said-i nursi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
said-i nursi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2025 Cuma

FECÖ VE SAİD-İ NURSİ (NURCULUK DİNİ)

 


1)Fecö bir nur talebesiydi ve hep öyle kaldı. Okullarında, evlerinde ve teşkilatlarında öncelikli olarak okutulacak kitap, Risale-i Nur Külliyatıdır. Fecö'nün yazdıkları ve söyledikleri her zaman, Nursi'nin gölgesinde kalmış, Fecö, Nursi'den sonra gelecek olan Bedüüzaman olmamıştır. Genel anlamda Nurcular, risaleleri okuyanlar olarak, okuyucu Nurcu, yazanlar olarak yazıcı Nurcu diye ikiye ayrılır. Nurcular, risaleleri okur, yazıcılar elleriyle yazar. Fecö'nğn yazdıkları asla risalelerin kutsallığı ile yarışmadı. Sadece Fecö, sırma işlemeli cübbe giydi, tıpkı üstadı gibi. Diğer Nurcu şeyhler, sırna işlemeli cübbeyi giymedi.

2) Fecö, Nursi'nin hemşerisi olduğunu söylemekle beraber, onunla akrabalığını da ima etmiştir. Erzurum, Pasinler kütüğüne kayıtlı da olsa, Bitlis'ten göç ettiğini söylemişti. Nurcularda, üstad dedikleri Nursi'ye yakınlık derecesi önemlidir. Üstadı gören abiler ve görenler gören abiler diye bir hiyeraşileri vardır. Fecö ise ilerlemiş yaşı, hatta bu gün artık ölü olmasına rağmen, üstadı gören abi değildir. Gerçekten Bitlisli olmayıp, kendisine Nurcular arasında meşruiyet sağlamak için bunu söylemiş olabilir.

3)Fecö ve Fecöcüler, uzun zaman Nursi üzerinden kendilerini yüceltmişler ve bir hocamın deyimiyle, Nursi'nin umuzundan tüfek atmışlardır. Kuponla Nur külliyatı verilmiş, yazılarda mutlaka külliyata atıf yapılmıştır. Kutlu doğum haftası, seksenlerde 13 Ekim yada Ekim ayının ilk haftası kutlanıyormuş ve daha ziyade Diyanet işleri kutluyormuş ve bu kutlamalar daha mütevazıymış. Doksanlardan itibaren 20 nisan olarak ve bu hafta baz alınarak, Föcö'nün doğum günü olarak kutlanmaya başlanmış. Bu kutlama da Nursi etkisi var.

4)Nursi'de, Fecö'de en başından itibaren devletteki bazı grupların bilgisinde, kontrolünde ve denetimindeydi. Fecö, bu kadar hızlı büyüyüp, devlet içinde çeteleşirken, devlet içindeki başka birimler de takip ediyordu. Necip Hablemitoğlu, Hanefi Avcı ve benzeri yazarları okusanız, bu bilgileri sadece kendi imkanları ile almadıklarını, bilgilerin onlara iletildiğini de görürsünüz. Doksanların başında çok da saklanacak gibi değillerdi, iyice yüzsüzleşmişlerdi. Fecö, nasıl devlete sızmışsa, devlette Fecö'ye sızmıştı. Nursi'de en başından itibaren, devletin içindeki bazı gruplarca korunuyor, o sıralar Anadolu'ya egemen olan Ticanilik tarikatının yerine hazırlanıyordu.

5)15 T'den sonra Fecöcülük gibi, Nurculukta tasfiye edilmeye başlandı. Nurculuk birden bitirilmedi. 15 T'den sonraki ilk aylarda biraz destekleniyor gibi gösterildi. Hatta bazı otobüs-metro tutacaklarına risale ayetleri yazıldı. Bir sene sonra, önce sosyal medya risalecileri hesaplarını birden bire kapatmaya başladı. Nurculuk, seksen yıl boyunca Anadolu'nun başat tarikatı oldu. Şu anda ise bunu, üçe bölünmüş Menzil'e kaptırdı. Menzil başat olması ile tarikatçılığın demode olma dönemi başladı. Artık her tarikat aynı zamanda darbeci olma ihtimali olan kurumdur. Nurculuk, Atsız'ın Nurculuk Denen Sayıklama başlıklı yazısından da anlaşılacağı üzere Ticaniliğin yerine kuruluş, Nurculuğun yayılmasıyla, Ticanilik tasfiye edilmiştir. 


