30 Nisan 2023 Pazar
BİR KAÇ KİTAPTAN IRAK'TA KÜRTLER VE TÜRKMENLER SORUNU ÜZERİNE
29 Nisan 2023 Cumartesi
MUHAMMED'İN HANIMLARININ TAM LİSTESİ
MUHAMMED'iN HANIMLARININ TAM LiSTESi
22 Nisan 2023 Cumartesi
DÜŞÜK MAAŞ-ORTA GELİR TUZAĞI VE ZEHİRLİ BÜYÜME İLİŞKİSİ
Ne zamandır iktisatçıların dilinde bazı garip kelimeler türedi. Orta gelir tuzağı ve zehirli büyüme gibi. Büyüme, kapitalist iktisatçıların kutsal kelimesidir. Ülkenin ekonomik büyümesi, onlara göre her şeydir. Bunun pek çok sebebi söyleniyor. Büyüme, makto iktisadın kutsal kelimesi. Özellikle neoliberal iktisatçılara göre ülkede ne olursa olsun, büyüme olsun fikrindedirler. Ülkedeki toplam ekonomik varlık, Amerikan doları cinsinden artıyorsa, ülkede ekonomi iyi yöndedir. Doğa katledilmiş, açlık, sefillik artmış, ülke mafyanın eline geçmiş, fuhuş artmış, uyuşturucu tüketimi artmış, çok da önemli değildir. Ekonomik büyüme, bir süre sonra bunların da düzelmesini sağlayacaktır. Liberallerin taa Adam Simith'den kalma, piyasanın gizli eli vardır, uzun vadede her şeyi düzeltecek olan. John Maynar Keynes'de, uznu vadede hepimiz öleceğiz, demiştir. Bu sihirli el, ekonomiyi ne zamandengeye getirecek, ne kadar zaman bu denge devam edecek belirsizdir. Bu açıdan iktisatçılar, din adamlarına benzerler. Din adamları insanlara ölümden sonra cennet,n yanında, bir kıyamet günü ve kıyamet günü öncesinde (İncil'e göre bin yıl sürecek) bir altın çağ vaat ederler. Bu vaat, Sosyalist iktisatçıların, devrimle oluşacak ebedi Komünal düzeni kadar ütopiktir. Kapitalistlerin ütopyasında yaşayan örnekler var gibidir. Almanya, Japonya, A.B.D ve bilumum gelişmiş, kapitalist ülkeler buna örnektir.
Oysa İngiltere bile hiç bir zaman tüm gümrük kapıları apaçık ülke olmadı. Hatta meihur liberal iktisatçı Adam Simith, İskoçya gümrük bakanı olunca, İngiltere'den gelen kumaşların gümrüğünü yükseltmişti. Lise ders kitaplarından hatırlarsanız, sömürge elde etmenin bir amacı da pazar alanları elde tmekti. Çünkü dünyayı paulaşan devletler, sömürgelerini de yüksek gümrüklerle koruyordu. Bu nayileşmiş ülkeler, bugün beyaz yaka dediğimiz okumuş insanlar için ucuz işçilik ülkesi olmadı. Japonya her zaman ormanlık bir ülke oldu ve temel kaynaklarını korudu. Almanya, sanayileşmeye, sosyal devleti kurarak başladı. Japonya ise çok az dönemucuz işçilik ülkesi oldu. 2.Dünya savaşından sonrasındaki dönemde, ne Japonya, ne de Almanya, ne de herhangi bir Avrupa ülkesi ucuz işçilik ülkesi oldu. Hatta Türkiye başta olmak üzere çeşitli ülkelerden, kırmızı dipli mumla işçi aradılar. Bu yüksek işçi ücretleri döneminde süratle sanayileştiler. Aldıkları onca göçe rağmen işçilik ücretleri bir türlü düşmedi çünkü işçi sınıfı bilinçli ve örgütlüydü. Üzerine onca teşvike rağmen Avrupa'nın artmayan nüfusu eklendi.
Buraya bir parantez açayım. Avrupa ve Kuzey Avrupa nüfusunun azalmasını engelleyen ADIS hastalığı oldu, ilginç bir şekilde. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/03/aids-hastaliginin-yayilmasinin.html) (Bir parantez açayım, Türkiye'nin ilk AIDS hastası dite tanıtılan Murti (Murtaza Engin), ne AIDS hastasıydı, ne de homoseksüeldi) Çünkü AIDS hastalığı ile beraber, serbest cinsellik yaşamak tehlileki olduğundan, evlilikler arttı.
