5 Nisan 2024 Cuma

KILIÇDAROĞLU'NUN Y.VŞAK FAŞİZMLE MÜCADELESİ



 En başta, bu konudan bir bahsetmiştim: )https://onbinkitap.blogspot.com/2024/01/fasizm-ve-yvsak-fasizm.html) 

Y.vşak faşizm, iki yüzlü, suçu başkalarına atan ve gerçek yüzünü göstermek için, gerçek faşizmin yükselmesini bekleyen faşizmdir. Gerçek faşizm, biz NAZİYİZ, burada Yahudileri sevmeyiz der, y.vşak faşist, burada naziler çok der. Suçu genelde başkalarına atar. Bu başkalarına atma da genelde her şey olup, bittikten sonra olur. Y.vaş faşist, sizle dost olmaktan öte, size akraba bile olur. Sizden kız almkatan öte, size kız bile verir.  İşine gelmediğinde birden senin öteki olduğunu hatırlar. Faşist ise sizi her zaman öteki ilan eder.

Bunu daha anlaşılır olması için bir örnekle anlatayım. Faşist size kız vermez, kız alabilir ama onu sizden uzaklaştırır. Diyelim  bu aileye gelin yada damat (içgüveysi yada hanımköylü) oldunuz. Orada uzun yıllar kimseden kötü bir laf bir yana sitem bile duymadınız. Zencisinizidir ama kışlık odunu kıran bir damadı sizsinizidir. Kürtsünüzdür ama kucağına oynayıp, şımartacağı torun veren gelini sizsinizdir. Sizden ala akraba mı vardır? Bu mutluluk yıllarca sürer ama tabiki bitecektir. Büyük baba ölünce miras davası açılır ve o zaman o dostlarının sana olan nefretini görürsünüz. Ülkemizde en kanlı davalar, miras, hele de arazi kavgalarıdır. Küçücük çocukları, hamile kadınları bile acımadan öldürürler.  İşte o an, bırakın Alevi, Ermeni falan olmayı,  annenizin  yakın bir köyden gelin gelmiş olması bile sizin için kabahat olur.

İşte bu yavşak faşizm, gerçek yüzünü böyle fırsat anlarında gösterir. Progrom yapacağı zaman, devletin desteğini alır.  Yağmalayacağını yağmalayıp,  tüm insanlık suçlarını işledikten sonra, kendisini  aklamanın yollarını arar. Sonra da olayı hızla unutturmaya çalışır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/12/maras-corum-sivas-ve-diger-katliamlar.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/12/maras-corum-sivas-ve-diger-katliamlar_21.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/03/maras-corum-sivas-ve-diger-katliamlar.html

Bu faşist zihnşyet, elbette Kılıçdaroğlu ile gerçek bir ittifak yapmayacaktı, hem tabanda, hem de tavandan. En başından,  Kılıçdaroğlu aday olmasın propagandası, böyle bir propagandaydı ve arkasında iktidar vardı. Altılı masayı bir araya getirmesi bir yana,  İyi partinin de seçilmesini sağlayan da Kılıçdaroğlu'ydu. Kılıçdaroğlu, Alevi ve Kürt, hatta Tuncelili diye oy vermeyiz demiyorlar da,  diğerleri oy vermez diyorlar. Diğer yandan, Ekrem İmamoğlu yada Mansur Yavaş aday olsaydı bile, bu adaylara karşı da bir B kumpas planı vardı muhtemelen.

Kılıçdaroğlu, yavşak faşizmle mücadele etmesini bilmedi, çok fazla uzlaşmacıydı. Zamanı gelince açıkça ve tek başına savaşmasını bilmedi. Aslında en baştan istifa etmeliydi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/neden-kilicdaroglu-istifasini-istemek.html)

Gene de partiye katkısı yadsınamaz. Meral Akşener ve Yılmaz Özdil'in ihanetine rağmen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin  2. tura kalmasını sağlamıştır.Bu arada y.vşak faşizm, özellikle  Yılmaz Özdil gibilerinin faşizmidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/14-mayis-secimleri-nde-muhalefet-neden.html)

Sonuçta Kemal Kılıçdaroğlu, hem kendi hataları, hem de ihanetler yüzünden önce Cumhurbaşkanlığı seçimini, sonra CHP genel başkanlığını kaybetti. CHP'nin 31 Mart yerel seçim zaferinden sonra geri dönme ihtimali da kalmadı. Kalmasın, yetmiş beş yaşından sonra da siyaseti bıraksın zaten. Kılıçdaoğlu'nun hataları çoktu ama doğru işleri de çoktu. İmamoğlu'nu Beylikdüzü'nden alıp, İstanbul Büyükşehir için aday gösteren, kırk yıllık MHP'li Mansur Yavaş'ı kırk bin yıllık CHP'liye çeviren oydu. Gene de çoktan istifa etmeliydi, o ayrı konu.

Bu aşamadan sonra sağcılar, muhafazakarlar ve tarikatlar,  keşke Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı olsaydı diyecekler. Onun gibi uyumlu ve uzlaşmacı bir CHP'li bir daha bulamazlar. Hele CHP, İyi parti yada başka birileri olmadan da başaracağını anladı ki, kimseye de acımaz. Kılıçdaroğlu gidince, hele de kurultayı kaybedip gidince, ellerinden mezhep silahı da alındı.

Mezhep demişken. Dada 1996 Gazi Mahallesi, 1992 Sivas katliamlarının hesabı sorulmamışken, daha geride Maraş-Çorum-Malatya ve bir sürü katliamın dosyası duruken, Kılıçdaroğlu'nun memleketi Tunceli'nin 1990-1995 arası güvenlik güçleri zorbalığı yüzünden nüfusunun göçe zorlanması tazeyken, bir Alevi cumhurbaşkanı seçilme rüyasına ne güzel inanmışız, akıl alır gibi değil. Hele de Maraş ve Çorum'un planlıyıcıs ve uygulaıyıcısı MHP kökenli, üzerine de Tansu Çiller'in iç işleri bakanı Meral Akşener'in CHP ile ortaklığa sonuna kadar gideceğine,  y.vşaklık yapmayacğına inanmak, meğer ne büyük saflıkmış. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html)

Ama gene de Alevilerden kurtulamadılarç O da ayrı konu.

12 Mart 2024 Salı

İNTİHAL TİCARİ BİR MESELEDİR

 


Yetmez amacıların popüler bir yazarının, popüler olmayan bir romanının intihal olmasının kesinleşmesi, resmen hepsini paniğe sürükledi. Gene yüz küsur kişilik toplu bir bildiri hazırladılar. Aralarına eski besteci,  uzun zamandır da romancı olan eski CHP mebusu Livaneli'yi aldılar. Neymiş, bu hırsızlık cezalandırılırsa, yaratıcılıkları zedelenirmiş. Vah vah vah. İmzaya katılan bay Nobel'in Beyaz Kale ve Lvaneli'nin Mutluluk romanları da düpedüz aşırma. Livaneli'nin romanı, Nobel ödüllü Mısırlı yazar Necip Mahfuz'un, Dilenci romanına çok benziyor.

Bu fikir hırsızlarının savunmaları ise çok komik. Başka yazarların fikir haklarının korunması, bunların yaratıcılığına engelmiş. Sorun şu ki, intihal davaları, ticari ve mali davalardır. Akademik intihal davaları da ticaridir. Bu ticarilik, akademistenlerin (asistan yada profesör) biz dar gelirlerin gözüne çok görünen maaş yada ikramiyeleri değil, bu ünvanların halka verdiği güven duygusu ve söz söyleme yetkisidir. Şimdi be profesör olsaydım,  böyle blog köşelerinde mi yazardım, yoksa önemli yayınevleri kitabımı basmak için (hadi her profesörün kitabı içinde sıraya girmesinler) direk para mı talep ederlerdi? Sonuçta bu blogunda okunma oranları bu sevieyede gezmedi.

