6 Ağustos 2021 Cuma

12 EYLÜL'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU 6-TÜRKÇÜLÜK , ATATÜRKÇÜLÜK VE SENTEZCİLİK

 


Aslında niyetim duygu eğitimi ile ilgili bir genel yazı ile bitirecektim. çünkü çok tekrar yaptığımı fark ettim. Ama 12 Eylül rejiminin Atatürkçü ve Türkçülük görüşünü ayrıntılı yazmasam olmadı. Bu döneme gardırop Atatürkçülüğü demek yetersiz kalır. Aslında olan, gardırop Atatürkçülüğünü kullanarak, Atatürkçülükten uzaklaşmaktı.

Ben, sosyal demokrat ve Alevi bir ailede büyümüş bir birey olarak her zaman, Ülkü ocağı üyesi olduğum zaman da dahil olmak üzere, hayatımda her zaman Atatürk'e hayran ve sempati duyan birisi oldum. Bilinçli bir Atatürkçü olmam ise, kırklı yaşlarımda oldu. Çünkü bizim nesle anlatılan Atatürkçülük ile, gerçek Atatürkçülük arasında dağlar vardı.

Seksenlerin başlarında, özellikle de 1986-87'e kadar meşhur gardırop Atatürkçülüğü çok modaydı. Gardırop derken, sahiden bir giyim-kuşam Atatürkçülüğünün yanı sıra, her bahçeye Atatürk büstü, her meydana heykeli ve her odaya resmi olacak şekilde  dekorasyon Atatürkçülüğü ve kırk yıllık Yeşilköy havaalanının adını Atatürk yapmak gibi benzeri şekilde isim Atatürkçülüğü de vardı.



Pek çok arkadaşın beni uyardığı gibi, şimdi de benzeri şekilde gardırop Müslümanlığı var. Bu da, kadınlarda malum, türban ve uzun pardösü,   erkeklerde badem bıyık, sakal, kravatsız takım elbise, evlerde la  portresi, sosyal medyada kun yekün vs vs. Buna karşın her nesilde oruç ve namaza ilginin düşmesi, gençler arasında Deizm başta olmak üzere dinsizlik yayılırken,  her tarafa cami yapılması, Ayasofya gibi müzelerin cami yapılması da var. Bunu da tarihe not düşmek adına ayrıca yazıyorum.

Diğer yandan pek çok alanda Atatürkçülükten uzaklaşma vardı. En ilginci, Atatürk'ün dil devrimine takıntılı denecek şekilde karşı olunması, TRT, ders kitapları ve Resmi Gazete gibi kurumların inatla Osmanlıca kelimeler kullanma çabasıydı. Bundan daha önce bahsetmiştim. 12 Eylül rejiminin en başarısız olduğu konu buydu. Zira özel televizyon ve radyolar  açılır açılmaz, bu özel kurumlara geçen spiker ve sunucular bile, o Osmanlıca kelimeleri anında unuttu.

Diğer yandan laiklik söylemi tekrarlana tekrarlana, laiklikten uzaklaşıldı. Zorunlu din derslerini, Alevi köylerine cami inşa etme ve imam hatip liselerini arttırma devam etti. İşin doğrusu laiklikten asıl uzaklaşma bu değildi.



Asıl laiklikten uzaklaşma, Türk İslam sentezciliği ile oldu. Türk İslam sentezi, seksenli yılların moda lafı oldu. Sentezcilik doksanlarda dillere pelesenk oldu. (Hatta radyo ODTÜ'nün Modern Sabahlar grubunun Sentezcilikle alay eden çok güzel bir parodi şarkısı vardır.) Alparslan Türkeş'e atfedilen, (ona ait olup, olmadığı kesin değildir) fikirlerimiz iktidarda, biz zindandayız dediği tam da buydu. 12 Eylül rejiminin Turancı bir yanı da vardı. 

Oysa Atatürk, ne Turancıları, ne de İslamcıları sevmemiş, 1934 Trakya Progromundan sonra Türk Ocaklarının kapanmasını emretmiş, (Ocak yönetimleri bir kongre ile kendi kendilerini feshetmiştir) yerine daha demokrat yönetimli Halkevleri'ni kurdurmuştur. Laikliği tam anlamı ile uygulanması için uğraşmış, Alevileri Sünnileştirmek için uğraşmamıştır.