26 Eylül 2025 Cuma

RİSALE OKUMA AYİNİ (NURCULUK DİNİ)



Bu blogdaki hemen her yazımda basettiğim bu olayı baştan sona anlatma zamanı geldi de geçiyor.  Aralarında yirmi yıla yakın zaman olan iki olaydan bahsedeceğim. İlki yaklaşık otuz yıl öncesine ait. Alevi ve Solcu bir ailece yetiştiğim için üniversiteye kadar Nurcu yada başka bir tarikatla ilişkim olmadı. Üniversiteler ise Nurcu, daha doğrusu Fecöcü doluydu. Üniversitede her sınıfta en az dört- beş tane Zaman gazetesi abonesi vardı. İlk geldiğim günlerde, Ankara'da ortak bir tanıdığımızın selamını iletem bir memurun, devlet yurdunu bırakıp, tarikat yurduna girmemi teklif ettiğini hatırlıyorum. Ülkücülük macerasından dolayı, sütten ağzı yanmış misali, tarikatçılıktan da uzak durdum. Ülkücülerle anlaşamadım, Kredi Yurtlar Kurumu, o yıllarda büyük ölçüde Ülkü ocaklarının elindeydi. Ben de 1997 Nisanında eve çıktım. 

Evime beton kulübe diyordum. İki oda, bir giriş-mutfak, bir de banyo tuvaleti vardı. Odalardan birini hiç kullanmıyor, banyo için de hamama gidiyordum. Günüm büyük ölçüde minicik odamda geçiyordu. Odamda bir çekyat, pilastik masa ve iki sandalyesi ile, bir elektirik sobası vardı. Bu küçük odada en zoru 1997-98 kışı oldu. Hafta içi öğle yemeklerini okul yemekhanesinde yiyor, hafta sonu, sabah ve akşam yemeklerini genelde evimde yiyordum. Bu zor şartlarda çok az misafirim oluyordu. Onlardan biri de bu olaya davet eden çocuktu. Aradan geçen yıllar, onun adını silmiş ama matematik bölümü öğrencisi olduğunu ve daha önce başka bir üniversitenin maden mühendisliği bölümünü üçüncü sınıfta bıraskmış olduğunu hatırlıyorum. Okuldan eve giden otobüste tanışmıştık ve tanışmamızın sebebi hemşeri muhabbetiydi, kendisi Erzincalı'ydı. Okula giden otobüste tanışmıştık ve evime çay içmeye çağırmıştı, o ada karşılığında beni çağırdı. 

Ev bayağı kalabalıktı ve tamamı da öğrenci yada öğrenci gibi görünen kimselerdi. Öyle yaşlı-başlı kişiler yoktu. Malum şahsın fotosu yoktu duvarlarda, Kur'andan alınma ayet olduğu belli olan bir kaç Arapça hat deserni vardı. Zaman gazetesi o zamanlar her öğrenci evinde vardı ve yemek yağını emmesi ile ünlüydü. Ben, belki de biraz geç geldiğimden yemek falan yemedik. (Halen makbule denen şeyin tadını merak ederim) Çay içip, poğaça, börek falan yedik. Sonra risale okumaya geçtiler.

Risale okumada önce bir kişi, muhtemelen abi, bir cümle okuyordu. Sonr+a  o cümleyi uzun uzun açıklıyordu. Nurcuların medrese dili dediği o tuhaf dildeydi risale, bazı kelimelerin anlamı, risaleyi okuyan abice, her cümlede değişiyordu. Risalede şeytan, namaz kılan Nursi'yi tartışmaya davet ediyor, ama Kuran'ı bir kenara koymasını söylüyordu. Nursi'de, namaz kılıyorum, sonra gel demiyor, uzun uzun tartışmaya giriyor, sadece değerli şeylerin neden sahipsiz yada bir kenrara bırakırılmamasını anlatıyordu. Aslında şeytan, Nursi'yi tartışmaya davet etmek ve Kuran'ı bir kenara bırakmasını istemekten başka bir şey demiyor, sürekli Nursi'yi dinliyordu. Aslında on yada on beş dakika, hadi abartalım yarım saatte bitecek okuma, okuyucu abinin uzun ve sıkıcı açıklamalarıyla iki saat filan sürdü.