Sanayileşemeyen ülkelerde, özellikle ikinci dünya savaşından sonra, sanayileşmeye hız verdiler, ellerindeki sermayeleri, doğal varlıkları ve ucuz emekleriydi. Bunları kullanarak vargüçleriyle sanayileşme çabasına girdiler. Pek çok ülke, özellikle seksenlerden sonra, ucuz emekleri ile ağır sanayi yatırımlarını kendilerine çekmeye başladı. Bu ülkelere sanayi yatırımı çeken sadece ucuz işçilik değildi. Doğayı harab eden bir tarım ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/vahsi-sulama-sorunumuz.html ), ve yine doğayı harab eden bir madencilik ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/maden-mi-copluk-mu.html ), üzerine rantçı bir inşaat ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/insaatcilik-ve-insancilik.html ) ve daha bir sürü fahiş kazanç fırsatı, gelişmiş sanayi şirketlerinin dev firmalarını, bu gelişmekte olan ülkelere çekti. Bu kalkınamayan ülkeler, bir süre durumdan memnun kaldı. Halk, her ne kadar halen yoksul, üstelik daha da yoksıl kalmış, geleneksel toplumsal yapıları dağılmış olsa da, ekonpmi büyüdüğü için devlet adamları ve burjuvalar durumdan memnundu. İlk darbe doksanlarda geldi. Türkiye 1995'de 5 Nisan kararları ile şok yaşadı. Olsun, gene de büyüme sürüyordu. 1998 büyük Asya krizinde de büyüme sürdü. Derken 2020'lere doğru krizlerin üzerine büyüme de durdu. Annemin böyle durumlar için kullandığı bir söz vardır:
Mühim olan aşkımız, o da bitti şaşkınız. Uzun zamandır, gelişmekte olan ülkelerde büyüme ya durdu ya da çok az. Zehirli büyüme diye teoriler üretiliyor ama hiç bir iltisatçı büyümenin neden durduğunu bulamıyor. Çünkü iktisat ya da ekomonımi bir bilim olsa da, iktisatçılar genelde bir bilim adamı gibi davranmaz. Çünkü objektif bilgi değil, büyük burjuvaların para kazanması için gerekli bilgiyi üretir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/12/kucuk-burjuva-yatirimcilar-icin-gerekli.html ). Ekonomiyi diplomasi ve ufak oyunlarla kurtama çabalarının da sonuna gelinir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/slumflasyon-ve-eysan-diplomasisinin-sonu.html) Bu anlı şanlı bilim adamları, bir türlü sorunu bulamaz. Sosyalist iktisatçılar da bunu bulamaz çünkü onların derdi kapitalizmin çöküp, devrimin gelmesidir. Onlarda iktidat sorunlarına, çözülemez olarak bakarlar.
İktisadi büyümede duraklamada köken sebep, düşük ücretler ve kötü patronajdır. Bunu daha önce defalarca yazdım:
https://onbinkitap.blogspot.com/2018/10/beyin-gocu-ve-guven-vermeyen-isverenler.html
https://onbinkitap.blogspot.com/2021/11/neden-eleman-bulamiyorsunuz-eleman.html
https://onbinkitap.blogspot.com/2019/01/hg-sonra-yaymlanacak-dikkat.html
Türkiye'de kötü patronaj sadece özel sektörde yoktur. Devlette ucuza adam çalıştırma derdinde. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/04/ucretli-ogretmenli-sorunumuz.html) Oysa ucuz işçilik, kötü işçiliktir. Hem iyi işçilerin kaçmasına, hem de mevcut işçilerin de kötü çalışmasına sebep olur. Ülkemiz son bir yılda yirmi tıp fakültesi mezunundan daha fazla doktoru yurt dışına ihraç etti. Analar yeniden doğurur diyorsunuz ama dünya gizli bir nüfus azalması içinde. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/nufus-istatisliginincocuk-kaydiragi.html ) Şu an dünya nüfusunun üçte biri doğum oranlarının nüfusu karşılayamadığı ülkelerde yaşıyor. Bu nüfus azalması sadece Avrupa ülkelerine ait bir sorun değil. Küba, Rusya, Tayvan, Kuzey ve Güney Kore'de aynı sorundan muzdarip. Yani teknoloji ne kadar gelişiyor ya da gelişecek olursa olsun, insan emeği, hele de iyi eğitimli insan emeği giderek yükselen bir değer olacak. Beyin göçüne talebin tek nedeni gelişmiş ülkelerin düşük doğum oranları değil. Refah toplumlarında büyüyen çocuklar, o zor derslere katlanmaktansa iş hayatına atılmayı tercih ediyor. Çünkü kol işçisi ya da alt derece teknisyen olsalar da refah seviyeleri düşmeyecek. Bu gelişmiş ülkelerde her ders zor, hele de yüksek öğrenimde. Bizdeki gibi herkes beden eğitiminden, resimden, müzikten otoomatiken yüz almıyor ya da fen lisesinde tarih-coğrafya gibi derslerde bol not verilmiyor. Ülkelerde üniversite eğitiminin cazibesini arttırmak için festivaller, Erasmus projeleri gibi özendirici şeylerle üniversiteli sayısını artırmaya çalışıyor. Kendi eğitim kalitesini bozmamak adına, eğitim programlarının ders yükünü de hafifletemiyor. Bu da gelişmiş ülkeleri, beyin göçüne muhtaç ediyor. Türkiye gibi ülkeler de en büyük kaynak durumunda. Firmalar da, birden bire işi bırakan, bazen bırakın tazminatı, son maaşını bile almadan başka işe gidebiliyor.
