30 Temmuz 2025 Çarşamba

TAVŞANOĞLANLARI (OSMANLI İSTANBUL'U)

 


Raks, bizde çok eskidir. Köçekler ve tavşanoğlanları tabir edilen raksların köçek raksları eskiden sebest olduğundan ve şimdiki gibi İstanbul'da balolar, tiyatrolar ve suvareler gibi eğlenceler olmadığından bütün yaz Silahtarağa ve Karaağaç mesirelerinde her gece sabahlara kadar köçek oynatma eğlenceleri olur ve resmi ziyafetlerde, bayramlarda Hünkar ve Sultan saraylarında, padişahların ziyafet ve düğünlerinde,  sair cemiyetlerde ve kış eğlencelerinde, helva sohbeti gecelerinde köçekler raks ederlerdi.. Raks esnasında kadife üstüne sırma işlemeli mintan ve sırma saçaklı canfes etek giyerler, bellerinde sırma kemer takarlar, başları açık ve saçları uzundur. Parmaklarında perçemden yapılmış zil bulunur. Tavşanoğlandarı da siyah çıhadan topuklarına kadar uzun şalvar ve sırtlarına yün çuhadan dar bir camedan giyer, bellerine şal sarar ve başlarına ufak fesler giyerlerdi.Raks ederken sazın usulüne uyarak, zil vurmak ve ayak atmak şart olduğundan, rakslar uzun müddet meşkhanlerde ders görürlerdi.

Eskiden İslam, İsevi (Hristiyan) ve Musevi, Kıpti gibi muhtelif millet ve mezhepten rakkaslar bulunurdu. Sonraları yalnız Rumlara inhisar etti. 1856 yılında meşhur İstefanaki Bet'in vaki ihtarı üzerine Reşit Paşa tarafından resmen kaldırıldı. Bu köçekler kış mevsiminde tavşan kıyafeti ile ekseriya meyhanelerde bulunup, zevk ve sefahat erbabının karşında bu kıyafet ile raks ederdi.

Bir Zamanlar İstabul- Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey  Tercüman 1001 eser. Hazırlayan: Mehmet Niyazi Banoğlu. SAYFA 286-287

Aynı kirabın 303. sayfasında, Kadın Çengileri başlığı altında, Tavşan raksından gene bahsediyor.

Üçüncü fasıl tavşan raksıdır. Bu raksda kadifeden yapılmış erkek biçimli kovalı şalyvar ve o reknte dar camdedan ve başlarında dal fes giyip, bellerine şal kuşanırlar. Fesin altında saçlar gelişigüzel salıverilmiştir. Parmaklarında yine zil bulunur.



        

29 Temmuz 2025 Salı

KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ-SAVAŞÇININ DÜŞÜ VE GERÇEĞİ



KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ:-Bir savaşçı için düş demek, gerçek demektir. Düş gücüyle verir kesin kararını ve ona göre davranır. Ya seçer alır, ya da defeder. Elindeki araçlardan , kendini başarıya ulaştıracak olanı seçer. Onları kullanır.

GENÇ ETNOLOG: -Don Juan Martus, düş ile gerçek arasında bir ayrım yoktur, düş, gerçeğin kendisdir mi demek istiyorsun?

KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ:-Hiç kuşkusuz düş, gerçeğin ta kendisidir.

GENÇ ETNOLOG:-Yani şu anda yaptığımız şey kadar mı gerçek?

 KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ:-İlle bir karşılaştırma istiyorsan, daha da gerçek, derim. Düş görmek, düşlemek, bir güce sahip olmak demektir. Elindeki bu güçle, çok şeyi değiştirebilir insan. Gizli kalmış nice şeyi bu güçle bulup, ortaya koyabilir. Dilediği her şeyin dentimini tutabilir.

CARLOS CASTENEDA-Journey to Ixtian

TABİRNAME (FERİD EDGÜ-HAKKARİ'DE BİR MEVSİM)





Yağ kandilinin ışığında okunan bir kitap. Süryani'nin verdiği on kitaptan dokuzuncusu.

Bir karabasandan sonra yeniden uykuya yatmaktan çok korktuğum için, yağ kandili ışığında (bir süredir gazyağı yok) bir kitap karıştırayım dedim. Ve elime ilk gelen kitap: DÜŞLERİN ANAHTARI

Bir elyazması. Sökmeye çalışıyorum.

-Kim ki düşünde bir yılan görür,bir kadına özlemi ola.

-Kim k i düşünde kendini görmeye, ölümü yakın ola

-Kim ki düşünde hayvanlardan yırtıcı olanları, aslanı, kaplanı, kurdu, sırtları görür; Tanrıya yakara, namaz, niyaz eyleye

-Kim ki düşünde öldüğünü görür, o çok yaşıya

-Kim ki düşünde altın görür, günahlarının bağışı için kırk bin hatim okuta

-Kim ki düşünde birini öldürür, eline silah almıya.

-Kim ki düşünde cima (cinsel ilişki) yapar, tez elden evlene

-Kim ki düşünde bir kuyudan su çeker, ferahlıya

-Kim ki hep aynı düşü görür, iflah olmıya

Devam etmedim. 

Ada yayınları 1977. Sayfa 200

KAZVİNİ HURMA AĞACINI ANLATIYOR (Ferid Edgü- 0 (Hakkari'de Bir Mevsim))

 


Süryani'nin sunduğu dostlardan biri: Muhammed ben Kazvini. Bir gece açılıyor, deri kaplı, ince bir kitap: acaip Almahlukat. (Hicri 898 yılında yazılmış)

Bitkiler anlatılıyor. Hayvanlar anlatılıyor. İnsanlar anlatmıyor. (Bunu başkalarına mı bırakmış Kazvini?)

Hurma ağacı konusunda dediklerini not ediyorum bir kıyıya:

Hurma ağacı. Bu mübarek ağaç yalnız İslam ülkelerinde yetişir. Peygamber efendimiz (S.A.S) bu ağaçtan söz ederken, Hurma ağacına iyi bakın, o sizin halanızdır, demiştir. Zira, Adem peygamberin yaratıldığı limonun kalıntısından doğmuştur hurma.Hurma ağacı (bir palmiyedir) düz ve dik gövdesinin alımıyla, dişi  ve erkek iki karşıt cinsle ayrılışıyla ve bir tür çiftleşmeyle ürün vermesiyle, insan oğluyla şaşırtıcı benzerlikler gösterir. Hurma ağacının tepesi kesilecek olsa  ölür. Çiçeğiyse yoğun bir sperma kokusu salar. 

Ada yayınları 1977. Sayfa 162)

28 Temmuz 2025 Pazartesi

MERMER GERÇEĞİ

 


Son maden yasası sebebi ve babamın da uzun süre mermer ticareti yapması sebebi ile bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim. Ülkemizin ormanları ve yeşil alanları sürekli yağmalanıyor. Sürekli orman yangınları var. Meğere yanan pek çok yerde imar izni ve maden izni alınmış, yangından ÖNCE? (Önce mi?) Bir yerde orman yanmışsa,  oradaki tüm inşaat ve maden  ruhsatları iptal edilmeli. Ben mermer konusuna geçeyim.

1)Son 15 yıldır ülkemizi en çok tahrip eden madencilik, mermercilik. Çünkü pek çok yerde mermer aranıyor ve yarım bırakılıyor. Mermer aranırken bozulan arazi de öylece kalıyor. Madencileri bozulan arazileri tekrar düzeltmek, o araziyi orman, otlak, hatta tarla haline geri döndürmeleri gereklidir. Ege ve batı Akdeniz'de böyle harap olmuş bir sürü arazi var. Ben buralara gizlice Avrupa'dan ithal edilen çöplerin döküldüğünden şüpheleniyorum.

2)Mermer doğada çok bulunur ama az çıkarılır. Çünkü mermer, bir kaplama malzemesidir, bir sürü muadili vardır. En değerli mermer, mutfak tezgahı mermeridir, ona da İtalyanlar, seremik mutfak tezgahını icat ettiler. Mezarlık mermeri için de bir sürü alternatif malzeme icat edildi. Doğada her mermer, işlenecek, dilimlenecek kadar sağlam değildir. Toğrağın yüzeyine yakın mermerler kolay kırılırken, derinlerdeki mermer daha sağlamdır. Buna karşın mermerde desen de önemlidir. Lekesiz beyaz mermer (Afyon şeker mermeri), antik Yunan ve Roma'dan beri modayken, antik Mısır'dan beri de pembe mermer (Uşak), Araplar arasında  modadır. Amerikalılar da Elazığ'ın vişne çürüğü mermerine (sosyal medayda kuşbaşı et diye fotoğrafları dolaşıyor) düşkündür. Deseni moda olmayan, beğenilmeyen mermerler ne akdar dayanıklı yada işlenevilir olursa olsun, çöptür.

3)Mermer madenciliği zordur çünkü büyük ve çatlaksız parçalar çıkarmak zorundasınızdır. Bu yüzden kolay kolay dinamitleme yapamazsınız. Mermer tozu, çok para etmez. Bir efsaneye göre eskiden Türkiye'de mermer tozu çöpe atılıyormuş. Mermer ihracatında çalışan biri öğrenince istifa edip, işini kurmuş. Mermer tozu, logar kapakları ve halka açık heykellerde, demire katılıyor, böylece eritilmesi zor oluyor, hurdacılar da almıyor. Pek çok alanda kullanılan mermer tozu yada mermer parçaları, blok mermerin yerini tutmaz, bu da mermer madenciliğini zorlaştırır.

4)Mermerde modayı belirleyemiyoruz. Mermer bir taşıyıcı unsur değil, kaplama malzemesi. Alternatifi çok. En son İtalyanlar, porselene mutfak taşını icat etti. Giyim, mimari, dekorasyon gibi işlerde modayı Fransa-İtalya-İspanya üçgeni yönetiyor. Pek çok mermeri de, moda edemediğimiz için ya ucuza satıyor, ya da çıkartamıyoryz.

Sonuç olarak mermer madenciliği üzerine yapımlası gerekenleri tekrar düşünmeli, yeni politikalar oluşturmalı ve terk edilen arazilerin ıslahını şart koşmalıyız.

27 Temmuz 2025 Pazar

İSMAİL AMCAM GERÇEK BİR BURJUVAYDI



Rahmetli İsmail amcamla annemin arası iyi değildi, dolayısı ile de benimle de değildi. Diğer yandan İsmail amcam, hakkı yenecek biri de değildi. Başımız sıkıştığında yardımcı olur, bayramda -seyranda uğrardı. Onun ve onu sevenlerinin hayatını değiştirecek olay, 1986'dai trafik kazasında, belden aşağısının felç kalmasıydı. Muğla'nın ilçelerinden birinde, son odel AUDİ'siyle, gece vakti ve tahminen saatte 100 kiloömetrenin üstünde bir hızla giderken, önündeki mıcır yada kum birikintisini görememiş veya geç görmüş, taklalar attıktan sonra durabilmişti. Ertesi gün de bizi aramıştılar. Bizi arayanlar yengem miydi, yoksa Muğla'da şantiyeden birileri miydi, hatırlamıyorum ve anneme sormak istemiyorum. Çok da önemli olmayan bir ayrıntı. Babamgil altı kardeşti, temmuz 2025 itibarıyla dördü hayatta. Mehmet amcam ile İsmail amcam öldü. Babam en küçükleri, İsmail amcam bir büyüğü. Beş erkek, bir kız kardeşler, dedelerim ve nenelerim öleli de çok oldun. 1986'da hepsi hayattaydı ama sadece İsmail amcam ve biz Ankara'da yaşıyorduk. Diğer amcalarım ya Almanya'da, ya da İstanbul'daydı. Bir de Hasan ve Mehmet amcalarımın otuz yaşından yukarı kardeşleri, yani kuzenlerimizin evleri vardı. Yengem ev hanımı, kuzenlerim henüz ilkokul öğrencisiydi. En yakın ev de bizimkiydi.

