19 Mart 2017 Pazar

YANLIŞLAMA, DİNLER VE LİBERALİZM
            Poper üzerine düşünürken, yanlışlamanınçok da orijinal ve çok de bilimsel olmadığını fark ettim. Bu konuyu bilenler, Popper’ın evrimci olmasına rağmen felsefesinin evrime karşı en büyük silah olduğunu hatırlayacaktır. Ekşi sözlükteki bir yazıdan, böylesi bir saldırının çok da yeni olmadığını anladım. Biri şöyle diyordu. Bilim adamları yüzlerce teori geliştiriyor, binlerce deney yapıyor, on binlerce gözlem yapıyor, ama dinci tek bir yanılgı ile bilimi yok ediyor. Koca bir bilimsel tez, tek hata ile çöpe gidiyor. Dinin ise böyle bir derdi yok. Nasıl olsa her şeyi metafizik! İspat diye bir dertleri yok.
            Liberalist-kapitalist ekonominin ise böyle bir derdi yok.  Kapitalistler, darbecileri m desteklemiştir, Alman sanayicileri Nazileri mi desteklemiştir, liberalizme karşıdır bu. Nasıl düzelecektir, ekonominin gizli eli ile. Kusura bakmayın da, ekonominin gizli elinin insanlara refah sağlama ihtimali, Türklerin Turan’ı, Sosyalistlerin evrensel devrimlerini yapmaları kadar uzaktır. Kapitalim buna rağmen halen dünyaya egemendir. Çünkü kim olursan ol, köşe dönebilme imkânı sunar kişiye. Zaten dünyaya egemendir ve kendisini ispat ihtiyacı hissetmez. Dünyaya egemen olması ve buna devam etmesi, ispatıdır. 1990 yılında Rusya merkezli sosyalist-komünist bloğun çöküşü de, sosyalizme karşı kendilerince yeterli bir ispattır. Milyarlarca inananı olmasının, dinlerin doğruluk ispatı olması gibidir.
            Oysa saf Kapitlaizm, İskoçya Maliye ve Gümrük Bakanlığı yapmış Adam Simith tarafından bile uygulanmamıştır. İngiliz kumaşları, İskoç tekstil sanayini zarara sokunca, İngiliz kumaşlarına yüksek vergi getirilmiştir. Kapitalist iktisatçıların karşı çıktığı sosyal politikalar, kapitalizmin asıl kurtarıcısıdır. Fikrimce insanlık tarihinin bu aşamasından sonra devleti yok etmek bir yana, küçültmek bile imkânsızıdır. Libaralizmin arzuladığı, adliye, polis, belediye ve ordudan ibaret, geriye kalan tüm sağlık-sosyal güvenlik-altyapı, eğitim, finanas vb işlerinin özel sektör sektörün yapacağı kapitalist devlet de imkânsızdır. Bin dokuz yüz doksan ve iki bin on arasındaki seri krizler, dev şirketleri zor durumda bıraktı. Şimdilerde ceo ya da başkan denen genel müdürleri, özel uçaklarına atlayıp, Beyaz Saray’dan destek istedi. Tabi sosyal güvenliğe devlet bütçesinden para ayrılmayan A.B.D’de halk tepki gösterdi. Müdürlerin olaya tepkisi, bir sonrakine tarifeli tren seferleri ile gitmek oldu. Devletin tepkisi de o desteği, ülke içinde yatırım yapma şartı koymak oldu. Kapitalistler ise, devletin parasının devasa holdinglerin kurtarılmasına değil de, ülkede yatırım yapma şartına kafayı taktı. Oysa politikacılar da haklıydı. Ödediklerin vergilerin Tayland ya da Brezilyalılara maaş olarak gideceğini bilmek, seçmenlerin çok da hoşuna gitmeyecek gerçeklerdir.
            Bir de,  bir küçülme kararı ile on-yirmi bin işçiyi çok kolay işten çıkaran dev şirketlerin genel merkezlerinde ne biçim bir safa sürüldüğünü anlamak için, Şeytan Marka Giyer adlı romanı okumanızı tavsiye ederim.
            Kapitalist yazarlar, Keynes’in deyimi ile kapitalizmi yaşatma derdindedirler ve ideolojik ayrıntıları çok da önemsemezler. 20. Yy’da Avrupa’da işçilerin aldıkları haklar ve yüksek maaşlar, Komünizm korkusundandır. 1990’da Rus rejimi yıkılınca da o hakları geri alma çabasına girdiler.
            Kapitalistlerin halen anlamadığı şudur. Bir toplumda eşitlik değilse bile belli bir standart yoksa o toplumda özgürlük yoktur. Diyorsunuz ki devlet, özel mülke saldıranları korusun ama o insanların neden saldırdığını araştırmasın. Burada da ikiyüzlülük vardır.  İşçilerin hak mücadelesine ya da yasal sosyal güvenceye karşıyken, sadakadan yanadırlar. Hatta bu sadakanın devletin, hele ki kapitalistleri koruyan sağcı partinin yapması daha iyidir. Böylece işçileri düşük ücretle, sendikasız, sigortasız ya da sigorta bedelini de devlete, hatta işçinin kendisine ödetmeye devam ederek, düzeni sürdürebiliriz.
            Sırf iktidarda ve güçlü olduğu için kapitalizm kendisini o kadar kaptırmıştır ki, Japon asıllı Amerikan yazarı Fukuyama, tarihin sonu de demektedir. Yazıldığı dönemde meşhur olan makalesi de birinin sanını sıkılana kadar diye biter. Adını hatırlayamadığım bir yazar da Fukuyama’yı kast ederek, Osama Bin Ladin’in canı sıkıldı demişti. Şu an Amerika tek güç değil, Rusya, Çin, Hindistan ve onlarca ticari rakibi var. Eskisi gibi tam serbestlik olsun diyen iktisatçı kalmadı. Yok, Çin, çocuk işçi çalıştırıyormuş, yok Hindistan havayı kirletiyormuş diye söylenmekteler. Sanki batıda kapitalizm böyle kurulmamış.  Kapitalizm omurgasız ve omurgasızlığı ile omurgalı ideolojilere hadi yanlışla diye saldırıyor. Bunlara Atatürkçülük de dâhil.

            Bu dönemde ise kapitalizm, herkesin kapitlaist oldu bir çağa geliyor. Poper’ın Yahudi geninden dolayı korkudan kaçtığı NAZİ vahşetine yorum yapmayıp, Avrupa’yı Nazilerden kurtaran Sosyalizme laf etmemesi gibi, Kapitalizm de kendisini yıkacak bencillik ve bireysellik çağına laf etmeli. Omurgasızlığı artık dev kapitalistleri ya da kendisini dev aynasında gören kapitalistleri de vurmakta.

