23 Aralık 2019 Pazartesi

LİBYA'NIN YAKIN ÇAĞ TARİHİ

Libyanın Yakın Çağ Tarihi
Bu gün Libya dediğimiz ülke, 1912e kadar Osmanlının bir eyaletiydi. kmanlının Afrika'daki son toprağı ve en sadık Arap eyaletiydi. O kadar ki pek çok Libyalı göçebe kabile, 1914'de 1.Dünya savaşı başlayınca, Mısır'daki İngiliz birliklerine saldırdı, bazıları Kurtuluş savaşına katılmaya Anadolu'ya geldi ve Türkiye'ye yerleşti. Gene de Libya, 1943'e kadar İtalya sömürgesi olarak kaldı. 1949'da bağımsız oldu ve 1951'de İdris el Sunusi krallığını ilan etti.
Olayları hızlı geçiyorum zira Libya'nın asıl anlatılmaya değer hikayesi, 1 Eylül 1969'da Kral İdris Türkiye'de iken Albay Muammer Kaddafi öncülüğünde darbe ile devrilmesi ile başlandı. Ülkeyi başlangıçta bir konsey ve bir parti (BAAS PARTİSİ) yönetirken, yönetimde yetkilerini giderek genişleten Kaddafi, 1973'de tamamen diktatör oldu. Kaddafi 1976'da meşhur Yeşil Kitabı yayımlayarak, ideolojisini ilan etti.
libya ile ilgili görsel sonucu"
Ülke o andan itibaren hakiki bir istikrar ile yönetildi ve istikrar her yıl daha da sağlamlaştı. Ülkede muhalefet olmadığı gibi, Kaddafi ve ailesinden habersiz yaprak bile kımıldamıyordu.
Kaddafi ise ülke ile oyuncak gibi oynuyordu. Arada ismini değiştiriyor,  eyaletleri değiştiriyor, kah Arap, kah Afrika birliği sevdasına düşüyordu.
Her diktatör gibi Kaddafi'de savaş ve inşaat yapmaya aşırı düşkündü. Güney komşusu Çad'ı işgal girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca o da her Arap-İslam dünyası diktatörü gibi Amerika'ya dayılandı. Karşılığında ülke bolca Amerikan bombası aldı. Meşhur 1988 Lockerbie faciasından sonra da ülke halkı dünyada dolaşamaz oldu, zira hep terörist damgası yedi. Libya pasaportu ile sadece Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'ta  rahatça turist olabiliyordunuz, diğer ülkeler için potansiyel terörist idiniz.
Bu arada Kaddafi dönemi Libya-Türkiye ilişkilerini ayrıca anlatmalıyım (tabi kendi bildiğimce). Kaddafi'nin Türkiye'ye karşı sevgiyle karışık nefreti, daha doğrusu kıskançlıkla karışık bir sempatisi vardı bence.
Mesela Kıbrıs harekatı sırasında Türkiye'ye silah yardımı yapması (özellikle efsanevi uçak tekerlekleri) sebebi, uzun süredir ilk defa Müslüman bir ülkenin, Hristiyan bir ülkeden toprak almasıydı. Öte yandan Kaddafi, her diktatör gibi önce savaş, sonra inşaat hastasıydı .Her diktatör gibi, savaşmadığı zamanlarda ülke şantiyeye dönerdi. Arka arkaya aldığı bombardımanlar, Çad yenilgisi falan derken, kendisini iyice diplomasiye, o her yere taşıdığı kocaman çadırına ve inşaatlarına verdi. İnşaatların tamamını da Türk müteahhitlerine verdi. Bunun sebebi de ülkenin zamanında Osmanlı egemenliğinde olması sebebi ile Türkleri kendi emrinde çalıştırmak arzusuydu ve halka da böyle diyordu.
Kaddafi, hemen her diktatör gibi zaman geçtikçe daha da kendisini kaybetti, Amerika'nın kokusundan savaşamadığı bütün bütün inşaatçı oldu. Afrika birliği rüyası ile sahra altı Afrika ülkelerinin diktatörlerine ve devlet adamlarına Libya'nın  parasını yedirdi. Libya'nın parasını başka yiyenler de vardı. Ona Amerikan bombardımanlarını önceden haber veren Fransız ve İtalyanlar silah tüccarları ile, ona yağ çekmeyi ihmal etmeyen Türk müteahhitler.
kaddafi yeşil kitap ile ilgili görsel sonucu"
Tür müteahhitler Libya'dan çok şey öğrendiler. Özellikle diktatör yağlamayı. Kaddafi'nin Yeşil kitabından sonra Sefer Murat Türkmenbaşı'nın Ruhnamesi'ne basıp, bedava çoğalttılar. İyice öğrenmişlerdi ki, diktatör dediğin, inşaat hastasıdır. Zira ahmaklara göre kalkınma, inşaattır. Bir yerlere beton dökülüyorsa, ekonomi tıkırındadır. İnşaat, piyasaya çarpan denen ve harcamalardan dolayı oluşan geçici bir canlılık yaratır ve yandaşları da zengin  eder.
Ülkede Amerikan ve diğer batılı ülkelerin ambargoları sebebi ile pek çok ilaç, bebek maması falan zor bulunuyordu ama ne gam. Hışto'nun hançeri misali ülke Türk inşaatçıları, Fransız ve İtalyan silah-güvenlik uzmanları ve şirketleri ile doluydu.
Kendisi her ne kadar Amerikan korkusu ile sinmiş ise de, gelecekten korkusu yoktu. Koca ülke elinde oyuncaktı ve bu oyuncağı elinden alacak yoktu. Basın borazanıydı, muhalifi yoktu, olanı hapisteydi.
Düşlerini oğulları gerçekleştirecekti. Büyük oğluna da buna uygun ad koymuştu. Seyfülislam Kaddafi, yani İslamın lideri Kaddafi.
seyfülislam kaddafi ile ilgili görsel sonucu"
Sonra Irak'ın işgali oldu ve kendisi de işgal edilme korkusu yaşadı. Bu yüzden batılıara tavizler verdi, bazı muhaliflerini hapisten çıkardı. O sırada altı oyulduğundan tamamen habersizdi. İsyan başladığında korkmadı. Saddam isyanlarla yıkılmamıştı, o  da yıkılmazdı. Zira ordu onun Sirte kabilesinin elindeydi, tüm devlet kurumları onundu. Ancak işgal olursa yıkılırdı. İşgalde olmayacağına göre asileri fareler gibi ezerdi.
Oysa tuzak çoktan kurulmuştu. O çok güvendiği Türk müteahhitler ülkeyi ilk terk edenler oldu. Fransız ve İtalyan dostları güvenlik sisteminin tüm sırlarını verdi. Çabucak  kabilesi Sirte'nin şehrinde kapana kısıldı.
Burada kalamazdı tabi, kuşatmayı yarmaya, konvoyu ve oğulları ile bir kaç milyar dolar para sakladığı komşu ülke Nijer'e gitmeyi planlıyordu; oysa Fransız dostları telsiz şifrelerini NATO 'ya vermişti ve konvoyu pusuya düştü.
kaddafi ölüm fotoğrafları ile ilgili görsel sonucu"
Bir fare deliği gibi köprü menfezine sığındı. Sonunun geldiğini anlayınca son bir umut asilere seslendi, sizi kandırıyorlar dedi. Kalaşnikofun kızgın namlusunu hissederken, ben sizin babanızım diye bağırıyordu.
Ölümünden sonra halen bitmeyen, biteceğe de benzemeyen bir iç savaş başladı. Faşizmin ülkedeki bölünmeleri azınlıklara bağlayan teorileri de Libya örneğinde çöktü. 7 milyondan az olan ülke, hemen hepsi aynı mezhepten, ırktan ve aynı şeriatçı ideolojiden. 2019 Aralığı itibariyle üçe bölünmüş durumda ve hiç biri de uzun süre tüm ülkeye hakim olamayacak. Çünkü üç bölgede  de petrol var.Hem de dünyanın en kaliteli petrolü. Birbirlerine karşı silah alabilmek adına ucuza satıyorlar.
Şimdi Türkiye, kendi tanıdığı üçte birlik bölümle antlaşma yaptı diye bazıları çok seviniyor.
Oysa belki de Afrika'nın Dubai'si olacak ülke, ruh hastası bir diktatörün elinde heder oldu, şimdi de iç savaşla heder olmakta.
libya iç savaşı ile ilgili görsel sonucu"