Matbaa ve fikir-sanat ürünlerini çoğaltıp, satmanın bu kadar kolay olmadığı, bu işlerden çok para kazanılmadığı zamanlarda, bu tür intihallere fazla dikkat edilmezdi. O zamanlar sanattan para kazanmak (mimar bile olsanız) kendinize zengin, tercihen kral, sadrazam, vezir yada vali ayarında devlet görevlisi bir koruyucu bulmanızla mümkündü. Yoksa hikaye anlatıcısı olarak kahvelerde, tiyatrocu-meddah olarak sokak köşelerinde, şair olarak zaten saz çalan bir ozan olarak düğünlerde, bayramlarda, ressam-yontucu-nakkaş olarak arada bir çıkan süsleme işlerinde üç-beş kuruş kazanırdınız. Konak yaptıracak kadar zengin biri değilseniz, ev yaptırmak için  duvarcı ustası tutardınız, mimar değil. Behçet Mahir, Erzurum, Atatürk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı (Türkoloji) profesörü Mehmet Kaplan tarafından keşfedilip, üniversite kadrosuna özel dekan odacısı olarak alınana kadar, geçimini kahvelerde hikaye anlatarak sağlıyordu. Kaplan, Köroğlu başta olmak üzere, pek çok destanı ondan derledi. Hatta anlattığı destanda Köroğlu, Ayvaz'ı, dekanın kendisini çağırdığı gibi, ziline basarak çağırır.

O zamanlarda bile intihal,  ciddi bir suç, kusur olarak görülmüştür. Adını hatırlamadığım bir divan şairi,  uykusuz geceler ve günler sonucu bulduğu dizenin, mevcut kalıplara uymayıp, hiç kimselere benzememesinden dolayı beğenilmediğini; başka bir uykusuz gecelere mal olan bir şiirinin de, unutulmuş bir şaire benzediği için beğenilmediğini yazmıştır. Şeyh Galip, Mevlana'dan çok aşırma yaptığı suçlamalarına, çaldımsa mirimin (önderimin-büyüğümün) malını çaldım, elin malını çalmadım ya diye kendisini savunmuştur. Buna rağmen özellikle şair ve müzisyenler, aşırdıkları eserleri uzak yerlerde icra etmişlerdir. Örneğin, Kalenin Dibinde Taş Ben Olaydım türküsü, Özbekistan'dan başlayıp, tüm Türkçe konuşan toplumlarda değişik versiyonları söylenmiş, bir varyantı Arnavutça omuş, Avusturyalı besteci Brhams, orkestraya uyarlayıp, Persian Marsh (İran Marşı) yapmıştır. Balıkesir'e ait, iki keklik türküsü, az farkla Elazığ'da ortaya çıkar.  Yazsak ve araştırsak onlarca örnek çıkar.

Fakat dedim ya, o zamanlar sanat-bilim işlerinde çok para yoktu. Öklid (Pisagor'da olabilir) bu işlerden kaç para kazanacağını soran bir öğrencisinin eline para verip, sınıftan kovmuş. Thales, bu felsefeden kaç para kazanılacağını soranlara kızıp, sert-soğuk bir kışta, zeytin yağı sıkma aletlerini ucuza satın alıp, yazın, zeytin rekoltesi çok artınca yüksek fiyata satıp, çok para kazanmış. Farabi,  yaşadığı yıllarda da şimdiki kadar ünlü olduğu halde, ayetleri para karşılığında satan durumuna düşmemek için, anlattığı derslerden para almamış, duvarcı uztalığı yapmış,yetmiş yaşından sonra bir devlet görevlisi ona emekli maaşı vermiştir. (Bakara suresi 174. ayetAllah’ın indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenler ve onu az bir şey karşılığında satanlar yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacak! Onlar için elem verici bir azap vardır.   Diyanet.gov.tr)

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/farabi-tipi-baskanlik-sistemine-gazali.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/06/ibni-sinanin-muslumandir.html

Günümüzde ise telif haklarını, sanatçı yada fikir insanı affetse, işletmeler affetmez. Herkes yada çoğu insan, fikir-sanat eserleri ile ilgili kanunlarda asıl sorunun, eser sahibi olduğunu sanır. Oysa kapitalizm için sorun, emekçi fikir insanı değil, o emeği atın alan işletmenin yani kapitalin haklarıdır. Patent, marka ve fikir-sanat mülkiyeti yasalarını biraz dikkatli incelerseniz, aslında fikri satın alan işletmeyi düşündüğünü daha iyi anlarsınız. Yani aslında dava iki yazarın değil , iki yayınevinin davası. 

Diğer yandan çok kazanan fikir sanat sahibi de, bir burjuva, hatta işletmeye dönüşebilir. Meşhur mucit Edison, aynı zamanda General Electiric'in de kurucusudur. Pek çok kere üretici,  sadece emeğini-fikrini-sanatı satmakla kalmıyor, pazarlamasını da kendisi yapıyor.

Günümüzde ise anonim şarkılara, hikayelere yada desenlere yer yoktur artık. Böyle şeyler kapitalsitler için sahipsiz maden, deniz yada arazi anlamına gelir. Sanatçılar, düşünürler, artık bir koruyucu bulmak, onun sarayına sığınmak, onun ihsanları ile geçinmek zorunda değiller. Bunun bedeli olarak da artık alıntı yaparken, en azından hukuki sınırlara dikkat etmek zorundadır. Böyle davalar yaratıcılığı düşürdüğü idiaası ile komikten öte, utanmazlıktır.

Yoksa ben de Böcek Köşkü romanı yazarım.




9 Mart 2024 Cumartesi

NARAYAMA TÜRKÜSÜ VE EMEKLİLERİMİZ



 Narayama Türküsü, 1958 yapımı, fantastik bir Japon filmi. 1983'de tekrar çekimi olarak yenisi yapılmış. 1956'da Shiriciro Fukazawa adlı bir yazarın, çok satan romanından uyarlanmış. Bir yayınevi romanı da  Türkçe'ye çevirse güzel olur. Ben 1958 yapımı filmi izledim ve nedense ülkemizdeki emekliliğin düştüğü hale benzettim.

Film, aşırı disütopik ve zamansız. Ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal ürünü yada kurgu, bir Japon'a sormak gerekli. Filmi izlerken insan, kendi kendine gerçekten Japonya böyle bir yer miymiş, roman yazarı nelerden ilham aldı, f,ilm, ne kadar romana uyuşuyor, ve daha bir sürü soru insanın aklına geliyor. Japonya'da ubasue  yada (yaşlı kişiyi ölüme terk etme) obasute (yaşlı kadını terk etme) yada oyasute (yaşlı ebebeyni terk etme)diye halk adeti varmış ama ne kadar yaygınmış, belli değilmiş.Aslında sadece bir efsane olması da muhtemel. Gene de anladığım kadarı ile bir zamanlar Japonya'da, fakir ailelerin, yaşlı ebebeynleri ıssız ormanlara terk ederek öldürmesi, sık görülen bir suçmuş.Hatta Fuji dağının kuzeyinde sık ormanlar, bu iş için sık sık kullanılmış.

(Filmde sadece yaşlılar değil, bebekler de öldürülüyor. Aile üye sayısından fazla bebeğin evde yeri yok. Kızları, tuz karşılığında (eskiden tuz, değerli bir ticari malzemeydi) satılıyor (muhtemelen geyşa olmaları için), erkeklerse sessizce öldürülüp, gömülüyor. Yaşlıların ise yetmiş yaşına kadar yaşama hakkı var. Filmin ana hikayesi, Orin ananın yaşama ve oğlunun annesini yaşatma mücadelesi. Bu mücadelede köy halkının salıdırılarına karşı oluyor. Çünkü ana-baba törelere karşı geliyor.

Pek çok okuyana tuhaf gelecek ama töre-gelenek ve görenek ile ahlak, aynı şeyler değildir. Töreler yada doksanlı yılların meşhur söylemi ile, mahalle baskısı ile, toplumsal ahlak da başka şeylerdir. Nasıl ki bir ülke hukukunda, kımarhanelerin yada genelevlerin olması, onları hukuki ama ahlaksız yapıyorsa; ailesinin değil, sevdiği erkekle evlenmek istemesi yüzünden, erkek kardeşleri, babası yada akrabaları tarafından öldürülmesi de, töreye uygun ama ahlaksızca yapar. Töreleri bir sonraki nesle taşıyanlar genelde yaşlılardır, bu sebepledir ki törelerin hakim olduğu toplumlarda, yaşlıların otoritesini hissederiz.. Gençler, tanımıyor bile olsa, yaşlılara saygı duyar.