Lafı sonuca getiriyorum. Sanayileşme ve kalkınmaının ana itici gübü sörülen doğa (özellikle kendi ülkenin doğası) ve ucuz işçiliği değildir. Sanayileşecek ülkelere bilgi birikimli ve hevesli insanlar gereklidir. Yenilenebilir enerji ve kaynaklar gereklidir. Doğayı sonuna kadar tüketmek (o bambaşka bir yazı konusudur) ve ucuz işçilikle kalkınmanın sonucu orta gelir tuzağı ya da zehirli büyüme ilişkisidir. Defvletler ve işletmeler, projelendirmelerini memnun ve iyi ücret alan elemanlara göre yapmalıdıri
21 Nisan 2023 Cuma
ZEYNEL YAŞAR-YAŞAYAN ÖLÜLER KERVANI (ŞİİR)
YAŞAYAN ÖLÜLER KERVANI
20 Nisan 2023 Perşembe
YOL-ERMAN ÖZTÜRK (ŞİİR)
YOL
Bir ağıttan taşırıp çığlığımı
Yaramı sağaltıp özsuyla
Ermeli soluğum
Kesildiği yerden yarına
Kırılır dallar
Kanar
Kabuk bağlar
Yine de uç verir bahara
Acısında maya bulur
Çiçek açmaya dalından tomurcuk
Kızıllığıyla büyürken güneş
Batarken ufukta
Yarına bir yol var
Ardı sıra denizlerin
Dağları dolanarak patikalardan
Yarına bir yol olacak
Alaca dağlarında sabahın
Çalarken fabrika düdükleri
Söylenirken şantiyelerde
Özlemle gurbet türküleri
Yarına bir yol
Doyamayan bebelerin açlığından
Anaların dinmeyen avazından
Tutsağı sabırla işleyen
Saat gibi voltasından
Kaybeden canlarla yaşayan
Cumartesi Meydanı'ndan
Hrant'ın düştüğü yerden
Havalanano ürkek güvercinden
Yarına bir yol
Madencinin kara ellerinden süzülen
Işığın aklığında
''Öyle mi alay komutanı'' diyen
Yüreğin berraklığında
Yarına bir yol
Elindeki kitapla
Orduların karşısında
Ordulardan büyük
Yeryüzünün lanetlisi
O haylaz çocukların
Omuzlarında yükselecek
Yarına
Bir yol
Açılmamış belki
Açılacak
Fırçasıyla çizdiği düşlerin
El ele veren
Rengaren kardeşliğinde
Türküsüyle buluşturduğu
Terlerken avuçları
İndirdiğinde sırtındaki
Bin yıllık yükleri
Kazmasını kaldırdığına göğe
Yürünmüş tüm yolların
Buluştuğu bir açmazda
Yarına
Bir
Yol
Var
Açılacak
Şafağında
Sabahın
(Erman Barış)
17 Nisan 2023 Pazartesi
BİZE YENİ BİR ZAFER GEREK -MEHMET BARIŞ (ŞİİR)
Cumhuriyet kolları kırık
Bir İyon yontusudur şimdi
Yaralı bir üveyik
solgun ateş çiçeği
Dün kanla kovduklarımız
çöktüler yine suyun gözüne
Dağımız yaralı, suyumuz sası
tutsak edildi derelerimiz
Irzına geçilirken gözleri bağlı kızın
kılıç gösteriyor bize bir kılıç artığı
Üç otuza gidiyor alın terimiz
Tecavüzler, intiharlar
kadın cinayetleri...,
Bize yeni bir zafer gerek
Yenmiştik, gene yeneceğiz,
Bizden yanadır toprağın belleği
suyun öfkesi bizden
Mayıs'tan sorsunlar bizi
Ağustos'tan, Eylül'den
Can erikler yesin diye çocuklar
dişleri kamaşmasın diye tarihin
Ekmek için, gül için
hürriyet günleri çin...