21 Aralık 2019 Cumartesi

MARAŞ ,ÇORUM, SİVAS VE DİĞER KATLİAMLAR HAKKINDA YANLIŞ ANLATILANLAR 2

çorum katliamı ile ilgili görsel sonucu"
4)Kışkırtmaya sebep olan sır: Çorum olayları, cenazeye katılanların cami yaktığı haberi üzerin başlamıştı. Oysa caminin yandığı falan yoktu, hatta o caminin  minaresinden, cenazeye katılanlara ateş ediliyordu. Caminin yanmamış olması, kalabalığın umurunda değildi.
30 Eylül 1965 gecesi Endonezya devlet başkanı Sukarno'nun öldüğü zannedildi. Bu olaydan sonra Endonezya Komünist Partili beş kadın, bir generali işkence ile öldürdü. Ardından da bir yılı aşan bir süre boyunca, ülkede sayısı bir milyonu geçtiği sayılan, suçları sadece solcu ya da Çinli azınlık olmak olan insanlar katledildi. Çin ile ilişkiler koptu, Sovyetler Birliği ile zayıfladı, Amerika ve batı ile koptu.
Bu olay yıllarca belirsizliğini korudu. O olayı gerçekten o beş kadın mı yaptı, yaptıysa hemen ardından bu katliam anında nasıl başlamıştı?
Bu gün 6-7 Eylüle sebep olan Selanik'te Atatürk'ün doğduğu evin bombalanması haberinin yalan olduğunu bugün biliyoruz. Gene o günlerde suçlanan komünistlerin ve solcu aydınların masum olduğunu bugün biliyoruz.
6 7 eylül ile ilgili görsel sonucu"
Oysa 1978 Nisanında Malatya belediye başkanı Hamit Fendoğlu'na bomba göndereni halen bilmiyoruz.
1990'da, Profesör Bahriye Üçok'un öldürüldüğü günün ertesinde postacının biri, vaktiyle Fendoğlu'na gönderilen paketi kendisinin teslim ettiğini anlatmıştı. Sonra Malatya PTT'den biri bombalamayı haber vermiş ve kamyonu ile iki gün dağda, ıssız bir yerde saklanmış.
Eylül 2015'de Dağlıca sınır karakolu  baskısı sonrası Beypazarı ilçesinde Kürt tarım işçilerinin kovulmasına ne demeli? O kadar planlı saldırıydı ki, olayların ertesi günü 1980'li yıllarda havuç hasadı için getirilen Kürtler yerine Suriyeliler getirildi.
hamit fendoğlu ile ilgili görsel sonucu"
Sonra bu yalan suçlama moda oldu. Faşizm daima kara propagandasıyla beraber gelir. Bir dönem Kürt işçiler (tarım ya da inşaat) bayrak yaktı haberleri sık çıkar oldu (tabi linç girişimiyle beraber). Olayların aslı şuydu ki,  işçilerin yevmiyelerinin üzerine yatmak isteyen işverenlerin oyunuydu bu.
aksaray otistik yuhalama ile ilgili görsel sonucu"5)Halkın kışkırtılmışlığı: Bakunin der ki, ezenlerden nefret etmezsen, ezilenleri sevemezsin. Buradan yola çıkarak, katillerden nefret etmezseniz, kurbanları sevemezsiniz. Katilleri sevmenin en belirgin yolu, onların kışkırtılmış masumlar ilan etmektir.
İçinde vahşilik olmayan insanlar, böyle kıyım yapabilir mi? Üstelik daha iyi yağmalama ve katliam için dost görünmek için (bunu daha ayrıntılı olarak tekrar anlatacağım)Alevi komşuları ile özellikle ahbap olmuşlarsa.


2019 kasım ayında, Aksaray il merkezinde, otistlik çocukları yuhalayanlar,  sanki bir sonraki çocukları otistik ya da engelli olmayacakmış gibi nefret kusmaları nedir?Bir tanesi, engelli annesine uyanın çocuğunuzdan utanın diye bağırıyordu.
Aslında Aksaray'da olan şuydu. Taşra da il ve büyük ilçe merkezlerinde, tam çarşının içinde, tercihen de valilik meydanının yanında, öğrenci velilerinin arkası güçlü- torpilli kimseler olduğu okullar vardır. Bu ilk okulda tahminim böyle bir okuldu ve çocuklarını kayıt etmek için araya  adam koydukları okulu otistiklerle paylaşmak istemiyorlardı.
Aksaray demişken, velilerden birinin biz az otistiklere karşı değiliz demesi gerçek bir trajikomediydi.
Halklar da kötüdür ve kötülüğün kaynağı da genelde öyle üç beş kişi ya da azgın azınlık falan değilidir. Karaman'daki taciz olayında kuru gürültü arasında sorulmamış iki soruyu burada sorayım:
karaman çocuklara taviz ile ilgili görsel sonucu"
1)45 (Yazı ile kırk beş) tane çocuk, yıllarca (en az üç yıl) bu istismarı hiç mi bir başkasına anlatmamış? Bunu koca ilde sadece hiç kimsenin bilmiyor olmasına inanıyor musunuz?
2)Kırk beş çocuğun ırzına sadece o bir öğretmen mi geçti? suç ortakları yok muydu sanıyorsunuz? Hatta o il merkezinde, çocukları istismarının bedava mı sanıyorsunuz? İl halkının olay hakkındaki aşırı sessizliğinin sebebini biraz merak ederseniz, anlarsınız.
Ekşi sözlükte Drasden bombardımanı üzerine on üç sayfa, her sayfada da onar olmak üzere yüz otuza yakın yazı var, Auschwitz üzerine de yirmi sekiz sayfa.
dachau toplama kampı ile ilgili görsel sonucu"
Dachau toplama kampı,  Bavyera eyaletinin devasa başkenti Münih'e otomobille 22 ile 38 dakika arası tutuyor. Dachau ise bir köy değil, bu gün yüz elli binden fazla nüfusu olan bir şehir. Bu gün Türkiye'de, hele de doğuda yüz elli binden az nüfusu olan onlarca il merkezi var. Münih halkının Dachau'da olanlardan habersiz miydiler sanıyorsunuz?
Hitler, Kavgam'da her şeyi açık açık yazmıştır. Bu yüzden ne Drasden, ne de Hiroşima'da ölenlere zerre kadar acımam. Bir beş yıl önce olsa acırdım, hatta bir yıl önce de. Artık öğrendim ki halklar da vahşidir, halklar da kötüdür. Çoğunluk olmaları, onları iyi yapmaz. Hiroşima ve Nagazaki'den dünyaya yayılan radyasyona üzülürüm. Ölen Japon ya da Alman çocuklarına falan da acımam. Onlar her şeyi gayet net biliyorlardı. Japon gazeteleri Nanking'de yapılan katliamları ayrıntıları gayet net anlatıyorlardı.
drasden bombalanması ile ilgili görsel sonucu"
Bir diktatörün peşinden zaferlere giden halk, yenilgilerin acısını da sonuna kadar tatmalıdır.
Fransız ihtilali, filozofları devrimci yapmak, kitlelere yön vermek heveslisi yaptı. Dev kitlelerin çobanlığı hayali ile pek çok filozof, düşünür ve yazar, toplum mühendisliğine, daha doğrusu halk çobanlığına özendi. Oysa halk çobanlığı, kurt çobanlığıdır. Türk ve Alman faşistlerin köpekleri hor görmesi, kurtları yüceltmesi boşuna değildir. Köpekler, kendilerinden akıllı olana itaat ederler, bu yüzden evcilleşmiştirler. Kurtlar ise kendilerinden vahşi olana itaat ederler.
Karl Marks'ın ve Marksistlerin yanıldığı nokta, işçi sınıfının da, burjuva kadar insan olduğu ve vahşileşebileceğini unutmasıdır. Nazi ya da diğer faşizan katliamlara katılan işçi sınıfından çok insan vardı.
Katliamlarda halk da devleti kışkırtmıştır.

14 Aralık 2019 Cumartesi

KURU KURU KURBAN OLAYIM

Kuru Kuru Kurban Olayım
İnternet garip bir dünya. Aklınıza hiç gelmeyecek şeyleri öğreniyor, hatta çok seviyorsunuz.
Rus flok müzik grubu Beloe Zlato grubu da benim için bunlardan biri. Gerçi internet ortamlarında insanın ilgi alanı çeşitleniyor ve bu çeşitlilikte de ara ara bazı şeylere bakmayı uzun süre unutabiliyorsunuz.
Bu grubu da ne zamandır dinlemiyordum. Bir kaç gün önce youtube bana tekrar hatırlattı. Aslında youtube'a o kadar çok video ekleyen bir grup değil. Gene de bir kaç video eklemişler.
Bir videoları da Suriye'de çekilmiş. Video'dan ve video altında yazılan açıklamalardan anladığım kadarı ile iki kere Suriye'ye gitmişler. Oradaki Rus askerlerine moral konserleri vermişler. Beş kız, küçücük bir konteyner odada kalmışlar. Bir kaç kere de zırhlı personel taşıyıcıları ile gitmişler. Askeri aracın içinde çelik yelek ve kask takmışlar. Süslü püslü, bol makyajlı şarkıcı kızların kask ve çelik yelek giymesi sanki gülünç olmuş ama sonuçta gerekli olmuş.
marilyn monroe kore ile ilgili görsel sonucu"
Geçen sene de, basına habersiz bir şekilde İncirlik'e gelen bir Holivud sanatçısı da, araya sızmış bir Türk'ün çektiği fotoğrafları yüzünden zor durumda kalmıştı. Marlin Moonre, Kore'de moral konserleri vermişti. Elvis Presley Almanya'da askerlik yapmıştı. İngiliz tacının veliaht prensi,  rahmetli Diana'nın  oğlu Albert'da bir ara Afganistan'da helikopter pilotu olarak askerlik yapmıştı
Türkiye'den de örnekler var diyeceksiniz. Pek çok sanatçı (Komedyen Cem Yılmaz ve pop şarkıcısı Ege örneği gibi), itiraz etmeden vatani hizmeti olan askerliği yaptı. Lakin büyük çoğunluğu, bir zamanlar her Türk gencinin vatani görev olarak yaptığı askerlikte bedelli uygulamasının kalıcılaşmasına rol oynadı.
elvis presley askerlik ile ilgili görsel sonucu"
Ayrıca Ege ya da Cem Uzan gibi çok az olan örnekler de iktidar yanlısı değil, muhalif ya da apolitik örnekler. İktidar yanlılığı ile bilinenler anca reislerinin yanında gezilere katılıyorlar cümbür cemaat, bir de bol bol kamu spotları ile siyasi reklamlarda rol alıyorlar.
Bir de bol bol, tercihen  ülkemizin batısının zengin illerinde festivallerde, şenliklerde, bol ücretli konserler verip, iktidar yanlısı tweet'ler atıyorlar.
Annem bu gibi durumlara, kuru kuru kurban olayım, takır takır yollarında öleyim, der. Yani lafta olan bir fedakarlıktır. Kız babalarının dediği gibi evlenmeden evvel Roma'yı yakarım deyip, evlenince kombiyi yakmamaktır.
Kore demişken, Kore'ye giden bir Türk sanatçısı olmamış. Mesela Zeki Müren, şöhretini Demokrat Parti ve Adnan Menderes'e borçludur. O zamanların tek kitle iletişim araçları, Demokrat Parti yılları boyunca sonuna kadar açıktı. O zamanlar BESLEME BASIN denen Menderes'in yandaş medyası ise sürekli Zeki Müren'i övmekle meşguldü. O da Kore harekatını uzaktan desteklemekle yetindi.
Şu anda cumhurbaşkanının yanındaki sanatçılar, eskiden Tansu Çiller ve Turgut Özal'ın da çevresinde pervane olan sanatçılardı.
Bizde muhalif sanatçılarda en azında muhalif olmaları yanları ile samimi. Gerçi samimiyet, hamsi balığından daha çok çürür. Baskılar ve para kazanma imkanları azalınca, muhalif sanatçı sayısı da azalıyor.
Konuşunca tüm sanatçılar  vatansever. Peki en azından üç defa terörist Dağlıca karakolunda veya Suriye'de güvenliği alınmış bir köşede askerlere sürpriz yapsalar fena olmaz mı?
zeki müren adnan menderes ile ilgili görsel sonucu"Bunu tavsiye etmek için yazmadım zira bunu ilk akıl eden ben değilimdir muhtemelen. Eminim bunu daha önce yazanlar olmuştur.
Onlar da reisleri isteseydi çoktan gitmişti. Ülkemizde politikacıların reklamı, askerin moralinden daha önemli demek ki.

