7 Temmuz 2018 Cumartesi

KADIN YOK SAVAŞIN YÜZÜNDE Svetlana Aleksiyeviç




Kitap 2015 Nobel edebiyat ödüllü yazarın ilk kitabı ve yazarın kendi icat ettiği türün ilk, şimdilik tek kitabı olarak anılıyor. Sovyet-Alman savaşını, Rus kadınlarının gözünden anlatıyor. Bu savaş biraz farklı. 1941 haziranı ile 1945 mayıs arasındaki 4 yıl boyunca süren savaş, pek çok muharip birlikte (tank özellikle) kadınların da savaştığı ilk savaş olmuş. Türk ordusunda halen tankçı, topçu, piyade, gemide güverte ve denizaltı sınıflarında subay olarak bile olsa, kadın bulunmuyor. Ruslarda çabucak bir savaş kültürü oluşmuş ve pek çok sınıfın kadın adları (Rusça ’da bir mesleği-işi yapan kadın ve erkeklerin adları ayrıymış) savaş sırasında oluşmuş.
                Kitap, savaşın üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçtikten sonra derlenen yaşam öykülerinden, anılardan oluşuyor. Bunun olumsuz yanı, pek çok anının bellekten silinmesi ve pek çok tanığın artık yaşamaması. Olumlu yanı ise, Sovyet rejimi çökünce, pek çok şeyin konuşulabilir olması. Yazarın kendisi Belerus (Beyaz Rusyalı). Belarus, Ukrayna ve Rusya’dan pek çok kadınla konuşmuş. Kitap bir yerde Sovyet rejimi eleştirisine de dönmüş. Pek çok insan, Stalin değil, Rusya için savaştık diyor. Ukraynalılar daha bir öfkeli holodmor (Stalin dönemi açlıktan öldürme politikası) yüzünden. Pek çok kişi de biz Stalin için değil, vatanımız için savaştık diyorlar.
                Kitapta ilginç olan, pek çok kadının ilk defa konuşmuş olması. Zira savaş sırasında erkeklerle bir arada olmuş olmak, erkekler ve kaynanalar için bir düşkünlük sebebi. Bazıları silah arkadaşları ile evleniyor, kaynanalarından, görümcelerinden hakaret işitiyorlar. Senin hakkın yok gelinlik giymeye, topuklu ayakkabıya falan diye laf sokuyorlar. Böylece Rusya’nın halen erkek egemen bir toplum olduğunu öğreniyoruz.
                Üstelik Rusya’da kadınlar iş hayatında bayağı etkindirler. Pek çok ağır işi de kadınlar yapar, mesela kamyon ve otobüs şoförlerinin çoğu kadındır. Kitapta bir kadınlık, bir askerlik, bir savaş sorunları gözünüzde canlanıyor. İkinci dünya savaşına ait tüm Hollwood filmlerini unutuyorsunuz.

5 Temmuz 2018 Perşembe

KAVGAM ELEŞTİRİSİ 7 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 4 ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER


KAVGAM ELEŞTİRİSİ 7 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 4  ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER

              Hitler, kitabında kendince ittifak planları yapmıştır. Mesela Fransa ile ittifak, kesinlikle olmaz demiştir. Oysa savaş bittiğinden beri dünyada bir Fransalmanya gerçeği vardır. İki ülke içte serbest, dışta birbirine bağlı gibidir. Uyumları İngiltere-İskoçya ya da Belçika^'nın Valon-Flaman birlikteliğinden daha sağlamdır.
              Kendisi uzun süre Komünist, Asyalı Barbar Rusları durdurmak uğruna batılı müttefiklerin kendisi ile anlaşacağını umdu, hem de yakınlarındaki yaverleri ve sekreterleri gibi kişilerinin anılarına bakarsanız, bunu son ana kadar umdu. Oysa bilmediği, kendisinin ne büyük bir tehlike olduğu ve her türlü anlaşmazlığın, o yenilene kadar bitmeyeceği idi.
       Nitekim öyle oldu ve Komünizmi engellemek için batılı müttefiklerle işbirliği yapmak, Gladio'nun kurucularından, eski generali Gehlen'e kaldı.
           Anlamadığı şey, ortak tehlikeler söz konusu olduğunda en büyük düşmanların bile ilbirliği yapabileceği ve uluslar arası ilişkilerin her an değişebileceği idi. Eli yıl içinde üç kez savaşmış Fransa ve Almanya'nın düşman  çatlatan dostluğu bir yana, Kutsal Roma (Germen) imparatorluğunu kuran devletler de birbirleri ile olan savaşlarda ara ara başka ülkelerden de destek almışlardı.
        Ermenistan, Dağlık Karabağ'ı işgal ettiğinde Turgut Özal, onlar Şii, onlara İran yardım etsin demişti ve Türkiye Azerbaycan ilişkilerinin on yıl boyunca bozulmasına yol açmıştı. Azeriler halen Şii, fakat ortak düşmanlar Rusya ve Ermenistan var. Orta Çağda Azerbaycan, İran'ın bir parçasıydı. Güney yarısı halen öyle. Osmanlı için Azeri yoktu, Şii düşman İran vardı. Şimdilerde bazı milliyetçi gençler, Şah İsmail'e KIZIL BAŞBUĞ diyor. Demek ki tek çeşit tarih olmadığı gibi, tek çeşit milliyetçilik de yokmuş. 
               Gene ortak bir tehlike çıksın, bu ortak düşmanlar da uzlaşır.
          Bazen de düşman ya da düşman bildiğimiz devletler bazı konularda uzlaşır. Mesela gene Azerbaycan-Ermenistan savaşı sırasında iki ülke birbirlerinin hava sahasını sivil uçuşlara serbest bırakmıştı. Kıbrıs'ta Türk ve Rum tarafları, hiç bir şeyde değilse bile, firari askerlerin iadesi konusunda anlaşmışlardır. Rumlar, firari Türk askerlerini dövüp, madenlerde bir kaç ay çalıştırıp, iade ediyorlar. Türkler de muhtemelen firari Rum askerlerine benzer şekilde davranıyordur.
          Bu işbirliğinin ırksal, dinsel ya da ideolojik tarafı da yoktur. Sovyetler, Papa 2. Jean Paul'ü, Abdi İpekçi'nin de katili Mehmet Ali Ağca'yla öldürtmeye kalktı. Zira Polonya grevleri Papalığın maddi ve manevi himayesine muhtaçtı. Papa'yı bir komünist öldürseydi, ortalık daha da karışabilirdi.
         Kendisi de Polonyayı işgal için Sovyetler Birliği ile anlaşmıştı, sonra antlaşmayı bozmuştu. Günümüzde de pek çok ülke, özellikle 1990'da Sovyetler Birliğinin dağılmasından beri, ideolojisi birbirine zıt pek çok ülke, birbirini destekler.
      Mesela hiç Çin'deki Uygur Türkleri için mevcut iktidarımız (2018 itibarı ile AKP) ve İslamcıların çoğu, hiç konuşmuyor. Hatta Türkçü yazarımız Banu Avar, Uygur Türklerine hakaret etti, kafasında Rusya ve Çin'in de dahil olduğu bir Avrasyacılık vardı. Rusya ve Çin, AKP ile anlaşınca, Banu hanımın da uluslararası siyaset hevesi de bitti.
           Diplomasiye ideoloji, ırk, din olarak bakmak, Hitler'in savaş hatalarından en büyüğüydü.
       