Bize yeni bir zafer gerek
Yüzümüzde vakur
ve muzaffer gülümseme
inebilmek için yine Belkave'den İzmir'e
Yıkmak için sermayenin saltanatını
bize yeni bir zafer gerek
16 Nisan 2023 Pazar
KUDRET HELVASI, BILDIRCIN KEBABI VE SOĞAN ( BAKARA SURESİ)
Şimdi ben bu konuyu daha önce de yazmıştım, hem de defalarca: (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/madem-bakara-114-var.html) ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/bakara-makara.html) ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/07/bakara-tantm.html)
Konuyu özetlemem gerekirse, Kur'an'da, Bakara suresi adını, Sami dillerinde (Arapça-İbranice) Bakar yani buzağı-dana-sığır anlamına gelir. Mısır'dan kaçan Yahudiler, Musa'nın öncülüğünde ve yine Musa'nın Kızıldeniz'i ikiye ayırması sonucunda kurtulurlar. Bir süre (bir rivayete göre aylarca, bir rivayete göre yıllarca ya da günlerce) çölde dolaşırlar. Sonra Musa, on emti almak ve Yehova ile konuşmak için Tur dağına (Rivayete göre bu dağ, Sina yarım adasındaki Sina dağı, bazılarına göre de Arap yarım adasının kuzey batısındaki dağlardan biridir) gider. Bir süre dağda kalır. Bir ateş şeklinde kendisi ile konuşan tanrı Yehova ile konuşur. Sonra geri döner ve şok edici bir manzara ile karşılaşır. Halkı bir buzağı heykeline tapıyordur. Bu heykelle ilgili çeşitli rivayetler vardır. Kimilerine göre altındandır, kimilerine göre altınla kaplı çamurdandır ve ağzı ile anüsü arasında deliik vardır ve rüzgar estikçe ses çıkarmaktadır. Musa öfkeli bir şekilde konuşunca, biz tek ya da iki çeşit yemekten sıkıldık, çok çeşit istiyoruz deyip, isyan etmiş. Bunun üzerine de Musa, buzağıya tapanları lanetler. Bu kabile, rivayete göre İsrailoğullarının kayıp 13. kabilesidir ve çölde kaybolmuşlardır.
Şu günlerde soğanın fiyatı aşırı artınca, birileri de kendilerini döyle savunmuş. Ülke halkı olarak firavundan kaçıp, kaçmamız tartışması bir yana, biz kudret helvası ve bıldırcın kebabı ile mi besleniyoruz ki, soğan pahalı diye şikayet etmeyelim?
15 Nisan 2023 Cumartesi
NAMUSLU VE ZÜBÜK FİLMLERİNİ KARŞILAŞTIRMA
Şu günlerde herkes, 1980 yapımı Zübük filmini ve onun üzerindeki gizli sansürden uzun zamandır çok konuşuluyor. Bu da filmin, internet sitelerinde daha çok izlenmesine sebep oluyor. Öte yandan 1985 yapımı, başrolünde Şener Şen'in oynadığı Namuslu filmi gözden kaçıyor. Ben her ikisi ile de ilgili bir yazı yazmaya karar verdim.
İki film, birbirinin yansıması yada zıddı gibidir. Beş sene sonra yapılan Namuslu filmini, Zübük filmine cevap olarak alabiliriz. Zübük filminde, Kemal Sunal'ın oynadığı Zübük karakteri, filmdeki tek kötü karakterdir. Namuslu filminde ise, filmin bir noktasına kadar Şener Şen'in oynadığı Ali Rıza karakteri tek iyi karakterdir, sonra o da kötü olur. İronik bir şekilde, Kemal Sunal çoğu filminde, tesadüflerin de yardımıyla kazanan saf, masum iyiyken, Şener Şen, başarısız, komik kötü olur. Bazen Kemal Sunal'ı (Özellikle, Kibar Feyzo filminde), bazen de İlyas Salman'ı (Özellikle de Banker Bilo filminde) ve arada diğer oyuncuların (Mesela, Şalvar Davası'nda Müjde Ar'ın) başına bela olan kötüdür. Aslında genel anlamda filmin sonuna kadar başarılıdır. Sonuçta her iki oyuncu da, bu filmlerle alışılageldik rollerinden çıkıyor. Öte yandan bu iki film, iki ayrı felsefi soruyu soruyor. Zübük, bir namussuz, namuslular arasında nasıl yaşar, sorusunu sorarken; Namuslu filmi, namuslu insanın, namussuzlar içine nasıl yaşar sorusunu sorar. Etfarındaki çoğu insan dürüstken, Zübük dürüst olmayı düşünmez bile. Namuslu Ali Rıza ise bir noktada yoldan çıkar ve kendisinin namussuz olmasını isteyenleri cezalandırır.)
