Bu blogdaki hemen her yazımda basettiğim bu olayı baştan sona anlatma zamanı geldi de geçiyor. Aralarında yirmi yıla yakın zaman olan iki olaydan bahsedeceğim. İlki yaklaşık otuz yıl öncesine ait. Alevi ve Solcu bir ailece yetiştiğim için üniversiteye kadar Nurcu yada başka bir tarikatla ilişkim olmadı. Üniversiteler ise Nurcu, daha doğrusu Fecöcü doluydu. Üniversitede her sınıfta en az dört- beş tane Zaman gazetesi abonesi vardı. İlk geldiğim günlerde, Ankara'da ortak bir tanıdığımızın selamını iletem bir memurun, devlet yurdunu bırakıp, tarikat yurduna girmemi teklif ettiğini hatırlıyorum. Ülkücülük macerasından dolayı, sütten ağzı yanmış misali, tarikatçılıktan da uzak durdum. Ülkücülerle anlaşamadım, Kredi Yurtlar Kurumu, o yıllarda büyük ölçüde Ülkü ocaklarının elindeydi. Ben de 1997 Nisanında eve çıktım.
Evime beton kulübe diyordum. İki oda, bir giriş-mutfak, bir de banyo tuvaleti vardı. Odalardan birini hiç kullanmıyor, banyo için de hamama gidiyordum. Günüm büyük ölçüde minicik odamda geçiyordu. Odamda bir çekyat, pilastik masa ve iki sandalyesi ile, bir elektirik sobası vardı. Bu küçük odada en zoru 1997-98 kışı oldu. Hafta içi öğle yemeklerini okul yemekhanesinde yiyor, hafta sonu, sabah ve akşam yemeklerini genelde evimde yiyordum. Bu zor şartlarda çok az misafirim oluyordu. Onlardan biri de bu olaya davet eden çocuktu. Aradan geçen yıllar, onun adını silmiş ama matematik bölümü öğrencisi olduğunu ve daha önce başka bir üniversitenin maden mühendisliği bölümünü üçüncü sınıfta bıraskmış olduğunu hatırlıyorum. Okuldan eve giden otobüste tanışmıştık ve tanışmamızın sebebi hemşeri muhabbetiydi, kendisi Erzincalı'ydı. Okula giden otobüste tanışmıştık ve evime çay içmeye çağırmıştı, o ada karşılığında beni çağırdı.
Ev bayağı kalabalıktı ve tamamı da öğrenci yada öğrenci gibi görünen kimselerdi. Öyle yaşlı-başlı kişiler yoktu. Malum şahsın fotosu yoktu duvarlarda, Kur'andan alınma ayet olduğu belli olan bir kaç Arapça hat deserni vardı. Zaman gazetesi o zamanlar her öğrenci evinde vardı ve yemek yağını emmesi ile ünlüydü. Ben, belki de biraz geç geldiğimden yemek falan yemedik. (Halen makbule denen şeyin tadını merak ederim) Çay içip, poğaça, börek falan yedik. Sonra risale okumaya geçtiler.
Risale okumada önce bir kişi, muhtemelen abi, bir cümle okuyordu. Sonr+a o cümleyi uzun uzun açıklıyordu. Nurcuların medrese dili dediği o tuhaf dildeydi risale, bazı kelimelerin anlamı, risaleyi okuyan abice, her cümlede değişiyordu. Risalede şeytan, namaz kılan Nursi'yi tartışmaya davet ediyor, ama Kuran'ı bir kenara koymasını söylüyordu. Nursi'de, namaz kılıyorum, sonra gel demiyor, uzun uzun tartışmaya giriyor, sadece değerli şeylerin neden sahipsiz yada bir kenrara bırakırılmamasını anlatıyordu. Aslında şeytan, Nursi'yi tartışmaya davet etmek ve Kuran'ı bir kenara bırakmasını istemekten başka bir şey demiyor, sürekli Nursi'yi dinliyordu. Aslında on yada on beş dakika, hadi abartalım yarım saatte bitecek okuma, okuyucu abinin uzun ve sıkıcı açıklamalarıyla iki saat filan sürdü.