7 Aralık 2019 Cumartesi

MARAŞ ,ÇORUM, SİVAS VE DİĞER KATLİAMLAR HAKKINDA YANLIŞ ANLATILANLAR 1

maraş katliamı ile ilgili görsel sonucu"
Ülkemizde ara ara ev işaretlemesi ve nefret içerikli duvar yazılarının haberleri çıkıyor. Ev işaretlemesi ya da duvar yazısı,  1978 Aralık ayında MHP ve Ülkü Ocaklarının öncülüğünde yapılmış olan Kahtamanmaraş katliamı ve 1980'in Mayıs ve Temmuz ayında gene Ülkü Ocakları ve MHP öncülüğünde yapılmış olan Çorum katliamına atıftır. Alevilere sizi gene böyle yaparız demektir.
Bu ve benzeri Alevi katliamları ile ilgili olarak google'dan arama yapabilir ve pek çok bilgiye ulaşabilirsiniz.
Ben bu bilgilerden yanlış anlatılanları maddeler halinde sıralayacağım:
maraş katliamı ile ilgili görsel sonucu"1)Ölen sayısı, genelde her iki katliamda da yüz küsurlarda bırakılır. Gerçekte ölü sayısı binin çok üzerindedir. 1999 Körfez depreminde ölen sayısı 17 bin civarı olmadığı gibi, bu katliamlarda da rakamlar resmi açıklamanın çok üzerindedir.

2)Katliamlar sadece şehir merkezi ile sınırlı değildir. Daha sonraki maddelerde sayacağımız kışkırtılmışlık ve ani gelişme tezlerini desteklemek için bu katliamlara dair sağcı-faşizan anlatılar, katliamın sadece şehir merkezleri ile sınırlıymış gibi sunulur. Maraş'ya Elbistan ve Afşin'de büyük katliamlar yapılmıştır. Çorum'da ölenlerin çoğu tarlalara atılmıştır. Yani asıl katliam şehir merkezinde değil, köylerde olmuştur.

aleviler artık burada oturmuyor ile ilgili görsel sonucu"3)Katliamların ani bir infial ile olduğu iddiası düpedüz yalan iken, katilleri aklamak için sürekli tekrarlanır. Oysa Maraş katliamının ilk hazırlıkları iki yıl öncesine kadar dayanır.  Çorum katliamından önce solcu polislerin örgütlendiği POL-DER üyeleri topluca Kayseri'ye sürüldü. Mayıs ayında barikatlar yüzünden katliam yapılamayınca, temmuz ayında tekrarlandı. Sivas katliamından önce bir sürü şeriatçı, Hicret koşusu etkinliği altında şehre yerleşti. Şehrin camilerinde cemaatler elinde benzin bidonları ile çıktılar. Zaten Müslüman dediğin camiye benzinsiz girmez, değil mi?
4)Katliamların sebebi sağ-sol kavgası, sık söylenen en büyük yalandır. Sağ-sol kavgası o zamanlar ülkenin her yerinde vardı. Kadın, çocuk ve hatta bebeklerin kitleler halinde katledilmesi, Alevilere karşı nefretten oluşan bir şeydir.
çorum katliamı ile ilgili görsel sonucu"

Ben Maraşlı sosyal demokrat-solcu Sünnilerle tanıştım. Pek  çoğu olaylardan sonra orada yaşamaya devam etti ama Alevilerden oralarda yaşamaya devam eden olmadı. Ayrıca katliamdan sonra duvarlara ALEVİLER ARTIK BURADA OTURMUYOR diye yazılar yazıldı, Solcular oturmuyor diye yazılmadı.
malatya katliamı ile ilgili görsel sonucu"
Üniversitedeyken Sağcı, hatta Ülkücü ve Alevi oda arkadaşım vardı. Namazına, orucuna Sünnilerden daha düşkündü. Doksanlı yılların ortalarıydı ve üniversitelerde, hele de taşra üniversitelerinde Ülkücülerin en güçlü olduğu zamanlardı. İlk sene hevesle Ülkücülerin arasına girdi ve bütün o hevesliler gibi yaşadığı hayal kırıklığı olmuştu. Lakin onun hayal kırıklığı daha fazlaydı. O arkadaşım, solculardan daha fazla ezildi. O kadar ki, büyük heveslerle girdiği Ülkü ocağına, ikinci sene ve üniversitedeki sonraki yıllarında uğramadı bile. Üstelik ailesi ve akrabalarının çoğu da MHP'liydi.
sivas katliamı ile ilgili görsel sonucu"
Ona benzer birisi yıllar sonra tanıyacak daha doğrusu  tanıştırılacaktım. Kendisi hemşireydi ve müdür yardımcımın tanıdığıydı. Onu gibi birinin, bana nereden bir kız bulacağını şaşırmıştım. Meğer sağcı Aleviymiş ve benle ilk iş politika tartıştı. Ben de oracıkta işi bitirdim, ikinci buluşma olmadı.Aynı eziklik onda da vardı. Yani beş vakit namaz, Ramazan orucu, siyasi tercih falan, nefreti dizginlemiyor bile.
İlk atandığım ilçede de başka bir gerçeğin farkına vardım. Sünniler kendi içlerindeki solculara, radikal solculara ve hatta Ateistlere karşı öyle çok fazla kin duymuyorlardı. Orası çok küçük bir ilçeydi, daha doğrusu kaymakam atanmış bir köydü. Köyde ne namaza itibar vardı, ne de oruca. Ramazanda sokakta rahatça yemek yenebilecek nadir köylerden  idi.
Öte yandan köylüler Alevilerden nefret ediyordu, tabi benden de. Daha ilginç olansa,  hem nefretlerini kusuyorlar, hem de beni evlendirmeye çalışıyorlardı. O ilçede çalıştığım için, o ilçe sayesinde para kazanıyormuşum ve bu parayı tek başına yiyemezmişim.
gazi mahallesi olayları 1995 ile ilgili görsel sonucu"
( O ilçede yaşadıklarımı yazarsam, ölümden sonra yayımlanabilir. Zira yüzlerine karşı ispat edemem.)
Sonra başka ve daha büyük ilçeler ve şehirlerde de çalıştım. Benzer durumu oralarda da gördüm ve yaşadım. Benden çok daha radikal, gençliği örgütlerde geçmiş solculara karşı değil de, Alevilere karşı bir nefret vardı.
İnternet okuyucusu uzun yazıyı sevmiyor. Ben de diğer işlerim yüzünden de hızlı yazamıyorum. Konuya daha sonra devam edeceğim.

3 Aralık 2019 Salı

İSTİKLAL MARŞI VE ORHUN YAZITLARI KARŞILAŞTIRILMASI

İstiklal Marşı ve Orhun Yazıtları Karşılaştırılması
Malumunuz doğada  her şey arz ve talep meselesidir. Bu benim küçük blogum için de geçerli. Atatürk'ün nutku ile Orhun yazıtları, özellikle Bilge Kağan yazıtı arasındaki alaka ile ilgili yazım özellikle son 2 aydır sık sık okununca, ben de ilk yazımda eksik bıraktığımı düşündüğüm bazı şeyleri de ekleyerek, 2. bir yazı yazdım.  Yazım epey okuyanları etkilemiş olmalı ki, özellikle twitter'da Orhun yazıtlarını, Nutuk ile ilişkilendiren yazı gördüm.
Atatürk'ün Orhun abideleri, özellikle de Bilge Kağan anıtından etkilenmesi çok barizdir. Bundan üçüncü bir yazı yazmam, tavşanın suyunun suyu öyküsüne döner.
Öte yandan Mehmet Akif Ersoy, Orhun Abidelerinden en son etkilenecek şair gibi görünüz. Zira İstiklal Marşı dahil her şiiri aruz veznindedir.
Lafın burasında değinmeliyim ki, İstiklal Marşının okunuşunun zor olma sebebi besteciler değil, şiirin aruz vezninde olmasıdır. Şimdiki nesil için şiir içten okuna bir şey gibi. Oysa şiir, yüksek sesle okunur ve şiirinde bir ses ahengi vardır. Bu bestelenme değilidir. Bu yüzden bazı meşhur şiirler bestelense de, öyle dile dolanmaz.
ergenekon destanı ile ilgili görsel sonucuMehmet Akif Ersoy'un istisnasız tüm şiirlerinde aruz vezni vardı. Gene de İstiklal marşının, Ersoy'un diğer şiirlerinden ayrılır. Zira bu şiir, nutuk çeker tarzı ile dikkat çekicidir. Ersoy'un diğer şiirlerinde böyle emredici-nutuk çekici bir tarz yoktur. Pek çok şiiri de aslında aruz vezni ile yazılmış hikayedir ve tüm şiirlerinin yer aldığı Safahat kitabı bütününe bakarsanız, Mevlana'nın mesnevisine daha çok benzer.
İstiklal marşının ilk sözlerini hatırlayalım:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdunun üstünde tüten en son ocak
Burada Bilge Kağan anıtındaki;