Her iki filmde, fazlasıyla politiktir. İlk film, politikacıları hedef alırken, ikinci film, seçmenleri hedef alır. İkinci film, çalıyor ama çalışıyor diyen seçmeni yıllar önce görmüştür. Ali Rıza, yoksulluğu için suçlandığında ailesine çalayım mı diye sorar, kaynanası Adile Naşit, nerde sende o göz diye cevap verir. Anlarız ki Zübüklere oy verenler o kadar masum değildir. Zübük romanında ve filminde de benzer mesajlar filmin sonunda verilir. Filmin ve romanın esas konusu Zübük olduğu için, filmdeki bu mesaj kaçırılır. Zübük filmi, 1961 tarihli ve Aziz Nesin imzalı romanı ile bayağı paralel bir senaryoya sahiptir. Aradaki otuz yılı ve ne kadar mükemmel olursa olsun, bir romanı sinemaya uyarlama zorluklarını da hesap etmeli. Filmde, romanda olmayan 1977 Güneş Motel olayı da vardır. Türk siyasetine damga vuran olay, 1980'de film yapılırken halen tazedir. Özellikle bu otelde yapıan pazarlıkla gümrük bakanı olan Tuncay Mataracı'nın rüşvet skandalı, CHP iktidarının bej sıfır (bej değil, Trakya aksanı sebebi ile bej) ara seçim yenilgisinin ve 12 Eylül darbesinin yol taşlarından biri olmuştur. Filmde ve romanda Zübük'ün küçük bir kasaba politikacısından çıkması, 1976 yapımı, Zeki Alasya-Metin Akpınar'ın başrolterinde oynadığı, Umur Bugay senaryolu, Atıf Yılmaz'ın yönettiği Hasip ile Nasşp filminin de, Zübük romanından etkilendiğini düşündürür. Aslında taşrada bir süre yaşarsanız, kasaba politikacılarının hikayelerinin birbirine benzediğini görürsünüz. Aziz Nesin'de romanın konusunu, gazetecilik ve benzeri etkinliklerde turt gezilerindeki gözlemlerinden aldığını yazmıştır. İşin gerçeği, her kurgu karakterin kökeninde, gerçek bir karakter vardır.
Zübük politikacılar ve Zübük seçmenleri, son Kızılay sıkandalında da gördük. Sıkandal üzerine muhalifler kan vermeyi kesince, Kızılay kansız kaldı. Ölürüz, kanımız akar diyenler, kan verme iğnesine bile yanaşmıyor. Sonuçta çalıyor ama çalışıyor diyen kitlenin cesareti bile yalan
14 Nisan 2023 Cuma
TEVFİK FİKRET-SİS ŞİİRİ
SİS
Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...
Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
18 Şubat 1317
6 Nisan 2023 Perşembe
İNAN CAN-CAN'LARIMA
CAN'larıma
Yağmur yağar sel olur
Evimiz Asi'ye bakardı
Asi delicesine taşar
Yaşamak bize yakışırdı
...
Ah Antakya
Yıkılmış duvarların
Taş sokakların yok artık.
Ne çan kalmışi ne ezan
Göçük altında hazzan
Ne eski meclis binası
Ne de vali konağı
Ne künefeciler kalmış.
Ne dönerciler saray caddesinde
Uçup gitmiş zahter
Uzun çarşıda ceset,
Kan ve yanık kokusu
.....
Ah canlarım
Alanlarda toplanılır
Eylem bize yakışırdı.
.....
Of Antakya
Hep üvey evlattın ama
Mksüz, yetim ve sakatsız vesselam
Yıkılmış kalelerin
Hatice Can yok
Mithat can yok artık.
.....
Ah canlarım
Ne zaman savaş olsa
''Hayır'' size yakışırdı.
.......
Çığlıklar yankılanmış
Dolaşıyor enkazlarında hayaletler
''Takdir-i İlahi'' diyorlar ya
Faili belli cinayetler.
Ah annem
Ah babam
Ne zaman haksızlık olsa
Mücadele size yakışırdı
.....