8 Mart 2017 Çarşamba

ZEKİ VELİDİ TOGAN’IN ANILARI ÜZERİNE
      Ergenliğimin kısa da olsa bir bölümünü Türk milliyetçisi, hatta en ucunda geçirdim. Bu yıllarda pek çok milliyetçi kitap, Zeki Velidi Togan’ın anılarından bahsetmekte, ondan atıflar yapmaktaydı. Derken bir gün bir sahafta denk geldi ve aldım. Rusya’dan gelen, Başkurt kökenli, Türk tarihçisi ve milliyetçisinin anılarına karşı merakım artmıştı. Bayağı hacimli bir kitap olmakla beraber, kendimce önemli noktalarını anlatayım.
        En başta bilim adamlığına laf edecek değilim. Savaşın tam ortasında bile etraftaki tarihi eserlerin kaydını tutuyor, tarihi kitapları topluyor. Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’i, Arap diplomat ve seyyah İbni  Fadlan’ın seyahatnamesi başta olmak üzere pek çok eserden onun sayesinde haberdarız. Tarih yazımı, kendi anıları da dâhil olmak üzere kronolojik gerçekliğe uymasına dikkat edilerek yapılıyor. Yalan söylemesi, olayların nedenleri,  savaşırken, yenilgi belli olunca, tabana kuvvet kaçıp, taraf değiştiriyor.
            Anılarının büyük bir kısmı 1917 Şubat devriminde Menşevik devrimine kadar olan bölümünü anlatıyor. Çocukluğundan itibaren okuma şevki ile yanıyor ve bu uğurda evi terk ediyor, bolca eğitim alıyor, en nihayetinde medrese hocası oluyor. Pek çok kitap yazıyor, en ünlüsü Türk Tatar Tarihi ona şöhreti getiriyor. Kendisi bir Başkurt. Kendi de itiraf edeceği üzere, tarih efsanesi olmasına rağmen, en az bildiği tarih, kendi tarihi. Başkurtlar, adları Heredot başta olmak üzere eski Yunanlıların Bashir dedikleri çok eski bir topluluk. Orta Asya-Sibirya dolaylarından çok eskiden göç etmişler. Dilleri Tatarca’ya çok benziyor, şu zamanlarda (2017), Sovyet devrinden kalma özerk cumhuriyetleri var. Bu özerklik, Putin devrinden beri kâğıt üzerinde. Putin’in partisi, Rusya’yı 8 bölgeye ayırmış durumda. Bu 8 başkanı, Rusya devlet başkanı atıyor ve bölge başkanı, bölgesinde tam bir egemenlik sahibi. Onun onayı olmadan, özerk cumhuriyetin kararları uygulanamıyor. Bölge başkanı, bölgedeki özerk bölge ve cumhuriyetleri ve diğer yönetim birimlerini kurmak, yok etmek, sınırlarını değiştirmek ve benzeri konularda sınırsız yetki sahibi ve sadece Rusya devlet başkanına karşı mesul. Başkurdistan özerk cumhuriyeti de Urallar bölge başkanlığına bağlı. Daha sonra belirteceğim gibi Togan’da bu özerk cumhuriyetin ilk yöneticilerinden.
         Biz Togan’a geri dönelim. 1917 Şubatına kadar anlattıklarında siyasi ve ideolojik bir taraf yok. Bu dönemde Buhara civarında bir kütüphaneyi Türkiye’ye, daha doğrusu İstanbul’a göndermesi ilginç. Türkiye ile ilişkileri hep olmuş. Onun dışında kendi halinde bilim adamı portresi çiziyor. Derken şubat devrimi başlıyor. Yaşadığı şehirdeki askeri birliğin isyanı bastırmasını bekliyor ama isyan askeri birliklerde başlıyor. Lenin ve Bolşeviklerin adını duyan yok o zamanlar. Geri dönüşlerle aslında en başından Başkurt siyasetinde etkin olduğunu anlatıyor. Sonra Menşevikler, yani Beyazlar arasında önemli bir Başkurt lideri ve subayı oluyor. Ciddi bir askeri birlik olarak, Kızıllara karşı önemli zaferler kazanıyor. Buna rağmen Kızıllar ciddi zafer kazanıyor. O da yenilgi kesinleşince, taraf değiştiriyor. Kızılar adına on beş ay çalışıyor. Bu dönemde cephede savaşmak yerine Başkurt hükumeti ve Başkurdistan özerk yönetimi adına çalışmalar yapıyor. Hatta bir subay okulu bile açıyor.
            Burada da başına belayı kendi açıyor. Aslında bu olayın başlangıcı 1905 yılına gidiyor. Rusya’da bir yerde yüz yıllar önce bir grup Tatar, devlet zulmünden Hristiyan olmuş. 1904-5 Rus-Japon savaşı sırasında ve sonrasında oluşan kargaşalık ve siyasi reformlar sonucu iki yüz bin kadarı tekrar Müslüman olmuş. Zeki Velidi bey de başka bir grup Hristiyan Tatar’ı, tekrar Müslüman yapmaya karar veriyor.  Askerleri ile kasabaya gidip, kiliselerini yakıyor. Kardeşlerim, artık özgürce Müslüman olarak yaşayabilirsiniz diyor. İnsanlar isyan ediyor, onlar artık gerçekten Hristiyan. Ağlayıp, dövünüp, isyan ediyorlar. Olaylar Lenin ve Stalin’in kulağına gidiyor. Her ikisi de şahsen görüşmek için, Zeki beyi yanına çağırıyor. Başına gelecekleri tahmin ettiği için, mahiyeti ile beraber Özbekistan’a, basmacıların yanına kaçıyor.
            Basmacı namları, baskın yapmaları anlamında… Baskınlar yaparak Rusları yıldırmaya çalışıyorlar. Orada zaferleri geçici oluyor. Polonya ile barış antlaşması yapan Lenin, ordularını Asya’ya sevk ediyor.  Bu dönemle ilgili anlattıklarından en önemlisi Enver Paşa ile ilgili olanı olmalı. Ona göre Enver paşa tuzağa düşürülmüştü. Etrafındaki bazı Kazak Türkmen, Kırgız ve Özbek ve Tacikler, Sovyetlerce satın alınmıştı. Oradaki bir arkadaşını da korkaklıkta suçluyor bir ara. Rus topları, sürekli seri ve acil üretim sonucu olacak, kalitesizmiş ve yumuşak toprakta patlamıyormuş. Kendisi de toprağın yumuşak olmadığı yerlerde Ruslarla savaşmıyormuş.  Kendisi ise yenilgi görününce kaçıyor. Ha, bu arada evleniyor, karısı da Özbekstan’da. Lakin yenilgi kesinleşince onu ve çocuğunu da terk ediyor.  Bu savaş ortamında da tarihçiliğe devam ediyor. Bilim adamlığından asla taviz vermiyor. Her zaman tarihi eserleri kataloglama, kütüphanelerden kayıp kitapları bulmada üzerine yok.
            İlk olarak İran’a gidiyor. Orada bir sene kadar kalıyor. Orada da tarihçiliğini yapıyor. Tarihi eser kataloglaması ve kütüphanelerde varlığı bilinmeyen kitapları ortaya çıkarma işlerine devam ediyor. Arap diplomat ve seyyah İbni Fadlan’ın seyahatnamesini buluyor. Oradan da Afganistan’a gidiyor. Bir yıl kadar da orada kalıyor. Aynı tarihçiliğini o zaman da yapıyor. Ardından da Hindistan’a gidiyor. O zamanlar İngiliz egemenliğinde olan Hindistan kavramına, Pakistan, Bangladeş, Nepal, Myanmar, hatta Sri Lanka, Bhutan, Maldivler girer. O dönemde İngilizlerin, Muhammet İkbal ile görüştürmemesine üzülür. Bu dönem de de Mevlana hakkında bir şeylerden bahsetmekte.
            Ona göre Mevlana ile Şemsi Tebrizi arasındaki duygusallıkta livata olmasa bile, libido vardır. Medreselerde parlak gençleri, tüysüz oğlanları yalnız bırakmadıklarından bahsediyor. Bu dönemde İngilizler, onun Muhammed İkbal ile görüşmesine engel oluyor, izin vermiyor. Orada da bir yıldan fazla kalıyor ve gemiyle Türkiye’ye geliyor, daha doğrusu İzmir’e. Bu yolculukta Cidde limanında beklerken, Kuran da senin dinin sana, benim dinin bana ayetinin barış dönemleri ve İslam’ın güçsüz olduğu zamanlar için geçerli olduğunu söylüyor. Be arada eklemeliyim, kitap boyunca Müslümanlığından dem vuruyor. Şamanist Nihal Atsız ile arkadaşlığı ve onunla 1944 ırkçılık Turancılık davasında yargılanmış Zeki Velidi, bu kitabını Türk milliyetçiliğin iyice İslamlaştığı 1960’lı yıllarda yazmış. İzmir limanında, Hindistan’da İngiliz vizesi ile çıkmış olmasından dolayı Türkiye’ye sokulmuyor. Kurtuluş savaşının en hararetli yıllarında, Mustafa Sagir denen İngiliz Ajanı Hintlinin Atatürk’e suikastı meselesi, hükumeti bu konularda hassas yapmış. O da kendisi Paris’e atıyor. Hemen her ayrıntıyı yazarken, Paris’ e kadar nasıl gittiğini anlatmıyor. Muhtemelen vapurla Marsilya’ya, oradan da trenle Paris’e gitmiş. Paris’te trenden inişinden bahsediyor. Birkaç temastan sonra, Türk milliyetçileri araya giriyor ve Türkiye’ye geliyor. Türkiye’ye geldiğinde, Rusya’da bıraktığı karısı Nefise’nin yeniden evlendiğini öğreniyor. Türkiye’de kendisine bir kız bulup, aile kuruyor, Atatürk’le görüşüyor, falan.

            Kitap, yazarın Türkiye anılarından bahsetmiyor. 1944 Irkçılık, Turancılık davası ya da 1934 Trakya olayları (ki Türk ocaklarının kapatılıp, Halk Evlerinin açılma sebebidir.) gibi konular yer almıyor. 
KARL POPPER HAKKINDA DEĞİŞEN GÖRÜŞLERİM