Ey Türk, titre (sarsıl, silkin) kendine dön. Altta yer yarılmasa, üstte gök delinmese, yurdunu, töreni kim yıkabilir; sözleri arasında benzerlik vardır. Her ikisi de cesaret veren emir kipi, kısa bir cümle ile başlar, sonra da verdiği cesaretin nedenini açıklar.
O benimdir milletimin yıldızıdır ancak
O benimdir o benim milletimindir ancak
diye bildiğimiz bu günkü anlamda milliyetçiliğe vurgu yapar. O vakte kadar bu günkü anlamda milliyetçiliği yapanlara Türkçüler denilirdi. Bu kelimeyi ilk kullanan Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi yazar ve şairler, daha çok dindaşlık anlamında kullanmıştı ki, Arapça köken olarak da bu anlama gelir. Hatta Erbakan ve arkadaşlarının bir sürü parti kurduran Milli görüş geleneğinin kökeni de dindaşlık ideolojisidir.
İstiklal marşında Göktürklere ait en doğrudan sözler, Yırtarım Dağları Engimlere Sığmam Taşarım sözleridir. Bu sözler, Göktürklerin demir dağı erittiklerini söyledikleri Ergenekon destanına doğrudan atıftır.
İlginçtir, İstiklal marşında Türk kelimesi hiç geçmez. İstiklal marşında her şey mecazdır. Bu daha çok divan edebiyatının gereğidir.Türk sözü yerine: Kahraman IRKIMA bir gül, ne bu şiddet bu celal sözü vardır.
Orhun Abidelerinde Ötüken'i terk etmeyin, Çin'e kervanlar gönderin der, İstiklal Marşında; Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı, der.
Orhun Abidelerinde doğrudan Çin hedef alınırken, İstiklal marşında dolaylı olarak İngilizler hedef alınır:
Ulusun korkma, nasıl böyle bir cihanı boğar; Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar. Burada Ulusum demiyor, sonda m harfi yok, n harfi var. Yani ulumaktan bahsediyor. Tek dişi derken de dişten bahsetmiyor, dişi, yani kadın demek istiyor. Tek dişi kalmış canavar, dönemin süper gücü İngiltere ya da Büyük Britanya imparatorluğudur.. Anadolu'nun çok yerinde kurda, canavar derler ve kurt Anadolu halkının kafasında yağma, soygun ve katliamla ilişkilendirilir.  Şiirde Türkler ise, Kükremiş sel gibiyim, enginlere sığmam taşarım sözleri ile aslanla özdeşleştirilmektedir.
İstiklal Marşının on kıtası boyunca bir dinsel hava vardır, sürekli dini kavramlara atıf vardır. Aynı şey Orhun Abidelerinde de vardır. Sürekli Gök Tanrıya atıf buluruz.
Orhun Abidelerinde, İslamın Allah'ına benzer bir her şeye hakim ve kendisinden başka bir tanrı tanımayan tanrı vardır.
safahat ile ilgili görsel sonucuOysa Sibiryayı gezen antropologlar (Radlof, Aralof vs) ve benzeri yazarlar, böylesi bir tek tanrıdan pek bahsetmez. Gerçi Tanrı Kayra han vardır, hatta o bazı Altay destanlarında diğer tanrıları da yaratmıştır. Lakin gene de bence, yazıtlardaki gibi Gök Tanrı pek görülmez.
Gene bence bu yazıtlarda İslam ve Hristiyanlığa karşı da mücadele vardır. Zira o tarihlerde Türkler, Araplarla savaşmakta, misyonerlerde Asya'nın uzak köşelerine kadar dolaşmaktaydı. (Henüz Talas savaşı olmamıştı ve çok az Türk boyu Müslüman olmuştu)
Mehmet Akif'in de İstiklal Marşına bu kadar çok dini öge yerleştirmesi,  Osmanlı'da cirit atan misyonerlere karşı bir tepkisidir. Ahmet Vefik Paşanın kızı, Tevfik Fikret'in oğlu gibi pek çok önemli Türk'ü Hristiyan etmeyi başarmışlardı.

Mehmet Akif'in Orhun Abidelerini okuduğu ve ondan etkilendiği açıktır. Bunu ilk defa bir öğrencilere felsefi metin incelemesinden bahsederken, İstiklal Marşını örnek gösterirken fark ettim. Sonra neden o vakte kadar fark etmediğim üzerine kendimi sorguladım.
İşin doğrusu onun İslamcılığı ya da ona bu gözlükle ona bakmamız, bunu fark etmemize engel olmaktadır. Yazarları incelemek için ön yargılarımızı bırakmamız işte bu kadar zor olmaktadır.

25 Kasım 2019 Pazartesi

DEMOKRASİ HERKESİN SİYASET YAPMASIDIR.

platon ile ilgili görsel sonucu
Platon, Siyasetle ilgilenmeyen aydınları  bekleyen kaçınılmaz sonuç, cahiller tarafından yönetilmeye mahkum olmaktır, demiştir. Bir Rus atasözü de, Siyasetle ilgilenmezseniz, bir gün siyaset sizinle ilgilenir, der.
Ben de çok özürle, siyaset  yapmazsanız, bir gün siyaset sizi yapar diyeceğim. Yapmadığınız siyaset sizi bir gün köle yapar, alt sınıf yapar, azınlık yapar, yoksul yapar, yani sizi iyi bir şey yapmaz.
Siyaset yapmama ve siyasetten uzak durma alt sınıftan ve bu alt sınıftan olmayı  kabullenen kişilere özgüdür. Zenginler bir yana, azıcık hali vakti yerinde olan esnaf bile siyaset yapar, siyaset üzerine düşünür.
Siyaset yapma, konuşma diyenler,  ya kendileri siyaset yapan ve sizin yapmanızı istemeyen kişilerdir, ya da kendi alt sınıf olmasını kabul etmiş kişidir. Siyaset yapan, konuşan kişilerde sizi bir şekilde kendi safına kazanmaya çalışan kişilerdir.
Siyaset yapma, işini yap ya da siyasetten evvel işini yap derler. Oysa her iş siyasetle beraber yapılır. Pazarda limon satmak bile buna dahildir. Belediye veya tarım bakanlığı ya da başka bir kurum, etiketsiz, seri numarasız limon satamazsın der ve olur biter.
İllegal işlerde bile siyaset vardır. İddia oranlarını düşürürseniz, illegal bahis patlar, alkol vergisi artarsa sahte alkol vs vs.
Ülkeye apolitiklik propagandası veriliyorsa ya dikta vardır, ya da diktanın hazırlığı yapılıyordur.
birand emret komutanım ile ilgili görsel sonucuMesela Mehmet Ali Birand, 1991'de yayımlanan ve Türk Silahlı Kuvvetlerini anlattığı Emret Komutanım, adlı kitapta,  Askeri liselerin kapatılmasından, Harbiye'nin üniversiteye dönüştürülmesinden ve subayların apolitikleşmesinden bahsetmiş ve bu görüşleri devletin görüşü gibi anlatmıştır.

Siz 15 Temmuzdan sonra olacakların daha önce bir yerlerde yazmadığını mı sanıyordunuz, ya da daha önce hazırlanmadığını?
Gene o yıllardan itibaren pop müzik de kullanılarak, bir apolitik gençlik hazırlığı yapıldığını unutmayalım.
Apolitik gençlik aslında kökeninde 12 Eylül projesidir. Gençlere önce siyasetin sadece sokakta kavga  ile yapılacağını öğrettiler; sonra da siyasetin kötü bir şey olduğunu.
Rock ve metal müzik siyasi, hele de antikapitalist hal almaya başlayınca, hem ülkemizde, hem de dünyada lince uğradı. Şehriban Coşkunfırat cinayeti ve ardından gelen Akmar pasajı baskını, tüm rock ve metal müzik dinleyenleri uyuşturucu müptelası ve satanist ilan etti.
Derken doksanlarda önce apolitik pop müzik, ardından da apolitik Cem Yılmaz mizahı patladı.
Siyaset yapma emrinin anlamı, muhalefetli yapmadır.
Muhalefetin yükseldiği zamanlarda iktidar sahipleri yandaşlarını siyasete, hatta sokağa çağırır.
Pek çok işçi ya da memurdan, sendikaya üye olmaya gerek yok, sendikalar ne işe yarıyor sözünü duyarsınız.
Oysa işveren sendikaları da vardır ve hiç biri bu sendikaya ne gerek var, demez. Hatta, Tüsiad, Müsiad sadece dernektir, gereği yok deyip, üyelikten çıkmaz.
(Aklıma gelmişken, TÜSİAD bir zamanlar bir açıklama ile hükumeti sallardı, şimdilerde TÜSİAD'ı sallayan yok, gene de TÜSİAD, üye kaybına uğramıyor)
Ezilmeyi kabul etmemeliyiz. Modern gelişmiş demokrasi ülkelerinde de kimse ben siyasete karışmam, sadece dört- beş yılda bir oyu da ya atarım, ya atma demiyor. Hükumetin en ufak yanlışında meydanlara dökülmekten çekinmiyor.
Gerçek demokrasi, herkesin siyaset yapması, siyaseti takip etmesidir. Siyaset yapmamak, başkalarının siyasetine teslim olmaktır.