                    

3 Temmuz 2018 Salı

Orta Muhalefet Tuzağı İDAREYİ MASLAHAT VE DEVRİM


Okurlarımın da tahmin edeceği üzere bu tanımı, iktisattaki orta gelir tuzağı teorisinden ilhamla ürettim.
En başta orta gelir tuzağı nedir diyecek olursanız, benim anladığım kadarı ile bir ülkede, bilim, sanat ve felsefe gelişmezse, ucuz işgücü ve doğal kaynakların kısmen de akılcı kullanımı sonucu milli gelir ortalama bir seviyeye kadar yükseliyor.
Daha fazlası olmuyor; çünkü teknoloji olmadan yüksek katkılı sanayi ve tarım ürünü, bilim olmadan da teknoloji olmuyor,  sanat olmadan da markalaşılamıyor,  felsefe olmadan da her ikisi de (bilim ve sanat) olmuyor.
Ha, şimdi  iktisatçı bir büyüğüm çıkar ve der ki, olay bu kadar basit değil, haklıdır, olayın çok karışık matematiksel denklemleri vardır, lakin işin özü budur.
Siyasette orta muhalefet tuzağı deyimini de, müsaadenizle ben ürettim ya da uydurdum.
Sistemin bir parçası olan siyasetin, sistemin bir kolu olması ile açıklanacak bir durum İngilizler şöyle diyor:
-Kraliçenin sadık muhalefeti, evet şaka değil, Kraliyet, muhalefet partilerine aynen böyle diyor.
Bu daha çok sistem içinde, arada bir iktidara gelen partiler için kullanılan deyim.
Yunanlılar yıllarca  arka arkaya bir birine iktidar devşiren PASOK ile Yeni Demokrasi partisine, aynı eşeği kullanan iki köylü demiştir. (Burada eşek, Yunan halkı oluyor)
CHP’nin, daha doğrusu Türk solununsa durumu farklı. Aslında pek  çok ülkede olan durum.

Hani AKP’lilerin meşhur bir lafı var.

-Reis diktatör olsa, sen bunları diyemezdin.
İşin ilginci buna benzer sözleri yıllar önce, galiba 2011-12 gibi iki Kübalı kızdan duydum.
O zamanlar radikal sol bir grup, Ankara başta olmak üzere, çeşitli şehirlerde Küba ve Venezüella büyükelçileri ve elçilik çalışanlarını çağırıp, konferans veriyorlardı.
En net hatırladığım, Venezüella Büyükelçiliği maslahat güzarı’nın anlattıkları ile bu Kübalı iki kızın anlattıklarıydı.
Venezüella maslahat güzarının anlattıkları şimdilik konumuz değil. Bunları konuşturan sol grupta konumuz değil.
Zira GEZİ zamanında polis kışkırtıcıları oldukları ortaya çıkınca, silinip gittiler.
Bu iki kız, Türkiye’de okuyorlar ve gayet güzel Türkçe konuşuyorlardı.
Ülkelerinin diktatör olmadıklarını anlatmak için, kalabalık ve kuvvetli bir muhalefet grubunun olduğunu söylediler.
Hatta biri:
-Yerleri belli, evlerini falan biliyoruz yani, dediler.
Yıllar sonra birileri diktatör olsaydı bık bık bık diye ötünce de, bu sözler aklıma geldi.
Bunu diyen ne reisçiler ne de bu Kübalı kızlar.
İşin gerçeği, yeni çağın diktatörleri, eski diktatörler gibi muhalefeti silindir gibi ezmiyor.

Bunu yapan birkaç ülke var tabi, Çin, İran vs..

Öbür türlü yeni nesil diktatörler, diktatör olarak anılmak istemiyor ve muhalefete çıkış kapısı bırakıyor.
Sadece Venezüella ya da Küba değil, Rusya, Filipinler, Polonya ve Macaristan’da da benzer durumlar var.
Muhalefete bazı belediyeler, kısmen de mecliste temsil hakkı veriliyor. Hepsinde de başkanlık sistemi var.
Yeni dönem diktatörlükler, orduya ya da parti milislerine değil, milisleşmiş bir çoğunluğa dayanıyor.
Bu iktidar ve çoğunluk,  iktidar giderse iflas ve kargaşalık korkusu yaşıyor ve muhalefeti de iç savaş ve terörle tehdit ediyor.
Burada muhalefet, bazen iktidarı sarsar gibi görünse de, depremde esneyen binalar gibi yıkamıyor.
Patlama yaptığını sanıyor ama yaptığı sibobdan gaz çıkışı.
Bu tanımı askerde uzum dönem bir arkadaşı yapmıştı.
Kısa dönem çavuşu olarak ir sebepten bölük komutanını kızdırmıştım.
Komutan bana patladı dediğim de, sen patlama görmemişsin, bu sibobdan  gaz çıkışı demişti.
Yeni sistem de sibobtan gaz çıkmasını sağlıyor, binaların yaylanmasını sağlayan sistem gibi, bu gaz çıkışları da sistemin yıkılmasını önlüyor.
Profesör İlber Ortaylı’nın dediğine göre Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap şeyhleri bile, arada aşiret reislerini toplar, onların eleştirilerini dinler, icabında en ağza alınmaz sözlerine tahammül edermiş, tabi yılda birkaç defa, bayramlarda falan.
Olay durumu idare etmek, yani idareyi maslahat.
Atatürk, az bilinen bir özdeyişinde şöyle der:
İdareyi maslahatçılardan, inklapçı çıkmaz.  Bu günkü dile çevirirsek, durumu idare edenlerden, devrimci olmaz.
Türkiye’de muhalefetin, özellikle de daimi ana muhalefet partisi CHP’nin ve seçmenlerinin yaptığı tam da bu.