Babam o zamanlar halen harfiyat kamyonculuğu yapıyordu. Aslında her sene Ankara dışında şantiyelere giderdi,  en fazla da Kütahya, Tavşanlı'ya. O yıl ise, Ankara şehir içinde harfiyat işleri kovalıyordu. Saat daha öğle olmamıştı. Annem, İsmail amcamın kaza geçirdiğini, bunu babamın duyması için, Dikmen'de, Dikmen caddesi ile Sokullu Mehmet Paşa caddesi arasında uzanan Mimar caddesinde, kamyoncuları durdrup, babama haber vermesini söylememi söyledi.  Daha cep veya ev telefonu icat edilmemişti. Evlerde telefon yeni yeni yaygınlaşıyordu ve bizim eve telefon geleli de çok olmamıştı. O zamanlarda bir şeylerin inşaatı için oradan harfiyat kamyonları vızır vızr işliyordu. Bir kaç tanesini durdurup, babama haber gönderttim. Öğleye doğru babam eve geldi.

Sonra zor günler, haftalar, aylar, yıllar geldi. Bazı şeyler için gereksizce keşke denildi. Amcamın zaten sağ ayağında platin denen, kemik destek protezi vardı. Yengem araba kullanmasın diye otobüs bileti almıştı. Bütün bunlar için üzülmeye çok geçti ama üzülünecekti. Sonra amcamın umutsuz tedavi çabaları oldu. Eğirdir Kemik Hastalıkları hastanesinde uzun süre kaldı.Daha ilkokul öğrencisi olan kuzenlerim, babamız Eğirdir'den  yürüyerek gelecek dediler.  Ardından gene uzun sürecek Almanya tedavileri başladı. Bunlar sadece ümitsizliğin, ümitlerinin son çırpınışları, kabullenme öncesi son avuntulardı. Böylesi bir olay, psikolojik bir yıkımdı ama iki küçük oğlu olan amcam, kendini toparlamak zorundaydı. Asıl sorun amcamın harfiyat şirketinin bir süre işletilip, sonra kapatılması, elde edilinecek gelirin, banka faizi gibi pasif gelire; arsa, hazine bonosu gibi kalıcı varlıklara dönüşmeliydi. Burada da işler büyük ölçüde babama kaldı.

Amcamla asıl yoğun ilişkim, 1990 yılında, lise bir yani şimdiki dokuzuncu sınıfta, sınıfta kalmıştım ve kuzenimin Ankara, Kazım Karabekir caddesindeki, Tuna Han'daki dükkanında çaışmaya başlayınca yoğun oldu. Aile, banka faizi ile geçinse de amcam, evde sıkıldığı için haftada en az dört gün dükkana geliyordu. Dükkanda şimdilerde ofis-boyluk denen, getir-götürcülük yapıyordum. Dükkanda kuzenim (o zamanlar ben 16-17, o ise kırklı yaşlardaydı) Rıza'nın yanında genel anlamda alım-satım muameleleri yapan Mehmet diye başka bir eleman ve ben vardım. (Mehmet daha sonra kendi alım-satım muamelecisi dükkanını açtı) Kamyon ve lüks otomobil satıyorduk. Sattığımız kamyonların çoğu, şimdilerde piaysada olmayan Chrysler'in As 600 ile 950 arası harfiyat kamyonlarıydı. Arada Rıza abimin (ona abi diye hitap ediyordum) kullandığı lüks araçları veya haciz koyduğu araçları da satıyorduk. Rıza abim, faizcilik de yapıyırdu. Bneim işim dükkanı temizlemek, lokantaya-bakkala gitmek, araçları yıkamak falandı. Yaptığım en ağır iş, İsmail amcamı, hanınn üst katındaki tuvalete götürmekti. Amcam o zamanlar nedense akülü tekerlekli sandalye almamıştı, oysa akülü sandalyeler o zamanlar da vardı ve amcamın alacak durumu da vardı. Amcam her geldiğinde günde en az iki kere tuvalete giderdi. Bizim dükkan binanın yanında, en arkasındaydı, Bahçeler Arası sokak diye  geçiyordu. Tekerlekli sandalyede, tahminen seksen kilo olan amcamı, önce iki yüz metre kadar düz sürüp, Kazım Karabekir caddesinin kaldırımına getiriyordum. Sonra sola dönüp, binanın tam önünde, bayağı büyük kamyonetlerin üst katlara çıkmasını sağlayan dik yokuşun önüne geliyordum. Sonra o dik yokuşu, tekerlekli sandalyeyle güvenli olarak çıkarma ve indirme çabası geliyordu. Çıkardıktan sonra, tuvaletin önüne kadar geliyordum. Amcam kendine has sondasıyla, kendi işini görüyordu. İndirmek çok daha zordu. Rıza abimin hanın üst katında, tuvaletin yanında ve kendi dükkanının tam üstünde başka bir dükkanı vardı ve oradan bazı malzemeleri ben getirip, götürüyordum. Amcamın ilk ziyaretinden evvel oradan bir kamyon tekeri indirirken kontrolden çıkmıştı da, neyse ki başka bir şeye çarpmadan, devrilmişti. Henüz orta okul öğrencisi olan iki kuzenimin babası amcamın kontrolden çıkması ve devrilmesi diye bir sorun olmamalıydı. Dükkanda kaslarımı en çok yoran, hatta ağrıtan iş, buydu. 

1993'de üniversiteye giriş sınavını ilk girişimde kaybettim. O yıl Ülkü Ocaklarına da gitmiş olmama çok kızan babam, beni dershaneye göndermedi. Ben de o yıl, evde ders çalışıp, gündüzleri de çeşitli işlerde çalıştım. Sınav sonucum belli olur olmaz, önce bir matbaada, sonra da mahallemde bir markette çalıştım. Bir ara markette çalıştım, telefonla istenen siparişleri, evlere götürüyordum. Oradan da ayrılıp, iki ay kadar evde yattım. Sonra başka bir kuzenim olan, nüfustaki adı Nazım olan ama bizim Aziz dediğimiz Aziz abim, kendi dükkanında çalışmayı teklif etti. Mecburen kabul ettim ve amcam oraya da uğruyordu. Bu sefer akülü tekerlekli sandalyesi vardı. 1994'ün Martından, Ağıustosuna kadar orada çalıştım. Amcam her zaman sivri dilli biriydi ve bu özelliği her zaman insanları kendisinden uzaklaştırırdı. Bu dönem, benim çok  zor zamanlardı. İki defa (8. ve 9. sınıflar) sınıfta kalmış, ilk girişte de sınavu kaybetmiş, ileri derecede disleksi ve hatta belki biraz otistik, 20 yaşından gün alan gençtim. Dershaneye gitmiyor, gün boyu dükkanda duruyor, dükkandaki boş zamanlarımda sosyal bilimler konu anlatımını, akşam da Türkçe konu anlatımını okuyordum. Durumum çok umutsuzdu. Mart ayında yapılan, o zamanlar ÖSS olan ilk sınav, pazar günüydü ve ben cumartesi akşam beşe kadar dükkandaydım. İsmail amcam beni göndermişti.  Bütün bu olumsuzluklara rağmen ÖSS puanım, geçen seneye göre mikroskobik de olsa artmıştı. 1993'de 139,9 yüz küsur olan puanım, 141,5 yüz küsur puan olmuştu.  Bu mikroskobik de olsa artış, büyük moraldi. Rakiplerim haftada bir soru bankası bitirir,  dersahne bir yana, özel ders alırken, ben hem işte çalışıyor, hem de ders çalışıyordum. Amcamın ve kuzenimse her geçen gün daha fazla benimle uğraşıyordu. Aziz'in dükkanına gelen-giden pek azdı. Haziran ortasında, ikinci basamağa kadar, sarı renkli sosyal bilmler kitabını tekrar tekrar okudum. İkinci sınavda, cuma akşam beş gibi çıktım.

İkinci basamak olan ÖYS sınavından sonra hem Aziz abimin, hem de İsmail amcamın bana karşı tacizleri giderek sertleşti. Sürekli bana ve aileme laf ediyorlardı. Ben de altta kalmıyordum. Yaz ayları boyunca onlara tahammül etmek giderek zorlaştı. Onlara göre benim sınavı kaybettiğim kesin gibiydi. Ağustos ayının sonlarına doğru, özellikle Aziz abimle ciddi ciddi kavga etmeye başlayınca, işten ayrıldım. Sonra büyük bir süpriz yapıp, sınavı kazandım. O yıllarda sınava girmeden tercih yapıyorduk. Geçen yıla göre göre netlerim beş yada altı tane artmıştı ve sonuç, kazandım.

1994 yılında amcamın büyük ama benden üç yaş küçük oğlu Cem'de sınava girdi. Cem, kardeşi  Can'la beraber, Ankara'da, özel bir lisede okuyor, üzerine de iki ayrı dershaneye gidiyordu. Amcam  kazanacağından çok emindi ve her sohbette adını anıyordu Cem'in. Kendisi inşaat mühendisi olmak, bunu da ODTÜ, İTÜ yada Hacettepe'de falan yapmak istiyordu. Tercihlerini de ona göre yaptı ve kaybetti. Her iki kardeş te 1995'de üniversiteye girdi. Can, dört yılda (özel okulda olduğu için İngilizce'si iyiydi) Bilkent İktisat'ı bitirirken Cem, Dokuz Eylül İnşaat'ı yedi yılda (hazırlığı atladığı halde), amcamların İzmir'e taşınıp, zorlamasıyla bitirdi. Ben, Süleyman Demirel, Sosyoloji'yi dört yılda bitirip, KPSS'nin hemen öncesinde Felsefe öğretmeni olarak atandım. Amcamın gerçek yüzüzünü görmeme daha yıllar vardı.

Amcamı asıl, yazlığına misafir olunca tanıyacaktım. Çocukluk, lise, üniversite ve onlarca yıl boyunca ne amcamın, ne de diğer akrabalarımın yazlığına misafir olmadım, misaifr olmayı da düşünmedim. 2010  yılında, psikoterapi almaya başladım. Psikologum bana tatile gitmemi önerdi. Annem de amcamın yazlığında tatil ayarladı. Ben ve annem, beraber Didim'e gittik. Bizi otogardan yengem aldı. Yazlık ev, bir site içinde iki katlı, müstalik bir evdi. İlk günler, sıradan ve rutindi (zaten on gün anca kaldık.) Amcam gene sivri dilliliğe devam ediyordu. 