Burada Atatürkçülüğün ya da Atatürk döneminde her yapılanın savunmasını yapmayacağım. Her lider ve ideoloji gibi yanlışları ve hataları oldu. Anlattığım Atatürkçülüğü, Atatürk düşmanı 12 Eylül ideolojisi ile öğrenmiş olma talihsizliğimiz.



Üstelik doksanlardan başlayan yetmez amacılık  ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html ) 12 Eylül ideolojisini Atatürkçülük olarak halka tanıttı. Üstelik bunu yaparken de, 12 Eylül rejimince en çok yaralanan (üyesi-seçmeni tutuklanan, fişlenen, gözaltına- hapse alınan) CHP'ye saldırarak yaptılar.

Bunun örneği de 2009 yapımı Güz Sancısı filmidir. Filmin senaristi  Etyen Mahçupyan'ın Radikal gazetesindeki yazılarını ara ara okurdum. Bütün yazıları birbirinin aynısıydı ve hep üç kelimenin etrafında dönerdi; merkez-çevre-çatışma. Kendisi üç kelime ile yıllarca gazetede köşe yazarlığı ve sosyologlug yaptı. Radikal gazetesi,  Yeni Yüzyıl ile beraber, beyaz yakalı sınıfı siyasal İslam'a ve tarikatçılığa ısındırma gazetesiydi. Yani duygu eğitimi amaçlı bir gazeteydi. Gazetenin bir dönem başyazarı ve genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, meşhur Kabataş yalanını gördüğünü bağıra-çağıra iddia eden tweetleri atan kişiydi ve o tweetler, onun hıyarlığı değildi.

Bir film ya da romanda olmayan şeylerdir asıl mesaj. Güz sanıcısı-, 6-7 Eylül İstanbul progromunu konu alıyordu. Filmde olmayan şey, dönemin iktidarı olan Demokrat Partidir. Filmde progromu planladığı ve uyguladığı Demokrat Partiye ait hiç bir işaret ya da belge yoktur. O zamanlar radyoda saatlerce Vatan cephesine katılanların okunması yok. Üzerine de, yağmayı yapanlar, tayyörlü, takım elbiseli Cumhuriyet Halk Partililer. Oysa o yağmayı yapanların çoğu, şalvarlı-poturlu ve köyden daha yeni göçmüş Demokrat parti seçmenleriydi.



Filmde Demokrat partinin suçu Komünistlere atma çabası da gösterilmiyor, o da ayrı konu.

Biz 12 Eylülün taze olduğu yıllara geri dönelim ve Türk İslam sentezciliğinden geriye sadece İslamcılık kaldı. Son beş yıldır, iktidar ve iktidar ortaklarından (buna Türk milliyetçiliğini ana ekseninde olduğunu iddia eden parti de dahil), Mehmet Emin Yurdakul gibi, Ben Türküm, dinim cinsim uludur diyebilecek bir kişi bile kalmadı, bu da tarihe nottur.

Ben, Gençliğe Hitabenin, Nutuk'un son bölümü olduğunu, üniversitedeyken Osmanlıca dersinde öğrendim. Nutuk'un tamamını da öğretmenliğimin ilk yılında okudum. Öğretmenliğimin büyük bir bölümü de, dini eksen alan ve her şeyi özelleştiren iktidarda geçti. Ben bu dönemde Atatürkçülüğü daha iyi anladım.

2010 referandumunda üzerimde bir çaresizlik hali vardı. Her şeyi görmenin ve hiç kimseye anlatamamanın hali canımı sıkıyordu. Daha önce de yazmıştım, 15 Temmuz bence bağıra çağıra geldi. Sonrasında bu blogu yazmaya karar verdim.

Yeni nesil ya da meşhur adı ile Z kuşağı, tüm bunlara rağmen Atatürkçülüğü bizden daha iyi anlıyor ya da ben öyle gözlemliyorum.

3 Ağustos 2021 Salı

VAHŞİ SULAMA SORUNUMUZ

 


Sevgili okurlarım. Bu yazıyı bu vakte kadar yazmamış olma sebebim, buna yetkim olmamasıdır. Hayatım boyunca çiftçilik yapmış, tarla sürmüş  olmadığım gibi, tarım sektörü ile tek alakam, öğretmenliğimin ilk yıllarını kırsalda yapmış olmaktır. Gel gelelim sorun acilse, yetkiniz ya da ehliyetiniz yoksa da, işe el koyarsınız. Tuz Gölünde ölen yavru flamingoların fotoğrafını görünce, bu yazıyı yazmaya karar verdim, çünkü basında vahşi sulamadan bahseden yok.