Her şey yıkılmasın diye, durumu idare etmek.

Devrim kelimesi, devirmekten gelir, bir şeylerin devrilmesine engel olacaksan, nerede bizim devrimciliğimiz?
Bunu yapan sadece parti değil, seçmenlerde. 2006’da MHP barajı aşsın diye oy verildi de ne oldu, aha da MHP, iktidar partisinin yan örgütü.
Tıpkı o meşhur doksanlardaki gibi polis teşkilatı başta olmak üzere pek çok kuruma girmenin ve yerleşmenin yolu Ülkü Ocaklarından geçecek.
Bence 2006’da MHP, barajı aşacaksa kendi aşmalı, aşamayacaksa da Türk siyasetinin çöplüğüne düşmeliydi.
2006’da ben dâhil, hiç kimse böyle düşünmüyor. (Neyse ki o zamanlar böyle bir şey yapmadım).
Son iki seçimdir HDP’ye verilen oyları da böyle görüyorum.
Reklam kampanyalaını bile utanmadan sosyal demokrat seçmene dayandırmışlar.
Zamanında SHP ve rahmetli Erdal İnönü, Leyla Zana ve saz arkadaşlarını meclise sokmadı mı, onlar da SHP’yi zor durumda bırakmadı mı?
Aynı HDP (o zamanlar DEHAP ya da başka bir şeydi, önemi yok şimdi),  açılım sürecinde CHP’ye hakaret etmedi mi,  faşist demedi mi?
Laf aramızda ben daha o zamanlar, en civcivli zamanlarda bile bu masanın devrileceğini ve tarafların kendi mevzilerine döneceğini biliyordum, o zamanlar internette yazı yazmıyordum, o ayrı.

Şimdi AKP ve reisleri diyor ki HDP masayı devirdi.

Peki açılım sürecinde yerin dibine soktuğunuz Mehmet Ağar’ı ve Tansu Çiller’i tekrar meydanlarda alkışlatmak neyin nesi?
Hani Tansu Çiller’li, Mehmet Ağar’lı karanlık yıllar söylemi, geçmiş de mi değişti?
HDP kendi tabanından oy alamıyorsa, devrilsin gitsin daha iyi.
Birkaç yıla en ateşli bir oy da HDP’cilerde benimle aynı düşünecek, ahan da buraya yazıyorum.
CHP seçmeni hayrat çeşmesi mi?
Kendi tabanını kaybettiği belli ve CHP seçmeninin destek olduğunu bildikleri sürece tekrar geri kazanmak için uğraşmayacak.
Parti olarak da aynı hatalar yapılmakta.
İyi partinin seçimlere katılmasını sağlamak ve Cumhur ittifakına karşı, Millet ittifakı kurmak, en baştacbana da iyiden öte, muhteşem bir hamle gibi gelmişti, itiraf edeyim.
Şimdi ise bir defa ittifak kurmakla, yeni sisteme dayanak olduğumuzu kabul edelim.
İyi parti, Saadet baksın çaresine. Devrim, bir şeylerin devrilmesini sağlamakla olur, çürümüş şeyleri ayakta tutmakla olmaz.
Meclise o kadar parti girdi de ne oldu?
Yeni sistemde milletvekillerinin Ankara’da ev tutmasına bile gerek yok.
Meclise yeminden yemine gelen milletvekillerimiz olacak. Salı grup toplantılarını kimse takip etmeyecek.
Bu kadar parti meclise girerek, reise esneme payı verdi. Çünkü bu işi olmayan meclisi meşru yaptı.
Ayrıca Muharrem İnce sadece CHP olarak bu oyu aldı ve Millet ittifakı olmasaydı hem CHP, hem de İnce daha çok oy alırdı.
(Hoş, seçim sonuçlarının böyle olduğuna da pek inanmıyorum, o da ayrı konu. O gece 23:00 ile 01:00 arasında olanlar halen sır. )
ince %30 almışsa, 29 buçuğu CHP’dir. Özellikle HDP’ye giden oyların ona biri İnce’ye dönmedi.
Ayrıca bence hem AKP, hem HDP her an yeni bir açılım saçmalığına katılabilir.
Parti üyesi değilim, olmayı da düşünmüyorum bu yüzden de şu gitsin, bu gelsin muhabbetine girmek istemiyorum.
Üzerine de itiraf edeyim o kadar da sadık bir seçmen değilim.
Bu konuda diyebileceğim, kendi liderini deviremeyen ya da devirmekten korkan partililer, nasıl ülkedeki sistemi devirsin.
Böyle bir partiden, kim, ne devrimcilik bekler.
Altı okumuzun en önemlisi devrimciliktir, unutmayalım.

29 Haziran 2018 Cuma

Muhteşem Kehanetimize inanalım 2



Muhteşeeşem Kehanetimize inanalım 2
ÖYLE HEMEN YILMAK YOK

Ağır bir yenilgi aldık ve hepimizin morali bozuk, canı sıkkın.
Bazı arkadaşlar twitter’ı terk etti,  her yenilgi sonrası olduğu gibi daha bitmediciler ve artık yeterciler var.
Ben de yazı yazdığıma göre daha bitmedicilerdenim.
Bunun bir nedenini de size itiraf edeyim. Bu olacakları tahmin ediyordum.
Sosyal medyada yazmama sebebim, hem kimseyi inandıramayacaktım, hem de yaptığım demokrasiye inanlara ket vurmak olurdu.
Buna rağmen, olacakları bilmeme rağmen bayağı sarsıldım.
Pek çok arkadaşıma söyledim, kimse kendisine özel yaptırdığı bin odalı saraydan, milyar dolarlık servetten, öyle tüh kaybettim, hadi bana eyvallah demez diye.

Yedi haziran seçimlerinden sonra öyle olmadı nitekim.