Amcam, ilk gün bana, beni çok şaşırtacak bir soru sordu. Sinan, sen Rıza'nın dükkanda çalıştın mı? Ben de hatırlamıyor musun, sen dükkana gelrdin, ben seni iterek, tuvalete götürdüm ya, dedim. Amcamın bunu unutöasına çok şaşırmıştım. Sonra anlayacaktım ki aslında unuttuğu falan yoktu, bizi burada istemiyordu.Amcamında dahil olduğı yazlıkçı bir grupla sohbet ediyorduk. Dördüncü yada beşinci gündü,  ben, yazlık almaktanda her sene başka bir yere otele gitmek daha iyi dedim. Amcam da öyleyse kalk, git dedi. O akşam eve dönmek istedim, annem engel oldu. Ertesi gün yada bir sonraki gün, amcam durduk yerde bana sataştı, baban seni evlendirmiyor mu, diye. O tarihlerde 65-36 yaşlarında ve bekardım. Bu sefer laf sokma sırası bana geldi. Cem'le Can'da otuzunu aştı, sen onları evlendirmiyor musun, dedim. O da Sinan, bu dediğin çok zoruma gitti dedi. Yeğen olaak cevap veremeyeceğimi sanmıştı. Ertesi gün annem beni birden ısrarla Didim merkeze, dolaşmaya götürdü. Benim laflarım çok zoruna gidince, hemen oğlunu aramış, kız arkadaşı ile evlenme işlerini hızlandırmış, Devlet Su İşlerinde ihale kovalayan Cem, acele Didim'e geldi, o günlerde yakınlarda olduğu için kızın ailesini, kendi ailesiyle tanıştırdı.  Biz de o arada Didim'i gezdik ve dönüş biletleri aldık. Son akşam da amcam, bizi zaten kovmuştu ama hepten de s.ktiri çekmemiş olmak için bizi Didim (yada Kuşadası olabilir. Bu iki yer, birbirine yakındı.) Tam o gün, Hasan amcam, kendi yazlığına çağırdı. O da Almanya'dan yeni gelmişti. Annemin dediği gibi hizmetçiliğe çağırıyordu, başka bir şeye değil. Bir kaç gün sonra ev temiz oluca, onlar da bizi kovacaktı.

Annemin saçmalamasıydı bu olanlar, bir de tatile benimle gelme isteğinin sonucuydu. Belki de sayamayacağım kadar çok amca ve amca çocuğunun Ege-Akdeniz kıyısında yazlığı falan vardı ve onca çocukluk- gençlik geçmiş, yarım ağızla olsa davet etmemişlerdi. Amcam, Cem ve Can'ın okul arkadaşlarını misafir etmişti. Onlara da böyle laflar sokup, onları da böyle aşağılamış mıydı acaba? Ben ortaokul ve lise yıllarım boyunca Almanca'dan kaldım, Almanca'dan zerre anlamıyordum. Pek çoğu yıllarını Almanya'da geçirmiş, Almanya'da çalışan kişilerdi ama yarım ağızla bile olsa, Sinan, gel sana Almanca gösterelim dememişti. Sonraki yıllarda birisi, Kuşadası'nda pansiyon işletiyormuş, beni davet etti. Hem para vereceğim, hem de her olayım dedikodu malzemesi olacak, hiç akıllıca değildi. 

Amcamsa gerçek bir burjuvaydı. Görünüşte iyiliksever biriydi ama her iyiliğinde bir çıkar hesabı vardı. Babam yada başka birilerinin yaptıklarını iyilik değil, görev biliyordu. Disleksi ve öğrenme güçlüğü yaşayan bir devlet memurunun, asla onun sınıfına çıkamayacağı için beni de zerre kadar sevmiyordu. Her şey bir yana, Alevi ve Kürt olmasına rağmen, genel anlamda sağcı ve Tansu Çiller hayranıydı. Tam bir burjuvaydı.

Amcamla aramızda geri kalanların anlatılmaya bir değer yanı yok. Kendisi 2020 yılında vefat etti.



25 Temmuz 2025 Cuma

BATAKLIĞA DAVET EDİLME



Bu yazı kısa olacak, biraz acele yazıyorum ve acele yazma ihriyacı duydum. Burayı okuyan çok yok ama İbrahim'e su götüren  misali görevimizi yapalım. Dün, yani 25 Temmuz 2025 tarihiyle, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi açıklamalarına göre Suriye devleti, Türkiye'den askeri yardım istemiş. Bataklıklar böyledir, kurbanlarını davet eder. Örneği de Vietnam ve Afganistan'dır.

Vietnam savaşı resmen, Vietnamlıların, Fransızlardan baüımsızlık  mücadelesi ile başladı.1954'de Ho Şi Minh, Fransızları yenilgiye uğrattı. Fransızlar, ülkeyi ikiye böldü ve güneyde, yüzde onluk azınlık Katolik Hristiyanların, dolayısı ile Fransa'ya  bağlı bir Güney Vietnam yarattı. A.B.D bu savaşa Truman domino teorisin etkisiyle ve Truman döneminde askeri danışman (subay) göndermeye başlamışsa da ciddi anlamda savaşa dahil olması, meşhur Kenedy döneminde oldu zira bu dönemde Güney Vietnam'da gönderilen askeri danışman sayısı arttu. 1963'de Kenedy öldüğünde bu danışmanların iki bin kadarı öldürülmüştü. 1965'de bu gün pravakasyon olduğu resmen kabul edilen Tonkin Körfezi çatışması ile asker sayısı arttı. Uzatmayalım A.B.D bu savaşa, önce Fransa'nın, sonra da Güney Vietnam'ın davetiyle katılmıştı. (Bu batağa saplanan ve filmi yapılmadığı için az biline Güney Kore'dir. Güney Korelilerin,  Vietnam'da işlediği insanık suçu, A.B.D'den fazladır. Güney Koreliler, cep telefonu,  teknoloji ve tv dizisi üreten sevgi pıtırcıkları değildir. Güney Kore'de, A.B.D. davetiyle savaşa katılmıştır. ) 



Sovyetler de Afganistan batağına, darbe yapıp, iktidarı ele gerçiren Afgan Koministlerinin daveti ile saplanmıştı. Bunu anlattığım bir öğrencim, Afgan Koministleri deyip, deyip, gülmüştü. Halbuki mğcahitlerin bir kısmı da sosyal demokrat ve Maoistti.

Davetlere icap edilmeden evvel, davet edenin amacına ve niyetine bakılmalı




,

21 Temmuz 2025 Pazartesi

TERÖR: İHANET HEP SAĞDAYDI



Sağcıların en sevdiği saldırı türü,  bilimsel literatürde adı AD-HOC (Ad Hominem) olan, bel altı (bizde genelde kişinin cinselliğine saldırılır) yada kişiliğe yönelik saldırılardır. Kendilerinden olmayanları önce etnik kimliği ile vururlar. Karl Marks'ın ailesi, o beş yaşındayken ını vaftiz etmişlerdir ama onlar için Marks, bir Yahudi'dir. On sekiz yaşına kadar Katolik olarak yaşamış, kardeşi Hırvat Katolik kilisesi başkanı olan Sokullu Mehmet Paşa yada Kayserili bir Ortodoks Rum devşirmesi olan Mimar Sinan'ın Müslümanlığına ise laf etmezler. Pek çok kişi, soldan birilerinin soyunda gayrı müslümlük arayıp, icat etmeye çalışır. Pek çok kişi, yedi göbek atası Türktür ama onlar illa bir gayrı Türklük yada Müslümanlık bulur. Adnan Menderes'in ve Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun, İttihatçıların meşhur Doktor Nazım'la akrabalığı ve Sebataycı olma ihtimalleri hiç konuşulmaz. Sağda yada muhafazakarlıkta savunma, karşındakine hakaret etmektir. Hepimiz, bir zamanlar gazetelerin üçüncü sayfalarında anlatılan haberleri, detektiflik de yaparak, ekranlara getiren gündüz programlarını bir şekilde takip ediyoruz, çünkü hepimiz bir şekilde sosyal medya kullanıyoruz. Sosyal medyada içerik hazırlayanların en büyük malzemesi bu programlar. Bu programlada hem giyim (yüzde doksan yada doksan beşinde illa en az bir kapalı bir kadın bulunuyor. Konuşmalarından muhafazakar olmak bir yana, belli bazı tarikatların üyesi oldukları bile belli. Ben artık insanları yürüyüşünden bile, tarikat yada Ülkü ocaklı olup, olmadığını, hata payı fazlaca olmakla beraber, tahmin edebiliyorum. Konuşmalar ve çocuklara verilen isimlerse, kesin belli ediyor, en aptal bile anlar. Yıllarca muhafazkar medya, solcuların geniş insanlar olduğu propagandası yaptı ama gördük ki muhafazakarlar daha genişmiş. Mum söndü iftiralarınıza karşı, bu programlarda hiç Alevi'ye rastladınız mı? Bazı faşist trollerin Öşekçi diye aşağıladığu Kürtleri de göremiyoruz bu programlarda. Cem Yılmaz'ın dediği gibi, hani marjinal bizdik. Yeşilçam filmleri, yıllarca zenginleri ve şehirlileri geniş gösterdi, oysa asıl seks skandalları köylerde dönüyormuş.

Diğer yandan son yıllarda dini vakıf, kuran kursu ve ihl'lerde ne çok skandal dönüyor, Karaman'daki gibi çok büyük olanların bile alel acele üstü kapatılıyor, bilmem farkında mısınız? İktidarın müfettişlerinin ve gözlerinin sürekli üzerinde olduğu solcu-Atatürkçü derneklerin kursları, bursları veya diğer etkinliklerinde böyle sıkandallara rastlıyor musunuz? Ortada sahipsiz sosyal medya hesaplarından, bir görünüp, bir kaybolan sahipsiz iddialar var ama soruşturma yada delil yok. Köye Enstitülerine, özellikle Hasanoğlan için o kadar dedikodu çıktı ama açılmış hiç bir soruşturma yoktur. Hasanoğlan için, kanalizasyonda bebek cesetleri var falan dediler, ben iki yıl kadar orada da çalıştım. Okulun tarihinde hamile öğrenci olayı 12 Eylül sonrasında olmuştu ve o olay olduğunda burası öğretmen lisesiydi. Ben oradayken de okul, Ülkü ocaklarının elindeydi bazı okul yöneticileri, okulda akran zorbalığından başka işe yaramayan bu grubu koruyordu. Oradan ayrıldıktan dört yıl sonra, çocuğu orada okuyan öğretmen bir arkadaştan, okuldaki akran zorbalığı çetesinin halen de faal olduğunu öğrendim. 

Sağ, terör ve bölücülüğü hep solla ilişkilendirdi. Son bir kaç aydır olanlar şaşırdınız mı? Bu blogu uzun sürdedir düzenli okuyan olsanız, en Kürtçü ve en Türkçü partinin iktidara desteğini ben pek çok yazımnda, doğrudan adlarını vermesem de yazmıştım. Yıllar önce, Gezi zamanında darbeyi gören kişi, yıllardır hapiste de olsa, iktidar yanlısıdır. Yıllarca üç beş dergi satmak için Kürtçülere yaü çeken solcular (özellikle Marksist-Leninist çok solcular), son olaylar karşısında şok oldu. Muhtemelen son açıklamalardan sonra da bazı üç hilalli kişilerde hayret etti. Son darbe girişiminden beri temel görevi salı günleri muhalaefeti tehdit olmak olan şahıstan ne bekliyordunuz. Bu şahıs en son cumhurbaşkanı yardımcılarının etnik kökene göre atanmasını önerdi. Bu öneri, Aleviler ve Kürtler, cumhurbaşkanı olmasın demektir ve daha ötesi vali yardımcısı olsun, vali olmasın, kaymakam yardımcısı olsun, kaymakam olmasın, astsubay olsun, subay olmasın, albay olsun, general olmasın gibi anlamlara da gelir. Bu yönetim sistemi, Lübnan'da, Fransızlar tarafından, manda yönetimi zamanında kuruldu ve anayasa buna göre yapıldı. Bu anayasa ne Lübnan'da 25 yıl süren bir iç savaş çıkmasını ne de bu iç savaş sonrası istikrarsızlaşmasını engelledi. Benzer bir anayasa, İngilizlerce desteklenen Tito tarafından Yugostlavya'ya yapıldı ve ülke, etnik kökenine göre eyaletlere ayrıldı, sonucu hepiniz biliyorsunuzi, bilmiyorsanız da araştırın.