İnterntte pek çok kişi, Nursi'nin soba ile konuşmasına falan takılmış. Nursi'nin böyle fantastik sohbetleri çoktur. Kendisini tarihi kişilikler yada metafizik yaratıklarla, cansız varlıklarla konuşan, yüce ve metafizik kişilik olarak göstermeye bayılır, taraftarları da onu öyle anlatır. Bu okumayı uzatan diğer bir olay da, sözde dinleyicilerin bir kısmının abinin şakşakçısı olup, aaa, oo, vaay gibi efekt sesler çıkarmaktaydı.
Risale okunmasından sonra sıra Nursi'i övmeye geldi. Klasik hayat hikayesini anlattıktan sonra (bu arada topluca anlatıyorlardı, birinin cümlesini, diğeri tamamlıyordu. Aklımda kalan en önemli ayrıntı, peygamberin yüz yılda bir dini tazeleyen müjdelemesiydi. Her yüz yılda bir dini tazeleyen zamanının güzeli Bedüüzaman gelmişti. On dört bedüüzaman saydılar, aklımda sonuncusu olan Nursi ve bilmem kaçınıcısı Mevlana Bağdadi. Onu da Mevlana Rumi değil ha diye özel olarak söyledilkleri için aklımda kalmıştı. Nursi'nin yazdıkları Kuran da altmış kadar (Bazı kaynaklar otuz diyor, benim kafamda otuz rakamı kalmış.) ayetin yorumuydu ama bu yorum içsel, sezgisel bir yorumdu. Çağında bunu yapmaya tek kişi olduğundan, bedüüzaman ünvanını yirmi altı yaşında, İstanbul'da kimselerin bilmediği ve kendisinden başka kimsenin de şahit olmadığı (o yıllarda onu akıl hastanesine tıkan padişah ikinci Abdülhamid'in bile) bir sınavdan sonra almış.
Ek olarak, bu yazıyı yazmaya başladıktan sonra tesadüfen tarihte bedüüzaman lakabını kullanan Bedüüzaman Mirza diye, Timur devleti son hükumdarı var. Kendisinin maceralı bir hayatı olmuş. Taht kavgaları sonucu Şah İsmail'e sığınmış, ona danışmanlık yapmış, Şah İsmail onun sayesinde Şeybani hanlığını yenmiş. Bedüüzaman en son Çaldıran'dan sonra Yavuz'un eline geçmiş, İstanbul'da, onun himayesinde yaşamış, İstanbul'da bir türbeye gömülmüş. Öyle din-tarikat işleriyle uğraşan birisi değilmiş.
Ayin bittikten sonra, bir kaç dua edildi ve ayrıldık. Ben, hemşerim olan o arkadaşı ve o grubu bir daha görmedim. Çalıştığım okullardaki Föcö ve diğer tarikatlara üye kişilerin dini sohbet davetlerini ısrarla red ettim. O yıl son yılımdı ve sonra öğretmen oldum. Bir kaç yer gezdim ve Kırıkkale'de, yıllar sonra ikinci kez gittim. Bu sefer Kırıkkale Atatürk Sağlık Meslek lisesindeydim. Zihnimin adını ısrarla sildiği, altmışına yakın bir din kültürü öğretmeni vardı.Öğrencilerin dediğine göre kızını orta okuldan sonra okutmamış, kara çarşafa sokmuştu. Bunu, onun davetinden sonra öğrendim. Beni hafta sonu çay içmeye çağırdı.
Orası öğrenci evi değildi, ortalama bir aile eviydi. Evde ben, arkadaş ve orada tanıştığım biri daha vardı. Be seferki risale, meşhur Tevfik ile (Tevfik Göksu yada Şamlı Tevfik)konuşuyor, bir toz tanesinin, Tevfik'in gözünde zerre olmasını anlatıyordu. Bu olaydan sonra Nursi'yi övme, hayat falan konuşmadık. Benim genel anlamda din üzerine düşüncelerimi sordular. (O zamanlar daha Agnostik olmamıştım) Ben de onlara Föcü'yü sırdum, Nurculuk deyince onlar geliyordu akla. Onlar da Föcü değil de başka bir Nurcu grup olduklarını falan söylediler. Sonra o arkadaşla daha muhattap olmadım.
Bu iki ziyaret ve diğer gördüklerim, bana Nurculuğun, Sünni İslam içinde bir tarikat değil de bambaşka bir mezhep, hatta başka bir din olduğunu düşündürdü. Yazıcı Nurculur, bu risaleleri elle yazıyor, bazıları ölülerin anmasında da risale okuyordu.