Seçime haftalar kala, bitki şifacısı Maranki ve bir sürü yandaş gazeteci boşuna iç savaş çığlıkları atmadı.
O yandaş televizyon da yanlışlıkla o seçim sonuçlarını vermedi.
Yanlışlık olsa, akşamki tekrarda da aynı hataya düşmezdi.
Sonra Adil Seçim uygulamasına yapılan siber saldırı, Anadolu Ajansının iktidarı süper göstermesi, sonra bir anda seçim sayfasını kapatması, daha sonuçlar açıklanmadan belediyenin dev hafriyat kamyonlarının şehrin belli yerlerinde konuşlanması, iktidar taraftarlarının erken seçim turu, muhalefet liderlerinin ortadan kaybolması vs vs, bütün bunlar, 24 Haziran 2018 seçimlerini, sağcıların o dillerine çok doladıkları 1946 seçimleri kadar kirli yapar.
Her  seçim öncesi gelen AGİT gözlemci heyetinin  geri çevrilmesi ve halen OHALL koşullarında olduğumuzu da unutmayalım.

                Karşı taraf durumdan memnun gözüküyor.

Onlar için demokrasi amaç değil araç, bir harp aracı ve harp hiledir.
O gece tehdit edilen muhalefet liderleri değil, demokrasinin kendisiydi.
Sandık başına patlıcan ve salatalık getirip, onunla fotoğraf çektiren kitleden ne beklersiniz ki?
Peki o zaman neden gönüllü müşahit oldum, sandık başını terk etmedim, sosyal medyada ve çevremde propagandaya devam ettim?
Çünkü kehanetime inanıyordum. İnanç, sağlam bir iştir, ilk darbede yıkılmaz.
Avrupalılar yüz yıllarca Türkleri durduracaklarına inandılar.
Malazgirt, Miryakefalon, Sırpsındığı, Varna, Mohaç, hiçbir yenilgi onları bu inançlarında vaz geçiremedi.
Sonra Viyana yenilgisinden sonra Türkler bu gerileyişi durduracaklarına inandı. Sakarya’da durdurdu.
Bu iktidarın gideceğine inanıyorum ama öyle hemen gideceğine inanmıyorum.
Ekonomi demeyin, Venezüella’da enflasyon, NAZİ’lerin iktidarından az önceki Almanya’da ki enflasyondan daha fazla.
Venezüella siz solcu görünebilir ama oranın başkanı ile bizim başkan gayet iyi anlaşıyor.
Hatta meşhur millet kıraathaneleri projesi bile Venezüella çıkışlı.
Yıllar önce meşhur Ayna programında görmüştüm.
Ülkede çoğu çadır mekânlar var, bira içip, devlet televizyonunu izliyorlar.
Biralar devletten. Bizde de bira yok, çay var, kek var.
Ben konuma döneyim, evet bu iktidar gidecek biliyorum ve ne öyle yüz yıllar, ne de Franco gibi ölmesini ne de Kaddafi gibi ölmesini bekleyeceğiz.
Mitinglerdeki o heyecanlı kalabalık, tüm o eğitim sistemine rağmen her yeni gelen neslin iktidardan daha fazla uzaklaşması, giderek daha fazla birleşen ve bütünleşen muhalefet, mutlak değişimin habercisi.
Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada bir değişim başlayacak ve o otokrat denen liderler de bu değişimin ardından silinecekler.
Tıpkı bin dokuz yüzlü yılların Hitler, Stalin, Franco, Salazar gibi otokratların da yok olduğu gibi.
Onlar yok olduğu gibi Putin, Maduro, şu bu vs de yok olacak.
Müsterih olalım, Stefan Zweig gibi umutsuzluktan intihar etmeyelim, mücadeleyi terk etmeyelim. 
Biraz bunalabiliriz.  Ben de bir an her şey bitti dedim, ne var ki çok sürmedi.

28 Haziran 2018 Perşembe

KAVGAM ELEŞTİRİSİ 6 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 3 DİKTATÖRLERE İHTİYAÇ