Diğer yandan bu Alevilik ve Kürtlük, zencilik yada sarışınlık gibi insanda doğuştan yada hemen bakınca belli değil. Esat ailesi, 19721de iktidarı ele geçirdiklerinde Hafız Esat, anayasa gereği iktidarda bir Sünni olması gerektiğinden, baş müftü yanında kelime-i şehadet getirip, kağıt üzerinde de olsa Sünni oldu.  Benzer şekilde bir dönem Arjantin cumhurbaşkanlığı yapan Carlos Menem'de, politikada yükselmek için Katolih Hristiyan oldu. O zamanlar Arjantin'de cumhurbaşkanının Katolik olması şarttı (Bu şark 1994'de kaldırılmış). Ölünce de Müslüman mezarlığına gömüldü. Hele son nesilde, sağcı gençler arasında dinsizlik (Ateizm, Deizm, Angnostisizm vesaire) bu kadar yaygıngen, etnik kökeni nasıl saptayacaksın? Diğer yandan ülkedeki tek etnik kök, Alevilik, Kürtlük ve Türklük değil, Çerkez, Boşnak, Arnavut vesairlerde var ve Bulgaristan göçmenleri bile en az iki nesil, kendi içlerinde, dışarıdan kız-damat almadan yaşıyor.

Etnik kökenle ilgili olarak kavranılmayan diğer bir şeyde, hangi Alevilik, hangi Kürtlük? Suriye'nin, en azından savaştan önce, kabaca yüzde on kadarı Nusayri yada diğer adı ile Arap Alevisi'di. Öte yandan Suriye'deki tek Alevi topluluğu, Arap Alevileri değildir. Türkmenlerin ve Kürtlerin de önemli bir kısmı Alevi'dir. Fakat Nusayriler, Türkmenleri (Bektaşi) ve Kürtleri Alevi'den saymaz. Esat ailesi Suriye'yi kendi ve birkaç yakın aşireti ile, bazı  Sünni ve Dürzi iş birlikçisi kabile ile yönetmiştir. (Ek olarak, Kürt derken, Kırmanci mi Zazaki mi?)

Şimdi pek çok kişi, Aslan amca yaşasaydı böyle olmazdı falan diyecek, eski politikacıları anacaktır. Ne çabuk unuttuk Erbakan'ın Kaddafi tarafından aşağılanmasını, Özal'ın Eruh ve Şemdinli baskınlarından sonra tüm gün havuzdan çıkmadığını yada terör ya bitecek, ya bitecek sözü ile ünlü Tansu hanımın, pek çok silah fabrikasını özelleştirip, ülkey ithalata mecbur ettiğini ve sonra da Avrupa devletlerinin silah ambargolarını, nasıl da unuttuk. Süleyman Demirel'in, Maraş'ta kan gövdeyi götürürken, bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemez dediğini ne çabuk unuttuk? Sonra aynı Demirel'in, tekrar seçilebilmek uğruna, 28 Şubat dönemi dalaverelerini ne çabuk unuttuk? Yıllarca muhafazakarlık sayesinde seçilen Demirel, en sonunda baş örtülüler okumaya Suudi Arabistan'a gitsin demedi mi?

Gelelim başbuğumuz Aslan amcamıza: kendisi 1960 darbesinin bildirisini okumak bir yana planlayanlardan değil midir? Bir sürü insanın suçsuz yere aylarca hapis yattığı, 27 Mayıs'ın en az bilinen günahlarından Sivas kampının mucidi değil midir? CKMP daha MHP olmamışken, başında halen Osman Bölükbaşı varken, kendisi Hindistan büyükelçisi iken,  partisinin elamanlarının, halen sağ partilere oy veren Alevilere saldırmaya ve daha sağ-sol ayrımının belirsiz olduğu 1964'de Aydın'da, beş Alevi'yi katldederek, Alevileri sola sürüklediğini ne çabuk unuttuk. Maraş, Çorum, Bahçelievler ve bilumum cinayetleri ne çabuk unuttu ki, tüm bunlara şaşırıyoruz.

Çünkü Goebbels'in mehur ilkesini uyguladılar, yalan söylediler, bu yalanı sürekli bağırarak söylediler ve suçlarını başkalarına anlattılar. Nietzsche'nin dediği gibi, kim ahlak bekçiliği yapıyorsa, en ahlaksız odur. 



18 Temmuz 2025 Cuma

SERKAN HOCANIN YEDİĞİ DAYAK



Yenişarbademli'den hatırladığım bir sima da Serkan hocadır. Ne yazık ki soy adını unuttum. Diğer türlü pek çok şeyi hatırlıyorum onunla ilgili. Fen Bilgisi öğretmenliği mezunuydu ve o yıl atanamamıştı. Öğretmenlikte atanamama o yıl başlamıştı, sonraki yıllarda kronikleşecek, ortalık atanamayan öğretmenle dolacaktı. Kendisi, Yenişarbademli'nin, ilçe olmadan önce bağlı olduğu Şarkikaraağaç ilçe milli eğitim müdürlüğünde bir bürokratın oğluydu. Ben o sene Kasım ayında askere gidecek, o da ilçedeki lise ve orta okulda derslere girecekti. Bense, zaten Kasım ayında askere gideceğimden, sadece dört saat dersle duruyordum. Sonra orta okulun sosyal bilgiler öğretmeni ve bizim okulun eski müdürü Mevlüt Yalçın'ın (Onun hikayesi de bambaşka, bir ara yazmak gerek, Fecöcü, çok ekzatrik bir tipti) Isparta il merkezine yakın Atatbey ilçesine tayin olması, onun derslerinin bizim okulun coğrafya öğretmeni Mustafa Korkmaz'a verilmesi, Korkmazın'da iki saatlik vatandaşlık bilgisi dersini, Sinan hocanın da maaş karşılığı demesi üzerine,  üç haftalığına vatandaşlık bilgisi dersine de girdim. (Özellikle Fen-Anadolu öğretmen liselerinde pek çok arkadaş, din kültürü, İngilizce veya beden eğitimci oldukları halde, meslek lisesi görmemişlerdi, öğretmenlik hayatları boyunca. Ben felsefeci olarak orta okul bile gördüm, üzerine de lisenin hemen hemen her türünğ gördüm, en iyisinden, en kötüsüne kadar.) Zaten Kasım'ın 20.'den sonra sekiz ay (er-onbaşı-çavuş) veya on altı ay (asteğmen) olarak askere gidince, dersler başkalarına kalacaktı mecburen.

Serkan Hoca, hem idealist ve hevesli, hem de bürokrat çocuğu olarak şımarık birisiydi. Yenişarbademli'nin artık Şarkikaraağaç'a bağlı olmadığını,  burannsa kendi kurallarına göre yönetildiğini anlamamıştı. Bademli'de olanların hepsinin benim hatam olduğunu sanıyordu. Uyarılarımı dikkate almıyordu. Ona özellikle belediye başkanının kızlarından uzak durmasını söylemiştim. Askere gidişime günler varken, arrkadaşlarım bana, belediye başkanının ikizlerinden küçük olanı ima edip, duruyordu. Serkan'ın da bana olan saygısı hızla azaldı. Hatta lojmanda onun evinden bazı eşyalar alacaktım (üç katlı bir apartmandı lojmanımız, girişteki iki adire, bekar öğretmenlere aitti) Hadi naş naş diye abartılı jestlerle beni kovmuştu.

Aslında daha başta uyarılmıştı. Sadece ücretli ders değil, hafta sonları kurs, halk oyunları falan da çalıştıracak, bu arada KPSS'ye de çalışacaktı. Bir hafta sonu okula gitmiştim. Öğrencilere mola verdirdiği için müdür kızmıştı. Etrafın boş olduüunu, kömürlüpün ve bazı yerlerin her türlü haltı yemeye müsait olduğunu yazmıştı. O sene üniversite sınavı için kurs vereceği sınıf on üç kişiydi ve on ikisi kızdı. O zamanlar lise üç yıldı okulda toplam öğrenci sayısı kırk kişi kadardı.

Ben sekiz ay askere gittim ve dönüşümde tahmin ettiğim gibi, şahane bir dayak yemişti ama meydan dayağı değil. Eğitim yılının son günü, akşam öğrenciler halk oyunları gösterisi yapacakken, belediye başkanının  adamlarınca alınmış, öğrenciler, öğretmenleri olmadan gösteri yapmıştı. Serkan dayağı yemiş, o gece acele ilçeden kaçmış, eşyaları da orada kalmıştı.

Yenişarbademli yada benzeri küçük kasabalarının pek çoğunda, memuru son günlerinde dövme yada hırpalama geleneği vardır.  Orada özellikle jandarma astsubayları, görevlerinin son günlerine doğru, özellikle de düşünlerde, toplu bir dayak yerdi. Olayın içinde başkanın kızları da vardı. Çok dedikodu duydum ama eklemiyorum. Olayın asıl anlatılacak kısmı, Bademli halkının bu olaylarla, kendilşerine hizmete gelmiş devlet memurları yada yabancı işçileri dövmeleriyle ÖVÜNMELERİYDİ. Zaten orada en çok duyduğum iki söz, sen buranın yerlsisi misin ve sürgün tehditleriydi. 25 sene önceydi ve daha henüz 2002 seçinleri olmamıştı. Ülke koalisyonlarla yönetiliyordu ve hepsi birbiriyle akraba ve düşman olan ilçe halkının, her partiden tanıdığı vardı.

Ben sekiz aya askerlik yaptım. Ertesi gün okullar açıldıktan bir kaç hafta sonra Ekim ayına doğru bir cumartesi günü, yakınlarına ait bir otomıbille geldi. Kapıda karşılaştık, kırk yıllık dostu özler gibi sarıldı bana. Eşyalarını taşımaya yardım ettim. Büyükçe, şöyle yaklaşık bir metre çapında aliminyum tepsi ve züerindeki bir sürü mutfak eşyasını bana bıraktı. Bazılarını lojmanın en üst katına yerleşmiş sınıf öğretmeni Kezban hocaya (nişanlıydı), pilastik tabak ve çatal-kaşınları askerden dönen ve lojmanı bıraktığım Ahmet Salih Kutlu'ya bıraktım. Diğer pek çok eşyayı, Beypazarı'na kadar kendimle gezdirdim. Çok büyük bir çoğunluğunu, Beypazarı'ndan taşınırken, vedalaştığım ve orada ortak ev tutmuş olan, Hatice-Cemil Ercan Anadolu Öğretmen Lisesi öğrencilerine bıraktım.

Yenişarbademli'nin aklımdaki en olumsuz imajı, o hevesli genç öğretmene yaptıkları ve bununla öğünmeleriydi.

16 Temmuz 2025 Çarşamba

DEMOKRASİLERDE ÇÖZÜM İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİDİR



Öğretmenlik kariyerim ne yazık ki başarısızlıklarla, yenilgilerle dolu. Bu yenilgilerimin pek çok sebebi var ama  yıllar içinde anladım ki, ilk yıllarda notu bol bir öğretmen olmakla hata yapmışım. Ben iki defa üst üste (şimdiki hesapla 8 ve 9 oluyor, orta son ve lise bir) sınıfta kalmış biri olarak,  not zorbalığını çok yaşamıştım. O yıllarda Dikmen lisesinde öğretmenlerin neredeyse tamamı, ilk derste ne kadar kıt not verdiklerini, öğretmenler kurulunda nasıl öğrenci aleyhine tavır aldıklarını falan anlatırdı. Babam da bana bol not vermemi öğütledi. Kırıkkale Atatürk Sağlık Meslek lisesinden ayrılmak zorunda kalana kadar böyle yaptım. Zorunda kaldım çünkü iki kere mahkemelik olmuştum ve okulun yeni müdürü, tayin isteemzsem, benim için müfettiş isteyeceğini söyledi. Ben de mecburen tayin isteyip, Gazi Endüstüri Meslek lisesine gittim. O sene Anadolu lisesi öğretmenliğini kazandığım için, iki ay kadar sonra, daha ilk sınavları yapmadan, Yıldırım Beyazıt Anadolu lisesine tayin oldum. Orada ilk dönem notu bol bir öğretmen oldum. Öğrenci zorbalığından bunalınca, ikinci dönem dört tane son sınıf öğrencisi, yazılılarının ortalaması 50'nin altında olunca, sözlü, yani performasla desteklemedim ve dersten kalamalarını sağladım. Birisi okul birinciliğinden, takdirden ve şeref listesine girmekten oldu, biri de teşekkürü kaçırdı. Ertesi sene de alan değişikliği ile hemen yanındaki anadolu öğretmen lisesine, öğretmenlik dersi öğretmeni oldum ve ben asla eskisi kadar notu bol olan öğretmen olmadım. Not silahımı kullanmam gerektiğni anlamadım. Tam anlamamışım ki, Hasanoğlan'dan soruşturmalar sonucu sürüldüm. Zaten Anadolu Öğretmen Liseleri, tasfiye sürecindeydi. Mevcut son sınıflara bile öğretmenlik için ek puan verilmiyordu. Ben de eskisi kadar değilse bile bol notluydum.

