeyden önce, otuz santimlik cetvel niye ve neden o cetvel şeffaf olacak, anlayan beri gelsin.
(4 aralık 2013'de alkislarlayasiyorum.com adlı sitede kemalkılıcdaroglu takma adı ile yayımlamıştım)

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Bakara Tanıtım


in doğru yazdığım en zor yazılardan biri bu olacak. En yazmak istemediğim yazı da bu olacak.
Dostlarım, ben uzun zamandır yazı yazıyorum, bloğuma ve bu siteye yazmadan evvel de yazıyordum.
Pek çoğu da yayımlanmadı, bilgisayarımın sabit diskinde hapis kaldı.
İlk romanım Bakara’yı 2002’de yazdım. Onlarca yayın evi ret etti, 2014’de bastırdım.
Olaylar daha AKP kurulmadan, merkez sağ denen siyasi garabetin ölümünü ve solun da yerini alamamasını anlatmaya çalıştım.
Bu arada merkez sağ tarih, hatta çöplük oldu. Romanda Doğru Yol ve Anavatan partilerinin adını vermemiştim.
Şimdi bu partilerden bahsetmek, günahkâr bir ölüden bahsetmek gibi bir şey oldu.

Gene de değişmeyen bir şeyler var. Bakara Tanıtım Sinan Kemal

Kömür, makarna ve benzeri yardımlar ile oy satın almak, seçimi kaybederse yardımların kesileceği tehdidi, seçimler öncesi dönen dolaplar, bunların hepsi, merkez sağ silinip, gitmeden evvel de vardı.
1999 seçimleriydi, milletvekili ve yerel yönetim seçimleri bir aradaydı ve ülke son koalisyonlar dönemine giriyordu.
Seçim gecesi sandık sonuçlarında, küçük ilçe ve belde seçimlerinde bir gariplik vardı.
İl merkezleri ve büyük şehirlerin milletvekilliğinde verdikleri oy ne ise, belediyeye verdikleri oy da aynıydı.
DYP, Süleyman Demirel’in şehri Isparta’yı bile kaybetmenin şokunu yaşıyordu.
Küçük ilçe ve belde belediyelerinde ise ölmekte olan DYP ve ANAP’ın üstünlüğü vardı.
Buraların halkı, milletvekilliğinde, tıpkı şehir halkı gibi DSP, MHP ve Fazilet partilerine, belediyeleri de DYP ve ANAP’a vermişlerdi.
(Ek, o yıllarda belde belediyesi çoktu. Evlere kapanılan nüfus sayımında ölüyü, diriye katar, köylere belde belediyesi kurulurdu. Önce beyana göre nüfuslandırma ile pek çok belde iki binin altına düştü ve düşmeye de devam ediyorlar, ardından da büyük şehir yasası ile belde belediyeleri azaldı.  Şimdilerde yok denecek kadar azlar)
Yaşı benden büyük bir öğretmen arkadaşa, kişiye mi oy veriyorlar diye sordum.
Öyle yerlerde malum, herkes herkesi tanır ve kişinin ailesinin konumu önemlidir.
Yok, hocam belde belediyesin biraz para gelsin diye böyle yapıyorlar, dedi.
Bir de o yıllarda KPSS çıkmamıştı, belediyeler kadrolarını şişiriyor ve sonra kadro fazlam var diye diğer kamu kuruluşlarına (karayolları, devlet demir yolları, SHÇEK vb) işçi olarak gönderiyor, sonra yeniden işçi alıyordu. İnsanlar, bu partileri sevmese de, nimetinden faydalanmak istiyordu.

İşte tam da bu dönemde bu küçük ilçeye yeni atanmıştım.