Buna benzer durumları, yıllar önce baca temizlememe benzetirim. Yıllar önce, ilk atandığım ilçede, baca temizlemeye parasıyla adam bulamamıştım. Üç katlı lojmanın çatısına çıkıp, kendim temizlemiştim. Şimdi de hiç kimse vahşi sulamadan bahsetmediği için, ben yazmak durumunda kaldım.

Vahşi sulama denilen şey,  tarlanızın-bahçenizin dibinde su kaynağı ya da su kuyusu varsa, ürünün türüne göre aylarca ve gece-gündüz salma sulama yapıyorsunuz. Geleneksel salma sulamanın vahşice olanı. Bundan youtuber Ruhi Çenet,  obruk oluşma nedeni olarak bahsetmişti. 

Yer altı suları başta olmak üzere, su kaynaklarını hunharca tüketen vahşi sulama, obrukların, çölleşmenin,  kuruyan göllerin de en büyük sebeplerinden biridir. Bu vahşi sulama, özellikle kuyu suyu ile yapılıyor ve her sene daha derine kuyu açılıyor, ta ki kuyudan tuzlu-jeotermal su çıkana kadar.

Vahşi sulamanın bir nedeni de, ticari hırs. Kurak arazide,  mısır, patates, elma, kiraz gibi bol su isteyen ya da aynı ürünün, bol ürün veren ama her sene ithal tohum isteyen hibrit ( çoğunlukla İsrail-İtalyan-Hollanda patentli) çeşitlerinin kullanılması, vahşi sulama kullanımını arttırıyor.

Vahşi sulamanın tek zararı, su kaynaklarını tüketmesi değil, toprağın mineral ve mikrobiyolojik dengesini de bozması, toprağın tuzlanmasına sebep olmasıdır.

İşin daha acı tarafı, bu yazıyı benim yazmış olmam, onlarca ziraat fakültesi, hocaları ve mezunlarının gerçekten hiç bir işe yaramamasıdır.

Vahşi sulama, Aral gölünü kurutan, Özbekistan ve Türkmenistan'ın yarısını çöl yapan kabustur. Hükumet ve yerel idareler (son yasa ile büyük şehir belediyeleri bu konuda hayli yetkili oldu) bir an önce bir şeyler yapmaya başlamalıdır.

29 Temmuz 2021 Perşembe

TÜRKİYELİ KAVRAMINA BAŞKA AÇIDAN İTİRAZ



 Son bir kaç yıldır, malum ödüllü yazarımız ve onunla beraber tüm yetmez amacıların dilimize pelesenk ettiği bir kelime var; Türkiyelilik. Pek çok kişi sanıyor ki bu kavram, Türk kavramına ya da Türk milliyetçiliğine karşı bir söz. 

Oysa bu söz, yani Türk yerine Türkiyeli demenin asıl amacı faşizmin değirmenine su taşımaktadır. Zira azınlıkları, tıpkı Suriyeliler ve Afganlar gibi ülke kültürüne, etnisitesine yabancı bir varlık olarak gösterme çabasıdır. Ülkemizi Afganistan, Somali ve benzeri ülkeler gibi, etnik grupların birbiri ile beraber yaşayamadığı bir ülke haline getirme çabasıdır. Bunun için de etnik grupları, o ülkeye ait hissettirmeme çabası vardır.

TRT bile, 12 Eylül'de,  TRT'nin en Türkçü geçindiği zamanlarda bile, Türk asıllı Bulgar vatandaşı denildi, Türk asıllı Bulgaristan vatandaşları denildi, öyle Bulgaristanlı sözü geçmedi. 

Şimdi de, eski yetmez amacıların ağzında koro halinde Türkiyelilik sözü var. Bu grup, ilginç bir şekilde mültecilerin ülkemizde kalmasından yana, Avrupa'ya girmesine muhalif. (Üstelik önemli bir kısmı yurt dışında yaşarken) Bu ittifak en son 2010'da bir aradaydı ve başımıza gelenler, geleceklerin göstergesidir. Üstelik mevcut Fetöcüler de, bu göçmenleri alalım korosuna katılmış durumdayken.