Gene de bu, yaşlı bakımının toplumu zorladığı gerçeğini değiştirmez. Eskimo-İnuit kabileleri başta olmak üzere bazı ilkel toplulukların, yürüyemeyecek duruma gelmiş yaşlıları ölüme terk ettikleri biliniyor. Gene de bu çok açıkça dillendirilmeyen bir durum oldu. Zira eskiden bir neslin en fazla yüzde beş kadarı yetmiş yaş ve ötesini görebiliyordu. Türkler, Araplar, Vikingler ve diğer pek çok savaşçı kabilede, hasta yatağında ölmenin ayıp sayılmasının bir sebebi de yaşlı nüfusundan kurtulma çabasıdır. Kasları, duyuları ve diğer organları zayıflayan ihtiyarların, savaşlardan sağ çıkmaları daha da zordur.

Günümüzde bir neslin yarıdan fazlası, hatta çok daha fazlası,  yetmiş yaş ve ötesini görüyor. Pek çok ülkede nüfus artışının sebebi, doğum artışından çok, ömrün uzaması. Yani aslında gizli bir azalma var. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/nufus-istatisliginincocuk-kaydiragi.html) Corona salgınında pek çok ülke, bunu hissetti. Büyük Britanya'nın (İngiltere), salgın sonrasında emekli maaşı ödemelerinin üçte bir oranında azaldığını okumuştum. Yani ciddi bir nüfus kaybı. Bu salgınla ilgili komplo teorilerindne biri de, yaşlı nüfusu azaltma projesi olduğuydu. Böyle bir şey varsa bile ters tepti. Zira bu salgın, geri kalmış ülkelerden çok, gelişmiş ülkelerin, özellikle zaten yaşlı kıta diye anılan Avrupa'nın nüfusunu etkiledi. Sebebi de gelişmiş ülkelerin, siteril şartlarda yaşayan halkının yaşlılarının, yepyeni bir virüs olan coronaya karşı deyanıksız olmasıydı. Bu hastalık, hep de altmış yaş ve üzerini vurmadı. Yaşlandıkça ölme ihtimaliniz artmakla beraber, pek çok genç insan da coronadan öldü. Kırk yaş üeri beyaz yakalı, özellikle doktor çok kaybeden Avrupa ülkeleri, beyin göçüne kapılarını açtı ve birileri de giderlerse gitsinler dedi.

Diğer yandan hem düşen doğumlar, hem de artan ortalama ömür, gelişmemiş ülkeler için de dert. Başka bir dertte, emekli maaşları. Türkiye'de uzun yıllar popülist politikalarla düşük tutulan emeklilik yaşları da bu derdi daha çok arttırıyor. Bu iktidar, seçimi kazanma uğruna 9 Kasım 1999 öncesi sigortalı çalışmaya başlayanların emeklilik hakkını vermedi, diğer emeklilerden kesti.

Kapitalizm, emekçi hakkını almayı unuttukça, emekçi tepki vermeyi unuttukça, ilkel haline dönüyor. Nasıl ki bir zamanlar, küçücük çocukları, günde on, on iki saat madenlerde çalıştırıp,  raşitizm hastalığının yaygınlaşmasına sebep olmuşlarsa;  aynı tepkisizliği gördüklerinde, emeklileri de Narata Türküsü filmindeki gibi dağ başına bırakabililirler.

1 Mart 2024 Cuma

SİYANÜRde AMAÇ, ZEHİRLEYİP, AÇ BIRAKMAK MI?



 Madencilik zor iştir. Zonguldaklı bir arkadaş, maden insana göre değil, demişti. Bu yüzden madenlerde binlerce yıl, insan sayımayan köleler sayıldı. Gemilerde kürek çekmek (kürek mahkumluğu) ve madencilik, uzun süre kölelerin işi oldu. Özellikle tünel-kuyu madenciliği çok zorluydu. O derin tüneller ne canlar almıştı. Sadece kazalar değil, ciğere dolan tozlar da ömrü kısaltmıştır. Müreffeh Avrupa ülkelerinin pek çoğunda (Almanya, Fransa, Belçika vesaire) kömür madenleri kapandı. Rusların yapay elması daha ucuz elde etmesiyle, özellikle Afrika'da pek çok elmas madeni kapandı. Böylece Afrika'daki pek çok iç savaş sona erdi. Afrika, uyuşturucu üretse de, onun asıl tüketicisi Avrupa ve A.BD'ye uzak olduğu için, Sahra çölünün güneyindek iç savaşları fildişi ve elmas karşılamış; fillerin soyu kurumaya yaklaşmışken, yapay fildişi imdada yetişmiş, yapay elmas da pek çok iç savaşı bitirmiştir. Çünkü o kadar askeri-gerillayı besleyecek para bulmak zorlaşmıştır. Altın, platin yada diğer madenler, zorlu bir işleme, cevherden ayırma süreci uzun ve zorlu. Diğer yandan Afrika, hele de Sahra güneyi hali hazırda zorlu. Bir zamanlar adı Zaire olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti, dünyanın en büyük kobalt madeni üreticisi ve bu ülkede dünyanın görmediği, her sene yüz binlerce, hatta bazı yıllar iki milyon kişinin öldüğü bir iç savaş yaşamakta. Bu ülke, yanılmıyorsam Şili ile beraber, dünyanın en büyük bakır üreticisi de aynı zamanda. Afrika kıtası ile ilgili olarak internet ve sosyal medya ortamlarında, dünya madenlerinin üçte birnin çıkarıldığına dair bilgiler görüyorum.

Bu yalansa bile abartı değildir. Bunun en başlıca sebebi, Afrika'nın bu madenlere sahip olması, diğer bir sebebi de Afrika toprağının geç sömürgeleştirilmiş olmasıdır. Afrika, sivri sineklerin, beyin humması da yapan sıtma hastalığından dolayı, 19. yüzyılda kininin ve aşıların icadına kadar çok fazla işgal edilememiş olmasıdır. Avrupalı beyaz adamın, Afrika kıtası kaynaklı hastalılara karşı narinliği, kıtayı beyaz adam mezarlığına çevirmiştir. Aşı ve ilaç teknolojisinin gelişmesi ile 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupalılar, genelde sadece köle kaynağı olarak görmüştür. 1885 Berlin Kongresi ile de paylaşmışlardır. Yani Afrika'da maden arama ve çıkarmaya geç başlanmıştır.

Üçüncü neden Almanya gibi ülkelerin, madenlerini kapatma nedeniyle aynı ve daha fazlasıdır. Madenler sadece çalışanına değil, çevresine de sağlık tehditi yayar. Siyanür, toz, yer yer o madenler, beraber toprak altından çıkan yan ürünler (kurşun ve civa gibi ağır metaller vesaire) başa yeternce derttir. Bu yüzden medeni memleketlerde maden işletmek zordur ve madenleri geri kalmış ülkelerde açmak daha iyidir. 1984'de, Hindistan'ın Bhopal felaketinden sonra Anerikalı şirket, davaların da Hindistan'da açılmasını sağlayarak, binlerce insanın öldüğü felakette ödemesi gereken tazminatları bedavaya getirdi. 18 binden fazla insan öldü, 150 binden fazla insan zehirlendi, 40 tom zehir havaya savruldu ama şirket hemen hemen hiç ceza ödemedi (Rakamlar vikipedia'dan. Olay 3 aralık 1984'de oldu.) Böyle bir kazanın Ameika'da olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Yabancı kanallardan altın madenciliği belgeselleri izliyorum. Çok izleniyor ki, yıllardır devam ediyor. Parker diye aileden madenci bir genç var. 19 yaşında başladı ve kaç zamandır izliyorsam bayağı büyüdü. A.B.D ve Kanada'da yer yer özel mülk arazileri alıp, altın çıkarıyor. Bir de Berin Denizinde Altın diye bir program izliyorum. Ne kadar uzun zamandır izliyorsam, bazı kişilerin, kameralar önünde zenginleşmesini izliyorum. Bir çift var, ayrılalı çok oldu. Uyduruk bir salın üzerinde, denizin dibinden çıkardıkları kum ve kayayı eleyerek, altın arıyorlardı. Resmen kameraların önünde zenginleştiler. Erkeğin, kepçesi, gayet iyi ekipmanları, helikopteri falan oldu. Kız da, bir kaç kız alarak, kendi altın arayışını sürdürüyor. Maden dışında gayet şık giyiniyor. (Gözümüz yok, Allah daha çok versin.)