Sonra askere gittim, o ilçede göreve devam ettim, ardından aynı ilin başka bir ilçesine tayin istedi.
Orada da, ilk atandığım yerdeki kadar değilse bile, benzer şeyleri gördüm.
2002 seçimlerinden az önce de romanımı yazdım.
Romandaki olaylar gerçek değil, gerçekleri yüzlerine karşı ispat edemezdim.
Gerçekte olanlar, romanda yazdıklarımdan daha az iğrenç değildi.
Merkez sağ denen garabet, 1993’den beri oy kaybettiği halde, 1999’da bile yıkılacak gibi durmuyordu, halen birileri, birkaç kuruş fayda umudu ile bu partilere oy veriyordu.
Sol bu yıkılışı göremedi ve 2002’de MHP’nin ani erken seçim inadı ve FETÖ’nün de yardımı ile AKP iktidara geldi.  Sol, kendi iç savaşı ile uğraştı.
AKP  yıkıldığında da CHP ya da diğer sol partiler gene birbirlerini yerse, su çatlağını gene bulacak.

7 Temmuz 2018 Cumartesi

KADIN YOK SAVAŞIN YÜZÜNDE Svetlana Aleksiyeviç




Kitap 2015 Nobel edebiyat ödüllü yazarın ilk kitabı ve yazarın kendi icat ettiği türün ilk, şimdilik tek kitabı olarak anılıyor. Sovyet-Alman savaşını, Rus kadınlarının gözünden anlatıyor. Bu savaş biraz farklı. 1941 haziranı ile 1945 mayıs arasındaki 4 yıl boyunca süren savaş, pek çok muharip birlikte (tank özellikle) kadınların da savaştığı ilk savaş olmuş. Türk ordusunda halen tankçı, topçu, piyade, gemide güverte ve denizaltı sınıflarında subay olarak bile olsa, kadın bulunmuyor. Ruslarda çabucak bir savaş kültürü oluşmuş ve pek çok sınıfın kadın adları (Rusça ’da bir mesleği-işi yapan kadın ve erkeklerin adları ayrıymış) savaş sırasında oluşmuş.
                Kitap, savaşın üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçtikten sonra derlenen yaşam öykülerinden, anılardan oluşuyor. Bunun olumsuz yanı, pek çok anının bellekten silinmesi ve pek çok tanığın artık yaşamaması. Olumlu yanı ise, Sovyet rejimi çökünce, pek çok şeyin konuşulabilir olması. Yazarın kendisi Belerus (Beyaz Rusyalı). Belarus, Ukrayna ve Rusya’dan pek çok kadınla konuşmuş. Kitap bir yerde Sovyet rejimi eleştirisine de dönmüş. Pek çok insan, Stalin değil, Rusya için savaştık diyor. Ukraynalılar daha bir öfkeli holodmor (Stalin dönemi açlıktan öldürme politikası) yüzünden. Pek çok kişi de biz Stalin için değil, vatanımız için savaştık diyorlar.
                Kitapta ilginç olan, pek çok kadının ilk defa konuşmuş olması. Zira savaş sırasında erkeklerle bir arada olmuş olmak, erkekler ve kaynanalar için bir düşkünlük sebebi. Bazıları silah arkadaşları ile evleniyor, kaynanalarından, görümcelerinden hakaret işitiyorlar. Senin hakkın yok gelinlik giymeye, topuklu ayakkabıya falan diye laf sokuyorlar. Böylece Rusya’nın halen erkek egemen bir toplum olduğunu öğreniyoruz.
                Üstelik Rusya’da kadınlar iş hayatında bayağı etkindirler. Pek çok ağır işi de kadınlar yapar, mesela kamyon ve otobüs şoförlerinin çoğu kadındır. Kitapta bir kadınlık, bir askerlik, bir savaş sorunları gözünüzde canlanıyor. İkinci dünya savaşına ait tüm Hollwood filmlerini unutuyorsunuz.