KAVGAM ELEŞTİRİSİ 6 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI  3
DİKTATÖRLERE İHTİYAÇ

                   Hitler'in en ilginç iddiası da, demokrasilerin artık işlemediği ve diktatörlere ihtiyaç duyulduğudur. Kendisi saltanata tamamen karşı, demokrasiye ise düşman.,
       Yirminci asrın başlarındaki diktatörler, diktatörlüklerini gururla söylüyor ve diktatörüm demekten gocunmuyorlardı. Onlara göre demokrasi ve parlementer sistem ölmüştü ve halk, bir babanın otoritesine muhtaç çocuklardı. Mussolini, bir milyon oy yerine, on bin tüfeği tercih ederim diyordu.
            Gene yirminci asır diktatörleri, muhalefeti silindir gibi eziyor, aykırı sese tahammül edemiyorlardı. Şimdikiler kısmen bir muhalefete izin veriyorlar. Hani çok duyduğunuz bir söz vardır:
            -Diktatör olsaydı böyle konuşabilir miydin? Bu sözü sadece o partinin yandaşlarından değil, Kübalı bir kızdan anlı ve Rus bir kızdan da televizyondan duydum. Yeni nesil diktatörler, kendilerine diktatör demedikleri gibi, eğer iktidarını sarsmıyorsa muhalefeti de o kadar boğmuyorlar. Mecliste bir kaç sandalye, bir kaç belediye ile oyalıyorlar. Hesapta özgürlük var, muhalif olduğunuz halde devlet memuru bile olabiliyosunuz ama çok yükselmiyorsunuz. Kimin, ne zaman işinden olacağı da belli değil. Muhalif olmasanız bile, her an başınıza her şey gelebiliyor. Çünkü dikta yönetimleri her an güçleri hissedilsin ister.
             Lakin devlet başkanına sorsanız, kendisi diktatör falan değil, kargaşalığı önleyen lider.
             Bu bile Hitler'in diktatörlük konusunda yanıldığını ortaya koyuyor. İlk olarak birahane darbesi ile en azından Bavyera'da iktidara gelmeyi denedi. Olmayınca da seçilmek ve bir şekilde Alman meclisine girmek, onun için tek yol oldu. Kendisi de önce bir meclis entrikası ile iktidara geldi, sonra seçim kazandı.
          Ben bunları bir kenara bırakıp, diktatörlüğün zararlarından bahsedip, Hitler'in öngörüleriyle karışık olarak anlatacağım:
          1)Hızlı ve etkili karar verme, tanıdık geldi değil mi? İlk başlangıçta tek adam rejimleri, hızlı ve etkili karar verme güçleriyle göz boyarlar. Sorun şu ki, gerçekten göz boyarlar. Çünkü lider, sürekli birilerinden şüphelendiğinden, son kararı da kendine bıraktığından, işler biriktikçe karar alma mekanizması gecikir. Tek başına bir kişinin her işe yetişememesi bir yana, diktatörler genelde çoğunlukla herkesten şüphe etmeye başlayarak, karar vermede tereddüt etmeye başlar ve kararları da tutarsızlaşır. Bu yüzden Nazi partisi tüm devlet çalışanlarına şu emri vermişti:
        -Hitler gibi düşün! Hitler'in düşünceleri sık sık değiştiği ve bunalıma girdiği için, bu emri de uygulamak zor olur. Kaldı ki Hitler daha sonra çok kızacağındaözeln, onun emirleri beklenir ve 2. dünya savaşı sırasında pek çok kayıp, bu yüzden verilir; pek çok kazanç da bu yüzden kaçırılır.
          2)Disiplin ve kargaşalığı önleme, işte ilk başta doğru gözüken bir yanlış daha. İlk başlangıçta tüm devlet kurumları, askeri hiyeraşiye benzer bir yapıda, emir komuta ile işler ve disiplinizedir.
        Sonrasında disiplin önce yavaş, sonra da hızla bozulur. Bunun temel sebebi,  artık önemli olan şeyin liyakat değil sadakat olması, lidere yakın olmanın önemli olmasıdır. Lidere yakın olanlar da, aşağıda belirteceğim şartlar sebebi ile sık sık değişi ki, bir zaman sonra emir, komuta düzensizleşir.  Önemli olan bir kişinin makamı değil, hangi makamda birilerine yakın olduğu olmaya başlar. Öğretmen, müdürü takmaz, çünkü partinin il başkanının eşinin, baldızının oğludur, astsubay reisin korumasının amcasıdır, gibi.
        3)İstikrar, işte diktatörlüklerin ve darbelerin en başta, yer yer de yegane sebebi! Şimdi bu konuda iki çeşit istikrardan bahsederler. Birincisi anarşi ve terörü engelleme, diğeri de ekonomik istikrar. İkisini de ayrı ayrı inceleyelim:
          12 Eylül rejiminin en başta sebebi ya da savunması, anarşi ve terörün engellenmesiydi. Darbe olduğunda ben altı yaşındaydım, askeri rejim tüm haşmeti ile hüküm sürdüğünde de ilkokul çocuğuydum. Yüz binlerce  kişi tutuklanmıştı ve artık sokaklardan silah sesleri duyulmuyordu, en azından bazı mahallelerde. Gazetelere ve o zamanları tek kanallı televizyonuna bakarsanız, tüm ülkede asayiş berkemaldi.
         Oysa bilmediğimiz şey, her şeyin bize anlatılmadığı idi. Pek çok yerde askerle, anarşistler arasında çatışma vardı. Sonra PKK, dipten ve derinden tüm güney doğu ve doğuda örgütleniyordu. Hapishanelerde, özellikle Diyarbakır hapishanesindeki işkence ve insanların ırkları ve anadillerinden dolayı aşağılanması, terör örgütüne darbe hazırladı.
           Diktatötlük dönemleri, ayrılıkçı fikirlerin yeşerdiği ve kök bulduğu dönemlerdir. Stalin'in Holodomoru (Holodomor-1930'lıllarda bölge halkının açlıktan öldürülmesi) olmasaydı bu gün Ukraynalı-Rus ayrımı olmayacağı gibi, 12 Eylül olmasayıdı bugünkü Türk-Kürt ayrımı olmayacaktı. Baskı ve zulüm dönemleri, diğer etnik grupların, bari biz kendimizi kurtaralım diye ayrılıkçı düşünceleri filizlendirir.
             Ekonomide ise, bir şahsın ne diyeceğini beklemenin güvensizliği, insanları yatırım yapmaktansa birikim, çoğunlukla da yastık altı birikim yapmaya yöneltir. Aşağıda anlatacağım gibi zamanla etrafı dalkavuklarla dolan diktatörün savaş ve inşaat masrafları, ilk başta iktisatçıların çarpan etkisi dediği yalancı etkiyle kalkınmaya sebep olur gibi olsa da, sonra bu maliyetler ülkeye zarar ve ekonomik iflas olarak geri döner.
        Ülke ekonomisinin dikta nedeni ile düzelmiş görünmesinin asıl nedeni, diktatörü iktidara getiren kargaşalığın dinmesinden ya da verile kararlardan çok, ekonomik krizin süresinin dolmasıdır. İnsanlar günlük hayat devam etsin, her şey rutine girsin isterler ve bu yüzden de ekonomiler gibi, ekonomik krizlerinde  doğal bir ömrü vardır. Diktatörler genelde bu doğal ömrün sonlarına doğru, insanlar bıkınca gelirler.
         Diktatörlerden geriye genelde devasa kamu yapıları  kalır , tabi savaşla mavholmazlarsa. Almaya halen büyük ölçüde Hitler'in oto yollarını kullanmakta. Diktatör gidince, taraftarları genelde hep bunlarla övünürler.
        4)  Bir de dikta rejimleri, anarşistleri (ya da terörist diyelim, yumuşatmayalım) baskılar, anarşi ve terörün sebep olan etkenleri ise arttırır. Sonuçta ya o dikta dönemi bitince, ya da dikta güçlüyken kargaşalık çıkar. Hatta bu kargaşalık, Kaddafi sonrası Libya'da ki gibi diktatörü öldürür ve ülkeyi iç savaşa sokar. Ya da Suriye'de ki gibi diktatör ölüp de veliahdı tahtı devraldığında kargaşalık başlar. Unutmadan diktatörle de en azından biyolojik olarak insandır ve bir şekilde ölecektir.
         5)Diktatörler öldükten sonra ideolojileri de, ölür, ölmese bile eskiye göre ufalanır. Çünkü yüceltilen ismi, hiç kimsenin ismi geçemeyeceğinden, parti de, ideoloji de eskisi kadar etkili olmaz. Avrupa'da gerçek anlamda bir ırkçı ideolojinin halen çok fazla gelişmemesi, en büyük kriz dönemlerinde bile %20 bandını nadiren aşması, hiç bir ismin, Hitler isminin önüne geçememesidir.
        6)Diğer bir konu da Montesqueu'nun dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştırır. Diktatörler zamanla güç sarhoşluğu içinde saçmalamaya ve abuk sabuk kararlar almaya başlarlar. Mesela Enver Paşa, 1917'de Irak cephesinde, tam da İngilizler saldırıya hazırlanırken, koca bir tümeni Azerbaycan'a gönderdi. Hitler'in kendisinin Rusya savaşı ise tam bir kumardı. Diktatörün iktidar yılları arttıkça bu saçmalamalar da artar, çünkü etrafı yalakalara doludur.
       7)Diktatör bir zaman sonra kendi bekasını (beka;hayatta kalma), ülke bekası zanneder ve ülkeyi korumaktansa, kendisini korur.