İşin ilginci hiç biri siyanür kullanmıyor. Oysa siyanür kullansalar, iki,üç yada on, yirmi kat fazla altın çıkaracaklar. O kadar maden belgesseli izledim, siyanürlü linç ile çalışan bir tek, Şili'de, yüz yılda bir yağmur yağan çölün ortasındaki bakır madeniydi. Hatta bakırı üç kere siyanürlü havuz ile işlenecek saflığa getiriyorlardı. Orada da, siyanür havuzu, kat kat güvenlikli bir alandaydı. Cevher, kilometrelerce taşınarak, siyanür havuzuna boşaltılıyordu.

Ben, çok fazla komplo teorisine inanmanın paranoya olduğuna inanalarım. Büyük kötülüklerinse tesadüfen olmadığını hayat içinde öğrendim.  Örneğin dedikodular, yanlış anlaşılmalardan falan doğmuyordu. Yeri ve zamanı bekleniyor ve ona göre özel olarak üretiliyordu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/dedikodu-komplo-toplumu.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/dedikodu-cihadi.html)

Büyük katliamlar ve progromlar da ani ve kitlesel öfke krizlerinin sonucu değildirler. Uzun süreli ve teknik hazırlık isterler. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/ahmet-kaya-olayi-orneginde-progrom-ve.html) Sovyetler Birliği döneminde, Özbekistan ve Türkmenistan başta olmak üzere Orta Asya ülkeleri, yanlış tarım (sulama, gübreleme vesaire) ve kirlilikten dolayı zarar gördü. Aral görü yarıdan fazla kuruyup, iki parçaya bölündü. Bu ülkelerin tarımı, tek başına kendi halklarına yetmez hale geldi. Sizce bunda kastı yok muydu?

Peki tam fay hattının üzerine, Frat gibi devasa bir nehrin yanı başında, böyle dayanıksız bir siyanür havuzu yapmanın tek sebebi para hırsı mı, yoksa içinden geçtiği üç ülkenin (Türkiye, Suriye, Irak ve hatta Şattül Arab seneiiyle az da olsa İran) tarımını felç etmek mi?

İtalyan mafya örgütü Ndrangetha (Burada N harfi, d harfini daha ince okutmaya yarıyor, okumasanız da olur) 'nın, maden havzalarına tehlikeli (kimyasal-nüklüer) atıkları gömdüğünü öğrendiğimde de, şu yazıyı yazmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/maden-mi-copluk-mu.html)



24 Şubat 2024 Cumartesi

CHP'YE SALDIRMANIN NEDENLERİ VE BAHANELERİ






 Geçen yıl, sosyal medyadan tanıştığım bir kadın aracılığıyla, Atatürkçü Birlik Grubu diye bir gruba üye olmuştum. Cuma akşamları Zoom'da toplanıyorduk. Toplantılara Faik Kurtulan başkanlık ediyor,  genelde ya üyelerden biri powerpoit ile sunum yapıyor, ya da bir konuğumuz oluyorduk.  Hatta o son toplantıda, Faik'le kavga edip, ayrılmasaydım, ertesi cuma sunumu ben yapacaktım. Faik Kurtulan'ın adını Aydınlık fazetesinde görünce, Doğu Perinçek ile ilgili yazımı, grubun Watssap kanalına atmıştım. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html) Bu öfkesini son toplantıdan önce söylemişti. Watsap gruplarında ortalığı karıştırdın diye. Bir de gene o son toplantıdan önce Faik kurtulan ve diğer üyelerle, neden sadce CHP'n,n adını vererek eleştirdiğini, diğer partileri eleştirmediğini sorarak tartışma başlatmıştım.

Biz o son toplantıya gelelim, esas giriş bu toplantıda olanlar. O gün grubun konuğu, emekli mühendis albay Öznur Yılmaz'dı. Seçimlere az bir zaman kalmıştı ve iktidar konfederasyonuna Hüda-Par'da katılmıştı. Kendisi Hüda-Par'ın ve siyasal dinin kadınlara saldırıları hakkında bir sunum yaptı. Sonra Faik Kurtulan lafa başladı ve Öznur hanım, CHP yada sol dememişken, CHP aleyhine sayıp, dökmeye başladı. CHP,  HDP'ye özerklik ve tarikatlara bir sürü şey vaat etmişti Faik'e göre. Bir de her cümlesinin sonunda, videosunu atayım mı, deyip duruyordu. (Gezi'de de camide içki içmenin videosu kaç cumadır gelecek.) Ben de Faik'le kavga ettim. Önce mesajlarım engellendi, ardından toplantıdan atıldım. Watsap grubuna manifestomu verip, gruptan ayrıldım.



Siz de iktidarı savunamıyor musunuz, Faik gibi yapın, CHP'ye saldırın. Hüda-Par, kadın haklarına mı saldırıyor,  Cehape'de aşk-meşk sıkandalı vardır.  Apo'nun mektubu, TRT'de mi okundu, Cehape, Kürtlere özerklik verecektir. Elinizde delile gerek yoktur, daha sonra yayımlayacağınızı açıklayın, yeter. Konu yirmi yıldan beri ülkeyi yöneten iktidar ve siz onu savunamıyor musunuz, Cehapeye laf atın yeter. Zira tek muhalefet partisi cehape'dir. Mesele iktidarın kötü olması değil, cehape gelirse daha kötüsü olmasıdır. Anası-bacısı, geneleve satılmış olsa, cehape gelirse daha ucuza satar diye endişelenecek. Fırat havzası, Basra'ya kadar siyanürlenecek, memlekette tüm ormanlar satışta, emekli artık kendini geçindiremiyor (ilk atandığımda öğrencilerin neredeyse yarısının babası emekliydi), Rusya, Akkkuyu'ya nüklüer santral görünümlü askeri üs kuruyor, Amerika, parasını verdiğimiz F-35'leri vermediği gibi, F-16'ları da binbir kapütülasyonla veriyor, asgari ücretliyi bırakın, ortalama üstü gelirlilerin ev almak değil, kiralaması bile hayal oldu ama en büyük tehlike cehape. Edirne'ye Enver (paşa) gireceğine Bulgarda kalsaydı yada keşke savaşı Yunan kazansaydı demek gibi bir şey. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/meger-bunlar-kurtulus-savasina-da.html)

Faik Kurtulan, bu şekilde davranan tek kişi değildir. Ülkemizde her ideolojiden cehape aleyhine bir cümle vardır. Şimdi size aşağıda bir dizi cümle sıralayacağım, pek çoğunuz bu cümleyi duymuştur.

Atatürk düşmanı, Atatürk'ün partisi cehape, halka zulm etmiştir; Atatürkçü, cehape artık Atatük'ün partisi falan değildir; siyasal İslamcı, Cehape İslamın düşmanıdır; İslam karşıtı, cehape tarikatlarca yönetilmektedir; Alevici, Aleviler, cehapeye oy vermekte ama yeterince temsil edilmemektedirler; Alevi düşmanı, cehape, Alevi derneğine dönmüştür; Kürtçü, cehape Kürt isyanlarını kanla bastırmıştır; Kürt düşmanı, Kürtler batıda cehapeye oy veriyor, cehape Kürtleri koruyor; Türkçü, cehape Türk düşmanıdır; Türk düşmanı, cehape Türkçülüğün ve azınlık düşmanlığının partisidir; sosyal demokrat, cehape artık sosyal demokrat değildir, sosyalist enternasyonelden çıkarılmalıdır; sosyalist-komünist, cehape burjuva partisidir; antikomünist, cehapa komünistlerin gizli yuvasıdır. Bakın, hiç biri size yabancı gelmedi, çünkü daha önce duydunuz. Üç defa arka arkaya MHP yada İYİ parti aleyhine yazı yazarsanız, Türk düşmanı, gene aynı şekilde DEM-HDP aleyhine yazarsanız Kürt düşmanı olursunuz. Lakin rahmetsiz Engin Ardı. ve onu örnek alan yüzlerce medya yazarı gibi her yazınız cehape aleyhine olabilir, her gün böyle yazabilirsiniz. Ne CNN, ne de Türk olan bir kanal var. Tek yaptıkları (saat başı haberleri dışında) dört-beş kişi bir araya gelip, cehapeyi konuşmak. Arada evde D-SMART'tan kanalları zaplıyorum, her akşam, CNN TÜRK dışında üç kanalda daha konu cehape.