Devletin yüz binlerce, belki de  milyonlarca silahı kayıpken, yıllarca iç savaş yaşamış bir ülkeden , bir sürü genç erkeğin göçü de hayra alamet değildir.

Amerika ve ya başka bir yerde fon alanların yazdıklarında da hep bir art niyet aranmalıdır. Ben yarım asra yaklaşan hayatımda, insanların mal veya mülkü, o da paraya çeviremediği için, karşılıksız bağışladıklarına şahit oldum ama nakit paranın asla. Birileri nakit para veriyorsa, kesinlikle bir karşılık bekliyordur.

Hem bu vakıflar madem böyle cömert,  neden SMA'lı hastlar, KYK borçluları veya ona benzer alanlarda yardım sağlamıyor?

Dostlarım, Kürt isek, Kürt'üz, aslımızı inkar mı edelim? Sonuçta Kürt asıllı olsak da, Türk vatandaşıyız ve bizi Türkiyeli diye dışlamaya kimsenin hakkı yok.

23 Temmuz 2021 Cuma

12 EYLÜL'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU 5-SEÇİM VE PARTİ KANUNLARI


 

12 Eylül döneminde en çok tekrarlanan kelime, birlik ve beraberlikti. Bunun için pek çok ya çıkardı, pek çoğu halen yürürlüktedir. Bunlardan en önemlisi meşhur, nadide (bir de Maldiv Adalarında varmış) %10 barajımız. 1995 seçimlerinden önce bölge barajları vardı. O seçimde Refah partisi sürpriz bir çıkış yapınca,  anayasa mahkemesi nedense bölge barajlarının eşitlik ilkesine uymadığını hatırladı. %10 barajı da olduğu gibi kaldı. Seçim kanunu her seçim için tekrar değişse de, partiler kanunu aynı kaldı.

Bu %10 barajı ile ilgili olarak bir parantez açayım. Bu konuda tüm partilerin tavrı daima iki yüzlü olmuşlardır. Baraj sorunları olduğunda, baraj karşıtı olurken, barajı aştıklarında da baraj yanlısı oldular.

12 Eylül darbesi olmadan önce Türkiye Büyük Millet Meclisi, altı ay boyunca cumhurbaşkanı seçimi yapamadı, çünkü siyasi partiler aralarında anlaşamadı. 12 Eylül öncesi diye diye dillendirilen 70W'li yıllar boyunca CHP, biri 1974-75, diğeri de 1977-78 (meşhur Güneş Motel olayı)'de 2 defa koalisyonla iktidar oldu. 1965-1960 arasında iktidarda olanlar hep sağ partiler iktidardaydı. 1965-1971 (12 Mart Muhtırası) arasında zaten Süleyman Demirel'in tek parti iktidarı vardı.71-73 arası Süleyman Demirel başkanlığında, diğer sağ partilerin de dahil olduğu 1. Milliyetçi Cephe, 74-77 arası gene Demirel önderliğinde 2. Milliyetçi Cephe ve 78 ara seçimlerinde CHP'nin bej sıfır (beş değil, bej, Trakya aksanı ve CHP'nin seçim yenilgisinin sloganı, yanlışlıkla yazmadım yani) yenilgisinden sonra Demirel'in Adalet Partisi ve onu kerhen (tiksinerek) dışarıdan destekleyen Necmettin Erbakan ve onun Milli Selamet Partisi ile kurulan azınlık (yani mecliste çoğunluk olmadan) yönetimi vardı. Bu dönemde genelde kısa ömürlü ve sık sık birbirleri ile kavga eden koalisyonlar vardı. Kenan Evren ve 12 Eylül rejimi de, bir daha koalisyon olmasın, küçük partiler meclise girmesin diye %10 barajını seçim kanunun temeline attı. Üzerine de partiler yasasını, parti lideri diktatörlüğüne çevirecek partiler yasasını yaptı. Partiler yasası da %10 barajı gibi dokunulmaz bir yasa oldu. Hatta partiler yasasından pek bahseden de yok.

Arkadaşlar, üniversitede seminer konum olunca, pek çok çeşit parti örgütlenmesi olduğunu ve buna göre yasalar olduğunu öğrendim. Mesela Amerika Birleşik Devletleri ve pek çok ülkede, delegelik sistemi yok ve hatta her vatandaş ön seçime katılabiliyor. Bence  ülkemizde de seçimler böyle olmalı.