26 Haziran 2018 Salı


Ağlama Cihadı
Bu deyime ilk defa Nevşin Mengü’nün Bugün gazetesindeki yazısında rastladım.
Batılılar Craying Cihad diyorlarmış ve biraz da alay ediyorlarmış.
Bu yazıyı okuduktan sonra, konu üzerine azıcık görüş ürettim.
Bu İslamcıları ağlama ibadetleri ile ilgili anılarım çok eskiye gider.
Ta ortaokul-lise çağlarımda, sonradan uzun yıllar müdür yardımcılığı da yapan din dersi öğretmenlerimden birine dayanır.
Dediğine göre babası ara ara geceleri uyanıp, uyanıp ağlarmış.
Çocuk olduğundan nedenin anlayamaz, babası da allah için kederlenip, ağlarmış.
Allah için ağlayan göz, cehenneme gitmezmiş.
Bu allah için ağlama konusunda ikinci anım Isparta’da oldu.
O yıllarda (1995 ya da 96) şehrin tek eli yüzü düzgün, sahnesi, sinema salonu olan Kültür Merkezinde bir etkinlik var, adı GÖZYAŞI GECELERİ.
Ben de acayip merak ediyorum bu etkinliği.
Reklamında da diyor k, tiyatro değil, konser değil, konser değil, o değil, bu değil, şu değil, gözyaşı geceleri.
Ben de merak ettim ve bir gece gittim. Öğrenci yurduna dönme sorunundan dolayı erken çıktım ama göreceğimi gördüm.

Aslında olay önce bir tiyatro olarak başlıyor.

Başlangıçta önce perdeye görüntü olarak efe, Kayserili, külhanbeyli olarak üç ayrı tipleme çıkıyor.
Dördüncü olarak bir Karadenizli tiplemesi çıkıyor.
Sonra aha karakterimiz bulduk (Bunu Karadeniz aksanı ile söylüyor.) deyip, perdeden sahneye geçiyor.
Sonra bu Karadenizli, klasik Laz fıkralarını anısı gibi, az önce yaşamış gibi anlatıyor.
Sonra o yıllarda yeni ortaya çıkan ve varlığı bile lüks olan cep telefonu ile konuşuyor.
Parasının bir bankadan, diğerine yatırılmasını söylüyor. Gaipten bir ses,
-Maşallah Temel, demek iş bağlantıları ha, Temel panikle;
-Yok valla, ibadet bağlantıları da yapıyorum, diyor. Bunu Karadeniz aksanıyla söylüyor.
Sonra gaipten ses başka şeylerde söylüyor, bizim Laz, bölük-pörçük kendisini savunuyor.
Sonra o sesin sahibi orta çağ sarıklı dervişi kılığında ortaya çıkıyor.

O ortaya çıkınca, Laz kaçıyor. Sonra derviş şov başlıyor.
Derviş, peygamberin zamanında, sonrasında olanları anlatarak, daha doğrusu da kendi de oynayarak, ağlamaya başlıyor.
Derken içeride bir grup aniden ağlamaya başlıyor.
Sonra galiba ben hariç tüm salon ağlamaya başlıyor. Ağlama korosunu yöneten birkaç kadın sesi var.
Onlar bazı önemli tiradlardan önce ağlamaya başlıyor.
Bu ağlama tiradları epey sürdü. Sonra geç oldu, kendi kendine ağlayan ve ağlatan birini izlemekten sıkılmıştı.
Sonra yurda da girmem gerekliydi. Çıkmak için kapıya yöneldiğimde nedense herkes bana bakıyordu.
Sonra sahnedeki dervişe benzeyen biri önüme çıktı. Orada kadınlar oturuyormuş, oradan çıkamazmışım.

Ben de öteki kapıdann çıktım. Salon ağlamaya devam etti.

İslamcıların mumsema (Peygamderden sonra en önemli din kişisi) adını verdikleri İmam Gazali bile, konuşurken ağlan ve dinleyenleri ağlatmaya çalışan hatip sahtekârdır demesine rağmen, ağlamayı ve ağlatmayı pek severler.
İlk atandığım yıl, daha önce hikayesini bloğumda (http:/onbinkitap.blogspot.com) bahsettiğim zorunlu ev arkadaşımla beraber dinlediğim bir kaseti hatırlarım.
Dediğine göre radyodan çekmiş.
Kayıtta ağlayan bir topluluk ve onları özenle ağlatan yaşlı bir erkek sesi vardı. Sık sık;
-Sahhabenin (h’leri özellikle uzatıyordu ve bastırıyordu) sorusu yerindeydi diyordu.
Sonra günümüzde insanların din adamlarına sıkça sorduğu sorulardan örnekler veriyor, sahabenin böyle soru sormadığını söyleyip, birden bire;
-Sahhabenin sorusu yerindeydi diye bağırıp, ağlama seansına devam ediyordu.
Abartısız kırk beş, elli dakika kaset böyle gidiyor.
Bu kitlesel ağlamalar, kini canlı tutup, mağduriyet duygusunu canlandırma ile beraber, kitleyi hipnotize edip, düşünmesini de engelliyor.
Bu yüzden akılcılığın hayatın temeli olduğu batıda böyle ağlamak, ağlama krizlerine girmek, zayıflık olarak görülür.
Örneğin Obama’nın  okul baskınlarındaki kurbanlardan birinin cenazesinde göz yaşlarını tutamaması, partisi ve adayı Hilary Clinton’a oy kaybettirmiş.