21 Kasım 2019 Perşembe

Komedi filmi yapmayı unutmuşuz (Cinayet Süsü-Spolyer içerir)

Komedi Filmi Yapmayı Unutmuşuz
Aslında uzun zamandır, özellikle cips-bilet kavgası olayı ve indirimlerin kalkmasından beri sinemaya küs sayılırım. Zira ortalıkta sinemaya zahmet edeceğime değecek bir film çıkmıyor.
Bu son filmi de, Youtube'da çok iyi film ve dizi eleştirileri yapan Murat Soner'in önerisi üzerine sinemada izledim ve pişman oldum.
Filmde küfür, bel altı çok az dediler ama bence yeteri kadar var. Özellikle sonlara doğru çoğalmakta.
Film, hasbelkader polis olmuş dört salağın (evet salak) cinayet büroda çalışmasını anlatıyor. Filmin içeriği büyük ölçüde bu dörtlünün ahmaklıklarından oluşuyor.
Dörtlüye sonradan katılan Dizdar, sözüm ona Amerika'da yaşamış, tecrübeli ve başarılı, işin doğrusu en aptalı. Daha bir kadının evine davet edildiğinde nasıl konuşacağını bilmiyor.
Dizdar en aptalı dedim ama pişman oldum, Cengiz Bozkurt daha aptal. Karısı sürekli gün düzenlediğinden sürekli uyukluyor ve bir yerde de komiklik olsun diye zanlıyı elinden kaçırıyor.
Dörtlüde idrak problemleri var, daha iş arkadaşlarının ne dediklerini anlamıyorlar. Lafı anlaşılmayan, lafını tekrar ediyor, anlamayan da anlamadığını, derken biri (genelde komiserleri olan Uğur Yücel), YETEERRRR diye bağırıyor.
Hasibe Eren'de iyice emekli, kedi düşkünü teyzelere dönmüş durumda. Filmde Dizdar'la aşkı ana görevi gibi.
Bu aptal sohbetler o kadar uzuyor ki, katili merak bile etmiyorsunuz. Filmde polis teşkilatı komple ahmaklıklar silsilesine imza atıyor. Polisin baskın için güvenlik önlemi aldığı yere bir Trakya düğün alayının doluşması da hiç olacak iş değil.
Film, yıllar önce TRT'de yayımlanmış ve İngiltere'den ithal bir diziden arak. Hasibe Eren'in perma yaptırıp, ıslak yattım, elektiriklenip,  kabarmış demesi de, diziden araklanma. Bunu da neden yaptılar anlamadım. Ben de filmin finalinde Hasibe Erek calk, culk diye abartılı seslerle sakız çiğneyince hatırladım. Doksanlarda bile böyle abartılı sakız çiğneyen kalmamıştı.
Ah o final. Sorgulamaya üç kere öfke ile dalan Cengiz Bozkurt'da, Arka Sokaklar'ın Mesut Komiserine salakça bir gönderme.
Biz millet olarak komedi yapmayı unutmuşuz, bunu anladım.
Polisiye komedi deyince bir Polis Akademisi veya Pembe Panter serisi hayal etmiştim halbuki.
Yerli komediler ve korku  filmler, resmen hayal kırıklığının dibi.

18 Kasım 2019 Pazartesi

İKLİM AKTİVİSTİ GRETA THUNBERG'E AÇIK MEKTUP

İklim Aktivisti Greta Thunberge Açık Mektup
Sevgili Greta,
İklim konusunda çabalarını görüyorum ve kusura bakma da samimi bulmuyorum.
En başta bu mektubu her ne kadar sana hitaben yazıyorsam da, blogumdaki okurlarım için yazıyorum. Bu yazdıklarımı birilerinin sana ulaştıracağına pek ihtimal vermiyorum. 
Senin samimiyetine inanmamam için ilk neden, dünya basının sana olan ani ilgisi. Senden önce de iklim için eylem yapan çocuklar-gençler oldu. Hatta onlar bizzat evlerini, köylerini, tarlalarını, ormanlarını, göllerini, denizlerini ve doğalarını savunuyordu. 
Basının ani ilgi gösterdiği çevreciler, genelde çevrenin dost görünümlü düşmanları oluyor. Bana TEMA vakfı kurucusu Hayrettin Karaca'yı hatırlatıyorsunuz. Erezyon diye diye 90'larda yeri-göğü inletiyor, çayırlara-meralara ot ekiyor,  yamaçları taraçalandıyor, siyasilere lafını esirgemiyor, geniş alanlarda ağaçlandırma yapıyordu.
tema ile ilgili görsel sonucu
Lakin Hayrettin Karaca ve Tema, şirketlere, holdinglere hiç laf etmiyordu. Sonuçta meraları bir avuç ot parasına yağmalayan yasayı ve ormanlara hançer vuran yasayı çıkarmayı başardı. Hayrettin Karaca bir kere Isparta'ya, üniversitemiz Süleyman Demirel'e gelmişti. Herkese laf giydirmiş, ben İstanbul'un kuzey ormanlarına ilk hançeri vuran Koç Üniversitesini sorduğumda beni azarlamıştı.
Sen de Greta, devletlere, politikacılara lafını esirgemiyor, ama şirketlere laf etmiyorsun.
Ülkemizin en büyük tekstil patronlarından birinin gerçekten doğa aşkı adına bu işe girdiğini düşünmek, ancak basının toplu propagandası ile inanılacak bir saçmalıktır. Sen de Greta, sanayileşmiş bir refah ülkesinin bireyi olarak senin bütün bunları doğa aşkına yaptığına inanmıyorum.
Lenin'in dediği gibi, son adımda devrimden yana olup, olmamanız, sadece bulunduğunuz sınıfla ilgilidir. Yani hiç gitmediği Britanya adasının gelirlerinin tamamına yakınını kendi kesesine aktaran Roma senatörü Seneca gibi yazılarınızda gerçek bir sosyalist olabilirsiniz ama o devrim anında Bolşeviklerin karşısında olacaksınızdır.
Greta, sen belki bir dolar milyoneri veya milyarderi değilsin lakin pek çok ülkenin halkı için süper bir refah seviyesindesin ve sen toprağını maden kartellerinden korumaya çalışan köylü çocuklarının tırnağı bile olamazsın.
iklim türk ile ilgili görsel sonucu
Sana sorarım Greta, hangi ayakkabına pençe yaptın ya da iyice yırtılana kadar giydin? O elbise ve ayakkabıları, Türkiye, Mısır, Bangladeş ve benzeri ülkelerdeki üç kuruş maaşlı işçiler üretiyor. Aynı sefil atölyede en ucuz elbiseler ile en lüks markalar yan yana üretiliyor.
Ama o lüks markaları tasarımcılar tasarlıyorlar diyeceksin. Tasarımı da gene üç kuruş maaşlı desen ressamları ile stilistler yapmakta. Modacılar, muhteşem eserlerle aklımızı baştan almak isteyen sanatçılar değil, ucuza mal ettikleri malları bize kakalamaya çalışan sahtekar tüccarlardır.
Sonra Greta, elektronik eşyalarını, özellikle cep telefonunu ne sıklıkla değiştiriyorsun? Ben dikiş tutmaz derecede eskiyene ya da çalınana kadar kullanıyorum. Akıllı telefonlar çoğunlukla 4 sene dolunca kullanılamaz oluyorlar.
O elektronik eşyalarda kullanılan değerli madenler yüzünden Sahra Altı Afrika'da özellikle Kongo Demokratik Cumhuriyetinde şiddeti sık sık şiddeti değişen çatışmalar oluyor, Kongo Yağmur ormanları tahrip ediliyor.
Yağmur ormanları demişken, o bol bol yediğin çikolata ve hatta banyo yağlarında kullanılan palmiye yağları yüzünden Endonezya ormanları yağmalanıyor, orangutanlar evsiz kalıyor.
Evsiz kalanlar demişken, şiddeti hiç azalmayan Suriye ve Yemen iç savaşları için de bir şey demeyecek misin Greta? O savaşta doğa zarar görmüyor mu sanıyorsun?
Sonra her yaz güneşlendiğin, Araplar gibi bronzlaşıp,  karardığınız ve yüzdüğünüz o oteller uğruna nice orman yakılıyor biliyor musunuz?
Ayrıca yazları kararıp, yüzmekten ibaret tatil anlayışınız da saçma. Benim öyle her sene bir yerlere gitme imkanım olsa her sene başka bir ülkeye, şehre veya denize giderim. Yeni dünyalar keşfederim.
Gençken turizm sektörünün ülke ekonomisini kurtaracağını düşünürdüm. Çünkü basın böyle propaganda yapıyordu. Bu gün ise görüyorum ki sahil boyunca o oteller yıkılsa, yerine zeytin, portakal, mandalina bahçeleri, susam, pamuk, kereviz tarlaları olsa, ekonomi için daha iyi olur. Ayrıca o koylardaki beton binaları yıkıp, tekrar ağaç dikmeli. Sizden de rica ediyorum, o İngiliz usulü kum-güneş-deniz üçgenli tatil anlayışınızı değiştirin. Öyle yapmayacaksınız biliyorum ama ben istemiş olayım.
Son olarak Greta, senden de, bu büyük şirketlerin çıkarına bir şeyler çıkacak diye düşünüyorum, tıpkı TEMA gibi.
Son olarak Greta, insan hangi sınıftan olursa olsun, Atatürk'ün dediği gibi, gerçekleri söylemekten korkmamalı.