Türkiye'de sağ ve Tüsiad, 1976 1 Mayısındaki devasa kalabalık ve  1977 seçimlerinde Bülent Ecevit seçimlerinden sonra terör saldırılarını arttırmış, o zamanlar basını tam olarak kontrol edemeyen TÜSİAD, basına ilanlar vererek, CHP'nin zoraki azınlık hukümetinin düşmesini sağlamıştır. Ülkemizde suikaste giden sağcı politikacı, iş insanı falan vardır ama yazar-çizer veya akademisyen yoktur.  12 Eylül öncesi kitlesel katliamların (sadece Maraş-Çorum, Bahçelievler katliamı gibi katliamlar değil, kahvehane taramaları da benzerdir) kurbanları çoğunlukla solculardır. Buna rağmen 12 eylül medyası, önce sağ-sol kavgası diye anlattı olayı, sonra tüm suçu sola attı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html)

12 Eylülden sonra Turgut Özal ve onun medyası, rakibi gördüğü Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan'ı kardeş kavası suçlamalarını yöneltti. ANAP, dört eğilimin (sosyal demokrasi, milliyetçilik, milli görüş ve merkez sağ) partisi olmakla övünüyordu. Sonuçta Demirel ve DYP, mecburen SHP ile işbirliğine gitti. (12 Eylülden sonra CHP'liler halkçı partiyi kurarken, askerlerde sosyal demokrat partiyi kurmuş, sonra bu iki parti birleşmişti CHP'nin eski genel başkanı Bülent Ecevit'de, kendi yasaklı olduğu için, karısının genel başkanlığında DSP'yi kurmuştu.) Sonuçta DYP, ve Süleyman Demirel, SHP ile koalisyon yaptı. Bunun bir nedeni de, 12 Eylül suçlarını işlememiş olmaktı. 1977 seçimlerinde Ecevit ile koalisyon yapmayan sağ partiler bloğu (Milliyetçi Cephe), Abdi İpeçi'nn cenazesinde bile el sıkışmayan Ecevit ile Demirel ve 12 Elül darbesinden önce altı ay boyunca inatla cumhurbaşkanı seçmeyen meclis, Türk milletinden özür dilemiş oluyordu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylulun-sucluluk-duygusu-egitimi-2.html)

Medyadaki CHP düşmanlığı, 1989 yerel seçimlerinden sonra başladı. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin belediyelerinin kaybedilmesi, sağcılara, medya holdinglerine ve TÜSİAD'da kabus gibi geldi. Seçimlerden önce ANAP, seçmeni tehdit eden propagandalar yaptı. Derhal SHP'nin ve solun elinden büyük şehirler alınmalı ve solun iktidara gelmesi imkansız hale getirilmeliydi. Önce ANAP'a destek geri çekilip, aynı destek DYP'ye ve MHP'yeyöneltildi. ANAP'a verilen destek boşuna olacaktı.  1993 seçimlerinde görülecekti MHP-DYP'ye verilen destek de boşunaydı. 1993 seçimlerine daha sonra tekrar döneceğim.

Uzan ailesinin Star televizyonu ve diğer radyo-tv kanalları, SHP'ye sakdırmaya başladı. SHP, içten de, Deniz Baykal'ın taraftarları ile yara almaya başladı. SHP, ikide bir kongrelerle gündeme geldi. Ardından da SHP'yi ele geçirmek yerine, 12 Eylül rejiminin kapattığı CHP'yi tekrar açtı 1992'de. Sonra CHP, ayrı listelerle seçime girerek,  1995 seçimlerinde pek çok milletvekilliğini, yerel seçimlerde de İstanbul ve Ankara başta olmak üzere pek çok belediyeyi kaybetmesine sebep oldu. 1995 yılında Shp-Chp birleşti. Bu sefer de anti Baykalcılık yükselişe geçti. Bu arada İSKİ skandalı patladı. Star TV, kısa sürede İSKİ skandalı TV haline geldi. Bu skandal üzerinden tüm SHP (CHP)'li belediyelere saldırdı. Sonra bu saldırıya diğer TV kanalları ve medya da katıldı.

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-6-uzan-ailesi-ve-yesim.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/uzan-ailesinin-ve-genc-partinin-siyasi.html

CHP, Atatürk'ün mirası (özellikle bir ara Reisl'in diline doladığı İş Bankarı hisseleri başta olmak üzere) ve 12 Eylül öncesi mülklerini de geri alabilmek için CHP çatısı altında ve Deniz Baykal liderliğinde birleşti. Seçmen, Deniz Baykal'ı sevmediği için CHP, oy kaybetmeye devam etti. Solda en büyük oy alan parti olma özelliğini DSP'ye kaptırdı. Yüzde on barajını önce ucu ucuna geçti, sonra baraj altı ve tarihinde ilk kez meclis dışı kaldı. (1999 seçimleri) DSP, 2002 seçimlerinde, sağın tüm günahını da yüklenerek, batmak bir yana, yerin dibine girdi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/turk-medyasinin-2002-harekati-akp-nasil.html) 

Bu arada medyada giderek liberalleşti ve sağcılaştı. Emin Çölaşan yada Bekir Coşkun gibi ünlü köşe yazarları, uzun süre koltuklarında kaldı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/aydin-dogan-kimdir.html) Ekonomi servisleri, serbest piyasa ve özelleştirme yanlıları ile doldu.

AKP iktidarı yıllarında ise ya CHP, ya biz temalı propagandalar yapıldı. 2010, yetmez ama referandumunda, CHP ile Atatürkçülük eleştirildi.  Şimdilerde CHP'nin az Atatürkçülükle suçlandığına, sosyal demokrattasn, solcunda Atatürkçü olmaz diyenlere bakmayın. 2008 ile 2013 (Gezi isyanı) arasında tek Atatürkçü, CHP'lilerdi. Doğu Perinçek'in Türkçe Olimpiyatlarında şeref  konuğu olduğu yıllardı. Gezi ve sonrasında 17-25 Aralık, FETÖ-AKP  savaşından sonra Atatürkçülük yeniden popülerleşmeye başladı. AKP bu sefer de Alevi düşmanlığını ortaya koydu. Seçimleri kazanmak için basit bir formül uyguluyor. Tüm muhalefet CHP'de toplayıp, muhalefetin geri kalanını da muhalefete muhalefette topluyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html)

Bir de her seçim sırasında ortaya çıkan milli otomobil, milli gemi, milli traktör (hatırlayan var mı, on liralık elektirikle, on dönüm tarla sürecekti), altın, uranyum, gümüş, doğal gaz, petrol (Hatırlar mısınız Gabar dağında çıkacaktı? İnternette, hatta televizyonlarda yayımlanan görüntülerin aslında Venezüella'da çekildiği ortaya çıkmıştı) madenleri; askerimize terörist saldırlar ve sert cevaplar (karşı saldırılar); DHKP-C'ni de bir saldırısı( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/silahli-direnisin-provakasyon-olmasi.html) ; şehit cenazesinde muhalefet liderlerine saldırı; muhalefet bloğunda bölünmeler ve kavgalar; seçim gecesi belirsizlik ve korku; iktidarın yeni bir zaferi ve kapanış.

Bu seçimde de benzeri oluyor, bir farkla. Daha önceki seçimlerde iktidar bloğu, seçim öncesi nefret diline ara verir,  tüm ülkenin başkanıyım havasında dolaşırdı. Bu seçimde açıkça hedef gösterme var. Buna bir de en son ANAP'ın 1989'da yaptığı, belediyeyi bize vermezseniz, kötü olur tehditleri var. Bu tehditler, 1989'da da işe yaramadığı gibi. 1989 yerel  seçimleri sonrası medya ve iş dünyası önce ANAP'tan, 1995 sonrası da DYP ve Tansu Çiller'den vazgeçti.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/yildirim-akbulut-ve-mesut-yilmaz.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html

Şimdi de benzer bir korkutma var. Hatta benzeri değil, aynısı var. 1995'de Mehmet Barlas, Sabah gazetesindeki köşesinde, İslamı anlamak diye bir yazı yazdı. Bu yazıdan sonra medya ve iş dünyası (TÜSİAD), kamu oyunu yavaş yavaş siyasal İslam'a doğru sürdü. Bu arada CHP'ye saldırlar devam etti. 