Ben Yıldırım Beyazıt lisesindeyken, Atatürk sağlık meslek öğrencileri, derslere benim girmem için imza toplayıp, müdüre gitmiş. Zira benim yerime gelen öğretmen arkadaş, 24'ü, 25 yapıp, öğrencinin sıfırını, bir yapmamış. Müdür, son sınıflar için mantık dersi seçmiş (normalde meslek liselerinde bu yapılmaz.), mantık dersinden de kalınmış. Öğrencilerin isyanı ertesi sene, üstelik sene başında da sürmüş, bu seferde edebiyat öğretmeni Mustafa hocanın dersinde olay çıkarmışlar. Ulan madem Sinan hocayı o kadar seviyordunuz, oaradayken niye olay çıkardınız. Hadi olaylar benim suçum,  verdiğim o bol notlara hürmeten, bir 24 Kasım'da çiçek falan alaydınız. Notu kıt, ders saati fazla meslek hocalarına alıyordunuz o güzel hediyeleri. ( O yıllarda sağlık meslekler, şimdikinden iyiydi. Mezun olunca anestezi teknisyeni, hemşire falan olup, memur atanıyor, atanmıyorsanız da özelde gayet iyi maaşlı bir işe giriyordunuz.)

Özet olarak, elinizde bir güç varsa kullanacaksınız, sadece kullanmakla tehdit etmeyeceksiniz, gerçekten kullanacaksınız. Bunu kullanmak için de sabır taşınız ne kadar hızlı dolarsa, o kadar iyi olur. Acıya, zulme uzun süre tahammül etmek, hiç de iyi bir şey değildir.  Zulme, ne kadar çok tahammül ederseniz, o kadar çok sömürülür, istismar edilir ve canı acıtılıtsınız.

Girizgahı bu kadar uzattıktan sonra, konuya gireyim. İktidardan memnun değilse, başka bir partiye, hatta bambaşka bir partiye ve dahası sakın oy verme denilen partiye oy vereceksin. Oy verdiğin partinin genel başkanını baba, partiyi de baba evi bilsen bile, arada bir akıllansın diye bambaşka bir partiye oy vereceksin. Ben kendi hesabıma, düşündüğünüz kadar koyu CHP'li değilm. Başka partilere de oy verdim. E n fazla Kılıçdaroğlu'na tahammül ettim, onun partiyi iktidar yapacağına inandım. Bunun sebebi büyük ölçüde benim de, onun gibi Alevi ve Kürt olmamen ; üstetik bu yüzden hayatım boyunca çok zorbalanmamdı. (Özellikle üniversite de ve Yenişarbademli'de.)

Halkın iktidar değişikliğine yanaşmamasını sağlamanın en iyi yolu kutuplaşmadır. Karşı tarafın öcüleşmesi, üçüncü yolun imkansızlığıdır. Bu zinciri kırmanın yolu, karşı kampa yada üçüncü yola inatla oy vermek, icabında her an, her partiye oy vermeye hazır olmaktır. Zülfü Livaneli, batılıların her seçimde başka partiye oy vermekle, doğuluların da her seçimde aynı partiye oy vermekle övündüklerini söyler. Türkiye'de kitleler, yıllardan beri sola oy vermemekle yada CHP'ye oy vermemekle övünür. Türkiye'de yıllardır iktidar değişse de, ana muhalefet partisi CHP'dir. Tarikatlar, liberaller vesaire, yitip giden bir sağ parti yerine, yeni bir sağ parti yetiştirip, iktidar yaparlar. Zenginlerin siyaset sloganı, benim için hiç bir şeyin değişmemesi için, her şeyin değişmesidir. Bu sloganı  1963 yapımı bir İtalyan filmi olan Leopar (Le Guepard) filminden aldım. Filmde Sicilyalı bir aristokrat, İtalya'nın birleşme süreci ve bu süreçte bir derebeyinin (aristokrat yada senyör), yükselen burjuva sınıfı karşsında konumunu koruma çabasını anlatır. Demokrasileri krize sokan otokratların da ilkesi, bir kişi (yada parti) değişmesin diye, her şeyin değişmesi ve bunun sık sık yapılmasıdır. Özellikle Latin Amerika diktatörlüklerinin en belirgin özelliği, sık sık değişen anayasalarla, çoğu darbeci general olan devlet başkanlarının görev sürelerinin uzatılmasıdır. Değişiklik, her zaman iyidir. Hiç bir kriz iktidar değişikliği olmadan, gerçek anlamda çözülemez.



Buna yakın tarihten ve yakından örnek, komşumuz Yunanistan'dır. Ülke en derin krizinde, seçebileceği en aykırı parti olan Syriza'yı tek başına iktidar yaptı.  Partinin başkanı Aleksis Çipras, Ateist olduğunu ilan edip, İncil üzerine yemin etmedi. Yunanistan gibi bir din devletinde olmayacak bir şeydi. Polonya, Avrupa birliğinin İran'ı, Yunanistan'da Suudi Arabistan'ı gibidir. Askeri araçlar, yeni yapılan binalar, papazlar, kardinaller kutsamadan kullanılmaz. Buna rağmen Çipraz ve Syriza'yi bir kaç seçim arka arkaya seçti. Kriz biraz geçer gibi olunca, Makedonya devleti, Üsküp Cumhuriyeti olmayıp, Kuzey Makedonya olunca, iktidardan indirildi.



Komedyen Ken Dodd'un dediği gibi, politikacılar, bebek bezi gibidir, sık sık değiştirlmelidir.


14 Temmuz 2025 Pazartesi

BİNALARI YIKMADAN YANGINLARI DURDURAMAYIZ

 


Her sene ne çok ormanımız yanıyor. Yanıyor ve nedense söndürülemiyor. Sonra da binalar, madenlerle doluyor ortalık. Bu yangınların devamının gelmemesinin tek bir yolu var, eski orman-tarım arazilerindeki binaları, madenler vesair yapıları yıkmak, ormana, arazisini geri vermek. Atlıyı Üsküdar'dan geri almak. Bu deyiminin kökeni de ilginç. Anadolu, sık sık, özellikle Celali isyanları döneminde denetimden çıkıyormuş. İstanbul'un egemenliğinin doğu sınırı da Üsküdar oluyormuş. Celali lideri Karayazıcı'nın tek idolojisi, Osmanlı, Üsküdar'dan öteye vergi-asker almasın olmuş.Üsküdar'ı geçen kişinin izini aradıysan, bul! Adalet için suçluyu, Üsükadar'ın  ötesinde de kovalamalıyız. Ormanı, sahili, tarım alanlarını, bozkırları, çayırları yağmalıyor ve ardından imar affı çıkarıyorlar. Bolu'daki boş, hayalet villara bile yıkılamıyor. İklim değişikliğine ve su fakirliğine karşı çözüm, çiftçin tarlasına, bahçesine ne ekeceğine karışmak değil, orman yapmaktır. Orman, madenlerden de,  yazlık site ve otellerden de kıymetlidir.

Bolu'da terk edilmiş şatolar demişken: ülkemiz bir terk edilmiş, kullanılmayan, inşaatı bitmeyen yapılar ülkesi oldu. Topraktan al, ucuza al diye yatırımcıyı kandırıyorlar. İnşaaat bitmiyor, çünkü baştan yetersiz sermayeyle başlıyorlar. Baştan yetersiz sermayeyle başlıyorlar, çünkü kurdukları plan gereği,  bina yarım kalsa da kar ediyorlar. Satış gelirlerini tamamen inşaata yatırmıyorlar, çok az, hatta hiç yatırmıyorlar. Görünüşü kurtarmak için, bir iki işçiyi çalıştırıp duruyorlar. Sorsanız tüm inşaat, seneye bitecektir. Daire-dükkan sahipleri, beklemekten yılıp, aldıkları evleri yarı fiyatına başkalarına satmaya çalışıyorlar. Bazen de inşaat öylesine terk ediliyor. Bitmeyen inşaatın giriş katında dükkanlar açılıyor (bitmeyen cami inşaatlarının da giriş-bodrumunda namaz kılınır, bağış toplamak için.), bazı inşaatlarsa neredeyse yarım yüz yıldır yarım kalmış halde, kaderine terk edilmiş. Bu yerler aynı zamanda suç örgütlerinin, evsizlerin, uyuşturucu müptelalarının da yeri.

İnşaat süreçlerini denetlememiz çok zayıf. Bir inşaatın başlangıç ve bitiş süresi belli olmalı. Oysa Keçiören metrosu inşaatı, yirmi yıldan fazla bir zaamn sürdü, Melih Gökçek yönetimindeki belediye, inşaatı Ulaştırma, Haberleşme ve Denizcilik bakanlığına devretti ve gene de ilk iki istasyonu eksik bitti. Özel sektörün inşaatlarını ise denetleyemiyoruz.  Sadece yıllarca bitmeyen inşaatlar sorunumuz yok, terk edilmiş inşaatlar ve binalar sorunumuz da var. Şehirlerdeki bu terk edilmiş, metruk, yarım kalmış alanları yıkıp, yeşil alan yapmalıyız. bunun masrafını da sorumlulardan çıkarmalıyız. Madenleri terk edenler, maden alanlarını tekrar yeşil alan ve tarım arazisi yapmakla sorumlu olmalı. Hem söz verdiği yatırımı yapmayan,  hem de vergi  beyan etmeyen, hem de yangına sebep olan şirketlerin tüm ortaklıklarından bu para tahsil edilmeli.

Doğa, yeşil alani tarım alanları, herkesindir. Hem tüm milletin, hem de tüm insanlığındır. İnsanlığa karşı suçlarda zaman aşımı olmaz, olanlar oldu olmaz.