İnterntte pek çok kişi, Nursi'nin soba ile konuşmasına falan takılmış. Nursi'nin böyle fantastik sohbetleri çoktur. Kendisini tarihi kişilikler yada metafizik yaratıklarla, cansız varlıklarla konuşan, yüce ve metafizik kişilik olarak göstermeye bayılır, taraftarları da onu öyle anlatır. Bu okumayı uzatan diğer bir olay da, sözde dinleyicilerin bir kısmının abinin şakşakçısı olup,  aaa, oo, vaay gibi efekt sesler çıkarmaktaydı.

Risale okunmasından sonra sıra Nursi'i övmeye geldi. Klasik hayat hikayesini anlattıktan sonra (bu arada topluca anlatıyorlardı, birinin cümlesini, diğeri tamamlıyordu. Aklımda kalan en önemli ayrıntı, peygamberin yüz yılda bir dini tazeleyen müjdelemesiydi. Her yüz yılda bir dini tazeleyen zamanının güzeli Bedüüzaman gelmişti. On dört bedüüzaman saydılar, aklımda sonuncusu olan Nursi ve bilmem kaçınıcısı Mevlana Bağdadi. Onu da Mevlana Rumi değil ha diye özel olarak söyledilkleri için aklımda kalmıştı. Nursi'nin yazdıkları Kuran da altmış kadar (Bazı kaynaklar otuz diyor, benim kafamda otuz rakamı kalmış.) ayetin yorumuydu ama bu yorum içsel, sezgisel bir yorumdu. Çağında bunu yapmaya tek kişi olduğundan, bedüüzaman ünvanını yirmi altı yaşında, İstanbul'da kimselerin bilmediği ve kendisinden başka kimsenin de şahit olmadığı (o yıllarda onu akıl hastanesine tıkan padişah ikinci Abdülhamid'in bile) bir sınavdan sonra almış.

Ek olarak, bu yazıyı yazmaya başladıktan sonra tesadüfen tarihte bedüüzaman lakabını kullanan Bedüüzaman Mirza diye, Timur devleti son hükumdarı var. Kendisinin maceralı bir hayatı olmuş. Taht kavgaları sonucu Şah İsmail'e sığınmış, ona danışmanlık yapmış, Şah İsmail onun sayesinde Şeybani hanlığını yenmiş. Bedüüzaman en son Çaldıran'dan sonra Yavuz'un eline geçmiş, İstanbul'da, onun himayesinde yaşamış, İstanbul'da bir türbeye gömülmüş. Öyle din-tarikat işleriyle uğraşan birisi değilmiş.

Ayin bittikten sonra, bir kaç dua edildi ve ayrıldık. Ben, hemşerim olan o arkadaşı ve o grubu bir daha görmedim. Çalıştığım okullardaki Föcö ve diğer tarikatlara üye kişilerin dini sohbet davetlerini ısrarla red ettim. O yıl son yılımdı ve sonra öğretmen oldum. Bir kaç yer gezdim ve Kırıkkale'de, yıllar sonra ikinci kez gittim. Bu sefer Kırıkkale Atatürk Sağlık Meslek lisesindeydim. Zihnimin adını ısrarla sildiği, altmışına yakın bir din kültürü öğretmeni vardı.Öğrencilerin dediğine göre kızını orta okuldan sonra okutmamış, kara çarşafa sokmuştu. Bunu, onun davetinden sonra öğrendim. Beni hafta sonu çay içmeye çağırdı.