7 Kasım 2019 Perşembe

NUTUK VE ORHUN YAZITLARI KARŞILAŞTIRMASI 2

orhun yazıtları ile ilgili görsel sonucu
Nutuk ve Orhun kitabelerini, özellikle bloguma epey bir zaman önce yazdığım ilk yazı ilgi çekince, o  zamanlar atladığım bazı şeyleri de eklemek istedim. O ilk yazıda eksik kalan bir şeyler vardı.
En başta Twitter'da birisi bana, Atatürk'ün meşhur Hattı Müdafa Yoktur, Sathı Müdafa Vardır, O Satır Bütün Vatandır diye özetlediği savaş taktiğini, Orhun Kitabelerinde anlatılan ve düşmanı yayılarak savaşma olarak geçtiğini ve ilhamını buradan aldığını yazıyor. Doğrudur ve benim anlamam da normaldir. Benim bütün askerliğim, altı ayı çavuş olarak geçen, sekiz aylık askerliğimden ibarettir. Bunu da yazmasam  olmazdı.
Bence Atatürk belli ki Samsun'a çıkmadan çok önce Orhun kitabelerini okumuştu. Kitabelerde Bilge Kağan'ın ilk önce Türk boyları arasında birlik sağlama ve bir çeşit boylar arası meclis kurma çabası olduğunu görürsünüz. Özellikle Bilge Kağan yazıtının, tıpkı Nutuk gibi, çok azı yapılan savaşlara ayrılmıştır. Orhun yazıtlarının ve Bilge Kağan yazıtının büyük bölümü, diğer boylarla uzlaşma çabası görürsünüz. Nutuk'un da en büyük kısmı, 27 Aralık 1919'da Atatürk'ün Ankara'ya gelişi ile, 23 Nisan 1920'de meclisinin açılışı arasındaki süreyi anlatır.
Her iki yazıtta da, düşmanı sadece oyalayan gerilla savaşı yerine, düzenli ordu oluşturma çabaları içerir.
Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesinin de Orhun yazıtlarında olduğunu görürsünüz. İslam öncesi çağdaki Türkler, şimdilerin Turancıları gibi sürekli savaş ve yağma meraklısı değildi.
Kaldı ki böyle Karaib korsanları gibi sadece ya da parasız kaldıkça yağma yapan bir topluma dayalı devlet düşüncesi çok mantıksızdır. Bilge Kağan yazıtında Çinlilerle ticaret yapalım, oradan kervanlar gelsin, biz onlara kervan gönderelim, der.
izmir iktisat kongresi ile ilgili görsel sonucuCengiz Han ile ilgili, Moğolların Gizli Tarihi adlı kitap, böyle bir devlet fikrinden bahseder. Cengiz'in vasiyeti olan Altın Defter'de ise pek çok boya toprağa yerleşme yasağı getirilmiş, atlar ve bakımı ile ilgili işler kölelere yasaklanmıştır. Oysa daha Cengiz'in ölümünün ardından elli sene geçmeden çoğu Moğol, çoktan şehirlileşmiştir bile.
Bu yüzden Atatürk, İzmir iktisat Kongresinde: Kılıç sallayan el, zamanla zayıflar, saban tutan el ise gittikçe güçlenir. Biz Anadolu'yu saban tutan bir avuç köylü sayesinde elimizde tuttuk, demiştir.
Son bir husus da, Atatürk ve İnönü arasındaki arkadaşlığı, Bilge Kağan ile Tonyukuk arasındaki ilişkiye benzetirim. Bilge Kağan'a baş veziri ve kayın pederi Tonyukuk'a her zaman güvenmiş, dargın olduğu, görevden uzaklaştırdığı (Anıtları arasındaki mesafenin uzaklığını buna yorumluyorlar) halde her zaman ikinci adamı yapmıştır.
Lenin'in ikinci adamı görünüşte Troçki'ydi. Ama Troçki, Bolşeviklere, Şubat devriminden sonra katılmıştı ve daha öncesinde bir Menşevikti. Lenin onun için; Troçki aramıza en son katılan Bolşeviktir ve şüphesizdir ki en yetenekli Bolşeviktir, demiştir.
tonyukuk heykeli ile ilgili görsel sonucu
İkinci adamı olmaması, devlet adamlarına hep dert olmuştur. Kendilerinden sonra ideoljilerinin hatta devletlerinin yıkılma, demokrasiye geçememe tehlikeleri hep vardır.  Yugostlavya, Tito'dan sonra kendisine lider bulamadı ve 1990'da Sovyetlerin yıkılışından sonra iç savaşa sürüklendi.
Atatürk, şoven duyguları kuvvetli birisiydi. Yazıtları okuduğunda muhtemelen çok etkilendi. Belki de Göktürk alfabesini de denemek istedi. Lakin arada pek çok engel vardı.
Bir kere bu alfabe, taş ya da ağaca kazınmaya uygundu, yazımında arada boşluklar yoktu. Ayrıca aradan geçen bin yıldan uzun süre, bazı yeni sesleri Türkçe'ye girmesi ve bazı seslerinde Türkçe'den (en azından Türkiye Türkçesinden) çıkması, bu alfabeyi günümüz için kullanılamaz hale getirmişti.
Latin harfleri ile yazılan Türkçe'nin noktalı harfleri (hani internette kullanılamayan ş, ü (büyük), u (küçük), ğ gibi harflerin eklenmesi de, Latin alfabesi ile Göktürk alfabesi arasında ortak nokta bulma çabası olarak görülebilir.
Son olarak ilk yazı için: http://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/nutuktan-akildakalanlar-ve-orhun.html

30 Ekim 2019 Çarşamba

HANİBAL'İN YEM BORUSU VE EYT

Hanibalın Yem Borusu ve Eyt
Kartacalı komutan Hanibal, savaş kazanmak için gerekli olanın iyi ordu, iyi komutanlar değil de, sağlam devlet yapısı gerektiğinin ispatıdır. Hanibal'in Canea zaferi, Roma'yı yıkmamış, Sikippio'nu Zama zaferi, Kartaca'yı geri dönmesi imkansız bir yıkıma uğratmıştır.
Hanibal, Zama yenilgisinden sonra Kartaca'dan başka devletler için de generallik yapmış, son olarak da bu günkü İzmit'i başkent yapmış Bitinya devleti kralı Pirusa adına çalışmış, ona bu günkü Bursa ovasını boş bıraktığını, burada bir şehir kurmasını söylemiş, kral da bu tavsiyeye uyarak bu günkü Bursa şehrini kurmuştur. Bitinyalıların kendisini Romalılara teslim edeceğini öğrenince de intihar etmiştir. Mezarı İzmit'de, Tübitak'ın arazisi içindedir.
BİTİNYA ile ilgili görsel sonucu
Kendisi ile ilgili anlatılan ilginç bir olaysa, Pavlov'un teorisinin o yıllarda da, en azından pratikte de bilindiğini gösterir.
Hanibal'in orduları, atları ile gemidedir. Gemide seyahat uzun sürer ve atların yemi biter. Hayvanlar açlıktan huzursuzlanır. Hanibal yem borusunun çalınmasını emreder. Atlar yem beklentisi ile sakinleşir. Sonra gene huzursuzlanır, gene yem borusu çalar ve ordu kıyıya gidene kadar durumu idare ederler.
Bu yem borusu taktiğini politikacılar ve hatta şu anki iktidar da çok güzel kullanmaktadır.
AKP'nin ilk iktidar yıllarında basında sürekli Norveç yüz bin Türk işçi alacak, Kanada yüz bin göçmen alacak ve Çin yüz bin turist gönderiyor gibi haberler çıktı.
Kartaca ile ilgili görsel sonucu
Sonra hemen her seçim öncesi, bir yerlerde kömür, uranyum, altın ve benzeri madenler bulundu. Trakya'da her seçim öncesi doğal gaz bulundu.
Ardından milli araba, milli uçak, milli tank geldi. (Sonuçta yangın söndürme uçağını tamir edemiyoruz falan dediler) Her seçim öncesi ortaya çıktı, hatta bir kere videosu çıktı. Hatırlar mısınız, tam da seçimlere haftalar vardı?
Bu güzel haberler sık sık gelse de, seçimlere yakın çoğalır. Tıpkı her gün gelen dilencilerin cuma, muharrem ve ramazan gibi günlerde daha sık gelmesi gibi.
Bazı yem boruları seçimlerden sonra başka olayların ve başka yem borularının arasında gümbürtüye gider ve hepten unutulur. Mesela 3600 gösterge? Ne oldu memurlara verilecek bu göstergeye.
Bu gösterge masalının arkasında, emekliliği gelmiş  ama emekli olmamış memurları, emekli olmamaya ikna etme amacı vardı.
Zira iki türlü sıkıntı var emeklilikte yaşa takılanlarla ilgili olarak.
En baştan söyleyeyim, ben de eyt'li olarak  bu yaş meselesinden 7-8 sene fazladan çalışacağım. Bence  bu sorun anca son eyt'li emekli olunca ya da ölünce anca biter. Türkiye'de Ekim devrimi gibi devrim olsa bile gene bitmez.
eyt ile ilgili görsel sonucu
Bunun ilk nedeni herkesin tahmin ettiği maddi sorunlar. Zira birileri emekli olunca, hem emekliye, hem de emekli olanın yerine yeni gelene maaş bağlamak gerek.
Geçmişte pek çok kişi 43-44 ve hatta daha genç yaşlarda emekli oldu. Bunların büyük bir kısmı da (özellikle kadın ve devlet memuru olanları), ekonomiye hiç bir katkı sağlamıyor. Hani, hm emekli olup, hem çalışsa, devlet belki ona da razı olacak.
Olayın ekonomik yönü başka. Bir de devleti yoracak diğer yönü var.
1995-2000 arasında pek çok öğretmen alındı. Hele 1995-96'da, çoğu ziraat mühendisi, iktisat ve benzeri bölümlerden mezunn yetmiş bin civarı öğretmen alındı. Bunlardan kadın olanları yirminci yılını çoktan doldurdu. Erkekler de yirmi beşinci yılını dolduracak. Çoğu da alan değiştiremedi. Yani bu, şu zamanlarda tam da sınıf öğretmenlerinin üçte birine yakınının, hatta fazlasının yenilenmesi demek.

pavlov köpeği ile ilgili görsel sonucuÖğretmenlikte belli branşlarda böyle yığılma var.  Mesela teyzem (benden bir buçuk yaş büyük) altı yıl bankacılık yaptıktan sonra,  sırf İngilizce hazırlık yaptıktan sonra, İngilizce öğretmeni olarak atandı.