           Daha önce yazdığım Karl Popper yazımdan sonra, bu filozof hakkındaki görüşlerim değişti.  Kapitalizm ve liberalizm ile ilgili okuduğum birkaç kitap, bu filozof hakkındaki görüşlerimin değişmesine sebep oldu. Kapitalistlerin, Faşizan ideolojileri çok da fazla eleştirmediklerini fark ettim. 1990-91’de tarihin sonunu iddia edenler, 1945e de yıl sıfır demişlerdi. Lakin o zamanlar hiç kimse milliyetçilik öldü demedi, ırkçılık öldü diye bile olmadı. Bir daha asla dediler ama on sene kadar sonra aynı şeyler Endonezya’da oldu. 1990’da daha beteri Yugostlavya’da, özellikle de Bosna’da oldu. 1990’da ise bırakın sosyalizmi, sosyal demokrasiye bile öldü dediler.
         Benzer bir durumda filozofumuzla ilgilidir. Popper, Nazi iktidarı sırasında korkusundan Yeni Zellanda’ya kadar kaçmış ama felsefesinde milliyetçilik aleyhine bir şey yazmamıştır. Marksizmi eleştirmek için Hegel’i, Hegel’i eleştirmek için Platon’u eleştirmiş, kütük gibi iki cilt kitapla, açık toplum ve düşmanlarını anlatmıştır. Tarihselciliğin Sefaleti için de ayrıca bir kitap yazmış, buna rağmen taşıdığı azıcık Yahudi genlerine rağmen kendisinin yağlarından sabun, kemiklerinden de lahana tarlasına gübre yapmak isteyen faşizm aleyhine tek yazı yazmamıştır. Oysa faşizm, Marksizm kadar tarihselcidir. (Tarihselcilik kelimesi, onun kitabını çeviren tarihçinin icadıdır)Geçmişte, tercihen orta çağdaki bir altın çağa dönüş ve bir süper devlet hayali içerir. Söz konusu milletin yüceliği ve dünyayı yönetmesi gerektiği ideolojisine dayanır.
           Faşizan ideoloji, onun meşhur yanlışlanabilme ölçütüne de uymaz. Bu ölçüt, Popper’in bilimsel teorileri, sözde bilim ve metafizikten ayırmak için icat etmiştir. Çok kısaca özetlersek, bu teoriye göre bir önermenin yanlışlanma ihtimali varsa, o önerme bilimseldir. Önerme, bir deney ya da gözlemin sonucuna göre yalanlanabilir olmalıdır. Örneğin Einstein’ın meşhur görelilik kuramı, 1919’daki güneş tutulması sırasında, güneş ışınlarının eğilmesine bağlıydı, bu gözlemlenmeseydi, kuram kabul görmeyecekti. Naziler ve diğer tüm faşistler 1945’de pes etmemişlerdi, fikirleri gelecekte gene iktidara gelecek, asil ırkları tekrar dünyayı yönetecektir. Kapitalizmin meşhur piyasanın gizli eli teorisi de benzer bir iddia içerir. Gizli el, herkese mutluluk getirecektir ama ne zaman? Bu teoriyi ortaya ilk atan Adam Simith bile, daha sonra İskoçya’nın maliye ve gümrük bakan olduğunda, İngiltere’den gelen kumaşlara ağır gümrük koymuştur.  Hiçbir liberalist y a da kapialist, gizli elin ne zaman faaliyete geçtiğini söyleyemez. Serbest piyasa ekonomisinin tam olarak uygulandığı dönemler bile çok nadirdir.
             Popper felsefesini sadece Marksizm ve Psikanalizin bilim olmadığını ispat etmek için kurmuş gibidir. Onlarca yazısında başka bir ideoloji ya da bilimsel akımı sorgulama ihtiyacı duymamıştır.  Gariptir ki 1990’lı yıllara kadar (Richard Dawkins) evrimcilikte, Poper ölçütü ile bilim değildi. 1960’lı yıllarda gen ve DNA bilimdeki gelişmeler, Davkins’in evrimsel çağ aşamalarında yanlış canlı olmaması, örneğin dinozor çağında insan fosili bulunmaması ölçütüne kadar evrim de, Poper’cı bilimlerden değildi.  Psikolojide Gestalt yada Bilişsel ekoller de pek çok kere Poper’cı elemeden kolay kolay geçemez. Jean Piaget’in bazı tezlerini, küçük kardeşiniz ya da yeğeniniz üzerinde bile yanlışlayabilisiniz.
          Demokrasinin tek düşmanı Marksizmmiş gibi yazıp durmuştur. Dinciliği ya da milliyetçiliği hiç eleştirmemiştir. Oysa özellikle 2. Dünya savaşından sonra, demokrasinin düşmanı milliyetçilik ve dincilik olmuş, bunu da komünizmi engelleme bahanesi ile yapmıştır. Poper ise, can korkusu ile Yeni Zelanda’ya kaçtığı, Avrupa’yı Nazilerden Komünistlerin kurtardığını unutmuştur. İsrail’in ünlü Yahudiler ile ilgili kampanyasına, ırk söylemini ret ettiği için, girmek istememiştir. Buna rağmen milliyetçilik ve şovenizm ile ilgili yazısı ve fikri yoktu. Düşmanı olduğu psikanalistler, özellikle de Frankfurt okulu, Nazilerden merkezle insanlardaki şiddeti ayrıntısı ile araştırmış, Milgram itaat deneleri benzeri deneyler bile yapmıştır. Kendisi Nazileri bile eleştirmemiştir.
         Diğer bir konu da, Platon’u eleştirirken, Sokrates’e dayanması, Sokrates’i bir demokrasi yalısı gibi göstermesidir. Sokrates’ten elimize yazılı bir kaynak kalmamıştır. Ne bir numaralı öğrencisi Platon, ne Sokratesçi Okullar (Elis Eretriya, Megara, Kirene ve Kinikler), Demokrasi taraftarı değildi. Ondan anı anlatanlar da, Sokrates’in demokrat olmadığını söyler.  Demokrasi taraftarı olan Sofistlere (Hippias, Georgias, Protogoras ve diğerleri) karşıydı ve hayatı, demokrasi yanlısı, hitabet dersi veren bu filozoflara karşı olarak geçmiştir. Gerçi komedi oyunu yazan Aristofanes,  Sokrates’le alay etmek için, onu da Sofistlerden biri olarak gösterir. Sokrates, bir soylu, yani aristokrat olarak demokrasi karşıtıydı. Fikirleri uğruna idam edilmiş olması, onun bir antidemokrat olduğu gerçeğini değiştirmez. Hüseyin Nihal Atsız’da, fikirleri uğruna sık sık hapis yatmıştır. Bu onun ırkçı olduğu, Nazi hayranı olduğu ve 1934’ de Trakya’da elli-altmış bin civarında Yahudi kökenli insanı evinden, yurdundan ettiği gerçeğini değiştirmez. Açık Toplum ve Düşmanları kitabı bu açıdan pek çok zorlama içerir. Hem Sokrates’i, hem de Sokrates’in kanlı, bıçaklı olduğu Protogoras’ı över.  Milattan önceki yıllarda çoğu filozof için demokrasi, ahmak halkın her krizde, o zamanlarda TİRAN denen diktatörlerin iktidara gelmesini sağlayan, ahmak kalabalıklar rejimiydi. Demokrasi ile beraber, refah ve özgürlükte gelmiyordu. Tarihi incelemede en büyük hata, o zamana, bu günün gözleri ile bakmaktır. Kaldı ki Atina başta olmak üzere eski Ege-Yunan şehirlerinin demokrasisi bu günlerin demokrasisi ile çok da benzer değildi. Kadınların oy hakkı yoktu ve halkın dörtte üçünden fazlası köle ya da bir sebeple oy verme hakkı olmayan kişilerdi. Kaldı ki Platon’un demokrasiyle ilişkin eleştirileri bu gün halen geçerlidir. Cahil halk, hatta Almanlar gibi eğitimli bir halkı bile demogogları, kendisine diktatör olarak seçebilmekte. Bu tehlike hep süregelmektedir. Platon’a, Sokrates üzerinden saldırmak anlamsızdır.
        Son olarak yanlışlama metodu bilimsel değil, dinseldir. Bunu fark etmeme sebep, Richard Dawkins’in, Gen Bencildir kitabı oldu. Dawkins, bir yerde Poperci yanlışlamaya karşı evrime bir savunma getirmişti. Buna göre evrim sıralamasında yanlış canlı varsa, mesela dinozor çağının ortasında bir insan ya da inek iskeleti bulursak teori yanlışlanır diyordu. Derken kitabın başka bir yerinde dincileri ve muhafazakârları eleştiriyordu. Onları bilinmeze tapmakla suçluyordu. Bir bilimsel teori, kesin ispatlanana kadar, o teoriyi boşlukları kullanarak saldırıyorlardı. Beğenmedikleri bilimsel teoriyi, ya da üzerinde henüz deneysel sonuç almamış konular üzerinde laf yuvarlıyordu. Mesela biz lisedeyken, din kültürü hocalarımızdan biri, sara (epilepsi) hastalarını cinli olduklarını söylemişti. O zamanlar epilepsinin nedenleri çok da net olarak bilinmiyordu. Bu gün epilepsiye sebep olan beyin kimyası biliniyor. Poper’ın o çok övdüğü yanlışlama teorisi aslında binlerce yıldır din adamlarının kullandığı yöntem, işin ilginci Poper’da bu yöntemle dinleri eleştiriyordu. Dinlerde en kesin sonuca kadar bilimi eleştirir, kendisi ise kutsaldır ve eleştirilemez. Bilim, tek bir hata yaparsa bile rezil ve zelildir. Din, ret ettiği bilimi, daha sonra umarsızca kullanabilir. Yıllarca televizyon izlemenin büyük günah olduğunu söyleyen tarikatlar, şimdi kendi kanallarını kurabilmekte. Liberallerde ve kapitalistler de, büyük şirketlerin işlerine gelen ilkelerden vazgeçmese bile görmezden gelebilmekte.