Hilary’in başkanlığı kaybetmesinin en başta gelen sebebi budur.
Oysa bizde tam tersi olur.
Pek çok kişiye göre Turgut Özal’ın 1987 seçimlerinde kazanma sebebi, canlı yayında ağlamasıydı.
Ülkemizde ağlamak oy kazandırır, bu yüzden de siyasilerimiz halkın karşısında bol bol ağlar, tıpkı din adamlarımız gibi.

Soyadı Gülen olan malum şahsı, hep ağlarken görmedik mi?

Adnan Menderes, mendilleri ısıra ısıra, kendini kaybedercesine ağlarmış.
Gerçekte kalabalıkların önünde ağlayanlar, tıpkı Gazali’nin dediği gibi, kalabalığı da kandırarak ağlatmaya çalışanlardır.
Aziz Nesin bir öyküsünde, öğrencilerini derste ağlatan hocaları hicvetmiştir.
Gerçek akılcılıkta, duygulara hakim olmak önemlidir.
Göz yaşları tutulamasa bile, etrafındakileri de ağlatmaya çalışmak, dolandırıcıların taktiğidir.
Son olarak Atatürk, İnönü, Ecevit ve nice önemli devlet adamın gözü yaşlı görüntüsü yoktur.
Çünkü iktidar icraat yapar, miting yapmaz.
Sen iktidar olarak İsrail (ya da başka bir devlet)’e diplomatik ya da ekonomik bir tavır koyamıyorsun ya da koymuyorsun, bir mitingde ağlayıp, lanetliyorsun.
Tıpkı 19.yy romantiği gibi.
Bertrant Russel, o dönem romantiklerini şöyle anlatır: 
Açlıktan ölenler için yağmur gibi gözyaşı döker ama cebindeki parayı, sofrasındaki yemeği kimseyle paylaşmaz.
Bunun en bariz örneği gene Filistinlilerdir. Dünyada en çok Filistinli, Güney Amerika ülkesi Şili’de yaşar.
Çünkü Filistin için ağlayan İslam ülkeleri, Filistinlileri mülteci olarak istememiştir.
O göz yaşlarının  ardındaki gerçek budur.