Oyyy 6 Şubat
''Ölüm her şeyi eit kılar''
Yazar müzedeki lahitte...
Eşitlik midir yaşayabilecekken ölmek?
Atarak yardım çığlıkları
Ve duyarak başka sesleri
Beklemek umutla yardımı
Durması için yağmurun
Dua etmek karanlıkta
Teslim olmak yokluğa
......
Ah annem
Çocuklar işkence görür,
Savunmak sana yakışırdı
Kadınlar şiddete uğrar
Haykırmak sana yakışırdı
.....
Ah Samandağ
Deli dalgalar sahili döver
Mangalda et kokardı
Üstümüzde deniz tuzu
Çocuklar suyla oynardı
Humus, abaganuş ve salata
Portakal ve çiçek kokuları
Kızlar duvarları boyardı
Rakılar içilir
Gülmek bize yakışırdı
Güneş yakar, kavurur
Tekneler sahile yakışırdı
Kadehler tokuşur
GÜLMEK EN ÇOK BİZE YAKIŞIRDI
(İNAN CAN)
5 Nisan 2023 Çarşamba
NOMENKLATURA'NIN DİNİ VE LİDERALİZMİ
Tesadüfen okuduğum bir kitap, aradığım kelimeyi bulmamı sağladı. Aslında bu kelime, Sovyet sistemi ve doğu blokunu yönetenleri ifade etmek için kullanılmış. Sınıf sistemini yok etmek üzere yola çıkmış bir ideolojinin, böyle bir sınıfın varlığını kabul etmesi ne acı? Bu sınıf varken, eşitlikten nasıl bahsedebiliriz? Aslında Spvyetler Birliğinin yetmiş sene yaşamasına şaşmalı.
Bu kelime nomenklatura; baskın sınıf demek. George Orwel'ın, Hayvan Çiftliği romancığında belirttiği gibi, bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir. Bu sınıf, işin doğrusu her sistemde vardır. En basitinden, herhangi bir lise edebiyat ders kitabını alın. Tanıtılan yazarların hayat hikayelerine bakın ve hangi liselerden mezun olduklarına bakın. Dışişleri bakanlığı, 1990'lı yıllara kadar Galatasaray lisesi mezunlarınınn tekelinde olmuştur. Bunun tek sebebi, bu lisenin çok iyi eğitim vermesi değil, yıllarca bu okula belli seçkin ailelerin çocuklarının seçilerek alınmasıdır. Galatasaray, Kabataş, Kadıkaöy Anadolu gibi liselere girmek, 12 Eylülce Anadolu lisesi ilan edilmelerinden sonra kolaylaştı. Bundan sonra da bu okullardan sürekli yüksek bürokrat ve sanatçı yetişmez oldu. Çünkü bu liselere, Osmanlının son dönem nomeklaturası, yani baskın sınıfı, bu okullar ve bu okulları tuba ağacı nazariyesi diye diye el üstünde tutan akademisyen-bürokrat güruhu sayesinde ayakta kaldı.
Nomenklatura hep bir ideoloji, bir yüce amaç arkasına sığınır. Hasan Ali Yücel'in bakanlığı bırakmasından, 12 Eylül rejimine kadar milli eğitim, tuba ağacı nazariyesi diye inliyen muhafazakarların elinde oldu aöma o ağaç bir türlü Türkiye'yi besleyemedi. Daha ziyade kendi kendisini besledi. İstanbul'un bu tuba ağacı liselerinden mezun olup, Anadolu'nun içlerinde çalışan pek az kişi oldu.
En genel nomenklatura ideolosiji liberalizm (kapitalizm) (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/kapitalizm-ile-ilgiliyanlis-bilgiler-su.html ) ve islamcılıktır (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/11/son-yillarda-biten-islamci-seyler-2.html ) Her ikisi de bazı ideolojik ilkelere dayansa da amaçları moneklatrualarnı, yani baskın sınıflarını korumaktır. Yüce kavramlar bunun için kullanılır, icabında yok sayılır. Mesela serbest piyasa ekonomisi tamamen hayal mahsulü, küçük işletmelerin büyümemeleri için uydurulmuş bir palavradır. Adam Simith bile, İskoçya gümrük bakanıyken, İngiltere'den gelen kumaşlar, İskoç tekstilini zorlayınca, İngiltere'den gelen kumaşlara yüksek gümrük koymuştur. Türkiye'de tarım ürünleri pahallandığında devlet derhal gümrükleri indiriyor ama sanai ürünlerinde böyle bir şey yapmıyor, zira büyük sanayiciler hep kollanıyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/03/kuresellesme-yalan-hani-gumrukler.html ) Kapitalizmde özgürlük de kocaman bir yalandır, kapitlasizmde özgürlük kavramı da bir yanaldır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/popper-soros-veliberal-kapitalist.html) Latin Amerika, Orta Doğu, Afrika ve hatta Endonezya diktatörlükleri hep kapitalisttir. Büyük şirketler zarar edeceğinde, özgürlükleri kaldırmanın ya da gümrükleri kaldırmanın bir bahanesi bulunur. Kapitalist sistemde ekonomi bilimi demek, süper zenginlerin daha da süper zengin yapılması gerektiğine dair bahaneler üretmek demektir. Kapitalist ekonomistelere sorarsanız, tüm küçük esnaf batsa, işçilerin alım gücü yarı yarıya düşye bir şey olmaz, ama tek holdingin iflası kıyamettir.