SABİLER VE TURAN DURSUN

         Bu kitap, başka bir kitabın yazdıkları ışığında bir kitabın incelenmesi olacak. Turan Dursun’un Aydınlık ve İki bine doğru başta olmak üzere çeşitli dergi ve gazetelerdeki yazıları ile, yayımlanmamış yazılarının derlemesinden oluşan Din Bu kitabı ışığında, Şinasi Gündüz’ün Sabiıler kitabını inceleyeceğiz.  Bu topluluk, Kur’an da üç yerde adı geçen (Bakara 62;Maide 69;Hacc 17) ve Yahudiler ve Hristiyanlarla beraber Ehli Kitap olarak görülen bir topluluk.  Nedense bu toplulukla ilgili olarak Müslümanlar pek araştırma yapmamış, Avrupalılar yapmış. Çok karmaşık din örüntüleri olmasına rağmen bu topluluğa, yıldızlara tapıyorlar deyip, çıkmışlar.
           Turan Dursun 1990’da öldürüldüğünde, Din Bu adlı kitabının ciltlerini neredeyse bir solukta okumuştum. Kitabında pek çok İslam adetini Sabii adeti olarak gösteriyordu. Bu kitapta Sabiı’ler, kendilerine verdikleri adla Mandenler ile ilgili.  Elimdeki kitap, ilk baskısını 1994’de yapmış, Turan Dursun’dan çok sonra yani. Gerçi bu okuduğum kitap da çok ayrıntı vermiyor. Dursun’un Mandenleri hangi kaynaklardan öğrendiğini bilmiyorum. Hatırladığım kadarı ile bu iki kaynaktaki bilgileri karşılaştıracağım.
            Dursun,  Mandenlerin Mezopotamyanın yerli halkı diyor. Oysa bu halk buraya, ms 38-42 yıllarında, Harran dedikleri Ürdün nehri havzasından göç etmişler, daha doğrusu ettirilmişler. Roma kaynaklarına göre bölgedeki Yahudilerin baskısından dolayı doğuya göç etmişler,  dönemin Part (İran- Arkşaklı) kralı 3. Artaban’ın himayesinde önce kuzey Irak’ta bir yerlere, sonra da Mezopotamya’nın güneyine yerleştirilmişler. Dursun’un öyle zannetmesinin nedeni, inançlarının halen eski Sümer-Babil dininin izlerini taşıması hatta büyük ölçüde bu olmasıdır.
          Görünüşte dinleri, tek tanrı dini, bir de şeytan benzeri karanlık melek var. Tek ve en büyük tanrı yerine, aydınlığın elçileri olan gezegenlere, aya ve güneşe dua ediyorlar. Bu gök cisimlerinin metafizik şahıslar olduğunu söyleyip,  bu varlıklara dua ediyorlar. Bu açıdan tipik Babil dini üyeleri.  İslam’a bu açıdan benzemiyorlar. Tek tanrı inancı, zannettiğimizden daha eskidir. Sümer-Babil’de Ea, Mısır’da Ra (Amon-Ra), Yunan Zeus vb bir tanrılar tanrısı ya da süper tanrı vardır. Hatta eski Mısır metinlerinde sadece Amon-Ra’ya dua edilir, ona kurban-adak sunulurdu. Kuran’da geçen Rab kelimesinin kökeni bu tanrıdır. Bence Aman kelimesi de bu tanrı ile ilintili olabilir.
       Benzer olarak tanrılarına, tıpkı İslamiyet’teki gibi üçü gündüz, ikisi de gece olmak üzere beş kere devamlı olarak dua etme zorunluluğu.  Namaz ve oruç kelimelerinin kökeni Farsça ve aslında Zerdüştlerin ibadetlerine verdikleri addır. Kuran’da salat ve savm (sıvam) kelimeleri vardır. Araplar da bu kelimeleri kullanır. Benzer şekilde peygamber kelimesi de Farsçadır. Kuran’da resul (elçi) ve nebi kelimeleri geçer.  Gene İslam’a benzer şekilde bu duaların vakitleri güneşe göre ayarlanıyor. Dua sırasında rükû ve secde, ellerin bağlanması gibi ayrıntılardan bahsetmiyor kitap. Turan Dursun, rüu ve secde olduğunu iddia ediyor. Muazzez İlmiye Çığ, Sümerlerin dua dörtlüklerini okurken, rükû ve secde yaptıklarını yazar.  Kitap, Mandenlerin oruç tuttuklarını da yazmıyor.
          Kurban da yok, belli törenlerinde kesilmesi gereken adakları var. Adaklar da İslam’a pek benzemiyor. Mesela öküz, sığır gibi hayvanları, bunların tarla sürmek için yaratıldığı gerekçesi ile yasak. Mandenler traktör hakkında ne düşünüyordur acaba? Adak-kurban koyunları erkek olmak zorunda, güvercinler için böyle bir şart yok. Zekât gibi bir ödemeleri de yok.  Din adamlarına bolca verdikleri haraçları var.  Tahminen 20-50 bin civarı nüfusu olan bu halkın,  dört ayrı kademede hiyerarşisi olan din adamları sınıfı var.  Bolca törenleri var ve törenlerde din adamı olması zorunlu. Din adamları, kutsal kitaplarından ayetler içeren,  bakır ve demir başta olmak üzere metallerden ve topraktan da yapılabilen, testi misali kullanılabilen, kullanıldığında da içindeki suyu kutsallaştıran şeyler yaparak da para kazanıyorlar.
         Kitapları demişken, pek çok kitapları var, bazılarının yabancılara gösterilmesi yasaktır, bazıları ise belli kademelerindeki din adamlarına özeldir. Lakin İngilizler başta olmak üzere batılı antropologlar para verip almış ya da kopyalarını çıkarmış. Müslümanlar ise adları Kuran’da geçen bu toplumu merak etmemiş. Görüleceği üzere dualarının vakitleri haricinde bu topluluğun İslam’a benzer bir yanı yok.  Biraz da Mandenlerin inançlarını inceleyelim.
             Sürekli aydınlığın elçileri olan yıldızlara dua ettiklerinden tek tanrılı sayılmazlar.  Gök cisimlerini birer metafiziksel kişi olarak gören Babil dininin biraz değişmişi.  Bu kişiler aydınlığın elçileri, Ay, Güneş ve Babillilerin çıplak gözle gözlemleyebildikleri beş gezegenden ibaret. Evreni yaratan tek tanrıya inanıyorlarsa da, ona dua etmiyorlar. Diğer tek tanrılı dinlerin peygamberlerini de pek sevmiyorlar. Vaftizci Yahya hariç, İsa peygamberi vaftiz eden vaftizci Yahya, onları da vaftiz etmiştir. Diğer türlü tüm İbrahimi dinlerden, hatta İbrahim peygamberden bile nefret ediyorlar. En büyük öfkeleri de, Harran dedikleri Ürdün nehri bölgesinden kovulmalarına neden olan, daha doğrusu onları oradan kovan, Kuzey Irak’tan bile eden Yahudilere karşı. Yahudilerin M.S 70 yılında Romalılar tarafından yenilmeleri, yağmalanmaları ve sürülmelerini de, kendilerine yapılanların karşılığı olarak görüyorlar.  Hristiyanlık ve İslam, onlara göre Yahudiliğin bir türünden başka bir şey değildir. Hazreti Muhammed için de kan dökücü Arap diyorlar. Kendileri dışında yücelttikleri iki kişi var, biri Vaftizci Yahya, diğeri de kendilerine sığınma hakkı veren Arkşaklı (Part)  kralı 3. Artaban. Sasani devletinden, kurucusu 1. Ardeşir ve onu iktidara getiren Zerdüşt din adamlarından da nefret ediyorlar. Gariptir ki sonraları tıpkı daha önceki İran devletleri (Medler, Akhamenidler ve Arkşaklı) gibi hoş görüleri ile şöhret bulacak Sasanilerin ilk yıllarında bu görüntülerinden çok uzakmış. 224 yılında ilk iktidara gelişlerinde, birkaç  şehirde özerk olarak yaşayan ve Büyük İskender devrinden kalma Yunanlılar, gene muhtemelen İskender sonrası bölgeye egemen olan Yunan krallıklarından kalma Hindular ve Budistler, Hristiyan ve Yahudiler, ülkeden kovulmuş ya da öldürülmüş. Sonrasında Sasani krallığı hoş görü timsali bir yer olmuş. Romalılardan kaçan Hristiyan ve Yahudilerin, yurtlarından kovulanların sığınağı olmuş.  İyi bir hafızası olan Mandenler, Sasanileri de sevmiyor. Sasanileri dört yüz yıl kadar sonra İslam ordularınca yıkıldığında da öyle dostça karşılaşmamışlar. Düşmanlık yapacak güçleri de hiç olmamış. Gene de kendileri dışında bir topluluğa sevgi göstermemişler.  İsyan da etmemişler, tarihler isyanlarını yazmıyor.
         İnançlarına göre Ademden bu yanan gelen bir din bunlarınki. Adem’den Nuh’a, kadarki mitolojileri İslam’a kısmen benziyor. Şimdi benim aklımda bazı sorular oluştu:
1)İlk akla gelen Turan Dursun’un neden bu eksik bilgilerle yazı yazdığı ve İslam’a saldırdığı. Bu en basit sorun. Dursun bu kitaptan önce yazmıştı yazılarını. Kaynak olarak da daha ziyade hadisleri göstermişti. Muhtemelen Sümeroloji profesörü Muazzez İlmiye Çığ’dan etkilenmiştir. Çığ, kitaplarında semavi dinlerin Sümer kökenli olduğunu yazar.
2)İslam’a bu kadar uzak bir halkın kitap ehli olarak geçmesi de çok ilginç Turan Dursun’a kalırsa hadis kitaplarında da geçiyor. Fırat, Dicle ve Şattül Arap kıyılarında çiftçilik yapan bu halk, 7. Yüz yıl Arapları arasında ne gibi ilişki olduğu da şüpheli. Peygamber ve Hicazlılar, nasıl ve ne şekilde bu toplulukla ilişki halindeydi acaba?
3) Tek tanrıya tanıdığını söyleseler de,  gök cisimlerine tapan bu halk, neden Kuran’da kitap ehli olarak, Hristiyanlar ve Musevilerle beraber anılıyor?
4)Müslümanların, adları Kuran’da geçen bu topluma karşı ilgisizlikleri neden? Kuranla ilgili her ayrıntıya dikkat etmeleri gerekmez mi?