Teyzemden bahsetmişken, bir Hanibal yem borusu hikayesi de ondan dinlemiştim. Çalıştıkları banka BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) tarafından kapatılmış, son bankacılık işlemleri falan yapılıyor, Halkbank çatısındalar ve Halkbank' dan maaş alıyorlar. İşten atılmaları ay değil, gün meselesi. İşte o günlerde,  bankanın üst düzey bir müfettişi geliyor ve vaatlerini sayıyor:
-Yakında BDDK'dan çıkacağız, Türkiye'nin Citibank'ı olacağız. Arkadaşlar, gidiyoruz....
-Nereye diye sormuş teyzem. Müfettiş anlamamış veya anlamazdan gelmiş.
-Geleceğe, ileriye diye devam etmiş. Yani yemin kırıntısı bile yokken yem borusu çalmak, yönetici olmanın şanındandı anlaşılan.
Öğretmen açığı, şu atanamayan öğretmenler furyasında, sadece bütçe ve kararname işi.Asıl tehlike orduda ve polislikte. Belli dönemlerde büyük çaplı polis, astsubay ve uzman çavuş alımları yapıldı.
Öte yandan bu EYT homurdanmasının ve huzursuzluğunun başka nedenleri de var.
histeri ile ilgili görsel sonucu
Darbe teşebbüsünden bu yana 3 yıldan fazla zaman geçti. Halen de tasfiyeler, tutuklamalar devam ediyor. Bir ay kadar önce 111 (yüz on bir) astsubay tutuklandı ve olay sadece bir kaç gazetede küçük haber olarak yayımlandı.
Seksenlerde ve doksanlarda Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararları ile elli-almış subay-astsubayın ordu ile ilişiğinin kesilmesi, günlerce manşetlerden düşmezdi. Meşhur 28 Şubat yıllarında bile (1997-1998-1999 falan) en fazla 150-160 olmuştu.
Yüzden fazla astsubayın tutuklanması, Türkiye'nin dört-beş kat daha fazla askeri olan Çin, Amerika, Rus ordularında bile olsa, yer yerinden oynamalı ama Türkiye'de neredeyse yaprak bile kımıldamadı.
Şimdi bu ortamda çalıştığınızı düşünün. Sadece ordu ve emniyet değil, pek çok kurum da benzer durumda. Fırsatını bulsa, herkes kaçacak.
Hatta mevcut emekliliğini doldurmuşları da 3600 gösterge vaadi ile durduruyorlar.Yazının başında da bahsetmiştim.
Şu günlerde basında iki de bir çıkan EYThaberleri de bana Hanibal'in yem borusunu aklıma getiriyor.
Hanibal'in yem borusu demişken. Pavlov'da zil ve ışık sonrası bazen et verdiği, bazen vermediği köpekleri (özellikle en fazla üzerinde çalıştığı Layka'yı) histeri yapmış. Böylece o vakte kadar sadece kadınlarda olduğuna (%90 kadın hastalığıdır) ve sebeinin kadınların cinsel tatminsizliği olduğuna inanılan histeri hastalığını yeniden tanımlayarak, histerinin aslında kaygı bozukluğu olduğunu ispat edip, 1904 Nobel Tıp ödülünü almış.
Hanibal'in de taktiksel deha olmasında rağmen Romalılar tarafından her seferinde nihai yenilgiye uğraması, askerleri ve halkı üzerinde güven sorunu yaratıp, kaygı bozukluğuna sebep olması olmasın?
1904 nobel tıp ile ilgili görsel sonucu

15 Ekim 2019 Salı

DOKSANLAR VE TARKAN ÇILGINLIĞI

Doksanlar ve Tarkan Çılgınlığı
Yıllardır süren bir doksanlar muhabbeti var, şöyleydi, böyleydi diye.
Ben söyleyeyim, doksanlar müzik hariç berbattı. Bosna, Irak savaşları, katledilen siviller, kurulup-dağılan koalisyonlar, ekonomik krizler, iflaslar, banka iflasları, intiharlar vs vs derken bu günkü döneme gelen krizlerin dönemiydi.
Bu dönemde müzikte Rönesans denebilecek şeyler oluyordu. Hep popla anılsa da, Haluk Levent,  Bulutsuzluk Özlemi gibi rakçılar,  Pentagram, Deathroom gibi metalcilerin, Muazzez Ersoy, Ebru Gündeş gibi Türk sanat müziği şarkıcılarının, Hakan Taşıyan,  Hakan Altun gibi arabeskçilerin, pek çok halk ozanının şöhret olduğu, unutulmuş 60'lar ve 70'ler şarkıcılarının (Erol Büyükburç, Ali Rıza Binboğa vs) yeniden kaset yaptığı, Şahsenem gibi Orta Asyalıların Türkiye'ye şöhret olmak için geldiği yıllardı.
O dönem şarkıcılarının sırf adını anmış olmak için yazmak sayfaları alır. Neredeyse her hafta bir şarkıcı şöhret oluyor, bir şarkıcı da unutuluyordu.(Şimdilerin sosyal medya fenomenleri gibi)
O yıllarda bir milyonun üzerinde kaset (albümler genelde kaset şeklinde  tüketildiği için kaset denirdi) satmış bazı popçular bile zaman içinde unutuldu. (Şimdilerin milyon tıklananların unutulması gibi)
Olayların merkezinde Kral TV ve Sezen Aksu vardı. O yıllarda her genç popçunun idolü Sezen Aksu'ydu. Her sene Nisan ayı gibi üç-beş eski vokalistini müzik piyasasına sürerdi.Sezen Aksu'dan beste, güfte desteği almak, kasetin 250 bin satmasının ve iki düzine dolu salonlu konserin garantisiydi.
Kral TV ise tamamen Uzan ailesin, özellikle şimdilerde firarda olan şişko (ben de çok zayıf değilim) Kemal Uzan'ın keyfine kalmıştı. Şarkıcı Yeşim Salkım'la evli olan Kemal Uzan, evli bir erkekle çok güzel bir ilişkisi olan (bu evli erkekle çok güzel bir ilişki, eşi Yeşim Salkım'a ait. Bir magazin programında söylemişti) pop şarkıcısı tarafından ret edilince, söz konusu popçunun önce kliplerine ambargo koydu, sonra da Star, Kral ve bilumum tv-gazete ve radyolarında magazinci ordusu ile yerin dibine sokup, piyasadan sildi.
kral tv ile ilgili görsel sonucu
Kral TV ve Uzan ailesi Sezen Aksu ve vokallerinden oluşan kabilesine bile ambargo koyabiliyordu. Yıllarca Sezen Aksu, kabilesi ve pek çok sanatçı (çoğunlukla da solcu) şarkıcı Kral tv ve pek çok Uzan kanalından, Yedikule konserleri gibi pek çok etkinlikten uzak kaldı.
O zamanlar bu Kral'a ve kraliyet ailesine bile diz çöktürecek bir megastar vardı, Tarkan.
Tarkan ilk olarak 1993 yılbaşında televizyona çıktı. Şarkısı Kıl Oldum abi diye dönemin modasına uygun absürt şarkılardan biriydi.
yedikule mescit ile ilgili görsel sonucu
Derken 1994'de Tarkan patladı, ama ne patlayış. İngilzce albümü tutmayınca basın onunla alay etmeye çalıştı. Fakat bu sefer de Tarkan'ın Türkçe albümü yurt dışında çok satınca, hakiki Tarkan fırtınası başladı.
1995 ile 2001  arasındaki baharlar, (94'ü tam patlama olduğu  ve fırtınanın hazırlık aşaması olduğu için dahil etmiyorum) Nisan ayında Tarkan'ın albümünü beklemekle geçiyordu. Bu arada kadın şarkıcılar, Tarkan'dan önce, hemde mümkün olduğunca önce kaset çıkarmak için acele ederdi.
Derken mayıs ayında bir gün Tarkan'ın kaseti çıkar, çok satmakla kalmaz, diğer popçuların kasetlerini de satılmaz hale getirirdi.