Orası öğrenci evi değildi, ortalama bir aile eviydi. Evde ben, arkadaş ve orada tanıştığım biri daha vardı. Be seferki risale, meşhur Tevfik ile (Tevfik Göksu yada Şamlı Tevfik)konuşuyor, bir toz tanesinin, Tevfik'in gözünde zerre olmasını anlatıyordu. Bu olaydan sonra Nursi'yi övme, hayat falan konuşmadık. Benim genel anlamda din üzerine düşüncelerimi sordular. (O zamanlar daha Agnostik olmamıştım) Ben de onlara Föcü'yü sırdum, Nurculuk deyince onlar geliyordu akla. Onlar da Föcü değil de başka bir Nurcu grup olduklarını falan söylediler. Sonra o arkadaşla daha muhattap olmadım.

Bu iki ziyaret ve diğer gördüklerim, bana Nurculuğun, Sünni İslam içinde bir tarikat değil de bambaşka bir mezhep, hatta başka bir din olduğunu düşündürdü. Yazıcı Nurculur, bu risaleleri elle yazıyor, bazıları ölülerin anmasında da risale okuyordu.




10 Eylül 2025 Çarşamba

NURCULUK DİNİ 1. NURSİ'NİN SÜNNETİ



İnançlı birisiyken Alevilik, İslam değildir diyene kızardım.  Dedem Korkut kitabını yıllar sonra tekrar 'de okuduğumda aslında bunun, doğru olduğunu gördüm. Konuyu bu blogda defalarca yazdığım için konuyu uzatmayacağım. Nurculuk son yirmi yılda o kadar çok devlet kurumlarına yayıldı ki, Nurcuları bayağı bir tanımış oldum. Turan Dursun'un Nurculuk ve Müslümanlık adlı 1971'de, Müslüman olduğu zamandan kalma kitabı var. Kitabı hem satın alabilir, hem internetten okuyabilir, hem de özetini okuyabilirsiniz. Bir de Nihal Atsız'ın Ötüken dergisinde, 16 Mart 1964'de yazdığı makaleyi internette okuyabilirsiniz. Ben daha ziyade genelde Nurcuların tavırlarından yola çıkacağım (Tabi Nursi'nin yazdıklarına da değineceğim. İlk olarak Nurcuların, peygamber yerine Said-i Nursi'nin sünnetini nasıl daha önceye koyduğunu göstereceğim.

1)Kronik bekarlık: Bilindiği gibi hem Said-i Nursi, hem  de yakın tarihlerde ölen Pensilvanyalı, hayatı boyunca evlenmemiş, nişanlanmamış, bir kadınla adı anılmamıştır. Bu basit bir tesadüf değildir. Nurcu liderlerin tamamına yakını erkek ve bekardır. Hem Nursi'nin, hem de Pensilvanyalının bekarlığı, müridlerince övülür. Evli olsaydı bu hareket bu kadar büyümezdi denir. Turan Dursun, Nurculuk, İslamı Hristiyanlaştırma çabasıdır der. Nurculuk, bu açıdan Hristiyanlığa, daha doğrusu Ortodoks Hristiyanlığa benzer. Hristiyanlığın üç ana mezhebi vardır, bunlardan; Protestan mezhebinde din amalarının evlenmeleri ile ilgili bir yasak yoktur (hatta pek çoğunda papaz yada bişop denen din adamlarının evlenmesi teşvik edilir); Katolik dininde tamamen yasaktır; Ortodokslukta ise alt rütbede kalmaya, sadece mahalle papazı ya da en fazla bölge kardinali olmaya razı olursan serbesttir ama Patrikliğe kadar yükseleceksen bekar kalmalısınızdır. Nurculukta da benzer bir yapı vardır. İslamda çoğu kez dervişlere bile evlilik teşvik edilirken, Nurcu liderlerde üst rütbeye çıkmak için, bekarlık esastır.

2)İşlemeli cübbe: Peygamberle ilgili çok sık okuduğunuz yada duyduğunuz bir kıssa vardır. Bedevinin biri, peygamberin  de bulunduğı bir mekana girer ve peygamberi tanıyamaz (sonuçta alnında peygamber yazmıyordur.) Muhammed hanginiz diye sorup, durur. Kıssayı burada bitirirler ama aslında devamı vardır. Peygamber o günden sonra kenarları sırma işlemeli bir cübbe giymiştir. Nursi, riaslelerin birinde anlattığına göre, İstanbul'da, kimsenin bilmediği bir medresede, aşırı zor bir sınavdan geçmiş, (Böyle garip bir sınavdan, vahiy derlemecisi Buhari'de bahseder. Buhari'nin sınavı matematiksel olarak imkansız ve karikatürüzidir, o ayrı konu.) böylece Bedüzaman (zamanının güzeli) ünvanını almıştır. Nurculara göre bu ünvanı peygamber müjdelemiştir ve yüz yılda bir kişi bu ünvanı almış, sonuncu da Said-Nuri olmuştur. Fecöcülere göre de bir sonraki pensilvanyalıdır. Pensilvanyalının hep işlemeli cübbe ile gezdiğini hatırlayın. 