23 Ocak 2017 Pazartesi

DEVLET ÜNÜVERSİTESİ Mİ, VAKIF MI?
         Bu yazıya yazan kişi, devlet üniversitesi mezunudur. Epeydir sözlük denen blog sitelerinde bir garip tartışma var.  Devlet üniversitelerinde okuyanlar, Vakıf (ya da özel) üniversitelerde okuyanları para yiyici, zekâsız kişiler olarak görmekte. Vakıf üniversitelerinde okuyanlar da, devlet üniversitelerinin özellikle taşrada okuyanlarını, ulaşamadığı ciğere mundar diyenler olarak görmekte. Özellikle ekşisözlük denen blog ortamında bu tartışmalar sık sık alevleniyor.
        Ben bu internet gruplaşması tartışmasına girmek ya da taraf olmak istemiyorum. Benim cevabını aradığım soru, çocuğumuzu vakıf üniversitesine mi yoksa devlet üniversitesine mi gönderelim. Çocuk ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi, hatta Gazi’yi falan kazandığında bizce çok sorun yok. İşin doğrusu bu üniversiteler, Türkiye çapında büyük ve kaliteli üniversiteler.  Örneğin  Bakü devlet üniversitesi gibi girilmesi daha kolay üniversitelerin uluslar arası iş alanındaki itibarı, ODTÜ ya da Boğaziçi’nden daha fazla. Hele ODTÜ’lüler yurt dışında, ağızlarını yaya yaya midıııl east teknıkıl yunuvörsity diye övünmeye kalktıklarında,  Beyrut Amerikan üniversitesi ile karıştırıldıklarını görünce şok olup, Ankara üniversitesi demeye başlıyorlar. Bence ODTÜ adını Feza Görsev, Ali Kurşunoğlu ya da öyle bir bilim adamı ile değiştirmeli, parantez olarak. Koç, Bilkent gibi vakıf üniversitelerine girmek de pek çok devlet üniversiteye girmekten zor.
        Bazı vakıf üniversiteleri için de iyi şeyler söylenmiyor. Özellikle İstanbul’da hemen her semtte bir tane açılan üniversiteler için. Gene ekşide birisi, Bahçeşehir üniversitesinde Bilgisayar Mühendisliği mezunu ve kodlama bilmeyen birisinden bahsetti.  Avrupa’da kodlama neredeyse okuma yazmadan evvel öğretilecek, burada bilgisayar mühendisi bu işi bilmiyor. Neymiş, mühendis kod yazıcılarını yönlendirirmiş de, kodlama o kadar ihtiyaç değilmiş.  O dediği devlet sektöründe ya da babanın şirketinde geçerli olur. Özel sektör senden icabında tuvalet temizlemeni bile ister. İktisadi ve İdari bilimlerde de, bu bölümlerin mezunlarının muhasebe bilmesine çok da ihtiyaç olmadığına dair efsane vardır. Teyzemin anlattığına göre bu zihniyetle eskiden de bir ara İstanbul İktisatta muhasebeye çok önem verilmezmiş. Lakin İstanbul ticaret odası, sizin mezunları muhasebe bilmiyor diye rapor verince,  fakültenin muhasebe hocası değişmiş.
          Her durumda bile ne Bahçeşehir üniversitesin ne de özel bir üniversitenin, ana yurdumun hemen her şehrine dağılmış o taşra üniversitelerinden daha kötü olmayacağına inanıyorum. Çünkü ben de öyle bir üniversiteden mezunum. Hayatım da yıllardır böyle şehirlerde geçiyor. Önce bu şehirlerin sakıncasını anlatacağım. Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesinden mezunum. (aynı adla bir de Kazakistan’da üniversite var) mezun olduktan sonra Isparta’nın ilçelerinde ve Kırıkkale’de öğretmenlik yaptım. Halen de Ankara’nın bir ilçesinde öğretmenim. Bahçeşehir ya da büyük şehirlerdeki bir üniversite, sırf o şehirde olduğu için iyidir. Taşranın muhafazakârlıktan başka öğünülecek bir şeyi olmayan o şehirlerinde kalmak bile insanın cahilliğine sebeptir.  O şehirlerin pek çoğunda sinema, kitabevi bulunmaz. Sinema, alış veriş merkezleri (AVM) taşraya kadar yaygınlaştığından, pek çok şehirde bulunabiliyor.  Kırıkkale, yirmi yıldan fazladır üniversitesi olan bir şehir. En son gittiğimde AVM sayısı 3’e çıkmıştı gene de doğru dürüst bir kitapçısı yoktu, varsa da ben göremedim. Kitapta da şimdilerde internetten sipariş verme, pdf yada benzer formatlarda internetten indirme olduğu gibi, kitapçı esnafı, en ücra yerlerdeki okullara, yer yer çok az öğrenci ve öğretmenin olduğu okullara kadar gidip, satış yapıyor. Gene de taşra dediğiniz yerlerde kültür ürünlerine ulaşmak zordur. Mesela Kırıkkale, tarikatların cirit attığı bir şehirdir. Gene de en uzak mahallesinde bile en az üç tane tekel bayi vardır ama her mahallesinde gazete bayi yoktur, gazete almaya çarşıya inmelisiniz.  Bazı dergileri almaya da Ankara’ya gitmelisiniz. Şu an çalıştığım ilçede de benzer sorun var. Kızılay’a inip bazı şeyleri alabiliyorum.
             Aslına bu şehirleri çekilmez, hatta mahrumiyet bölgesi yapan böyle şeylerin değil, insanların yokluğudur. Bir etkinlik yaparsın, ülkücüler, tarikatlar ya da başka birileri bunu mahveder. Eve giren çıkanları kontrol eder ve dedikodusunu yaparlar. Bu taşra zamparaları için dışarıdan gelen kızlar potansiyel avdır, erkeklerse kızları için tehlikedir. Tarikatlarda senin çocuğunu elde etmek için türlü oyun oynarlar.
       Bir de bu şehirler, kasabalar pahalıdır ve çocuğa masrafınız özel üniversiteden daha pahalıya gelir. Adını bile duymadığın o il ya da ilçede ev kiraları ateş pahasıdır. Herkes kendi ihtiyacı kadar ev yapmıştır ve evlerin çoğu sobalıdır. Kaloriferli ya da kombili evler ateş pahasıdır. Ucuz olsa bile öğrenciye pahalıdır. Kredi yurtlar ya da üniversitenin kendi yurtları da ülkücüler veya tarikatların egemenliğindedir. Buna bir zamanlar öğrenciler Fettullah cemaatinin ışık evlerine gitmeye mecbur kalsın diye öğrenci alınmamış olduğunu, öğrencilerin aylarca yedek listelerde bekletilmesini ekleyin. Şu anda bu cemaat yok ama diğer tarikatlar var. Cumhurbaşkanının oğlunun kontrolünde bulunan TÜRGEV’i de unutmayın. Kamu binaları harıl harıl bu vakfa veriliyor. Bu vakfın yurt odaları da neredeyse otel odası fiyatına kiralanıyor.
                Ev kiralama ile de iş bitmiyor. Taşra esnafı kurnazdır ve pek çok kere de müşterisi de kendisinden başka gidecek bir yer olmadığından istediği fiyatı koyar. BİM, A-101, ŞOK gibi market zincirleri, bu esnafın gücünü kırmışsa da, halen bu esnaf kafasına göre fiyat vermekte. Isparta, Yalvaç’ta şimdi belediyesi düşen nüfusu yüzünden düşen bir ilçesindeydim. Köyde her evin en az üç tane ineği, birkaç tane koyunu, keçisi falan vardı. Buna rağmen çocuğuna süt bulamıyordu. Köylü, ilçede kalmaktansa köyde ev tutan ailenin süt ihtiyacını para kazanma alanı olarak görmüştü. Böyle yerlere kazara yolunuz düşse, arabanız arızalansa, bir şey satın almaya mecbur olsanız, gereğinden yüksek fiyata alırsınız. Çünkü siz o taşralı için para kazanma fırsatıdır, vurgun sebebidir. Dürüstçe iş yaparak bu ırsatı tepmemelidir. Yol üstü, otogar lokantalarını düşünelim.  Pek çok kere yolda yemek yemez ya da ucuz gözleme ile yetinirsiniz. Bilirsiniz ki o lokanta, şehirdeki en lüks yer kadar pahalıdır. O lokantadaki yemekler bekler, bekler, bayatlar ve yenemeyecek kadar bozulup ve dökülür. Uygun fiyat olsa da herkes yese olmaz. Lokantacı çok aç olup da onu yiyecek zavallıyı bekler. Taşra bu yüzden daha pahalıdır.
           Hepsinin üzerine bu taşra üniversitelerinin çoğunda eğitim ya kalitesizdir ya da kalitesi biraz şansa kalmıştır. Gayretli bir akademisyenin ya da bölüm başkanı sayesinde bazı güzel işler yapılır. Lakin üniversite kadroları cumhurbaşkanına bağlıdır. İyi akademisyenlerde taşradan çabuk bıkar, bazen de ayrılmak zorunda kalır. Taşra üniversitelerinin kadroları, hele de yeni kurulmuşsa, profesörlerden çok, yardımcı doçentlerden oluşur.
           Kendi üniversite eğitimimi düşünüyorum da, çok az sosyoloji mezunu benim, daha doğrusu bizim kadar kötü eğitim almıştır. Süleyman Demirel üniversitesin sosyoloji bölümünün ilk mezunlarındanım. Bu dört yılı, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Pareto ve Sorokin olarak özetleyebilirim. Bölüm başkanımızı Metin Özkul, her sene birkaç tane dersimize girdi. 1994’de ilk üniversiteye gittiğimizde bölümün tek hocasıydı ve o zamanlar yardımcı doçentti. İlk sene dört ayrı dersimize giriyordu başlangıçta. Psikoloji dersimize giren psikiyatri doktoru doçentte kızıp, dersi bırakınca, psikoloji ile 5 ayrı dersimize girdi. Biz onu iki saatten fazla beklemiş ve geç olduğundan gitmiştik. Bir arkadaş da başka birini beklediği için o doçentle karşı karşıya geldi. Beyefendi kendilerini daha fazla beklememiş olmamıza kızmış bir sürü laf etmiş. Sonra olaya nasıl olmuşsa Metin hoca da dâhil olmuş.  Bir sebeple oradaymış. Adamla tartışmış ve sonuçta biz psikolojiyi, Feriha Baymur’un 1960 tarihli kitabından öğrendik. (yıl 1994) Lisede okuduğum psikoloji ders kitabı da bunun bir özetiydi. Mezun olduktan sonra da aynı kitabı birkaç sene daha okuttum. Bu arada psikoloji bilimi almış, yürümüş, bizim umurumuzda mı? Benzer bir şekilde Sosylal Psikoloji dersinde de, muhtemelen sırf Erol Güngör’ün çevirisi diye 1950’lerden kalma ve artık basılmayan bir kitabı, iki dönem olarak okuduk. Kitap davranışçı ekolün bir takım tezlerini önermelere bölerek ispatlamaya çalışıyordu. Erol Güngör’ün kitaplarının çoğu çeviridir lakin ne hikmetse yayımcısı kapağa yazarın adı yerine kocaman harflerle Erol Güngör yazar.  Üniversiteden çok, liselilere benziyorduk. Üst sınıfların, alt sınıflaraa devrettiği kitaplarımız vardı. Her sene Sorokin’in Hudutlar ve Pareto’nun Elitlerin Dolaşımı tezlerini mutlaka tekrar ederdik. Bir de dört tane kitabını ders kitabı olarak okuduğumuz, bölüm başkanımız Metin Özkul’un doktora hocası Amiran hanım vardı. Bir kere konferansa bile gelmişti. O aşırı ağdalı Osmanlıcasına bahane olarak Türkçe kelimelerin anlam yetersizliğini göstermişti.  Sonradan bunun sebebinin bilgisel yetersizliği ve buna sebep olan faşizan dünya görüşleri olduğunu anladım. Doktora hocası Karl Zimmerman’dan bu yana bir şey öğrenmemişti. Oysa Zimmerman’da Nazilerin önünden kaçmış Yahudi bilim adamlarındandı. Gerçi biz Amiran hanımın, Servet-i Fünun  şairlerinden beter Osmanlıcası değilse bile, 1960’lı yıllardan beri değişmeyen Sosyoloji bilgisi bölüm başkanımız Metin Özkul ve bölümün 2. Hocası Kamil Kaya hocaya da yansımıştı.
        Sorun sadece eski teorileri öğrenmemiz, yenilerinin de pek azından haberdar olmamız ya da aynı tezleri tekrar tekrar okumamız değildi. Yöntem konusunda da sakatlık olduğunu, mezun olduktan sonra anladım. Mesela bizim bölümün hocalarına göre sosyolojide katılımcı gözlem (yaşayarak gözlemleme) ve deney yoktu. Toplumlar büyük varlıklardı ve onlarla deney yapılmazdı. Katılımcı gözlem de antropolojinin işiydi. Sonradan öğrendim ki sosyoloji v sosyal psikoloji her ikisini de yapıyordu. Bir de ülkemin sağcı sosyologları ve antropologları, KAYNAK KİŞİLERE DANIŞMA diye bir yöntem icat etmişlerdi. Belli topluluklar, istihbaratçı, vergi memuru falan zannedip (haksız da sayılmazlar, sağcı demek, muhbir demektir) kapılarını açmıyorlardı. Çabucak kitap yazma, tez hazırlama hırsıyla, bu insanların güvenini kazanma, yaşayarak gözlem yapamıyorlardı. Kendilerince icat ettikleri yöntemde, bu halkın içinden ya da bu halkla bir sebeple ilişki kurmuş birilerini kaynak alıp, onların dedikleriyle tez hazırlıyorlardı. Yabancı kaynaklarda bu salak yöntem yoktur ve bu yöntemle hazırladıkları tezleri yurt dışında da yayımlamıyorlardır muhtemelen.
         Sonuçta laf ola, torba dola kabilinden bir eğitim aldık. Yapabileceğimiz tek iş felsefe öğretmenliğiydi o da devlet okullarında ve dershanelerde. Öyle kaliteli okullarda bize göre değildi. Son sınıfta iken, o sene yeni mezun veren tarih bölümünden hiçbir öğrencinin bölme araştırma görevlisi olarak alınmayıp, Gazi üniversitesinden mezun iki kızın işe alındığını öğrendik. Çok şaşırmıştık, oysa şimdi bakıyorum da, tarih bölümü de bizimki gibiyse aynı. Üniversiteye başlarken bize sosyologu geleceği parlak on meslekten biri diye tanıtmışlardı. Bizim bölüm halen aynı eğitimi alıyorsa, hangi şirket ne yapsın bizi.