Tek parti iktidarı arzusunun  kökeni doksanlı yıllar değil, 12 Eylülün duygu eğitimidir. Biz bu duyguyu aşmalıyız. Her iktidar bir koalisyondur, şu andaki iktidar da bunun ispatıdır. Kendisi, biri büyük, iki ya da üç küçük ortak sahibidir. Ülkemizde koalisyonları bitirmek ya da küçük partileri bitirmek adına yapılan seçim kanunu değişiklikleri,  bu partileri daha da büyütmekten başka bir işe yaramadı. 2002 seçimlerinde barajı sadece AKP ve CHP geçince, oyların % 55'i yani yarısı çöp oldu. 1995'den beri can çekişen, 1999'da ağır yaralanan merkez sağ (DYP ve ANAP)  önce birleşip, öyle öldü. 2002 felaketinde barajın altında kalan partilerden MHP ve HDP (DTP-HADEP) sağ çıktı. Hatta HDP güçlenerek çıktı. Partiler yasası ise, Deniz Baykal'ın CHP'yi ele geçirmesini engellemedi.

İnsanların istediği partiye oy vermesini, partiye üye-delege olup, parti içi demokrasiyi işletmesine engel olan 12 Eylül kanunları ve zihniyetinden sıyrılmalı. 

Siyasi görüşümüz bizimle aynı olanlar az diye suçluluk duymamalıyız.



ORTAOKULLARIN ÖNEMİ

 


Fen ve matematik (kısaca sayısal) sorunları üzerine bir şeyler yazmak için düşünürken, bu tür soyut konular üzerine kafalarının ilk çalıştığı zamanı, yani ortaokul dönemine ilişkin de düşünmem gerektiğini anladım. Eğitim sistemimiz tel tel dökülse de, dökülen her teli için ayrı ayrı fikir üretmek, boynumuzun borcudur.

Ortaokul sistemimiz her zaman ahım, şahım olmadı, her zaman krizdeydi. Liseler zaten kredili sistem denen heyuladan sonra iflah olmadı, o ayrı konu. Orta okullar ise sekiz yıllık kesintisiz eğitim sistemi döneminde en ağır darbe yedi. Zira sınıfta kalma kalkınca, öğretmenlerin elindeki otorite sıfırlandı. Aniden sınıflar kalabalıklaştı. Sınıfta kalma bir yana,  öğrencilere düşük not vermek de imkansızlaştı.

Buna bir de öğretmenlerin hiç hazır olmadığı kaynaştırma eğitimi geldi. Engelliler için olması gereken, kaynaştırma eğitimidir Ancak zerre kaynaştırma eğitimi almamış öğretmenler ve idareciler bunaldı. Kaynaştırma , BEP ( Bireyselleştirilmiş Eğitim Planı ) ve ZEP  (Zenginleştirilmiş Eğitim Planı) kelimeleri öğretmenlerin kelime dağarcığına girdi. Oysa orta okul öğretmenlerinin çoğunun bu konuda eğitimleri yoktu. Diğer bir husus, bu BEP'li öğrencilerin, sınıflara eşit dağıtılması sorunuydu. Buna meslek liselerinde pek uyulamıyordu. Çünkü BEP'li öğrencilerin bazılarına delici-kesici ya da zehirli aletleri vermek tehlikeliydi. İlk ve orta okullarda ise, müdür ya da daha üst kademede tanıdığı-torpili olan öğretmenlerin sınıfına BEP'li öğrenci ya az veriliyordu, çoğu kez de hiç verilmiyordu. Bazı gariban öğrenciler ise, tüm BEP'li öğrencilerle uğraşıyor, sınıfta da huzursuzluk oluyordu. (Zira BEP'li ya da mülteci, Suriyeli vs, olmayan öğrenciler de, sürgün sınıfından olduklarını anlıyordu.) 

Bence  orta okullara ilgili en büyük sorunumuz, adını da vermemize sebep olan bakış açımız. Bu okullar öğrenciler için bir şeylerin ortasında değil, başında. Öğrencilerin soyut kavramları (matematik, din ve benzeri), yabancı dilleri öğrenmesi, pek çok spor branşına başlaması için en iyi başlangıç dönemidir orta okul yılları.