3)Hitabet şekli:Doksanlı yılların sonlarıydı. Cemaatin organize ettiği bir etkinlikte, genç bir gazeteci, işlemeli cübbeli yüce şahsiyete, Fettullah bey dedi diye ortamdaki herkesten azar işitti. Adı ve soy adı söylendikten sonra, hocaefendi denmeliydi. Kendisine önce hocaefendi diye hitap edilmeliydi. Sadece Fecö değil, tüm diğer Nurcu gruplar da, liderlerine (neredeyse tamamı bekar) hoca efendi hazretleri der. Said-i Nursi'ye de Bedüüzaman hazretleri derler. Bu hazretler asla mütevazilik sevmezler. Kendilerini eleştiren sorularda daima hiddetlenir ve sizi yanından kovar. Bunların bir de onun her sözünü öven ve soru soranı azarlayan müridleri olur. Daha konuşmaya başlamadan, onun yüce bir şahıs olduğunu kabul etmeniz gerekir.

4)Vahiy katibi: Nursi, risalelerini kendi eli ile yazmamıştır. Peygamberin kendisine vahiy katipleri tutması gibi, kendisine risale katipleri tutmuştur. En fazla kullandığı katibi ise Şamlı Tevfik olarak da bilinen Tevfik Göksu'dur. Nursi, gayet iyi okuma-yazma bilmekte, hatta öğündüğü  bir medrese eğitimi almıştır. Sanılanın aksine, yeni alfabeyi de iyi bilmektedir. Bu tavrı, peygamberi taklittir. Risalelerde sık sık Enver'e laf atar. Burada bir açıklama değil de, konuşan-yazan ayrımını belli etme .çabası tavrdır. Nursi, pek çok yazısında, pek çok ayeti, kendisinin geleceğine dair müjdelenme olarak sunmuştur. Kendisini çağının güzeli, yani bedüüzaman hazretleri olarak peygamber makamına o kadar benimsemiştir ki, peygamber gibi kendisine katip tutmuştur. Risalelerde sık sık  bunlar bana yazdırılıyor falan demiştir.

5)Sakalsızlık ve badem bıyık: Nurcular hariç İslam tarikatları, peygamber sünneti olarak sakal bırakır, hatta seksenlerde ve doksanlarda tarikat üyeleri için çember sakallı denilirdi. Nurcular ise çoğu kez ince badem bıyıklı ve sakalsızdır. Çünkü Said-i Nursi, hayatı boyunca sakallı gezmemiş, gençliğinde ilk başta kalın bir bıyık sahibiyken, orta yaşlarında bıyığını inceltmiş, sonra da tamamen kesmiştir. Nurcular bu konuda da şeyhlerinin sünnetini izler.

6)Doğum günü ve yemeği. Malum darbeci güruhun, 20 Nisanı peygamberin doğum günü diye kutlu doğum haftası diye kutlattığı ve asıl amacın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramını gölgelemek olduğunu biliyoruz. Kutlu doğum haftaları, özellikle imam hatip liselerinin kendisini gösterme haftasıydı. Afişi internette tekrar bulamıyorum ama Diyanet İşleri başkanlığı da seksenler boyunca 13 Ekim ve haftasını kutlu dığum hatfası diye kutlamış ve muhtemelen amacı 29 Ekim'i gölgelemekti ve gene muhtemelen Said-i Nursi'nin doğum günüydü yada öyle sanılıyordu. Makbule denen ve kökeni İran kültürüne dayanan pilav da, Pensilvanyalının doğup, büyüdüğü Erzurum'da bilinmez, ülkemizde daha çok Siirt-Bitlis civarında bilinir. Bitlis demişken, Amerika'da gömülü şeyhimiz Erzurumlu olarak bilinse de köken olarak Bitlisli'dir ve bir ihtimal Nursi'nin akrabasıdır.