        Son olarak da diyeceğim şu ki, bu taşra üniversitelerine gitmeyin,  çoluğunuzu, çocuğunuzu da göndermeyin. Ortalama altmış yılınızın dört yılını, istediğiniz her haftalık ya da aylık derginin bulunamayacağı, çoğu sosyal etkinliği hayal bile demeyeceğiniz bir taşra şehrine gömmeyin.  Mesele askerliği tecil ya da kısa dönem yapmaksa, açık öğretime girin daha iyi. Büyük şehirlerde bunun eğitimini veren dershaneler var. Hem çalışır, hem okurusnuz.

18 Ocak 2017 Çarşamba


ERKEKLİĞE TAPMAK (ERKEKTİR YAPAR) VE KADIN KURBANLAR
       İlk önce bu satırları okumak, kadın okuyucularımız için can sıkıcı v tiksindirici gelebilir. Bu tip sohbetleri genelde erkekler kendi aralarında konuşur ve ortamda kadın olduğunda bu konuyu keser. Erkek şiddetinin anlaşılması için, bunların bilinmesi şart.
          Aslında başlığa penise tapmak yazacaktım, çok uygun olamayacağı ve pek çok okuru uzaklaştıracağı için vazgeçtim. Yazdığım ve yayımlayamadığım ŞAMAN adlı kitabımda da kısa olarak belirtmiştim. Bu sefer daha uzun uzadıya yazmaya karar verdim. Açıkçası pek çok insanın taptığı yada inandığı şey, Allah’dan başka her şey. Bunlardan biri de penisleri. Bir şeye tapmak için onun idolüne,  yani putuna ihtiyacımız yoktur. Onun adını besmelesiz anmamamıza, ona sürekli törenler yapıp, adaklar adamıza, kurbanlar kesmemize gerek yoktur.  Mesele onu ne kadar önemsediğimiz ve dokunulmaz ilan ettiğimizdir.
           Penis şeklinde put yapmış kavimlerde vardır. Anadolu’da bereket tanrısı, daha doğrusu bahçeler ve bağlar tanrısı Piriapos, daima komana penisi ile heykelleştirilirdi.  Doksanlı yıllarda turistlik hediyelik eşya dükkânlarında bolca satılırdı. Nisan, Mayıs aylarında havalar ısınınca kartpostalları ortaya çıkardı. Arap diplomat ve seyyah İbni Fadlan’a göre Başkırtlar, Müslüman olmadan evvel tahtadan penis heykellerine taparlarmış.  Bir de Japonların Kanamara Matsuri festivali vardır ki, günümüzde halen devam etmekte. Çoğu kez bunu yapmak için heykeline ihtiyaç yoktur.
       Bu düşünceye, yani erkekliğe tapınıldığı duygusuna ilk defa üniversite üçüncü sınıfta, garip bir sohbetten sonra, kapıldım. Bir arkadaş, Tokat’tan gelen öğrencilerin neden Sivaslı olduğunu, Tokat’ın, neden Sivas’tan çok göç aldığını sordu. Arkadaş da, Sivas’ta GENELEV mi var, yıllar önce kapattık, şimdi her hafta sonu Tokat’a gidiyoruz dedi. Sonra başka birisi de vaktiyle Samsun’dakini kapattırıp, Çorum’a gittiklerini söyledi. Türk erkeği ile fuhuş arasında ilginç bir ilişki var.  Fuhşun müşterisi olmak övünülecek, ballandırılarak anlatılacak bir şey. Erkeklik, yücelmenin yolunu kadını aşağılamakta buluyor.  Sebebi de bunu yapmanın en kolay yolunun böyle yapmak olması. Erkek olduğunuzu ispat bir yana, yüceltmenizin en kolay yolu, kadını, yani vajinayı aşağılamanızdır. Türkçe’nin kullanımı bile bunu gösterir. Millet olarak sözel şiddeti, yani küfrü çok seviyoruz. Mesela İngilizlerin en ağır küfrü Şit, yani b.k, Almanların kirli çuval, Japonlarında aptal anlamına gelen bir kelime. Bizde çok fazla hakaret kelimesi var ve çoğu da cinsel saldırı içeriyor.  Cinsel ilişki, Türkçeye göre erkeğin, daha doğrusu erkeğin cinsel organının tek yanlı yaptığı bir iş, daha doğrusu bir saldır. Sanki İbni Fadlan iddiasında haklı gibi. Erkekliğimizi hangi kadına göstereceğiz? Bu kadın bizimle ortak bir sıfatı taşımamalı. Bizimle aynı dinden, mezhepten, yöreden olmamalı. Bu yüzden bu işi yapacağımız yer, kendi mahallemiz, semtimiz, şehrimiz olmamalı, bu yer bizim evimize, iş yerimize yakın olmamalı. Rus, daha doğrusu doğu Avrupa ve yabancı kadınlara ilgimizin sebebi de bu. Onlarla bir bağımız olma olasılığı zayıf. Onların üzerinden erkekliğimizi doya doya yüceltebiliriz.
           Yüceltebiliriz diyorum çünkü fuhuş ya da tecavüzün tek sebebi cinse zevk değildir. Pavyonlar ve konsomasyon işi bunun en iyi örneğidir. Malik Aksel’in İstanbul’un ortası kitabında yazıldığına göre bu pavyon ya da konsomasyon ülkemize Beyaz Ruslarla gelmiş. Ekim devrimi ardından iç savaşı kaybeden Beyaz Ruslar, işgal altındaki İstanbul’da, kendi kadınlarının çalıştığı böyle yerler açmışlar. İlk olarak Fransa’da görülmüş bu mekânlar. Dünyaya da yayılmış çünkü erkekliğe tapmak neredeyse evrensel. Buralara hiç gitmediğim halde gitmiş kadar bilirim. Çocukluğum ve ergenliğim, çıraklık ettiğim dükkânlarda, esnafların pavyon-gazino sohbetlerini dinlemekle geçti. Isıtılmış antep fıstığı gibi ayrıntıları da, ekşisözlük gibi sitelerden öğrendim. Tanıdığım pek çok esnaf, pavyonlara dadanarak iflas etti.  Pavyonlarda olan şey genelde müşterinin erkekliğinin yüceltilmesidir. Ok az pavyon müşterisi, pavyon kadını ile ilişkiye girer. Çoğu kez hiç biri de bunu yapamaz. Orada müşteriye asıl zevk veren, siz kadınla eğlenirken, bir sürü kişinin size hizmet etmesi, kral muamelesi yapmasıdır. Bunun sebebi ödeyeceğiniz hesaptır. Hesaba en ufak itiraz edin, yeniçerilerin linç ettiği sultan Genç Osman konumuna düşersiniz.
         Bir de ben garip bir tespit yaptım dostlar. Ülkenin pek çok şehrinde genelevleri kapatmak için uğraşan ve bunu başara muhafazakârlar,  bu pavyonlarla ilgili hiçbir şey demez. Buralar kapatılsın diye sadece bir ara Tunceli’de yürüyüş falan olmuştu. Orada da kapandığını sanmıyorum. Türkiye’de gazino, bar, pavyon ve meyhaneler, kitapçılardan daha çok.  Meyhaneler karşı çıkılıyor ama pavyonlara asla.  Çoğu ilçe ya da il merkezine uzak ve genelde de göl kıyısında bulunur. İl ya da ilçenin pek çok önemli kişisi (belediye başkanı, vali, ünlü iş adamları), bu gazinodan dönüşte kaza yapar ve ölür. Bu açıdan meşhur Susurluk kazası da olağan bir şeydir. Hatta BAKARA romanımda (internette bulabilirsiniz) böylesi bir olaya yer veriştim, reklam vermek gibi olsun.) Orası zengin erkeklerin, erkekliklerini yücelttikleri yerlerdir. Genelevlerse, gariban erkeklerin milli oldukları yerdir.
        Buraya kadar yazdıklarım özellikle kadın okuyuculara iğrenç gelecektir. Kültürümüzde böyle konulardan, yanınızda kadın varken konuşamazsınız. Çünkü konuşursanız, o kadına cinsellik tekli etmiş ya da sözel olarak taciz etmiş olursunuz. Benimse sizinle olan ilişkim bu yazıyı ya da diğer yazılarımı okumanızdan ibaret olacak. Sizi temin ederim, erkek şiddetini anlamanız için kışkırtılan erkek cinselliğini anlamanız gerekir. Muhafazakârlık ve dindarlık denen şeyin aslında erkekliğe tapınma olduğunu anlamamız gerekir.
            Bunun için din adamlarını biraz dinlememiz yeterli. Cennet tasvirlerinden bahsedelim. Burada bekâr ölen kadına cinsellik yoktur. Bekâr erkeğe ise huri kızları vardır. Bu kızlar yüksek köşklerde mümin erkekleri bekler.  Evli erkeklere ise huriler ve karısı vardır. Kadınların sinirleri alınacak, cübbeli Ahmet hocamız öyle diyor. Olay sadece huri kızlarının varlığı da değil. Hepsi de 12-14, en fazla 16 yaşlarında olacak, bakire olacak ve her ilişkiden sonra tekrar bakire olacak. Bakire kız arayışının sebebinin, çocuğun babasının belli olması için gerekli olduğu söylenir, başka gen karışmasın diyeymiş. Cennette bunun ne gereği var? Cennette de çocuklarımız mı olacak? O sonsuz ömürde, sonsuz çocuğumuz mu olacak? Bir de neden ergen kızlara olan bu ilgi? Bu sübyancılığın sebebi nedir? Yetişkin bir kadınla karşılaşma korkusu olmasın sakın? Bakire bile olsa, erkekleri tanımamış olsa bile, erkeğin ne mal olduğunu anlar. Tek övüncü erkek olmak olan şahıs, kendisinin en muhteşem erkek olduğunu zannedecek bir kıza ihtiyaç duyar. Kadın zaten kötüdür ve yaşadıkça daha da kötüleşir. Kötülük, kadının cinselliğindedir çünkü erkeğin, çok da erkek olmadığını bilmektedir.
        Muhtemelen kadınlar cennette cinselliği hiç yaşamayacaktır. Hatta cennete gitmesi bile çok zordur. Erkekliğe tapanlara göre kadın şeytan, cinselliği bilen ve tanıyan kadın daha büyük bir şeytandır. Eski Türk filmlerine bir bakın, iyi kızlar erkeklerden duygusal zevk alırlar, cinsel zevk alanlar, kötü kadınlardır.  Bunu erkekliğe daha yoğun tapan uluslara bakarsak daha iyi anlarız. Bir ara Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un kitaplarını okuyordum seri olarak. Bir ayrıntı ilgimi çekmişti, Mahfuz’un romanlarında hiç iyi kadın yoktu. Adı geçen tüm kadın karakterler kötüydü. Arap dili edebiyatında doktora yapan bir arkadaş, Arap edebiyatının genelinde böyle olduğunu söyledi.
           Bu toplumlarda tecavüz de suç değildir. Kadın, evden, daha doğrusu erkeğinden uzaklaştığı anda suçludur. Doğu ülkelerinden gelen mültecilerin, ilticacı bile olsalar, kadınlara tacize neden bu kadar meyilli olduklarını anlamıyorlar. Afganistan, Pakistan, Mısır gibi pek çok ülkede tecavüz suç değil, tecavüze uğramak suç. Ülkemizde de 2002’de kaldırılan tecavüzcü ile evlenme yasası pek çok Müslüman ülkede yürürlükte. Kaldı ki pek çok defa tecavüze uğrayan kadın, zina ya da fuhuş bahanesi ile idam ediliyor.