12 Temmuz 2025 Cumartesi

CÜRETKARLIK İHTİYACI

 


Kızılay'dan otobüse her bindiğimde onu görüyordum. Elinde içinde eski kitap dolu pazar çantaları ile otobüse biniyor, Kurtuluş'ta iniyordu. İki yıllın sonuna doğru nihayet bir kere konuşabildim.  Fırat Eregenokon isimli bu kişi, emekli öğretmen ve sahafmış. Çankaya belediyesi yakınlarında bir dükkanı, Kurtuluş'ta da ikinci bir dükkanı varmış ve elindeki fazla kitapları, arada bir oraya taşıyormuş. Son cümlesi ise bombaydı; yaşayan en büyük Türk şairiyim, dedi. Bu son cümleyi gayet sakince söylemişti. Çok satan ve kibirli olmasıyla meşhur, pek çok şiirini bestelenmiş olduğu için kitlelerce ezbere bilindiği halde, Murathan Mungan bile bu sözü bu kadar kolay söyleyemezdi.  Ben bu ünvanı (yani temmuz 2025 itibarıyla yaşayan) şairler arasında bu ünvanı,  Ataol Behramoğlu, Nihat Behram, Nevzat Çelik, Ahmet Telli ve Haydar Ergülen, Sunay Akın arasında karar veremezdim. ( Listedeki isimlerden Nihat Behram ve Ataol Behramoğlu, kardeştir.)Liste çok solcu olduysa İsmet Özel ve İbrahim Tenekeci'yi ekleyebiliriz. Kadın şair olarak Lale Müldür ve Birsen Tezer'i  (aynı zamanda müzisyen) ekleyebiliriz. Şehrazat ve Ahmet Selçuk İlkan, şairden çok şarkı sözü yazarıdır ama haklarını yememeliyim. Birazcık şiirle ilgilenen biri olarak, benim aklıma gelen, YAŞAYAN şairlerden önemlileri bunlar. Benim bilmediğim, şiirini okuyacağım ve okuduktan sonra, vay be, diyeceğim nice şairler ve adını unuttuğum nice iyi şairler vardı. Hepsinden şimdiden özür dilerim. Bunlar, Türk şiirinin devleri (Temmuz 2025'de yaşayanlar arasında) Sahaf ve emekli öğretmen Fırat Ergenekon'u duyanınız var mı? Ünsüz olunca övünmek çok kolay demek ki.

Ben de ondan farklı değilim. Şu blogu dokuz yıldır yazıyorum. Yazdıklarımın felsefe ve sosyoloji olduğunu iddia ediyor oluşum,  yeterince kibirli olduğumu gösterir. Diğer yandan, şiirde demin saydığım kişiler kadar ünlü olsam, ben de mütevazı olurum diyorum. Beni günlük hayatta tanıyankarın bazıları, üstelikte sürekli burayı sosyal medya hesaplarımda paylaştığım halde, bu yazılarımı bilmiyor. Bilenler de, Aleviliğin köklerini Dedem Korkut'a bağladığım yazıdan dolayı bana Tengrici, Tengir sağolsun falan diyor. Yazılarımın çok fazla okuyucusu yok. Sosyal medyada paulaşım yapa yapa  günde iki yüz civarına ancak ulaşıyorum, yapmazsam yirmiyi pek bulmuyor.

Buna  rağmen yazılarımın etkinliği var. Bu blogu yazmaya başlayalı dokuz yılı geçti. 15 Temmuz'a günler kala yazmaya başlamışım bu blogu. Aslında daha önce de çok yazıyor, yazacak mecra bulamıyordum. Kendi paramla bastırdığım  romanın BAKARA' da ilgi görmüyordu. Arada üyesi olduğum, şimdilerde internet tarihinin mezarlığına gömülmüş olan alkislarlayasiyorum.com'un yazıyorum köşesine de arada bir yazı atıyordum. Bu blogda da seri halde yazmaya yavaş yavaş başladım. Okurlarım az ama yazdıklarımın etkili olduğunu da yavaş yavaş fark ettim. O yazılar yer yer toplamda yirmi yada iki yüzdena az kişi tarafından okunmuştu ama o yazıdan kurduğum hipotezler yada icat ettiğim kavramlar, herkes tarafından kullanılıyordu. Örnek olarak konfor alanı kelimesini ben icat ettim ama ekşicilerin iddia ettiği gibi bundan para kazanmadım. Film ve dizilerin, bir şeyleri normalleştirdiğni  yazdım. Bu fikri önce youtuber Murat Soner, sonra bir Rus, kadın sosyolog yazdı. Hışto'nun Hançeri deyimini, Cumhuriyet gazetesi yazarı Miyase İlknur, benden kopyaladı. (Hışto'nun Hançeri deyimi Kürtker'de yaygınmış ve başka anlamlara da gelebiliyormuş. Onun hançeri-gücü var ama bize zarar vermez gibi)

Buna benzer pek çok şey var ve bu başlangıçta biraz moralimi bozuyordu, bir yazar olarak adım bilinsin ve bundan para kazanayım istiyordum. Sonra böyle de zevkli olmaya başladı, üşkeyi perde arkasından yönetmek gibi bir şeydi bu. Yazıyı okuyanlar, çok az kişinin bildiği bu blogdaki fikirleri, bazen farkında bile olmadan sahipleniyorlar, böylece fikir anonim ve yargılanamaz oluyordu. Fikri üretene ad hoc (bel altı-kişisel ) saldırı yapamıyorlardı. Bu fikirler artık Alevi-Kürt yada boomer değildi, basit bir taşra üniversitesi mezunu, yabancı dil bilmez, yüksek lisansı yok, değildi. Bu yazılardaki fikirleri ilk benim ürettiğimi ben, bazı bazı kendime bile ispat edemezken, beni suçlayanlar nasıl yapacaktı? Hem beni suçlamalar, beni durduk yerde şöhret yapar ve yazdıklarımın doğruluğunun ispatı olurlardı.  Yaşlandıkça ben de şöhreti o kadar arzulamaz oldum. bu devirde şöhret hem geçici, hem de çok düşman kazandırıyor. Youtube yada kağıda bastırma, belki emekli olduktan bir kaç yıl sonrası için olabilir. Şimdilik kendime yetecek kadar para kazanıyorum. Daha fazlasını da şimdilik internetten kazanmayı düşünmüyorum.

Cüretkarlığım bu kadarına yetiyor.



10 Temmuz 2025 Perşembe

BU DEVRİM NAKLEN YAYINLANACAK

 


BU DEVRİM NAKLEN YAYINLANACAK

 

Bu devrim tüm radyolarda, televizyonlarda

İnternet sitelerinde, sosyal medyada

Tüm fenomenler arasında

Canlı yayımlanacak

Penguen belgeseli yarıda kesilerek verilecek

İktidarın değiştiği

Kaçanlar, bavulları toplarken canlı yayın açacak

Kaçamayacak olanlar pişmanlığını anlatacak

Son bir düğüm atacaklar

Çaldıkları paraların, çöktükleri tapuların

Ve bilmem kaç yerden maaşlarının üzerine

Düğüm atacaklar ticari ayrıcalıklarının üzerine

Maden tekellerinin üzerine

Bir gün geri dönecekleri ümidiyle

Tüm dünya canlı izleyecek

O büyük günün görkemindeki şenliği

9 Temmuz 2025 Çarşamba

PİRİNCİN TAŞI-AHLAKSIZLIĞIMIZIN TARİHSELLİĞİ



Pirincin içindeki siyah taştan değil, beyaz taştan kork cümleri ne Japon ne Afrika ne de başka bir memleketin atasözüdür.  Pirinç, normalde içeriği taşlı bir ürün değildir. Oysa Türk halkı olarak, seksenlerin sonuna kadar sadece pirinçten değil,  bulgur, mercimek gibi her türlü küçük taneli gıda ürünlerinden taş ayıklıyorduk. Bizi taş ayıklamaktan ve içi taşlı ürün almaktan Amerikalılar kurtardı. Tam ne zamandı hatırlamıyorum, seksenlerin ortalarıydı, o zamanların tek yada iki (TRT 2) kanallı televizyonlarında bir reklam dönmeye başladı. Pakette Kaliforniya pirinci satılıyordu. Bizler de başta şaşırdık, paketin içinde taş, yok muydu? Yoktu ve pek çok insan, sırf taş ayıklamamak için Kaliforniya pirinci kullanmaya başladı. Sonra yerli zahireciler, pakette ürün satmaya başladı. Sonra normal zahirelik ürünlerde taşsız satılmaya başladı.  Çünkü artık zahireci esnaf,  ürünlerin içinr taş koymaktan vazgeçmişti. Pirincin taşını ayıklamak, pirinçteki beyaz taş kavramları deyim ve atasözü olmuş, benimle mercimeği taşlı yar sözü de türkülerde kalmıştı. Bana bu gerçeği, bir yıl kadar önce, Ankamall (yada Büyük Migros)'in önünde açılan panayırlardan birinde aldığım dağ incirleri hatırlattı. Küçücük ve çok  tatlı bu incirler, una bulanmıştı ve aralarına beyaz taşlar konmuştu. Bu panayıra mal gönderen köylü, eski alışkanlıklarından  kurtulamamıştı. Gene eskiden , marul, lahana gibi sebzeler, diri ve parlak olsun bahanesiyle ıslak, hatta uzun süre suda bekletilerek satılırdı. Bahane  olarak söylenen, diri kalması, parlak görünmesiydi. Oysa gerçek neden, su emen bu bitkileri daha ağır göstermekti. Bu yöntem, zincir marketler yaygınlaşınca, azalarak bitti.

Atatürk inkılaplarının en az konuşulanı,  ölçülerde birlik kanunu. Osmanlı'da ölçülerde bir birlik yoktu ve bu da ticareti çok zorlaştırıyordu. Oysa bu toprakların, Türklerden de önce, hatta yazıdan da öncesine dayanan bir ticaret geleneği yok muydu. Bu ticaret içinde, kendiliğinden bir ortalama ölçüler oluşması gerekmiyor muydu? Çok öğündünüğünüz Ahi teşkilatları, ölçü ve tartıyı standartlaştıramamış mıydı? Ahi geleneği ne zaman bozulmuştu da biz  bu çakal esnaflara kaldık?  Onlrcayı bırak, yüzlerce tarikat, bu ülkeye bir ahlak getirmedi mi?

Getirmemiş, kalıcı olmayan ahlak, ahlak değildir. Tehdit ile ahlak olmaz.Dini tarafından ölüm sonrası sonsuz cehennemle tehdit edilen kişi, dini kendi arzularına göre değiştirir. Cennete gitmesi için kendi isteği doğrultusunda öğüt verenleri dinler. Haçlı seferleri, Maraş-Sivas katlimları, dindarların eserleridir. Ahlak, biir bilinç eseridir. Ahlaklı davranmamızın sebebi, cehennemden korkmamız, metafizik etkiler değil, o şekilde yaşamamız gerekliğidir.

 Bu iktidar yada iktidarlar, gökte düşmedi. Bu partiler, seçmenlerine benziyor, önceki oy verdikleri partilere bir bakın.  O partilerin skandallarına bakın. Ancak yağmadan kendilerine pay verilmediğinde, partilerini terk etmişler. İktidarın yıllardır kitlesini, muhaliflere karşı kışkırttığının bilmem farkında mısınız? Gezi'de, türbanlı bacımızın üstüne işediler yalanına o kadar sıkı sarıldılar ki, Diliniz Kaba, Kalbiniz Taş diye bir kompozisyon yarışması bile düzenlediler. Her fırsatta dinsizlik diyerek, dinimize saldırılıyor diyerek, muhafazakarları, sekülerlerin üzerine kışkırttı. Muhafazakar kitle, sekülerlerle, sokak röportajlarında telefonunu çıkar benzeri tepkileri saymazsak, çatışmak istemedi. İktidarın özenle koruduğu göçmenlere ise, Altındağ'da olduğu gibi çatıştı. Sorun şu ki muhafazakarlar, sekülerler ile çatışınca, yağmadan pay almayacağını biliyor. Göçmenleri kovup, işsizlik azalsın, kira fiyatları düşsün de istiyor. Yani  karşımızda bilinçsiz bir kitle yok. Ezelinden beri böyle bir kitle. 

Bize de pirincin taşını ayıklamak düşüyor.




8 Temmuz 2025 Salı

NE DEMEK


 

NE DEMEK?