7)Risalelerin dili: Bu dil Arapça olmadığı gibi, Osmanlıca'da değildir. Öyle olsa Osmanlıca pek çok eserin çevirisini yapan Nihal Atsız, Osmanlıca derdi. Atsız, risalelerin dili için Türkçe ile Kürtçe karışımı diyor ancak Kürtçe bilenlerin söylediğine göre Kürtçeyle de alakası yok. Bu garip dili kullanma amacı, Kuran gibi pek çok anlama çevrilebilecek, yeni anlamlar ve yeni müjdelenmeler çıkarılacak bir kitap yazma çabasıdır.

Sonuç olarak Nurculuk, görünüşte Sünni İslamın bir tarikatı, hatta Nakşibendiliğin bir kolu gibi görünse de, pratikte başka bir dindir ve bu dinin müridleri, peygamberin sünneti yerine, şeyhlerinin sünnetini uygulamaktadır. Nurculuğu daha iyi bilen biri, muhtemelen bu örnekleri çoğaltacaktır.

18 Aralık 2024 Çarşamba

ŞERİF MARDİN BEDÜÜZAMAN KİTABI ELEŞTİRİSİ

 




Yetmez ama evetçilikite önemli bir merhale olan Şerif Mardin'in 1992 basımı Bedüüzaman Said-i Nursi kitabından bahsedeceğim bu yazıda okurlarıma. Şerif Mardin, 2017'de ölmüş, Türkiye ve A.BD.'de çok önemli çalışmalar yapmış, ünlü bir sosyolog ve siyaset bilimci. Kitabın yazıldığı tarihte,  yanılmıyorsam A.B.D'de  gayet iyi bir üniversitede profesör. (İnternetten baktım, bir kaç üniversitede çalışıyormuş.) Kitabın taraflı olduğunu, okumadan onlarca yıl önceden biliyordum. Bunlara rağmen, en azından metodolojik olarak akademik bir kitap bekliyor insan. Oysa kitabın bununla alakası yok. Kitap, Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın kitapları gibi İngilizce yazılıp, Türkçe'ye çevirilmiş. Bu sefer yazarı çevirmemiş.

Kitapta akademisyenlik ve bilimsellik olmama durumu, kitapta bir kaynakça yada bir yöntem olmama durumu ile başlıyor. Doğru-dürüst bir literat taraması bile yapmamış. Nursi ve Nurculuk ile ilgili kendisinden önce yapılmış sadece bir araştırmadan bahsediyor; Almanya'da işçi kadın Nurcular ile ilgili bir monografik araştırma. Kitabın atıf yaptığı kaynaklar ya Nursi'nin kendi risaleleri yada onun taraftarlarının anlattıkları. Oysa böyle popüler biri, melek bile olsa,  pek çok sevmeyeni olacaktır. Sembolik bile olsa, Nursi aleyhine bir kaç yazıya, görüşe yer verilmeliydi. Kitabın bilimle bir alakası olmadığı için, Nurcu olmayan her hangi birinin görüşü de yok, kitapta. Aslında kitapta bir görüş var mı, o da belli değil, bence.