           Kadınlar, en başta kendileri için laikliğe sahip çıkmalı, direnmeli. Din adamlarına bir kere kendilerini kaptırdılar mı sadece özgürlüklerini ya da haklarını değil, canlarını bile kaptırırlar. Kadınlar demeli ki, erkekler, penisleri var diye yüce ve yüksek değildirler. Nasıl ki çok zengin olmak ve gösteriş yapmak, hırsızlar için hafifletici sebep değilse,  güzel olmak ve bu güzelliği göstermek de tacizciler için hafifletici sebep değildir.
PROPAGANDA DEVRİ- ZAFER TWEETİN UCINDADIR

      Zafer namlunun ucundadır.  Hem İsmet İnönü, hem de Mao’ya atfedilen bu kelime, bu gün bu şekilde okunabilir. Buna tweet demeyelim de mesaj, ileti diyelim. Onur Öymen, Bir Propaganda Silahı Olarak Basın adlı kitabında, savaş bitince, propagandanın esas güç olduğunu, savaştaki çatışmalarını yerini aldığını yazar.  Savaş sürerken, propaganda ne derse desin, silahların dediği olur. Propaganda yardımcı güçtür.
        Bu da propagandanın sıcak çatışmadaki gücünü küçümsememize sebep olmamalıdır. Atatürk’te İstanbul’daki pek çok gazetecinin (mesela Falih Rıfkı Atay’ın) Anadolu’ya geçişini yasaklamıştı. Anadolu Ajansının, Türkiye Büyük Millet Meclisinden bir gün önce kurulmuştur. Napolyon, eğer gazeteleri kontrol edemezsem, altı aydan fazla iktidardan kalamam demiştir. NAZİ devletinin propaganda için bakanlığı vardı. İlk çağ filozoflarından Protogoras, Georgias ve Hippias gibi sofistlerin esas para kaynağı, hitabet dersleriydi. Cengiz han, ordularının önünden, halkı Moğollara karşı korkutucu propaganda yapan casuslarını yolluyordu. Senegal yerlileri ile ilgili bir kitap okumuştum kabile şefleri savaştan sonra yenilenleri kılıçtan geçse de üç sınıfa dokunmuyordu. Din adamlarına, demirci (silah) ustalarına ve ozanlarına. Çünkü bir ozan öldürüldüğünde diğer tüm ozanlar, o şef aleyhine destanlar yazıyordu. Sözün özü, propaganda her çağda önemliydi. Kitle iletişimin yaygınlaştığı çağımızda ise daha da önemli oldu.
        Ekim devriminden sonra Lenin, komünist ihtilallerin önce tüm Avrupa’yı, sonra tüm dünyayı saracağından emindi. Hatta Polonya savaşı sonrası toprak kaybı için, zamana karşı toprak veriyorum demişti. Ona göre nasıl olsa ardı ardına ihtilaller patlayacak ve Polonya dâhil tüm Avrupa, Sovyetlere dâhil olacaktı. Ama olmadı, Lenin 1924’de İngilizlerle ticaret antlaşması yaptı. Antlaşmaya göre İngiliz sömürgelerinde Sosyalizm ve Komünizm propagandası yapmayacaktı. İlk işte Hindistanlı komünistleri ihbar etmek oldu. Ben şahsen komünist devrimlerin yayılmama sebebi olarak radyoyu ve caz müziği görürüm. Lenin ve yoldaşları devrimi, Almanlardan aldıkları para ile kurdukları matbaa sayesinde propaganda yapmışlardı. Rus iç savaşı sürer, kızıllarla beyazlar savaşırken, dünyada radyo yaygınlaştı. Diğer ülkelerdeki komünistler, radyodan mahrumdular. Gene o yıllarda, yıllarca sürecek caz müzik modası başladı. Komünistler ise halen marş söylüyor.
        Marksist felsefecilerden Althause, devletin idolojik aygıtları adlı eserinde, milli bayram ve törenlerin, sinema filmleri ve şarkıların bile özünde propaganda amacı olduğunu söyler. Sadece derslerin içerikleri değil, okulun, hatta tüm şehrin mimarisi bile bu propagandanın bir parçasıdır. Kapitalizmin zaferini bu propagandaya bağlar. Günümüzde ise sıradan bir birey en az üç bin kadar reklam ve benzeri mesaja maruz kalıyor.
          Şu anki AKP iktidarının da gücü, propaganda gücüne dayanıyor.  Bu propaganda gücü de televizyona dayanıyor.  Türk insanı, Amerika’dan sonra en fazla televizyon izleyen halkı.  Amerika ve diğer pek çok ülkeden farkı,  ülkemizde hemen her sınıftan insanın televizyon izliyor olması. Bunu da özellikle 12 eylül öncesi dönemde, gerek sıkıyönetimler, gerek sokak çatışmaları yüzünden akşam bir yere gitme alışkanlığının gelişmemesi, iş çıkışında insanların doğrudan evine gitmesi, kadınların çoğunun ev kadını olması ve genelde evden çıkmaması olarak görülebilir. Sebep ne olursa olsun, ülkemizde popüler kültürün merkezi televizyon, özellikle de televizyon dizileridir. Türk sineması, 1976-81 arasında furya filmleri denen seks filmleri ile kredisini harcamıştır ve iki binli yıllarda AVM’ lerde sinemalar yaygınlaşana kadar sinemaya gitmez olmuştur.  Amerika’da popüler kültürün merkezinde sinema vardır. Japonya’da manga denen çizgi roman kitapları.  Hatta Türk turizmciler, kulis yapıp, para verip, konusu Türkiye’de geçen hikâyeler çizdiriyorlarmış.  Bizde ise, çizgi romancılık uzun süre tu-kaka edildi. Öğrencilerin derslerde geri kalma sebebi olarak gösterildi. İki binlerde televizyon yaygınlaşınca, unutuldu ve silindi. Oysa Gezi zamanı çizgi romanı çok güzel kullanabilirdik. Benzer bir şekilde Şehriban Coşkunfırat cinayetinden sonra tün metal-rack müzik dinleyen gruba ve fanzin denen, yeraltı edebiyatı yapan, fotokopi-teksi ile üretilen dergilerin de sonunu getirdi. Gene gezi de çok işe yarardı.  Türkiye’de gazetecilikte kendi kendisin harcadı.  Erol Simavi’ye kadar İstanbul’dan başka illerde matbaa kurup, dağıtımı hızlandırmayı akıl eden olmadı. Bu sebeple Ankara gazeteleri Ankara’ya öğleden sonra gelmeye başlardı. Uzan ailesi, Star gazetesini kurana kadar da gazetelerin bayi katı %4’dü. Uzan holding %10’a çıkardı, çünkü YAYSAT ve YAYDAĞ, bu yeni gazeteyi dağıtmak istemiyordu. O da kendi dağıtım şirketini kurdu, bakkallar ve bayiler, Yaydağ ve Yaysat’ın baskısına rağmen satsın diye de bayi karını yükseltti.  Günlük gazete dağıtımı bu sayede yaygınlaştıysa da, dergi dağılımı halen istenildiği gibi değil. Kırıkkale gibi koca bir şehirde bile pek çok dergiyi bulmaz, almaya Ankara’ya giderdim. Çalıştığım ilçede de halen aynı sıkıntıyı çekiyorum. Dergilerimi almaya Kızılay’a gidiyorum.
          Sonuçta halkımızın ana haber alma kaynağı televizyon. Radyo ise sadece arabada gidenlerce dinleniyor. Artık yeni nesil cep telefonları FM (kısa dalga) radyo olmadan üretiliyor. Radyolar, son altın çağını doksanlarda, RTÜK kurulmadan evvel, biraz da illegal olarak yaşadı. Afrika’da halen popüler kültürün merkezinden radyolar var. Pilli radyoların en uzak köylere bile haber getirmesi yüzünden popülerliğini sürdürmekte. Ülkemizde ise elektriğin her yere yayılması ve uydu antenlerin ucuzlaması sayesinde televizyon yaygınlaştı.  Gene doksanlarda 24 saat yayın yapılmaya başlanması ve özel televizyonları yaygınlaşması, televizyonları iyice yaygınlaştırdı. Şimdi ülkemiz halkı, televizyon merkezli düşünüyor ve bu yıllardır böyle.