Sonrasını tekrar uzun uzadıya yazmayayım. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/turk-medyasinin-2002-harekati-akp-nasil.html) Bugün de benzer bir siyasi-ekonomik krizle karşı karşıyayız. Bu sefer sağın kaçacak yeni bir alanı yok. MHP, majör parti olma şansını, 1995'de Alparslan Türkeş'in yanlışları başta olmak üzere defalarca tepti, red etti. İyi parti ise, seçimlere az kala masayı devirip, sonra geri dönerek tepti. CHP ile ittifakı, AKP devrilmeden bırakmamalıydı. Türkiye'de sağın, kaçacak yeni bir partisi ve ideolojisi yok. Tek çaresi, Faik Kurtulan gibi, ya CHP ya Cumhur konfederasyonu diye tehdit etmek. Üstelik buna DEM parti, İyi Parti, Zafer partisi falan da dahil. 

DEM Parti değilse de, seçmeninin, seçimden sonrasını düşünmesi gereklidir. 1977 ara seçimlerini bej sıfır (beş değil, bej, CHP'nin Edirne belediyesini kaybettiği gece, Trakya aksanıyla çıkmıştır bu slogan) yenilgisinden sonra Anadolu'da Alevilere karşı progromlar oldu (Maraş-Çorum gibi). Çünkü dönemin majör partisi Adalet Partisi ve lideri Süleyman Demirel,  her yerde CHP'nin oy oranını arttıran Alevileri, taşra illerinden kovmaya ve büyük şehirlere, hatta Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine dağıtmaya karar vermişti. Bu yüzden Alevilere karşı terörü, çoğu kez tüm ile yayıyordu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/06/alevi-tarih-mitlerine-cevaplar-2.html)

(https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/suleyman-demirel-kimdir.html)

Bu seçimlerden sonra, İstanbul başta olmak üzere, belediyeleri kaybetmesine engel olacak Kürtlere karşı benzer saldırıları yapmayacağını,  hatta 2015'de Beypazarı'nda yaptıklarını yapmayacaklarını nerden biliyorsunuz ve neye güveniyorsunuz. Resi, seçimlerden önce, mülakattı kaldıracağını vaat etmişti ama seçimlerden sonra hemen vazgeçti. Ben 1998'de öğretmenliğe ilk başladığımda,  öğrencilerimin çoğunun babası emekliydi. Bazıları çalışmıyordu. Zor da olsa emekli maaşıyla geçim vardı. Şimdi emekli olayım, tekrar üniversite okuyayım istiyorum, emekli maaşı bana yetmeyecek, biliyorum. Et bu ülkede her zaman pahallıydı ama kemikler hayvanların payıydı yada utana-sıkıla çorbalık kemik verilirdi ücretsiz olarak. Şimdi kemikler parayla satılıyor.

Hadi, TÜSİAD'ı, tarikatları anlarım. Sol partiler ve alt sınıfları CHP'nin nesi ile tehdit ediyorlar. Dünyada tek partiler genelde kan ve şiddetli isyanlarla yıkılırken (hatta Suriye'de on küsur yıllık iç savaşa rağmen yıkılmamışken,  CHP,  1946'da direndi 1950'de tek etti. Sonrasında ise (SHP dahil, hatta zorlarsan Ecevit'in DSP dahil) ortaklıkları hep kısa süreli oldu. Aslında kimse CHP iktidarından korkmuyor. Sonrasında olacaklardan korkuyor.




15 Şubat 2024 Perşembe

BULUŞ YOLUYLA DİN ÖĞRENİMİ

 


Bu yazıya, eğitim bilimleri yada eğitim felsefesi üzerine ansiklopedik bilgi ile giriş yapacağım ama konumuz tam olarak bu değil. 

Pek çok öğrenme yöntemi-metodu vardır. Sunuş yoluyla öğrenmede öğretmen, öğrencilere bilgiyi kendisi anlatır yada yapıp, gösterir. Araştırma-incelemede öğrenciye ödev verirsin. Staj yada okul işliği, yaparak-yaşayarak öğrenmedir. Okul takımları, grup ödevleri, işbirlikli öğrenmedir. Bu ve daha fazlasını, uzmanların ve akademisyenlerin yazdıkları eğitim ile ilgili kitaplardan öğrenebilirsiniz. Burada yazımızın başlığı buluş yıluyla öğrenim ve bunun din eğitiminde uygulanması yada neden uygulanmadığı.

Buluş yolu ile öğrenmede, öğrencinin bilgiyi kendisinin bulması, keşfetmesi yada öyle sanmasının sağlanmasıdır. Bu amaçla öğrenciye keşif yapması için alan yapılır. Müzeler, fuarlar, oyun alanları, kütüphaneler, pazarlar, böylesi keşif alanlarıdır. Oklların içinde de böylesi keşif köşeleri yapılabilir. Saksılardan oluşan bir botanik parkı, şairler köşesi böylesi keşif noktlalarıdır.

Orta çağ zihniyetli, geri kalmakta inat eden toplumlar, buluş yoluyla öğrenmeyi sevmez. Çünkü orta çağ zihniyetine göre eğitim, çocuğu yetiştirme değil, şekillendirme işidir. Öğrenci, öğretmenin yada sistemin istemediği şeyi öğrenmemelidir. Bu yüzden sansürler ve yasaklarla öğrencilinin bir şeyleri keşfetmesine engel olmaya çalışır. Buluş yoluyla öğrenmeyi, informal öğrenmeyle karıştırır. Öğrenci, kendi istediği gibi olmalıdır. Araştırma-inceleme ödevlerinde de verilen kaynaklar kullanılmalıdır. Oysa gerçek mucitler, kendi keşfettikleri bilgilerden yola çıkarlar. Ödevler, mucit yetiştirmez. Öğrenci sadece çözümü değil, sorunu da keşfetmelidir. Bunun için de öğrencinin sadece öğrenmesi değil, oynaması da teşvik edilmeldir. Yaşı kaç olursa olsun.

Buluş yoluyla öğrenmede öğrenci, istemediğimiz şeyleri de keşfedebilir. Mesela Sovyetker Birliği dönenimde işçilere kapitalist sistemin kötülüğünü anlatmak için, beyaz polislerin, siyah işçileri dövdüğü bir video izletilmiş. İşç,ler, ırçılık yada polis şiddetinden çok, videodaki işçilerin ayakkabılarının kaliteli olmasını görmüş. Zira kendileri polis şiddetine alışkınlar. Muhteşem Yüzyıl dizisi ile Türk halkı, Osmanlı padişahlarının, öz oğullarını boğdurduğunu keşfetti. Sanat eserlerinin de insanların bir şeyleri keşfetmesini sağlama özelliği vardır. Türk halkının, Osmanl ıpadişahlarının üçte birinin (otuz altı padişahın on ikisinin) tahttan indirdiği keşfetmesine de zaman vardır.

Öğrencinin kişiliğine göre merak yolu vardır. Bu yüzden en formal, programlı öğretimlerin bile informal, tesadüflere bağlı yanları vardır. Ünlü gazeteci, fotoğraf sanatçısı ve ressam, Fikret Otyam, çocukken, Niğde'de, Alevi bir satıcıdan bal aldığı için babasından dayak yemiş. Otyam, daha sonra Alevi kültürünün en büyük takipçilerinden biri oldu ve cenazesi de cemevinden kaldırıldı. Muhtemelen babasından yediği dayak, bu kültürü merak etmesine sebep olmuştu.

Merak, insanın kendini gerçekleştimesinin iyi bir yoludur ve insanda her şeyi merak etme potansiyeli vardır. Okul içi-dışı  etkinlikler,  merak ve keşif  duygusunu kamçılar. Oysa ülkemizde etkinlik eğitimi çok zayıf. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/etkinlik-egitimi-sorunumuz.html) Etkinlikler, eğitime yük olarak görülüyor. İnsanın keşif çabasını asıl arttıran sanattır, keşif için ilham veren sanattır. Bu gün aya gidildiyse, uzaya istasyon kurulduysa ve bunu İslam ülkeleri değil de, Hristiyan ülkeleri yaptıysa,  bunda Newton kadar Bacon'un, Bacon kadar Shakespare'in, Leonardo da Vinci'nin de katkısı vardır. Ülkemizde sanat ve sporcu eğitimi de zayıftır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/02/sporcu-ev-sanatci-yetistirememe.html) Ülkemizde herkesin resim-müzik, hele de beden eğitimi dersi notunun illa beş olması saçmalıktır.