Kitabın ilk bölümü, Nursi'nin kendi yazdıklarından derleme, kendi hayatı. Türkiye'de, en vasat üniversitelerde, her hangi bir kişi ile ilgili tez yazdığınızda, yaşam öyküsüyle ilgili tek kaynak olmaz der. Oysa oysa profesörümüz yazmış. Hayat hikayesinde de pek çok şey eksik. Hayat hikayesi de kabaca üç kısıma ayırmış. İstanbul'a ilk ziyareti, ilk ve ikinci ziyareti arasındaki dönem, ikinci ziyareti, İttihat ve Terakki- cumhuriyet dönemi ilişkileri. İlk dönemle ilgili olarak iki şey eksik ve yanlış anlatıyor. İlki, Abdülhamit döneminde akıl hastanesine yatrılmış olması, diğeri de kendisinin kullandığı Bedüüzaman ünvanını almasına neden olan akıl almaz sınav. Bu sınavın tek şahidi, Nursi'nin kendisidir. Benzer bir sınava tabi tutulduğunu söylemiş olan başka bir kişi de meşhur hadis derleyizici Buhari'dir. Yemeden, içmeden, tuvalete gitmeden, hatta namaz kımadan, günler, hatta haftalar süren, arka arkaya pek çok sorunun sorulduğu inanılmaz bir sınavdır ve Nursi, b sınav sonucunda Bedüüzaman ünvanını almıştır (Nursi'nin kendi iddiası olduğunu hatırkatırım).  Mardin ise, Nursi'nin bu ünvanı, İstanbul dönüşü ile tekrar İstanbul'da gidişi arasında, bazı paşaların yanında kalmış, özelikle birinin adını yazıyor. Bu şahıs ve diğerlerinin evlerinde bulunması muhtemel,  o dönemde Osmanlı'da bazı bilimsel klasikleri, okumuş olabilir diye sıralıyor. Neye dayanarak bu ihtimalden bahsediyor, belli değil. Nursi, hiç bir eserinde matematiksel yaeda pozitif bilimsel teoriye, esere bir atıf yapmaz. Mardin ise Nursi'nin Bedüüzaman ünvanını, hiç göstermediği fen bilimlerindeki birikimine bağlıyor. Nurcular ise, üstadlarının bu ünvanını, yukarıda bahsettiğim bu sınavdan sonra aldığını söyler. Nurculara göre her yüz yılda (asırda) bir büyük mütefekkirin dini TAZELEYECEĞİNİ söyler. İlginç olan, Mardin'de bu kitapta, Nursi'nin kitabından bir alıntıyla, her asırda bir din tazeleyinin varlığından bahsetmesini anlatır. Demek kiNursi'deBedüüzaman ünvanını buna bağlıyor. Oysa Mardin, bu gerçeği kitabında anlatmama çabasında. Said-i Nursi'nin Atatürk düşmanlığı herkesin malumudur. Bu adam, bu adam diye Atatürk'e hakaret eder, istediğiniz Nurcuya sorun. Mardin ise bu eleştirilerin, İnönü'ye ait olduğunu söylüyor. Mardin'in amacı Nursi'yi överken, Atatürk düşmanlığını gizlemek.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/kahrolsun-inonuclulugun-sahte.html

Osmanlı yenileşmesini Tanzimat'tan başlatıyor. Lale devri, 3. Selim, Yeniçeri Ocağının kapatılması yada devletteki çürümüşlüklerden hiç bahsetmiyor. Tanzimattan itibaren ele alıyor ve halk adına (aslında trarikatlar adına) konuşup, devleti ıslah çabalarını, dine saldırı olarak algılanıyordu diye yorum yapıyor. Bu şekilde algılayanlar tam olarak kimler, söylemiyor. Bazen halk dine saldırı olarak algılıyordu diyor ama nedenin ve nasılını anlatmıyor; yada bu dine saldırı olarak algıladığını nasıl ifade ettiğini anlatmıyor. Bu ıslahatların neden yapıldığını, Osmanlının devlet ve toplum yapısında ne gibi çürümeler olduğundan, çöken ekonomiden, devletin başka devletlere karşı güçsüzlüğünden bahsetmemiş. Nursi'nin de bir parçası olduğu medrese sisteminin çağın gerisinde kalması, en basit matematik matematik bilgisinde bile cahil olmaları, pek çok hurafeyi üretmeleri ve yaymalarını yazmamış. Nursi zamanında medreseler, halktan cerre adı altında bağış-haraç parası toplayan din adamlarından başka bir şey yetiştirmiyordu. Osmanlı yada İslam aleminin Hristiyan egemenliğine girmesi ile ilgili olarak,  medrese ve tarikat aimlerinden pek azı kafa yormuş yada bir şeyler yapmaya çalışmıştır. Ülkenin neden daha dün uyruğu olan minicik devletlere bile laf geçiremediği ile ilgili olarak üretebildikleri tek fikir, imanların zayıfladığı ve ibadetlere artık daha az yer verildiği gibi şeyler. Sorun çözmeye çalışanları da dine saldırmakla suçluyorlar.