Çılgınlık kaset satışı ile bitseydi, bu yazıyı yazmaya gerek kalmazdı. 1986 yılında, Dünya üzerindeki tüm ses kayıt ürünlerinin (kaset, cd, plak vs) %5'i Michel Jackson'a aitti. O yaz, haziranın sonu, hatta temmuzun ortasına kadar sadece Tarkan dinlenir, Tarkan dinlenmekten kurtulamazdınız.
O zamanlar her takside, minibüste radyo-kasetçalar olurdu. Eğer kasette Tarkan çalmıyorsa, radyoda Tarkan çalardı. Gün boyu Tarkan çalan radyo kanalları, akşam istek saatlerinde (prime time denen 18-23 saatleri arası telefonla bağlanılan istek saatlerine ayrılırdı) en fazla on beş dakikada bir Tarkan şarkısı istenir, o zamanlar istek şarkı ile laf atma modası gereği de Yakalarsam muck muck şarkısı bazı kızlara veya hasımlara armağan edilirdi. Telefonun ucunda ve radyo başındaki dicey de, az önce Tarkan çaldık ya, demezdi.
Tarkan dinlememek için suya dalsanız, gezinti teknesinden, suyun dibine ulaşırdı, dağa çıksanız çobanın radyosunda çalardı.
Tarkan'ı boykot etmek ne mümkündü? Yıllarca Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay gibi yüksek kaşeli, dev müzisyenleri boykot eden TRT bile, Tarkan'ın gücüne çok az dayanıyor. Zira o günlerde televizyon ve radyo kanalları arasındaki rekabet, TRT'yi de zorluyordu.
Uzan grubu, solcuları sevmez, solcuara kanalını sonuna kadar kapatırdı. Tarkan ise, Hasankeyf'in su altında kalmasına karşı çıkarak, safını belli etse de, ona tavır alamadılar.
Tarkan, şarkılarını Sezen Aksu'dan alıyordu. Bir ara Sezen Aksu ile Tarkan küstü (bu küslük halen sürmekte) ve o zamanlar Tarkan bitti, Tarkan'ı Tarkan yapan, Sezen Aksu besteleridir, deniliyordu. Oysa Tarkan, Sezen Aksu'nun yerini Nazan Öncel ile doldurdu. Nazan Öncel besteleri ile çok güzel albümler yaptı.
nazan öncel tarkan ile ilgili görsel sonucu
Her şey 2001 sonbahar-kışına kadar böyle güzel gitti. Her sene mayıs-haziran boyunca bol bol Tarkan dinlendi. Bu Tarkan fırtısnası Temmuz'un ortalarına doğru sakinleşir, ardından da Serdar Ortaç, Kenan Doğulu ve diğer popçular dinlenmeye başlanırdı.
Ne oldu ise 2001'de oldu. Önce Leman Dergisi çizeri Bahadır Boysal, Tarkan'ın Newyork'da bazı erkek arkadaşları ile samimi fotoğraflarından bahsetti.Sonra o fotoğraflar açığa çıktı.
Ardından da basın ve magazin alemi tüm gücüyle saldırıya geçti. Tarkan o günlerde komedyenlerin bile baş hedefi oldu. Adından saçma sapan espriler ürettiler.
Derken Tarkan bir basın açıklaması yaparak Amerika'ya yerleşti. Onunla alay eden bası, gel gitme anlamında barışmak ve gönül almak istedi ise de Tarkan bir süre yurt dışında yaşayıp, popüler olduğu Rusya'da para kazandı.
Bir kaç sene sonra döndükten sonra ise, hem pop bitmiş, hem de o Tarkan efsunu bitmişti. Daha 1997-98 gibi internetten şarkı indirmeler yüzünden kaset-cd satışları düşmeye başlamıştı. Hatta düşen kaset satışları yüzünden meşhur beste ve güftecileren şarkı alamayan popçular, yavaş yavaş türkülere sarmıştı.
Şimdi düşünüyorum da, doksanları, popun ve müziğin o muhteşem devrinin bitişini tetikleyen Tarkan'a yapılan haksızlıktı. Halkı Tarkan'dan soğutmaya çalıştılar ama sonuçta halk pop müzikten soğudu.

14 Eylül 2019 Cumartesi

BARBARLARI BEKLERCESİNE DEPREMİ BEKLEMEK (VE DİĞER FELAKETLERİ)

kavafis barbarları beklerken şiiri ile ilgili görsel sonucu
BARBARLARI BEKLERKEN
Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?
Bugün barbarlar geliyormuş buraya.
Senatörler neden yasa yapmadan oturuyorlar?
Neden hiç kıpırtı yok senatoda? Çünkü barbarlar geliyormuş bugün.
Barbarlar geldi mi bir kez, yasaları onlar yapacaklar.
Senatörler neden yasa yapsınlar? Neden öyle erken kalkmış imparatorumuz,
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,
şehrin en büyük kapısında neden kurulmuş tahtına, başında tacı, törene hazır?
İki konsülümüzle yargıçlarımız neden böyle
onların başbuğunu karşılamaya çıkmış imparatorumuz. Bir de koca ferman hazırlatmış ona rütbeler, unvanlar bağışlayan.
Ellerinde neden böyle altın,
işlemeli, kırmızı kaftanlar giyinip gelmişler? Neden böyle yakut bilezikler, parlak, görkemli zümrüt yüzükler takınmışlar? gümüş kakmalı asalar var?
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün, onların gözlerini kamaştırırmış böyle takılar. Ünlü konuşmacılarımız nerde peki, neden herzamanki gibi söylev çekmiyorlar?
neden herkes dalgın dönüyor evine?
onlar pek aldırmazlarmış güzel sözlere. Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa? (Nasıl da asıldı yüzü herkesin!) Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar,
Barbarları Beklerken - Edward W. Said AnısınaBir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.
Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi. ve sınır boyundan dönen habercilere göre, barbarlar diye kimseler yokmuş artık. Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Yunan yazar Kavafis'in enfes şiirinde, yabancıların, yani barbarların gelişini tedbir almadan, dedikodu yaparak bekleyen Yunanlıları anlatır. 
Şiirin sonunda barbarlar gelmez ama illa bir gün gelecektir ve Yunanlılar aynı aymazlığa devam etmektedir.
Bizde de aynı aymazlık, deprem başta olmak üzere doğal felaketler için de olmaktadır. Öncelikle depremden ve beklediğimiz büyük İstanbul depreminden bahsedelim.
1999 depremlerinden (17 ağustos Gölcük 12 kasım Düzce) beri büyük İstanbul depremlerini bekliyoruz.
Barbarları Beklercesine Depremi Beklemek
Sürekli 7 -7,5 şiddetinden bahsediliyor. Oysa İstanbul, 1509 yılında muhtemelen 8.1 veya üzeri meşhur kıyamet-i uğra (küçük kıyamet)'i yaşamış, tsunamiler surların üzerine çıkmıştı.
Hemen itirazlar olacak. Böylesi bir depreme Japonya bile yeterince hazır değil, biz nasıl olalım?
Bizim önümüzde daha tehlikeli 1755 Lizbon depremi örneği vardır. Çok şiddetli bu deprem, o dönem ülke zenginliklerinin çoğunu barındıran Lizbon şehrinin deprem ve tsunamilerle tamamen harap olması yüzünden Portekiz, sömürge ve deniz imparatorluğu yarışında geri kalmıştı.
Bizse benzer şekilde 1999'dan beri büyük İstanbul depremini beklediğimiz halde ülke sanayi ve ticaretini İstanbul ve çevresine yığmaya devam ediyoruz. 7 ya da 8, sonuçta ülke sanayisinin yarısı doğu Marmara bölgesinde (İstanbul, Bursa, Kocaeli,Sakarya,Düzce, Bolu, Bilecik ve bunlara yakın iller) ve bunu ülkeye dağıtmak yerine yapılan;  sırf arsa rantı için zaten çekim yeri olmuş bölgeyi daha da doldurmak.
Öte yandan 2002 sonrası yapılan binalara hiç de güvenmemeli. Rant hırsı ile çalışan müteahhitlerin, çok sağlam bina, yol, köprü inşa edeceklerine çok da güvenmeyin.
Kaldı ki 2002 öncesi bir yığın bina var ve bu binaların molozlarının döküleceği hafriyat alanı bile belli değil.
(Efes, Milet, Truva gibi antik şehirlerin şimdilerde denize uzak olmalarının nedeni nehirler kadar, şehirlerin çöp, moloz ve hafriyatlarının denize dökülmedir Özelikle deprem sonrası yıkıntıların)
Sorun sadece yıkılacak binalar değildir. Şehirlerin yol, köprü ile beraber, içme suyu ve kanalizasyon durumu ne olacaktır, ülke nüfusunun beşte biri on günlüğüne de olsa (en iyimser tahmin belki de altı ay) nasıl beslenecektir? İstanbul'un bu açıdan derhal tahliye edilmesi lazım.
Şimdi tüm ülkeyi tahliye edemeyiz, geri kalan yerleri de, depreme dayanıklı ve olası depremzedeleri ağırlayacak hale getirmeliyiz. Sadece sağlam binalar değil, bolca geniş,   boş alan (toplanma alanı için), buzhane (morg, 17 ağustos'un en unutulmaz fotoğrafı, morg olarak kullanılan buz pateni pistiydi)falan ayarlamalıyız.
karadeniz sel felaketi 2019 ile ilgili görsel sonucu
Sorun sadece deprem değil. İlkim değişikliği ve küresel ısınma ciddi bir konu. Denizler öyle santim santim yükselmeyecek, bu  ısı değişimi sırasında kutuplardan, buzullardan kopan buzlar, yağmur ve fırtına olarak yere inecek.  Uzun bir dönem ülkemizin suptropikal denen daha yağışlı ya da sellerin daha çok olduğu bir iklime dönme ihtimali vardır. Özellikle Karadeniz yaylalarında sel felaketleri her sene artmakta. Karadeniz'de vadileri boşaltmak, sele daha uygun bir yerleşim düzenlemektir.
Şu günlerde ise Karadeniz yaylalarını oteller ve villalarla dolduruyoruz, olası bir süper selde daha çok kişi ölsün diye.
Neyse, bu kadar yeter. Gene barbarlardan konuştuk ve tedbir almadık.
Unutmadan, bu barbarlar illa gelecek.