 

Demek ki siz zorbalık ettikçe iktidarınız

Güçlenecek sanıyorsunuz

Demek ki siz muhalefeti tutuklarsak

Başka muhalefet çıkmaz diyorsunuz

Gözaltılar, hapislerle ve yasaklarla

İktidarınızı sağlamlaştırmak istiyorsunuz

Sultan Süleyman’a kalmayan dünya

Demek ki size kalacak

Suçlarınız yargılanmayacak

Bedel ödemeyeceksiniz demek ki

Demek ki siz yaşayacaksınız

Bin küsur odalı saraylarda

Sizin sarayınız müze olmayacak,

Harabe olmayacak,

Kamu binası olmayacak….

Siz ve yandaşlarınız

Masalların prenses ve prensleri gibi

Sonsuza kadar mutlu yaşayacaksınız

 

Öyle mi diyor okuduğunuz tarih, felsefe, sosyoloji

Ve bilumum bilim kitapları?

Öyle mi diyor Allah’ın indirdiği son kitap?

O kitabı tebliği eden peygambere öyle mi dedi?

Peygamberin katledilen damadı ve halifeleri öyle mi dedi size?

Peygamberin susuzluktan öldürülen torunları öyle mi dedi size?

Çarmıha gerilen Mesih ve ondan önceki binlerce peygamber

Size bunu mu müjdeledi

 

Yoksa siz cehenneme bir dakika daha geç girmek için çırpınan

Günahkârlardan mısınız?

 

Öyleyse size hayırlı kâbuslar dilerim

Kaçınılmaz sonunuz için

 

 

5 Temmuz 2025 Cumartesi

İLK KAN (ROCKY 1) FİLMİ (1982) FİLMİ; FİLM NE ANLATIR, İZLEYİCİ NE GÖRÜR



 Sanatçının anlattığıyla, eserde anlaşılan her zaman aynı değildir. Bunun sinema sanatındaki en ünlü örneği, 1982 yapımı İlk Kan yada diğer adıyla Rocy 1 filmdir. Film, İlk Kan diye çıktı ama daha vizyondayken bile, filme Rambo 1 deniliyordu, çünkü gişede patlamıştır. Sinema sektörünün devam filmi gereği 2. kesin gelecekti, ne zaman geleceği sorundu. Filmle ilgili pek çok ayrıntıyı internette bulabilirsiniz. Ben sadece birinci fimden bahsedeceğim. Ben ilk üçünü izledim, 4 ve 5'i izlemediğim gibi, izlemeyi düşünmüyorum. Şiddet-aksiyon bornozu meraklısı değilim. Film, romandan uyarlanmış ama romandan çok uzakmış, normaldir. Sinema, en az yirmi, yer yer binlerce insanın emeği ile yapılan bir iştir ve mecburen ticaridir. Roman 1972'de, savaş halen sürerken ama Kuzey Vietnam'ın zaferi ve Amerika'nın kaçışı kesinken yayınlanmış; film, 1982'dei savaş biteli çok olmuşken yayımlanmış.

İnternette herkes filmde hiç kadın olmamasına değinmiş lakin dikkat ederseniz, açılış kısmı hariç, siyahi (zenci)'de yok. Filmin girişinde tek katlı bir ev ve önünde karavan var. Amerika'da öyle kafanıza göre gecekondu yapamadığınız için, fakir kişiler, karavanda yaşıyor geenlde. Rocky, Vietnam'dan arkadaşını ziyarete gidiyor, orada zenci bir kadınla konuşuyor, kadın da arkadaşının kanserden (muhtemelen uranyum, toryum dahil envai çeşit radyoaktif madde ve zenvai çeşit zehirli kimyasal madde içern mühimmatlardan dolayı) öldüğünü söylüyor. Rocky'de, birlikte çektikleri hatıra resmini kadına verip, ayrılıyor. Bu sahneden sonra kadarajda ne zenci var, ne de kadın. Kasaba, Amerika'da eskiden yaygın olan günbatımı kasabalarından muhtemelen. Bu kasabalar, siyahilerin, hava kararmadan ayrılmak zorunda oldukları kasabalar; eski Amerikan romanlarında bahsedilir bunlardan. Şimdilerde ayrımcılığa karşı yasalar güçlüyken de böyle yerler var mıdır, bilemem. Filmde sadece beyaz Amerikalılar var, Asyalı (.in-Japon), Latin Amerikalı'da yok. Jack Rambo'ya karşı ucuz kahramanlık harekatı yapılıyor ve ucuz kahramanlığı sadece egemen güçler yapar. Rambo'ya saldıranlar, kasaba şerifinin uyduruk bir yeminle işe aldığı, eli silahlı köylüler, kasabalılar. Kasaba şerifinde, Anadolu köylerinde görülen, biz buraların yerlisiyiz kafasıyla, oradan tesadüfen geçen yabancıları ezme yabaniliği var. Zorbalanan Rocky tetiklenince,  olaylar başlıyor. Özetin özeti olarak, eğitimsiz yerel polis, savaş tecrübesi görmüş mavi bereli (Türkiye'de bordo bereli) komandoyla baş edemiyor.

Yerel polis demişken, işi şu tarafını da açıklamak gerek. A.B.D'de federasyon olduğundan, bizdeki yani üniter devletlerdeki gibi ulusal bir polis-jandarma teşkiları yok. Yerel polisler, tıpkı itfaiye, zabıta gibi belediyelere bağlı. Polis teşkilarının tepesinde, doğrudan adalet bakanlığına bağlı meşhur FBI var. FBI, Eyalet polisleri ve büyük şehirlerin (New York, Miami, Houston gibi), ciddi  polis eğitim kurumları var ama olayın geçtiği taşra kasabalarında işler o kadar ciddi değil. Filmlerde ve dizilerde eyalet polislerini pek görmüyoruz. Fimde de şerife, yardımcılarından biri, işi eyalet polisine devretmesi gerektiğini söylüyor. Şerifte ölen-yaralanan kişiyi kaç yıldır tanıdIğını falan söylüyor. Bir kaç sahne sonra, elini havaya kaldırmış, tek başına olduğu ve canlı bomba olmadığı belli olan Rambo'yu teslim alamıyor ve vuramıyor. Vuracaksan en azından biraz daha yakına gelmesini bekle. Nasıl olsa yıl 1982, ne cep telefonu, ne internet, ne de bir kamera kaydı var. Şerif aptalca ateş edip, adamı kaçırtıyor ve ardından kendisi gibi, bir buranın yerlisiyiz kafasında bir sürü aptaldan oluşan ordu toplayıp, en sonunda Rambo'yu bir maden ağzından köşeye sıkıştırıp, roketle patlatıyor. Rambo ise dışarı kaçmak yerine içeri kaçıyor. Vietnam deneyimlerinden, insan yapısı mağaraların, Vietkong tünelleri gibi birden fazla çıkışı olabileceğini biliyor. Kocaman farelerle dolu tünellerden geçip, dışarı çıkıyor ve asıl şenlik o zaman başlıyor.

Filmin en unutulmaz yeri, Roky'in teslim olmadan önceki, savaş ve askerlik karşıtı söylevi.  Filmi izleyenler, Vietnam sendromu, travma sonrası şiddet, sevaşın anlamsızlığı gibi şeyler yerine; tek kişinin, özel eğitimle neler yapabileceğini görüyor ve seksenlerde savaş ve askerlik filmlerinda artış yaşanıyor. Rakibi Arnold Schwarnazeger, savaş filmlerinin ekmeğini kendisinden çok yiyor, Ölüme Koşan Adam, Terminatör, Robocop gibi filmler yapıyor. Bu filmler, asker filmlerinin tipolojisini değiştiriyor. Önceden asker filmleri, vatani hizmet filmleridir. Filmlerde sıradan insan ve sıradan mesleği olan siviller, devletin çağrısı yada emri üzerine askere alınırlar. Filmin başındaki beceriksiz askerler, film ilerledikçe ustalaşırlar. 1987 yapımı Full Metal Jacket, bu tür filmlere en iyi örnektir. Rocy yada Terminatör, mesleği askerlik olan, bunun için özel eğitim almış ve sivilde bir bilmeyen kişilerdir. Rambo ile beraber, prpfesyönel askerlik filmleri başlar. Bu filmler ilk başlarda Rambo yada Terminatör gibi bireysel kahramanlık, askeri süper kahraman filmleridir. Cüneyt Arkın'ın bir kısmı Aytekik Akkaya'yla beraber yaptığı bir seri filmde, bunlardandır. (Bu dönem Cüneyt Arkın-Aytekin Akkaya filmerinin en ünlüsü, Dünyayı Kurtaran Adam'dır.) 1992 yılında yapılan Evrenin Askerleri (Universal Solidier) filminin başarısıyla filmciler, askerliğin bireysel bir spor değil, bir takım işi olduğunu hatırladı. Band Of Brothers, Er Ryan'ı Kurtartmak, Börü gibi özel harekatçı takım-manga-bölük filmeri yapıldı.

Her aşırı başarılı film gibi, yaşama-modaya yön verdi. Komandoluk, askerlik kavramının merkezine yerleşti. Rambo'nun film için özel (daha sonra serinin diğer filmleri içinde ayrı ve özel) tasarladığı bıçak yok sattı. Milliyet gazetesinin uzun yıllar her pazar kendisi ile birlikte verdiği Oscar TV adlı ekinde, yıllarca Rambo, Yaşam Savaşı Verme Bıçağı'nın reklamı yayımlandı. Askeri botlar ve kamufulaj desenli paltolar, parkeler, doksanların sonuna kadar moda oldu. Rambo'nun alnına, kanama dursun diye sardığı bez bile moda oldu. 1993'de, televizyonlarda Rambo'nun çizgi filmi vardı (Sezai Aydın seslendiriyordu, kaçınılmaz olarak)  Rambo, aksiyona geçmeden evvel botunu ve alın bezini bağlıyordu. Bu bez, uzun süre komandoların, sporcuların, fitnes-yoga yapanların ve hatta bir ara gayların simgesi oldu. Saçların ön kısmını bir baş örtü gibi örten bandana denen bezler de uzun süre moda oldu.

Romanın ve filmin amacı, militaristliğin ve savaşın kötülüğünü göstermekti, en azından ilk filmin amacı oydu. Savaş karşıtı bir filmde, aksiyonu ve askerin karşıtlığını fazla abarttığınızda, militarizm propagandasına döner. Serinin geri kalan filmleri de askiyon ve şiddet bornosudur. Serinin diğer filmleri de çizgi roman-süper kahraman tadındadır. En komiği de Afganistan'da geçen 3. filmdir. Film vizyona girmeden, Sovyetler, Afganistan'dan çekilmiş; sonraki yıllarda Afganistan'da, Sovyetlerin yenilgisinin  benzerini Amerikalılar yaşamıştır. 

4 Temmuz 2025 Cuma

MİDSOMMAR (RİTÜEL-2019) FİLMİNDE FAŞİZM



 Korku filmine pek meraklı değişim, bu yüzden de bu filmden yakın zamana kadar habersizdim. Filmi de klasik korku filmi izleyicileri pek beğenmiyor.  Film de korku filmine benzemiyor.  Korku filmlerinde olaylar, karanlık- izbe yerlerde geçken, Midommar'da ortam ışığa boğulmuş durumda. Kuzey ülkelerinde, yılın en uzun günleri olan 22 Haziran ve sonraki günlerde oluyor. Korku filmlerinde kahramanlar genelde yalnız kalır yada küçük gruplara ayrılır, izbe ve karanlık yerlerde de işkenceye uğrar yada katledilirler. Filmin merkezindeki oyuncular, kolay kolay yalnız kalmıyor. Film fazlası ile uzun (148 dakika) ve konuya geç giriyor. Korkuya konu olan grubun, Amerika'dan, İsveç'e, Harga denen komüniteye gelmeleri yarım saat sürüyor. İlk ölümleri görmek için de bir saat beklemek gerekiyor. Sevgilizle karanlıkta, birbirinize sarılarak. çığlık çığlığa izleyebileceğiniz bir film değil. 