Benzer bir durum, dinler içinde böyledir ve tarih boyunca böyle olmuştur. Din adamları, kazançlarına dokunulmadığı sürece her şeye tahammül eder. Hindistan'da tarikat şeyhleri İngilizlere o kadar bağlıydı ki, Muhammed İkbal, İngilizler bir gün Hindistan'ı terk etse, Hintliler taştan, çamurdan İngilzler yapar, onlara hizmet eder demişti. Çanakkale savaşında ve işgal yıllarında İstanbul sokaklarında dolaşan siyahi askerleri de Senegalli bir şeyh yollamıştı. Birinci Dünya Savaşında Arap şeyhleri, İngiliz zaferi için dua etmişti. Suudi Arabistandaki Osmanlı eserleri yıkılırken, Thomas Lawrence'ın evi müze yapılmıştır. Türkiye başbakanı da Irak'ı işgal eden Amerikan askerleri için dua etmişti. Adnan Menderes, özellikle İstanbul'da yol genişletme bahanesi ile, bazıları Mimar Sinan'a ait onlaca camiyi yıktırmış, Birleşmiş Milletlerde açıkça Cezayir'in bağımsızlığına karşı oy kullanmıştır. Kendisi onlarca cami açmış, dini hikayeler dinlerken, mendil ısıra ısra ağlamış, minare tepesindeki alem denen hilal şeklindeki metal parçası yüzünden müteahitlerle defalarca tartışmış, buna karşın İstanbul'da, tarihi bir cami bahçesine gömülmek isteyen Süleyman Hilmi Tunahan'ı ( Süleymancılık denen tarikat-örgütlenmenin kurucusu) Karacaahmet mezarlığına gömdürmüş, iki tanesi opera sanatçısı olmak üzeresayısı belirsiz metresler edinmiş, bürokratlarının eşleriyle (bunlardan birisi İstanbul İl Emniyet müdürünün eşidir. Menderes odada işini görürken, koca da ünüformasıyla nöbet tutmuştur) yatmış, her akşam yemeğini kaliteli bir şarapla içmiştir. Saddam Hüseyin'de halk içinde daima dindar görünür, akşam kaliteli bir şişe şarapla yemek yerdi. Baş yardımcısı Tarık Aziz, Hristiyandı. Amerikan askerleri geldiğinde, içinde yapay şelale bulunan villasında, Meryem ana ve İsa heykelcikleriyle bulmuştu. Mevlana'da babasından itibaren ateşli bir Moğol yanlısıydı. En yakın müritlerinden Ahmet eflaki'ye göre, Mevlana'nın babası Bahaeddin Velet, kendisini Kürt yatmış, arap uyanmış biriydi. Mevlana, Afganistan doğumluydu. Afganistan'da Kürtlerin ne işi var diye düşünebilirsiniz. Milattan önceki Ahamenit döneminde Şahın biri, Kürtlerin ve Yahudilerin bir kısmını İran'ın kuzey doğusunda ve Orta Asya'da, Orta Doğudaki kadar olmasa da, Kürt bir azınlık vardır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/ariflerin-menkibeleri-ve-mevleviligin.html ) Mevlana'da Mesnevisinde Türkler ve Aleviler ile alay eder, bolca da müstehcen hikaye anlatır. ) https://onbinkitap.blogspot.com/2017/12/mesnevidenhatirlananlar-mevlana.html ) Hatta bunlardan birince, tecavüze uğrayan bir çocukla alay eder. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/10/diktatorlerin-marifetleri-histonun.html ) Babası ile Moğol propagandası yapa yapa önce Karaman'a, sonra Konya'ya gelmiş, Moğolları sakinleştirmek isteyen Selçuklularca itibar görmüştür. Moğol komutan Bacu Noyan, Konya kalesini ve şehri yakıp, yıktığında, Konyalıların bunu hakettiğini söymeiş, Bacu Noyan'ın gizli Müslüman olduğu dedikodusunu yaymıştır.Aslına tüm tarikatlar ve din adamlarının önceliği, kendi din adamı sınıflarının refahıdır. Ben yıllarca Türkiye'deki tarikatların, Atatürk ve Atatürk'e