Türk eğitim sistemi, bu yılları genel anlamda orta okul diyerek küçümsemek bir yana, sürekli lise giriş sınavları veya benzeri şeylerle yoruyoruz. Öğrencilerin matematik, yabancı dil ve güzel sanatlara olan ilgilerini öldürüyoruz. Bir de imam hatip ortaokulu adı altında, bunu özellikle yapıyoruz. 

Orta okullara çok acil çeki düzen vermeliyiz.

19 Temmuz 2021 Pazartesi

12 EYLÜL'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU 4-DEVLET BÜYÜKLERİNE SAYGISIZLIK VE GENÇ OLMAK

 


Kenan Evren'in konuşmalarında sık sık yakındığı konulardan biri de gençlerin büyüklerine, özellikle de devlet büyüklerine saygısızlığıydı. Zaten 12 Eylül sonrası ilk on yıl boyunca genç olmak, kendi başına bir suç sayıldı.

Peki, kimdi bu devlet büyükleri? Kenan Evren'e göre en başta kendisi ve Milli Güvenlik Konseyi dediği generalleri, subayları, astsubayları, polisleri ve tüm devlet yöneticileri, devlet büyüğüdür. Onlara saygı gösterilmelidir.

Bu saygıyı göstermeye klasik saygı gösterileri yeterli değildir. Bu devlet büyüklerine ekstra saygı sözleri ile hitap etmelidir. Kaymakam bey değil, sayın kaymakamım denmelidir. Yapılan hiç bir devlet faaliyeti eleştirilmemelidir.

Bu devlet büyükleri ve Türk büyükleri meselesi, seksenlerin ilk yarısında gerek derslerde, gerek tek kanallı radyo ve televizyonlarda, gerekse diğer yazılı basında bolca işlendi. Okullara Türk büyükleri portreleri o zamanlar asıldı ve ilk olarak Büyük Türk Büyükleri diye asıldı ve gene Büyük Türk Büyükleri diye kitaplar basıldı. Sonra bu büyük kelimesinin tekrarından oluşan anlam bozukluğu fark edildi ve sadece Türk Büyükleri diye basımı yapıldı. Tarihteki bir sürü hükümdar, din adamı, yer yer de İbni Sina falan yer alıyordu.

O yıllarda Kenan Evren, daha Cumhurbaşkanı seçilmeden, Çankaya Köşküne, Hizmet Binası denen devasa yapıyı yaptı. Pek çok görkemli devlet konutu o yıllardan kalmadır. Kendisini görkemli törenlerle karşılattı. Bir sürü insanı sokaklarda, onu karşılaması için bekletip, sonra alkışlattı. (Bunlardan biri de bendim. Kenan Evren'e (o zamanın deyimi ile) coşkun sevgi gösterisinde bulunmak için Dikmen Merkez İlkokulundan (Şimdiki Necla Kızılbağ Ortaokulu), Kızılay'a kadar iki kere tüm okulca yürütüldük. Birinde Pakistan'ın darbeci generali Ziya Ül Hak'ı, diğerinde de halk isyanı ile devrilen Romanya diktatörü Nikolay Çavuşesku'yu ağırlamıştı. Saatlerce aç-susuz bekleyip, hazretleri konvoyuyla geçerken alkışlamış, sonra yürüyerek geri dönmüştük. Hatta ben ilkinde yolu kaybetmiş, Balgat civarını dolaşarak, akşam yedi gibi eve gelmiştim.

Özal'da 12 Eylül'ün bir parçasıydı. Özal ve ondan sonra gelenler, 12 Eylül'ün mirasını hunharca kullandı. Özellikle 1980-85 arası dillere pelesenk olan devlet büyüğü kavramına sıkı sıkı yapıştı.

Aslında devlet büyüğü lafı, Osmanlı'dan ve padişahlık rejiminden kalmadır. Yüz yıla yaklaşan cumhuriyetimiz,  bu zihniyeti yıkamamıştır. Seçtiğimiz politikacıları, ömür boyu padişah olarak seçmiyoruz. Onları saraylarda ve lüks içinde yaşatmak  zorunda değiliz. Seçimle getirdiğimiz gibi,  seçimle götürebiliriz. Onlar padişah değilse, biz de reaya (Arapça sürü, Osmanlı'da halka verilen isim)  değiliz. Abartılı saygı sözlerine de hiç gerek yok.

Devlet büyüğü kavramı, Osmanlıdan beri tekrarladığımız bir zırvadan başka bir şey değildir.