25 Haziran 2018 Pazartesi

KAVGAM ELEŞTİRSİ 5, ÖNGÖRÜLERİN YANLIŞLIĞI 2
YAHUDİLER VE SİYONİSTLER

            Hitler, o dönemde Yahudileri ikiye ayırıyor. Siyonistler ve özgür düşünceli (Ateist) Yahudiler olarak. Her iki grubunda samimi olmadığını, amaçlarının ortalığı karıştırıp, dünyaya egemen olmak olduğunu söylüyor. Ona göre Siyonistlerin, İsrail'i kurmaya niyeti yok. Oysa kendi Kavgam kitabından bir kaç yıl önce yazılmış olan Falih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı kitabını okumuş olsaydı, daha 1914 yılında, hatta ondan çok önce bile İsrail'in en azından iskelet yapısının Filistin'de çoktan kurulduğunu bilirdi.
          Hatta Atay, kitabının bir bölümünde şöyle der:
          -Arapları çöle süren Siyonistlerin ne kadar az olduğunu bilseniz, paranın ne büyük bir güç olduğunu anlardınız.
            Siyonizm, daha teorisyeni Teodor Herz dünyaya gelmeden uygulamaya geçmişti. Atay'ın tanıdığı Rus ve Alman siyonistler, ikinci, hatta üçüncü kuşak siyonistlerdir.  Abdülhamit ya da baka bir padişahın Filistin'de toprak sattırmadığı yalanı, tıpkı Türkiye'nin 2 katından fazla (Bosna, Bulgaristan, Kıbrıs , Trablusgarp) kaybeden Abdülhamid devrinde hiç toprak kaybedilmediği yalanı gibi. Bu yalan uğruna 1. ve e 2. Meşruiyet dönemi hariç tutmak isterler ama daha 93 harbi denen 1877-78 Osmanlı Rus savaşından evvel Meşruiyet'i kaldırmıştı. Siyonistler ise daha o zamanlarda  Filistin'de devasa çiftlikler kurmuştu.
             Siyon, Kudüs'de bir tepedir. Bu tepeye Türkler Zeytindağı der. Yahudi inancına göre vaad edilmiş topraklardaki devlet, bu tepeden başlanarak kurulacak,  kıyamette de ölüler bu tepedeki mezarlardan itibaren dirilecektir.
            Siyonistler için en büyük sorun, Yahudilerin, Filistin'e göç etmesini sağlamaktı. Pek çok komplo teorisi de buradan başlar. Pek çok kişiye göre Yahudi Ajansı (Dünya Siyonizm Örgütü), Yahudilerin göç ettirilmesini sağlamak için Nazilere destek vermiştir.
          Belki ilk başlarda el  altından olabilirdi, iktidara gelmeden evvel yani. Kimse faşizmin Avrupa'da bu kadar vahşileşeceğini ve bu kadar insanı katledeceğine  inanmıyordu.
         Naziler şaka değil, dünya Yahudilerinin yarısını, Avrupa Yahudilerinin üçte ikisini katletti. Dünya Yahudi nüfusunun eski sayıya ulaşması yetmiş yıl aldı. 1939 öncesinde dünya Yahudilerinin dörtte biri, Nazilerin ilk işgal edip, son çıktığı Polonya'da yaşamaktaydı.
         Sonuçta İsrail kurulu ve büyüdü. Özellikle 1967'de, kendisinden kat ve kat büyük Arap ordularını yendi. Ben bunu hep muhteşem bir şey olarak görürdüm, ta ki bir sürü Suriyeli, Türkiye'ye gelene kadar.   
          Türkiye, pek çok batı ülkesinden daha fazla mülteci ülkesidir. Benim çocukluğummdan beri Ankara'da hemen her milletten insan bir şekilde bulunur. Seksenlerde İranlılar ve Filistinliler vardı, o yıllarda özellikle İranlılar çoktu. Sonra zorla asimilasyon sürecinde Bulgaristan Türkleri ve Müslümanları geldi.Sonra Kuzey Iraklı, Peşmerge de denen Kürt toplulukları geldi. Hepsi de suç oranları düşük, kendi halinde insanlardı.
          Peki bu Suriyeliler ne yaptı. Gelir gelmez  Türkiye'de unutulmaya başlanan kabakulak, kızamık, çocuk felci vb hastalıkların oranını arttırdılar. Kadınları fuhuş, çocukları dilencilik yapıyor,  erkekleri ise plajlarda, parklarda nargile tüttürüp, Türk kızlarına laf atıyor. Kendi kızları bir kaç bin liraya zenginlere kuma adı altında metreslik yapıyor. Hele de Suriye'ye yakın Gaziantep, Şanlıurfa, Kilis gibi yörelerin zenginleri, bir kaç ay kullanıp, sonra atıyor.
       Eğer diğer Arap halkları da böyleyse, İsrail'in 1967'de Arap ordularını altı günde değil, altı saatte yenmediği kabahatmiş. Türk askeri Suriye'de savaşırken bu kadar umarsız olan bir Arap toplumu varken, Fırat nehrine kadar İsrail'i halen kuramamış olması şaşkınlık vericidir.
        İslam devletlerinin en iyisi Türkiyedir diyeceğim ama bizimde maşallah öyle bir iktidarımız var ki, İsrail devletine hiç bir diplomatik, ticari ve benzeri yaptırım uygulamayıp,  İsrail ile ilgili anlaşmaların iptalini seçim bildirgesine bile almayıp, İsrail'i telin mitingi yapan bir iktidarımız var. Keşke herkse bana böyle düşmanlık yapsa.
          İran İslam Devletinin kurucusu Ayetullah Humeyni'nin bir laf vardır. Her Müslüman bir kova su dökse, İsrail boğulur, giderdi diye. İşte o suyu dökseler, anca kendilerini boğarlarç
        Bence batı devletleri İsrail'in büyümesini engelliyor. Araplar petrol paralarını, birbirleri ile savaşmak için silah almak ve aptalca gösteriş yapmak için geri batıya aktarıyor. Oysa o petrol paraları İsrail gibi eğitimli bir ülkeyi süper güç yapar.
       Dünyayı yöneten bilmem kaç bin yıllık Yahudi devleti gerçek olsa, Yahudiler bu kadar zulüm görmez ve katledilmezdi. Ası yöneten zengin Yahudiler falan diyeceksiniz. Öyle olsa Kamondo ailesi katledilmezdi.  Aile, Osmanlı devletine borç veren süper zengin banker bir aileydi. Türkiye'de siyasi iklimin değişeceğini fark edince Paris'e yerleştiler, hatta vaftiz edilip, Hristiyan oldular. Gene de Hitler tarafından katledilmekten kaçamadılar.
        Antisemitizm ve ırkçılık-ayrımcıllık, solcu, sosyalist olmakla da kurtulunacak bir şey değildir.  Bence Troçki'nin, Lenin'in ikinci adamıyken, sürgünde ve suikastla öldürülmesinin sebebi, Yahudi asıllı olmasıydı. Bulgaristan, Romanlara ve Türklere karşı en büyük ayrımcılığı, sosyalist döneminde yaptı.
         Komplo teorilerinin en önemli etkisi, insanları yılgınlığa sürüklemesidir. Yahudiler zayıfken, komplo teorileri, Yahudilerin birey ve kitle olarak gelişmesine engel oluyordu. Şimdi ise hemen her gelişmeye arkasında Yahudiler var, üst akıl var gibi laflarla, insanları mücadeleden vazgeçiriyorlar.
    En çok güldüğüm, Yahudi mallarını boykot listeleri. Listeler genelde yiyecek, içecek ve temizlik maddeleri, onlar da en ucuzları.
       Dünyayı yöneten Yahudilerin, katma değeri çok daha büyük olan lükse yatırım yapmamaları ne tuhaf? Müslüman devlet adamları ve eşleri en pahallı Fransız ve İtalyan moda evlerinden çıkmayıp, pahallı arabalardan inmiyor. Kuran bile bol bol gösteriş yapmayın dediği halde Müslümanlar, tek faydası gösteriş olan markaları asla boykot listelerine almıyorlar.
       İsrail, dini kimlikle kurulmuş bir din devleti olmakla beraber,  bir din devleti değildir, anayasasına rağmen değildir. Eğer hahamlara kalsaydı, İsrail kurulmazdı, hatta çoğu İsrail'in kuruluşuna karşıydı. Halen de pek çok radikal Yahudi, İsrail'in varlığına karşıdır ve İsrail'de oldukları halde askere gitmezler, pek çok topluluğun da İsrail'e göçüne engel olurlar.
        Şahsım olarak İsrail'in kuruluş mantığını biraz sapıkça bulurum. Şöyle düşünün ki, Alevilerde, Kürt ya da Roman falan da olsa bir Horasan kökenli olma efsanesi vardır. Horasan'da, bu gün İran devletinin bir eyaleti olmakla beraber, aslında tüm Sibirya-Orta Asya, Türkistan denen bölgeleri kapsar ki, yüz ölçümü Avrupa'dan büyüktü. Dünyadaki Romanların da kökeni, bu gün Pakistan'ın bir eyaleti olan Pencap'dır.
            İsrail'in yaptığını Romanların ya da Alevilerin yaptığını düşünün. Çoğu orta Avrupa'da yaşayan ve dünyanın da dört bir yanına yayılmış Yahudilerin, Filistin'de toplandığı gibi, çoğu Balkan yarım adasında yaşayan Romanlar (Bulgaristan'ın neredeyse dörtte birdirler) Pencap'ta,çoğu Türkiye, İran, Suriye'de yaşayan Aleviler (Arjantin'de bile, kökenleri Suriye olan kalabalık bir topluluk var) orta Asya'da, mesela Özbekistan'da bir yerleri işgal edip, devlet kursunlar o zaman. Hitler, Sindi denen ve kökenleri Hindistan'ın Sind bölgesi olan Sindilerin soyunu neredeyse tükenme noktasına getirmiştir. Hem de daha meşhur Austscvwitz kurulmadan. (Zaten beş yüz bin kadardılar)
         Bu iki topluluğun da katledilmekten, dışlanmaktan ve aşağılanmaktan yana Yahudilerden geride kalan yanı yoktur. Defalarca katledilmiş, sürgün edilmiş, malları yağmalanmış ve aşağılanmıştır. Onların kabahati nedir?  Milyarder iş adamları, deha fizikçiler yetiştirmemek mi?Ya da kökene dair bir efsaneleri olmaması mı?
         İsrail'e düşman olmak, dünyada geri kalan Yahudilere düşman olmak olmamalıdır. İsrail ne zaman yıkılır bilemem. Arap ve İslam dünyası böyle olduğu sürece, daha çok ayakta kalır.