        Üniversite yıllarım pop müziğin doksanlar fırtınasında geçti. Yurt odasında radyomuz olur, oradan, şehrimizin yerel radyolarını dinlerdik. O sıralarda bir şey dikkatimi çekmişti. Radyolar, klipi yayımlanmayan şarkıyı çalmıyordu. O zamanlar yerel radyolar, genelde uzun uzun istek programları yayımlardı. Pek az dinleyici klipi olmayan şarkıları istiyordu. Youtube’da da dizi müzikleri çok dinleniyor. Tutmadıkları için yayından kaldırılan dizilerin müzikleri bile nette çok tıklanan oluyor.
          Akp iktidarı da bunu biliyor. Bu yüzden ilk yıllarından itibaren BDDK (Bankacılık devlet devlet denetleme) kurulunu kullanarak, pek çok özel televizyonun, ardından da gazete ve radyonun yandaşların eline geçmesini sağladı. Yandaş iş adamlarına, özellikle yeni televizyon kanalları kurması için teşvik etti ve zorladı. Televizyon kanallarını, radyo, gazete ve internet siteleri ile besledi. Sonuçta elinde yoğun propaganda ile hipnotize edilmiş bir seçmen kitlesi var. İşin kötüsü bu kitlenin, en azından çekirdek kitlesinin hipnotizasyonu çok eskilere dayanıyor.  En yakın tarih olarak 12 Eylül dönemini alabiliriz. Kenan Evren’in, boğacaksan solu, yetiştireceksin sofu dediği çokça rivayet edilir. 12 Eyül Atatürkçülüğü, ikiyüzlü Atatürkçülüktür. Her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü, her derse Atatürkçülük anlatılacak emredilirken;  zorunlu din dersleri, her ilçeye, semte imam hatip lisesi, Alevi köylerine cami yapımı, Atatürk’ün kurumlarını (dil kurumu, tarih kurumu, THK vb) bozmak gibi işlere giriştiler. Daha evvelinde ise tarikatlar ve cemaatler, birebir ev sohbetleri ile Atatürkçülük ve sola düşmanlık propagandası yaptı. Bu topluluklar, seksenlerde televizyon ve radyo kurmak devlet tekelinde iken, televizyon izlemek, radyo dinlemek günah diyordu. Türkiye Gazetesi takviminde, televizyon izlemek beyni durdurur diye yazardı. Şimdi hepsinin üç, beş televizyon kanalı var.
            Bütün bu propaganda silahları ile donanmış rakiplerimize karşı mücadelede hepimize iş düşüyor. Onlarca maaşlı trollerine rağmen halen internette, özellikle de sosyal medyada zayıflar.  Televizyonları artık kaliteli içerik üretmiyor. Yerli diziler yersiz uzun ve sıkıcı.  Adil kullanım kotası olmasa, televizyonculuk çöker diyen gençler var. İnternetten yabancı dizileri alt yazılı izliyorlar. Televizyon, modası giderek daha çok geçmeye başlayan bir alet.  İnternet, iktidarın ve tüm otokratların çabalarına rağmen geleceği açık.
       Propaganda alanında her Atatürkçünün yapacağı görevler vardır. Dev gibi bir orduyla, propaganda ordusu ile savaşıyoruz. Parti ya da kanaat önderleri kadar, sıradan bireylerin de bu mücadelede rolü var. Cephede tek bir tüfeğin, süngünün yeri olduğu gibi.  Yer yer propaganda mücadelesi, cephe mücadelesi kadar tehlikelidir. Türkiye’de suikasta uğrayan gazeteci sayısı, politikacıdan fazladır. İktidar partisinin sosyal medyada muhalefet edenleri nasıl sıkı takip ettiği de ortadadır. Propaganda ordusuna katılmak veya propaganda için çalışmak kolay veya tehlikesiz bir şey değildir. Akp, propaganda savaşında son derece gayretlidir. Sosyal medyayı bırakın, sosyal ortamlarda bile aleyhine konuşulanlara karşı dikkatli.  Bu durumda sıradan Atatürkçülerin yapması gerekenleri kendimce maddeler halinde sıraladım:
1)      Bol bol Tweet ya da gönderi yazmak, yapamıyorsa rtweet, paylaş düğmesine basmak. Sosyal medyada icabında sahte ya da takma isimli hesaplarla paylaşım yapmak.
2)      Paylaşım yapmaktan çekiniyorsak, aktrolleri spamlamak.
3)      Özellikle yurt dışında yaşayanlar, youtube kapatıldığında, videoları vimjo, dalymation, izlesene.com gibi sitelere ekleyebilir. Bunların yayılmasını sağlayabilir.
4)      Propaganda çabalarımızı internetle sınırlı tutmayalım. Muhalif gazete ve dergileri, internetten okusak bile bayiden satın alalım. Otobüs, metro, kahvehane, lokanta, uçak ve benzeri yerlerde masumca unutalım.
5)      Tüketici olarak gücümüzü kullanalım. MADO pastaneleri, muhafazakâr sayılabilecek yerlerde bile kapanmaya başladı.  Akp tabanı, pek gazete-dergi almayan, gezmeye pek çıkmayan bir kitle. MADO gibi bir mekânı bile yaşatamıyorlar. Doksanlı yıllarda Fetullah Gülen cemaati bir sürü film çekmişti. Daha geriye, Milli Görüş muhalifken, Minyeli Abdullah gibi filmler ciddi gişe yapmıştı. Sonra o furya,  meşhur Eşkıya filmi ile dindi.
Aslında bunu demokrat ve Atatürkçü tüm insanlar yapıyor. Mesela Metro başta olmak üzere pek çok seyahat firması bürolarında Atatürk portresi asmaya başladı. (En azından bazı şubelerinde) Demek ki ciddi bir müşteri azalması yaşamışlar. SÜTAŞ’ın, grev yapan işçilerin toplanma alanına gübre dökmesi olayından sonra bireysel olarak boykot ettim, halen de ediyorum.  Bir süre sonra sadece SÜTAŞ satan bazı bakkal ve marketlerin başka markalar da getirdiğini gördüm. Oysa yaşadığım ilçe iktidar partisinin belediyeyi aldığı bir yer.  Demek ki işe yarıyor. Atatürk resmi olmayan, o sevmediğimiz kişilerin resmi asılı yerlere girmeyelim.
6)       Kitap, dergi okumayan kişiler,   sağcı ve muhafazakâr olmaya daha meyilli. Savaşacaksak, paramız ve malımızı da feda edelim. Özellikle genç insanlara kitap, dergi hediye etmekte cimdi olmayalım. 
7)      Televizyon ve radyo konusunda iktidar ile rekabet edemeyiz. Muhalif bir kanal, biraz güçlense RTÜK’ün dikkatini çekiyor. Halkın şikâyete boğduğu evlenme programlarına karşı duyarsız olan mahkemeler, en ufak muhaliflikte kanalları kapatıyor ya da  TÜRKSAT uydusundan çıkarıyor. Kürtler haricinde de kimsenin 2. çanağı almıyor. Öyle bile olsa televizyonların ana ürünü diziler ve dizilerle rekabet edemeyiz. Bu durumda televizyonlardan uzaklaşıp, etrafımızdaki kişileri televizyon yerine internete çekmeye çalışalım.

8)      Asla umutsuzluğa düşmeyelim. Mücadeleye devam edelim. Propagandayı da küçümsemeyelim.