18 Temmuz 2021 Pazar

FELSEFENİN ALMANYA'YI BİRLEŞTİRMESİ-3 HEGEL DİYALEKTİĞİ



 Almanya'yı birleştiren üçüncü büyük filozof olarak Hegel'i anlatacağım. Zira Georg Wilhem Frederic Hegel, Prusya'nın Almanya'yı birleştirmeyi en azından ana ilkelerde ve temel devlet kurumlarında başardığı yıllarda felsefesini üretti.

Hegel'in felsefesi, bir uzlaşma felsefesiydi. Diyalektik mantık ya da idealist diyalektik, hem dünya fikir tarihini, hem de evrenin oluşumunu karşılıklı konuşmaya benzetir. (Diyalektik materyalizm, onun felsefesi ile yetişmiş Karl Marks'a aittir.) Tanrı, saf tin ya da ide (düşünce) olarak bir tezdir; kendi anti tezi olan maddeyi yaratmış, onun sentezi olarak insan var olmuştur. İnsanın sentezi, tanrıya yaklaştıkça melekleşir, insan ile tanrı sentezi meleklerdi. bunun için de insan, sanat ve bilim gibi manevi zevklere yönelmelidir. Yeme-içme gibi maddi zevkler, insanı hayvana yaklaştırır. İnsan ile maddenin sentezi hayvandır, Hegel mantığına göre.

Hegel felsefesi ve mantığı, bir uzlaşım felsefesidir. Zira her tez ve antitez, bir sentezde mutlaka buluşacaktır. Bu da uzlaşmayan mezheplerin (Katolik, Lutheryan ve Calvinist) ve hatta 19. yüz yıl boyunca yaygınlaşan ateizm, birbiriyle uzlaşacaktır.

Hegel'in bu felsefesi, Almanya'nın birleşmesi için o kadar çok önemliydi ki, Prusya imparatorluğu, bu felsefeyi, zorun din dersleri gibi tüm Almanlara öğretti, belletti. Bu felsefe, din adamlarının çok işine yarıyordu, özellikle Protestan ilahiyatçılarının çok işine yarıyordu.

Sonuçta bu felsefe çok yaygınlaştı, bu yaygınlığın etkileri de olacaktı. Günümüzde diyalektik denilince akla Hegel değil de, ondan bir nesil sonra doğmuş olan Karl Marks ve Marksizm akla gelir. Marks, arkadaşı Frederic Engels ile beraber, bu diyalektiği ters çevirmiş ve diyalektik materyalizmi icat etmişlerdir. Bunu yaparken de  Ludwig Andreas Feuerbach 'ın materyalizmden faydalandılar. Feurebach'a göre dünya maddelerden oluşsa da, ruhçu bakış açısı ile anlaşılabilirdi.

Marks ve Engels'e göre evrendeki maddeler arasında, tıpkı Hegel'in anlattığı gibi tez-antitez çatışması vardır ama sentezde uzlaşma yoktur, uzlaşma ya da orta nokta geçicidir, eninde sonunda sentez kazanacaktır. Su soğuyacak, bir an devrim olup, buza dönüşecektir. İnsanlık tarihinde de benzer şekilde, ilkel komünal toplumdan feodaliteye, feodaliteden kapitalizmde geçişler olmuştu. Geçici tarım, ilkel toplumla, tarım toplumunun, ticaret kapitalizmi de, kapitalizm ile feodalite arasında sentezdi. Kapitalizm ile komünizm arasındaki sentez sosyalizm; nihai hedef komünizmdir.

Marksist felsefe, Hegel felsefesi aksine bir çatışma felsefesidir. Hegel'den sonra pek çok Alman filozofu oldu ama Hegel sonrasında Almanya tekrar birleşmişti. 

Uzlaşmayan, uzlaşmaktan da üstün olup, başkasını ezmeye çalışan mezhepler ve tarikatlara inat Alman felsefesi, gerçek bir uzlaşma toplumu oluşturdu.

Bu toplumsal uzlaşma mükemmel değildi. Almanlar, tamamen Katolik olduklarında da Yahudi düşmanıydılar. Luther ve Calvin'de Yahudi düşmanıydı. Mezhepler çatışsa da, Yahudi düşmanlığı baki kaldı. Hitler, Yahudi düşmanlığı yaratmadı, hazır Yahudi düşmanlığına kondu. Bu da olayın başka bir boyutu.