karşı olmasının sebebini, Atatürk'ün kurtuluş savaşı sonrası icraatları zannederdim. Meğer Kurtuluş savaşına da karşılarmış ve gerçekten de keşke Yunan kazansa diyorlarmış. Zira İngiliz-Fransız emperyalizmi, İspanyol-Portekiz emperyalizminden farklı olarak, yerli halkın dinini değiştirmekle ilgilenmemiş, yerel dini liderler de iyi geçinmiştir. Cumhuriyet sonrası dini yazarlar, Atatürkçüleri ve solcuları Avrupa ve Amerika ile iş birliği yapmakla suçlarken, kendileri Avrupa ve Amerika aleyhine tek söz etmez. Altıncı filoyu protesto eden gençleri denize attıkları gibi, filoya doğru da namaz kılmışlardır. (Filo boğaza demirlemişti, kıble de Marmara denizine bakmaktaydı. Kaldı ki son yıllarda Kurtuluş savaşı şehidi ya da ilk yıllarının önemli kişilerinin adını bir bahane ile silmek ve yerine basbayağı işgal yanlılarının adını vermekle meşguller. (https://www.odatv4.com/guncel/ataturkun-ismi-okullardan-siliniyor-1604151200-74357 ) En basitinden, Ankara'da Satı Kadın lisesinin adı, binanın değişmesi bahanesiyle Cemil Meriç yapıldı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/02/bazi-okumayin-tavsiyleri-1yalancilar.html ) Kendisi Hatay Fransız işgalindeyken, Fransa yanlısı ama Türkiye'ye katılınca bir anda milliyetçileşip, Şaman soy adını alıyor. (İlk soy adı bu) Sonra bir ara solcu, hatta sosyalist. Derken İstanbul üniversitesine kapağı atıp, siyasal iİslamcı oluyor. Üniversiteye Fransızca okutmanı olarak giriyor ve Fransızca bir sosyoloji kitabını, derse girmek istemeyen profesör yerine alıyor ama kafasına göre sağcılık propagandası yapıyor. Sonra doksanlarda İletişim yayınlarında seri halinde yayımlanıp, eski solculuğu iyi bir şeymiş gibi piyasaya veriliyor. Bu yazı uzamış olmakla beraber, Mustafa Necaati'ye yapılanlardan da bir bahsetmetmştim. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/06/mustafa-necaatiden-alinan-intikam.html) Amerikan misyonerlerinin köküne kibrit suyu ekmişti.
Dini simgelere saygı durumu da benzerdir. Dini simgelere hassasiyetleri, kendilerinden olmayanları aşağılama ve baskılama içindir. En başta zaten başkalarının dini simgelerine ya da dini olmasa da değerce yüksek buldukları varlıklara zerrece hassasiyet göstermez, hatta bizzat saldırırlar. Kendileri ihtiyar bir erkek olan şeyhlerinin (ya da hocaefendilerinin ) sümüklü mendillerini saklayanlar ya da nerden geldiği belli olmayan kıl parçalarının peygambere ait olduğunu iddia edip, karşısında zırıl zırıl ağlayanlar; heykeller karşısındaki bir dakikalık saygı duruşuna ya da konan iki parça çiçeğe put derler. Başka din ve inançtan kişiler hakkında asılsız dedikodu üretmekten de çekinmezler. (Aleviler mum söndü yapıyor, Yahudiler, iğneli fıçıçyla Hristiyan kanı akıtıyor, vesaire vesaire) Kendileri de, kendi simgelerine o kadar sadık değildirler. Şu günlerde bir seccade konusunu dillerine dolamışlar. O seccadelerii esnaf, döndüre döndüre, yere çala çala ve yoga halısı diye satıyor. Kaldı ki mekan, mescit ya da cami falan da değil. Kendileri fi tarihinde helvadan put yapıp yiyen Fenikelileri ya da Yemenlileri kınarken, Kuran, Kabe, hatta şehit Ömer Halisdemir'in heykeli dahil pek çok şeyden pasta yapıp yemişlerdir.