Son yıllarda, özellikle kamu kuruluşlarından, okullara sunum yapma yaygınlaştı. Muhtemelen il yada ilçe milli eğitimden randevu alıyorlardır ama genelde öğretmenleri pek haberi olmuyor. Öğrencilerin bir kısmı (çoğu kez okulların konferans salonları, tüm öğrencileri alacak kadar büyük olmuyor) konferans salonuna alınıyor, gelenler bir sunum yapıyor, bir kaç soru soruluyor ve kapanış. Mesela Emniyet müdürlüğünün BÖF (Bilgilendirme ve Önleme Faaliyetleri)  birimi var, öğrencileri terör örgütleri ve diğer suç konularında bilgilendiriyor. ÇEDES' de galiba böyle sunumlardan oluşacakmış. (Bu seneki okulumda din öğretmenleri ücretli ve henüz gelen olmadı. Oysa adı üstünde sunum, sunma metodu, bu çağın genci ise keşfetmek istiyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/10/cedesin-olu-dogumu.html)

Ülkemizde 185 okul günü az, ailelerin uzun yaz tatillerinde, hasatta çalışacak çocuğa ihtiyacı yok. Anne-baba işte çalışırken, okulların açık olmasını da daha çok tercih ediyor olabilirler. Mesele şu ki, etkinlik eğitmimiz ve .ocukların keşfetme ihtiyacını karşılamıyor. İnternet dünyası gençleri keşfetmeye çağırıyor, okullar zaten televizyon ile rekabet edemiyordu, internetle hiç edemiyor.

Şimdi de asıl konumuz olan buluş yolu ile din öğreniminden bahsedelim. İşin doğrusu din adamları. öğrencinin neyi bulacağından emin olmadığı için, buluş yolu ile din öğrenimini sevmezler. Aslında otoriteler, insanların keşfe çıkmasını istemez. Bu yüzden 12 Eylül, kitapları suç unsuru gibi tek kanallı televizyonunda teşhir edip, meşhur Fahrenheit 451 romanını gerçeğe uygulamıştı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html) Koca ülke devletin tek televizyon kanalına kalmıştı.

Türkiye'de devlet,  halkı kendi sınırladığı dine inanmasını bekledi, özellikle 12 Eylül sonrasında zorunlu din dersleri ile şekillendirmek istedi. Sonuçta Aleviler'den başlayarak dinsizliğin (Ateizm ve Deizm) taban bulmasına sebep oldu. Sonra, Turan Dursun suikasti geldi. Bu suikast sonrasında, öldürüldüğüne göre yazdıkları doğru olabilir düşüncesiyle, kitapları ve kitaplaştırılan gazete-dergi yazıları çok sattı ve çok satmaya devam ediyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/2002-secimlerinde-medya-manipulasyonu_28.html) Bence benzer bir durum, Adnan Oktar'ın tutuklanması sonrasında oldu. Adnan Oktar'ın tarikatının Müslümanlığının tek alameti farikası, evrim teorisine düşmanlığıydı. Halkı sürekli evrim aleyhine bilgiye boğuyordu. Oktar'ın aniden tutuklanması, insanları evrim konusunda bir şeyleri aramaya itti.

Tarikat ve Adnan Oktar demişken; semavi yada İbrahimi dinlerin (İslamiyet-Hristiyanlık ve Yahudilik) , buluş yolu ile dini öğrenmeye karşıdırlar. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, derler. (Bu söz peygambere ait değildir. Muhammed yaşarken, hiç kimsenin kendisi ile eşitlemedi. Bu söz, muhetmelen Beyazıd-i Bistami yada Cüneyid-i Cürcani'ye ait olmalıdır.) Pir eteğinden tut, derler. New Age tarikatlar ve terör örgütleri, kendilerinin keşfedilmesini yada keşfedildiğini sanılmasını isterler. En azından ilk adımın, keşifle olması çabasındadırlar. Az da olsa, kendilerini merak edenler sayesinde, her nesilde örgüt olarak devamlarını sağlıyorlar. Bu örgütler de, keşiften sonra, zokayı yutturduktan sonra, sunumlarla o üyeyi şekillendirme çabasına giriyorlar.

Ben de Kırıkkale'ye geldiğin yıl,  bir felsefe öğretmeni olarak Yeni Yüksektepe (şimdilerde Aktiffelsefe) grubuna girmiştim ve her cumartesi derslerine devam ediyordum. Yaklaşık üç aylık kurstan sonra, üç haftalık üyeliğe hazırlık eğitimi ve üye olduktan sonra da, ömür boyu seminer alıyordunuz. Üyeliğie iki yada üç hafta kala, derneği terk ettim. Zira dernek iki tane İspanyol'un elindeydi. Antonya hoca dedikleri şahıs, derneğin kuruluşunda da varmış. Maria hoca dedikleri kadın, en az yetmişlerinde bir kadındı. En eski üyelere onlar ders veriyordu. Derneğin Türk üyelerii, ömür boyu ders almak zorundaydı. Diğer yandan desleri de zırvaydı. Mesela, Sokrates'ten zerre kadar bahsetmeden, mağara benzetmesinden yada idealar aleminden bahsetmeden, Plaron'u anlatıp, Aristo'ya geçmeden, Hint-Buda mitolojisine geçtiler. Sonra da Helena Petronova Blavatsky denen ve günümüzdeki pek çok modern üfürükçülüğün kurucusundan bahsediyorlar. En son  burçları ciddi ciddi gerçeklik olarak anlattıklarında tarikatı terk ettim.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/03/modern-ufurukculuk.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-1-tarikatlar-kimlerce.html

İnsanları tarikat yada örgütlere yönelten bir sebepte, kendisini gerçekleştirme ve keşif merakıdır.  Gaziantep'te bir Japon'un, İŞİD (DEAŞ)'a katılmaya yönelten de bu sebeptir. Bu açıdan Adnan Oktar ve tarikatının hali hazırda tehlike olduğunu düşünüyorum.  Küçük tarikatlar ve zenginlerin üye olduğu tarikatlar, daha sıkı ve gizli yönleri daha yoğun tarikatlardır ve her an umulmadık saldırılarda bulunabilirler.

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/08/adnan-hoca-yeni-bir-15-temmuz-tehlikesi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/10/adnan-oktar-tarikatinin-beklenen.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/dinsizlik-turleri-7-kutuplasma-sonrasi.html

Buluş yolu ile din öğreniminden bahseden (benim bildiğim) ilk kişi, Danimarkalı filozof ve ilahiyatçı Soren Kierkegard (Körkırgırd yada ona benzer bir şekilde telaffuz ediliyor)'dır. Kendisi Varoluşçu (Egzistansiyalizm) felsefeyi, Hristiyanlık felsefesi olarak kurmuştu. En son Fransız filozoflar Jean Paul Satre ve Albet Camus'un elinde ateist felsefe oldu. Kierkegard (Körkırgırd diye okuyabilirsiniz), insanların İsa Mesih'in yolunu,  papazlar yada kardinaller aracılığıyla değil de, kendi aklı ve duygularıyla bulması gerektiğini söylemişti. Protestanlığın kurucusu, Alman ilahiyatçı Martin Luther, akıl, şeytanın or...dur demişti. (Luher, Türkleri ve Yahudileri Neden Öldürmeliyiz isimli bir kitap da yazmıştı.)

Aklın yada bireyin arayışında ne bulunacağı bilinmezdir. Bu yüzden din adamları arama, benim sunuşumu izle der. Aramadan yorulanlar da bir sunucuya teslim olur. Dinde hoşlanmadığı şeyleri kendisi keşfetmesin, ona alıştıra alıştıra anlatsın yada anlatmasın ister. Diğer yandan özellikle genç insanlarda keşfetme arzusu daha güçlüdür. Günümüzde ise insanlara bilgi bombardımanı vardır. Bazen istemediği halde bir şeyleri keşfeder. Mesela bir spiker kadın, İslamda cariyelerle seks yapmanın yasal olduğunu, cariye sayısının da sınırı olmadığını, konuklarından öğrenir ve yüzü şaşkınlıktan donakalmıştı. 

Oysa bilse ki cariyelerle cinsel ilişkinin serbest olması bir yana, üzerlerinde ortak mülkiyet bile olabilir. Yani o kadını kullanan birden fazla erkek olabilir ve doğacak çocuk kura ile baba sahibi olabilir. Bu konuda açık şerhler var.  Aslında pek çok kadın, dinlerdeki kadın aleyhine hükümleri bilse, gece uyuyamaz. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/dinsizlik-turleri-4-feminist-dinsizlik.html)

Ülkemizde inançtan uzaklaşma süreci, dini keşfe çıkmayla başlıyor. Kendisine sunulanla yetinmeyen kişi, dini kitapları, Müslümansa Kuran'ı okuyarak başlıyor. Dinden uzaklaşmada genelde ilk aşama,  hadisleri inkarla başlıyor. Peygamberin ölümünden 190 (yuvarlarsak 200 yıl sonra derlenmeye başlayan hadisler, sık sık, hem birbirleriyle, hem de kuranla çelişiyor. Sonra tarikatları ve mezhepleri red ediyor ve deizm süreci başlıyor.