5 Temmuz 2018 Perşembe

KAVGAM ELEŞTİRİSİ 7 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 4 ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER


KAVGAM ELEŞTİRİSİ 7 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 4  ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER

              Hitler, kitabında kendince ittifak planları yapmıştır. Mesela Fransa ile ittifak, kesinlikle olmaz demiştir. Oysa savaş bittiğinden beri dünyada bir Fransalmanya gerçeği vardır. İki ülke içte serbest, dışta birbirine bağlı gibidir. Uyumları İngiltere-İskoçya ya da Belçika^'nın Valon-Flaman birlikteliğinden daha sağlamdır.
              Kendisi uzun süre Komünist, Asyalı Barbar Rusları durdurmak uğruna batılı müttefiklerin kendisi ile anlaşacağını umdu, hem de yakınlarındaki yaverleri ve sekreterleri gibi kişilerinin anılarına bakarsanız, bunu son ana kadar umdu. Oysa bilmediği, kendisinin ne büyük bir tehlike olduğu ve her türlü anlaşmazlığın, o yenilene kadar bitmeyeceği idi.
       Nitekim öyle oldu ve Komünizmi engellemek için batılı müttefiklerle işbirliği yapmak, Gladio'nun kurucularından, eski generali Gehlen'e kaldı.
           Anlamadığı şey, ortak tehlikeler söz konusu olduğunda en büyük düşmanların bile ilbirliği yapabileceği ve uluslar arası ilişkilerin her an değişebileceği idi. Eli yıl içinde üç kez savaşmış Fransa ve Almanya'nın düşman  çatlatan dostluğu bir yana, Kutsal Roma (Germen) imparatorluğunu kuran devletler de birbirleri ile olan savaşlarda ara ara başka ülkelerden de destek almışlardı.
        Ermenistan, Dağlık Karabağ'ı işgal ettiğinde Turgut Özal, onlar Şii, onlara İran yardım etsin demişti ve Türkiye Azerbaycan ilişkilerinin on yıl boyunca bozulmasına yol açmıştı. Azeriler halen Şii, fakat ortak düşmanlar Rusya ve Ermenistan var. Orta Çağda Azerbaycan, İran'ın bir parçasıydı. Güney yarısı halen öyle. Osmanlı için Azeri yoktu, Şii düşman İran vardı. Şimdilerde bazı milliyetçi gençler, Şah İsmail'e KIZIL BAŞBUĞ diyor. Demek ki tek çeşit tarih olmadığı gibi, tek çeşit milliyetçilik de yokmuş. 
               Gene ortak bir tehlike çıksın, bu ortak düşmanlar da uzlaşır.
          Bazen de düşman ya da düşman bildiğimiz devletler bazı konularda uzlaşır. Mesela gene Azerbaycan-Ermenistan savaşı sırasında iki ülke birbirlerinin hava sahasını sivil uçuşlara serbest bırakmıştı. Kıbrıs'ta Türk ve Rum tarafları, hiç bir şeyde değilse bile, firari askerlerin iadesi konusunda anlaşmışlardır. Rumlar, firari Türk askerlerini dövüp, madenlerde bir kaç ay çalıştırıp, iade ediyorlar. Türkler de muhtemelen firari Rum askerlerine benzer şekilde davranıyordur.
          Bu işbirliğinin ırksal, dinsel ya da ideolojik tarafı da yoktur. Sovyetler, Papa 2. Jean Paul'ü, Abdi İpekçi'nin de katili Mehmet Ali Ağca'yla öldürtmeye kalktı. Zira Polonya grevleri Papalığın maddi ve manevi himayesine muhtaçtı. Papa'yı bir komünist öldürseydi, ortalık daha da karışabilirdi.
         Kendisi de Polonyayı işgal için Sovyetler Birliği ile anlaşmıştı, sonra antlaşmayı bozmuştu. Günümüzde de pek çok ülke, özellikle 1990'da Sovyetler Birliğinin dağılmasından beri, ideolojisi birbirine zıt pek çok ülke, birbirini destekler.
      Mesela hiç Çin'deki Uygur Türkleri için mevcut iktidarımız (2018 itibarı ile AKP) ve İslamcıların çoğu, hiç konuşmuyor. Hatta Türkçü yazarımız Banu Avar, Uygur Türklerine hakaret etti, kafasında Rusya ve Çin'in de dahil olduğu bir Avrasyacılık vardı. Rusya ve Çin, AKP ile anlaşınca, Banu hanımın da uluslararası siyaset hevesi de bitti.
           Diplomasiye ideoloji, ırk, din olarak bakmak, Hitler'in savaş hatalarından en büyüğüydü.