Nursi'nin kitaplarındaki uyduruk dile,  İslami lehçe der. Bu garip dil, Osmanlıca ile alakası da yoktur. Risalelerde pek çok kez sonda lugatçe denen bir sözlük vardır. Bu sözlüklerde pek çok kelime, Türkçe yada Osmanlıca'da kullanılan anlamlardan farklı bir anlamda kullanılmıştır. Bir de bu risalelerde ilk defa öğrendiğiniz kelimeler vardır. Bunların karşılığı yoktur ve google amcaya sorduğunuzda ya hiç bir manası yoktur yada çok başka bir dilde, başka bir manası vardır. Bu yüzden okuyunca hiç anlamazsınız. Nurcularda,  onlarca büyüklü-küçüklü gruba ayrılsa da, okuyucular-yazıcılar diye iki ana gruba ayrılamalarına rağmen, kendi başlarına, en azından en başlarda, tek başına okumazlar. Nurcularda, Mardin'in kitabında hiç değinmediği bir hiyeraşi vardır. Mardin'in sadece bir yerde belirttiği gibi, Nurcularda kadınlardan yönetici olmaz. Mardin'in hiç anlatmadığı, Nurcular için kadınlar hiçtir, onları yönetici olarak sevmez ve Tansu Çiller'i de kehren desteklemiş, zamanı gelince de ellerindeki tüm medya kanalaları ile ona saldırmışlardır. Bz risalelere dönelim. Tarikata girdiğinizde, hele de aileden Nurcu değilseniz, risaleyiz siz yada bir ablanız okur. Bir cümleyi yarım saat açıkar. Aynı risaleyi her abi yada imam, başka başka açıklar. Mardin, kitabın başında bu lehçeyi Nursi'nin diriltiğini, canlandığını söylerken, sonunda da icat ettiğini söylüyor. Bunu fark edince de, kitabı Mardin'in yazmadığı fikrine kapıldım. O dönemin yükselen güvü FECÖ'de bir ekibin yazdığını, sonra da kendi adına bastırdığını düşündüm.

Böyle düşünmeme başka sebepler de vardı. Deminde bahsettiğim, Nurcular içindeki parçalanma ve hiyeraşiden bahsedilmemiş olması. Nurcularda, Nursi ile yüz yüze tanışmış, onun ilk müridi olmuş, çoğu Ispartalı ve Kastamonulu (İlk risaleler ona Barla'da yazdırılmıştır, yazdım demez, yazdırıldı der,  vahiy aldığını ima eder.) olan ilk Nurculara, üstadı gören abiler denir ve halen yaşayanları çok muteberdir. Onlarla tanışanlara da görenleri gören abiler ve dahası görenleri görenleri görenler diye bir sınıfları bile  vardır. Kitabın orta bölümü, üstadı gören ve görenleri gören bazı abi-imamların Nurcu olma hikayesini anlatıyor ve çoğu da birbirine aşırı benziyor. Ortamda Nursi'nin övüldüğünü duyunca, onu tanımaya yada risalelerini okumaya gidiyorlar, çok etkileniyorlar falan. Bu Nurcu hiyeraşisi ciddidir ha. İlk

Nurculuk malum darbe teşebbüsünden beri inişte. Artık o kolsuz, kilm desenli kazak giyen, kolormatik  gözlüklü tipi Nurcuları pek görmüyoruz. Sadece darbeci-okuyucu cenah değil, tüm Nurcu gruplarda, hatta Nakşilikte bir azalma söz konusu. Nursi aslında bir Nakşi'ydi ve FÖCÖ'nün sızma ve darbe fikirleri de aslına Nursi'ye aitti. Kitapta bu da yok.

Sonuç olarak bu kitap, koskoca Coombiya, Californiya üniversitelerinde profesörken yazdığı bir kitap olduğu için, en azından ciddi bir araştırma sanarak okumaya başladım ama sırf bu ünvanları olan biri Nursi ve dolayısı ile FÖCÖ'yü övecek bir kitabın, yüksek marka ile pazarlanmış saçmalık olduğunu anladım.