Ben de kendi dini keşif sürecim, 17-25 Aralık sürecinde başladı. O vakte kadar dinin, insanlar arasında kuvvetli bir bağ olduğunu sanırdım. Oysa Fetöcüler, bir hafta bekledi ve ardından dağıldı. Bu süreçte dine inancım adım adım zayıfladı. Dedem Korkut'u okurken, Aleviliğin aslında İslam olmadığını, Türklerin İslam öncesi inancının İslam boyası ile boyanmasından başka bir şey olmadığını keşfettim. Biz Kürt'üz doğru, biz de Aleviliği, Türklerden öğrenmiştik. Sonra, Pir Sultan Abdal, bir şiirinde Dürri Mekrun'u oku dizesinden etkilenip, Yazıcıoğlu Ahmet Bican'ın, Osmanlı yüksek kültürünün önemli bir eseri olan Dürri Mekru'u okudum. (Muhdiddin Arabi'nin ve belki başka bazı yazarların bu isimli kitabı var.)  Yazıcıoğlu, açıkça Aleviliğin, Hıtaylar'dan çıktığını yazıyor. Yani Şah Hatayi'nin adı hata yapmaktan değil, Hatayi'lerden geliyordu. Yani Osmanlı'da bunu biliyordu. Uygurların sanem dansı ile semahın benzerlikleri tesadüf değildi. Diğer yandan, Profesör İlhan Arsel'in Şeriat ve Kadın adlı eserini okuyunca, yıllar önce okuduğum, Fuzuli'nin Hakikat-ül Saada'sını hatırladım ve yapılan ahlaksızlığı keşfettim. İkinci imam Hasan, karısı Cude tarafından zehirlenmişti.Cude'nin, kocasını zehirlemek için açık sebebi vardı. Hasan, küçük yaşta kızlarla, tek gecelik muta nikahı yapıp duruyordu. Kadın gene iyi biriymiş, ben olsam balta ile kafasını koparırdım. Muta nikahının Şiiliğe özgü olduğunu sanıyorsanız, yanlıyorsunuz. Arap ülkelerinde de son derece yaygındır. Bu da benim dinden kopma noktam oldu.

Öğrencilerim arada dini sorular soruyor. Ben de onlara dini kitapları okumalarını öneriyorum. Sadece Kuranı değil, tarikat liderlerinin (Said-i Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan vs) kitaplarını da kaynağından okumalarını tavsiye ediyorum. Pek çoğunun yüzü asılıyor. Zira keşfedeceklerinin hoşlarına gitmeyeceğini biliyorlar.

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/01/dedem-korkut-ve-alevilik.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/fuzuli-hakikatul-saada-ilhan-arsel.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/gazalinin-omuzundan-atilan-tufekler.html


7 Şubat 2024 Çarşamba

ATATÜRKÇÜLÜLERİN ŞANLI DİRENİŞİ



 Atatürkçülük, daha kurulurken saldırı altındaydı. Bu saldırılıar genelde sağdan, din tüccarı kesimlerdendi. Solcular, Komünistler, çok acı çekse de Atatürk aleyhine çok konuşmadı. Bu olgu yetmişlerin başına kadar sürdü. Doğu Perinçek, Atatürk'e küçük burjuva devrimcisi demiş ve bu sözler, radikal sol gruplar arasında yayılmıştır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html) Atattürkçülük,  seksenli yıllarda yalancı bir bahar yaşadı. Gardrop Atatürkçülüğü dediğimiz şey yaşandı. Her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü ve her meydana Atatürk heykeli ile özetlenebilecek bir Atatürkçülüktü. Döneme adını veren ise, Atatürk'ün üzerine giydiği, 1930'lu yıllar modası bedene tam oturan takım elbiseler ile, gene 1930'lu yıllar modası etek-ceket kadın takımlarının moda olmasıydı. 

12 Eylül, kıyafette, büstte, resimde, heykelde yani kısaca görüntüde Atatürkçü'yken,  pek çok uygulamada Atatürk düşmanıydı. Atatürk'ün kurduğu Türk Dil Kurmu ve Türk Tarih Kurumu'nu kapatıp, Atatürk, Dil ve Tarih, Yüksek Konseyi diye bir kurum kurdu. Atatürk'ün kurduğu sistemi daha bir bozdu. Türk Hava Kurmu'nun,  kurban derisi bağışı tekelini elinden alıp, tamamen devlete bağımlı hale getirdi.  12 Eyül rejimi, Öz Türkçe'ye düşmandı. Bir sürü Öz Türkçe kelimeyi yasaklayıp, Osmanlıca kelimeleri TRT ve ders kitaplarında zorunlu tuttu. Hatta bu kelimelerden biri, darbenin başı Kenan Evren'in soy adıydı ve pek çok kişi bu duruma, Kenan Kainat diye alay ediyordu.Sonraki yıllar bu halka zorla dayatılan Osmanlıca kelimeler unutuldu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/11/osmanlicanin-yenilgisi.html) Dönemin diğer bir özelliği de, eğitimin dinselleşmesiydi. Olay sadece zorunlu din dersleri olması, bunun anayasaya girmesi değildi. O dönem din derslerin yapısı da buna dahildi. Seksenler ve doksanların din dersleri, büyük ölçüde Sünnici, hatta Hanefici bir müfredaya sahipti. Yapılan şey, toplumu Sünnileştirme hareketiydi ve dinsel zorbalıktı. Benzerini Ruslar, Müz-slümanlara, özellikle Ural bölgesi Müslümanlarına yapmışlar, Müslümanların her gün en az yarım saat Hristiyanlık dersi almasını zorunlu yapmışlardı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/dinsel-zorbalik-ve-cesitleri.html) 12 Eylül rejimi de o yolda ilerliyordu. O dönem Aleviler arasında Ateizm yayılmaya başlamıştı. Bunun sebebi, devletin zorbalığına, azınlığın tepkisiydi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/azinlik-suclari-koku-ve-azinlik-ateizmi.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/dinsizlik-turleri-2-azinlik-dinsizligi.html) Bir de o dönem din öğretmenleri, Aleviliğe karşı ara ara saldırır, bu saldırılar da basında haber olurdu. Din öğretmenleri ara ara Alevi öğrencileri dışarı çıkarır, Sünni çocuklarla özel şeyler söyleyeceğiz, gibi laflar ederdi.

Darbecilerin gardrop Atatürkçülüğü,  sonraki yıllarda Atatürk'e saldırmanın bahanesi olacaktı. Doksanların başından itibaren Atatürkçülüğü karalamak için kullandı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html) 

Buna rağmen Atatürkçüler direndi. Derneklerle, vakıflarla diredni. Okuyarak ve okutarak direndi. Atatürk tişörtleri, telefon kılıfları ile diredi. Her milli bayramlarda ve on kasımlarda Anıtkabir'e koşarak direndi. Şair, Ahmet Arif'in Anadolu şiirinde dediği gibi  tırnak ile, diş ile,  kitap ile, iş ile, sevda ile, düş ile direndi. Direnmeye de devam ediyor, devam edecek.

Sonuçta vardığımız nokta odur ki, bu karanlığın ardındaki tek ışık Atatürkçülüktür. Bugün türbanlı kızlar bile Atatürk resimli, imzalık tişörtler diyor, yıllarca Zaman yada Akit aboneliğini gözümüze sokan esnaf, gençler alış-veriş etsin diye dükkana Atatürk resmi asıyorsa, bu gerçeğin sayesindedir. Stadyumlarda binlerce kişi, Mustafa Kemal'in askerleriyiz, diye bağırıyorsa, bu gerçeğin sayesindedir.

Direnişimiz devam edecektir. Hedef sadece mevcut iktidar partisini indirmek değildir. Laikliğiyle, devletçiliğiyle, tüm yönleriyle Atatürkçülüğü devlette etkin, baskın ve gardroptan öte, gerçek ideoloji yapmaktır.