Bu tip korku filmlerine, folklorik korku yada pagan(purperest) korku deniliyormuş. Konu da genel olarak yabancı bir kültürün vahşetine maruz kalınması olayı. Bu filmde de Avrupa'da kökleri 19. yüzyıla kadar giden, ata dinine dönme fetişizminin korku unsuru haline getirilmesi ile yapılan filmlerden birisi. Bu filmin asıl amacı, bu tür faşist toplulukların (komünite) tehlikesine dikkat çekmek. Türkiye'de faşistler, Tengriciliğe meyletseler bile, böyle komüniteler kuramıyorlar (şimdilik). Bunun ilk sebebi, Türkiye'de milliyetçilik ve faşizmin temellerinin din ekseninde atılmadı; hatta millet kelimesi Arapça, din-mezhep anlamına geliyor. Kelime bugünkü anlamını Namık Kemal sayesinde almış ve aslında Namık Kemal'in de millet kelimesinden anladığı bu. Herkes Namık Kemal'i, okulda okuduğu vatan şiirleri ve Vatan yahut Silistire oyunuyla tanıyor. Namık Kemal'in sırf Şiiliği kötülemek için yazdığı Cezmi diye bir romanı, harem yaşamını ve siyahileri kötülemek için Kara Bela diye tiyatro oyunu var. Mason locası üyesi ve alkole düşkün de olsa, namazlarını kaçırmayacak kadar dindar ve nefreetini her zaman kusacak kadar mezhepçi. Tengricilikle ilgili bilgilerse fazlasıyla sınırlı. Bazı Arap seyyahlarının gezi notları, bazı Rus antropologların tespitleri gibi az sayıda belgedir. Aslında sorun bu da değil.  Orta Asya Türk inancının Anadolu yansımaları illa Alevilikle çakışıyor ve faşizm, kendi öz kültürü de olsa,  azınlıkları sevmez. Alevilik, Faşizm için çok Hümansit falan diyeceksiniz, buna iki itirazım var. Biri, Aleviler de bazı dönemlerde yeterince vahşileşebilmiştir, diğeri de Faşizm, pragmatist , yani faycadı ve oportünist, yani fırsatçıdır. En hümanist fikirleri biel kendine yonttuğu gibi, baş düşmanı komünist-sosyalist ideolojiyi kullandığı da olmuştur.

Filme dönecek olursak, ilk dikkati çeken, filmdeki bütün karakterler Hristiyan yada Hristiyan adına sahipken, film boyunca, başlangıç yemeğindeki masaların kombinasyonu hariç hiç haç bulunmaması ve hiç bir oyuncunun boynuna haç takmaması. Haç demişken, filmin konusu İsveç'de geçiyor ama üzerinde kocaman haç bulunan İsveç bayrağını hiç bir şekilde görmüyoruz (Çekimleri Macaristan'da yapmışlar) Kuzey ülkeleri, geç tarihlerde, neredeyse Haçlı seferleri ile Hristiyan oldukları için olsa gerek (Lapon diye de bildiğimiz Sami (Samee) toplumu halen çoğunluğu Pagandır), pek çoğunun bayrağında kocaman haç vardır. Filmse tamamen Pagan kültür üzerine konulu ve filmde Hristiyanlıkla ilgili tek şey, Dani'nin erkek arkadaşı Kristi (İsa) ve o da filmin sonunda uyuşrululmuş şekilde, bir ayı postunun içinde, gruptaki Dani ve Pelle hariç diğerleriyle beraber kurban ediliyor.  Cristian, ayı postuna konan tek kurban, adından dolayı simge, ayı ise kuzey paganlığının simgesi, bizdeki bozkurt gibi. Dani'nin Amerika'daki evinde büyükçe bir ayıya sarılan kız çocuğu resmi var. (Maşa ve koca ayı çizgi filmini hatırlayın) Bizde erkeklere nasıl alparslan, bozkurt gibi isimler konuyorsa, Rusya ve İskandinavya'da ayı ismi konuyormuş. Bizde ayı genelde asosyalliğin, pisliğin ve nezaketsizliğin simgesidir be birine ayı demek hakarettir. Kuzey ülkelerinde ise cesaret ve güç simgesi. Dani, her şeyin sonunda bu gruba üye oluyor, Pelle zaten grubun üyesi ve diğerlerini buraya getiriyor, Cristian'dan da döl çalıyorlar. Cristian, Dani'yi Harga'nın yerlisi bir kızla defalarca aldatıyor, en sonunda da törensel bir cima ile bu çocuğu kabulleniyorlar. Törensel cima dediğim sahne, bir çeşit absürt burno sahnesi. Cristian'da, kafa mantarlı çayla güzelleşmiş bir halde, bir sürü yaşlı ve çıplak kadının inlemeleri ile kızla birlikte oluyor. Bir erkek olarak söyleyeyim, böyle absürt bir ortamda, bu kadar göz üzerimdeyken, kafa dumanlı değilse, heyecan ve şaşkınlıktan hiç bir şey yapamam. Pelle, Cristian ve Dani'nin ortak noktası Harga köyü halkı gibi sarışın olması. İskandinav ülkelerindeki bu sarışın yoğunluğunun sebebi tamamen ırsiyet değil. Norveç devletinin açılan gizli bilgilerine göre, otuz küsur yıl içinde, dört buçuk milyonluk ülkede (2025 itibarıyla beş buçuk milyonu aşmış), otuz binden fazla kadını, esmer veya Samee (Lapon)iTater (az nüfuslu bir azınlık)  gibi topluluk insanlarını gizlice kısırlaştırmış. Sarışın derkeni Kıvanç Tatlıtuğ gibi civciv-platin sarısı olacak; Atatürk ve Balkan Türkleri gibi sarımtırak kahverengi değil. 

Filmde pek çok  olay, çeviride elma mantarı denen halüsülojen etkisinde gerçekleşiyor. Harga'ya girerken,  kamera ters dönüyor, göntülerde kayma oluyor. Dikkatli bir izleyiciyseniz, ekibimiz Harga'ya girdikten sonra, kamera lenslerinde dengesizliği görebilirsiniz. Harga'ya gelen  misafirler, filmin sonuna kadar mantarın etkisinde. Filmde ilk cinayet, birinci saatin sonunda ve herkese açık şekilde işleniyor. İntihar ama ihtiyar çiftimiz, topluluğun zorlaması ile atladığı için, bu da bir cinayet. Kadın hemen ölüyor,  erkekse hemen ölmeyince, tahta balyozlarla, kafalarına vurularak ölüyor. Suçları da yetmiş iki yaşlarına gelmeleri. Bu olayın vahşiliğini ve zırvalığını anlayan Connie ve Simon çifti, diğerleri gibi Amerika'dan değil, İngiltere'den gelmiştir. Aralarında çok fazla boy farkı olan çiftimiz, yeterince halüsülojen mantarı kanında biriktirmediği için,  vahşeti anlıyor ve ortamdan kaçmaya karar veriyor. Diğerleri ise olayın vahişiliğini anlamıyor, antropolojik tez yazacağız, bunamak istemiyorlar falan diyor.

Harga tarikatı oluşturulurken, Hristiyanlığın ve diğer tek tanrılı dinlerin, putperestliğe ilişkin mitleri ve dedikodularından faydalanılmış. Uyuşturucu, alkol, grup seks ve cinsel sapkılık gibi dedikodular, Yahudiliğin ortaya çıkışından itibaren, (Sodom ve Gomora) çeşitli topluluklar aleyhinde üretilmiş ve halen üğretilmekte. Filmdeki, akraba evliliği ve ensestten sakat çocuk üretip, kutsal kişi yapma konusu, Jean-Cristophe Grange'ın Kızıl Nehirler romanında da geçiyor. Grange'ın romanı 1999 çıkışlı ve 2000'de film yapılmış, bu filmden önce yani. İnsan kurban etme de insanlık kadar eski bir gelenek. Avrupa'da, özellikle bataklık alanlarda, tunç çağından kalma pek çok insan ölüsünün kurban edildiği düşünülüyor. Putperestliğ u kadar kötüleyen tek tanrılı dinler, çok mu masum, bu da ayrı konu. Roma imparatorluğunun, Hristiyanlığın ilk ortaya çıkışı ile resmi din olması arasındaki üç yüz yıldan fazla sürede katlettiği Hristiyandan daha fazlasını Saint Bartalamay katliamından 1 gecede (25 Ağustos 1572) katletti. Filmin kurgusu, Avrupa'da yaygın olan putperest tarikatların tehlikesine dikkat çekmek için yapılmış gibi geldi bana.

Filmde faşistliği en iyi anlatan sahne, sonda Dani'nin ağlama-panik atak krizinden sonra birden gülümseme sahnesi. Artık topluluğa kabul edilmiştir. Bundan sonra zorbalanan, aşağılana, alay eden, ezilen değildir; artık zorbalayanların, aşağılayanların, alay edilenlerin, ezenlerin safına geçmiştir. Artık o, Polonya'da yada Almanya'da bir Yahudi değildir; Filistiy'de, İsrail'de bir Yahudidir. Bundan sonra filmin evreninde muhtemelen Pelle ile evlenecek, onun gibi tarikata kurbanlar ve yeni döller getirecektir. Burada Kristin'den döl alınması ve tarikata yeni üyeler alınmasının başka bir amacından da bahsedeyim. Akraba evlilikleri ve genetik kilitlenme, ırsi hastalıkları, bedensel dezormasyonları ve zeka özürlülüklerini arttırır. Bence ülkemizde bu saydıklarımın bu kadar çok  olması, halen akraba evliliklerinin çok olması (tahminen yüzde 20, beşte bir). Tarikat, dışarıdan gen alma ihtiyacının da farkında. 

Filmin sonunda Dani'nin Mayıs kraliçesi olarak giydiği komik kıyafete bakarak, faşist böyle mi olur diye düşünebilirsiniz. Adorno'da faşizmin her zaman Nazi ünüforması ile gelmeyeceğini söyler. Bizler de Faşist denilince, beyaz gömlek-siyah takım elbise, dev metal tokalı kemer kullanan Ülkücü ağaları anlarız. Oysa insana ait her kötülüğün, en azından başlangıçta, sevimli bir yüzü vardır. Merlin Monroe'nin dediği gibi, iki yüzlü olacaksanız, bir yüzünüz sevimli olacaktır. Propaganda için sevimli değilseniz bile, sizi sevimli gösterecek, yetmez ama evet, onlar tarikat değil, sivil toplum örgütü falan diyecek birilerini kiralarlar. Doksanlı yıllarda 32. Gün programı, bir genç soru sorma kılığında Orhan Pamuk'u övüyor. O genç, daha 20-21 yaşlarındaki R.O.K. Adalet Ağaoğlu, Oya Baydar yada ona benzer kişiler, tarikatların ve siyasal İslamın vahişiğini bilmiyor muydu? Onların şu an akıttıkları timsah gözyaşları bile yalan. Şu an ülkenin 1 tane bile yangın söndürme uçağı yok ama cumhurbaşkanlığının 13 tane uçağı avr. Yetmez amacıların ise tek üzüldüğü, bu 13 uçakta kendilerine yer verilmemesi. Sevimlilik deyin, filmde Harga'nın sevimsiz bir yanı var mı? Tertemiz, yeşillikler içinde, huzulu bir köy. Sevimlilik demişken, şu günlerde tekrar parlatılmaya çalışılan Cem Karaca ve Barış Manço, FÖCÖ tarikatının adamydı.

Filmi kötülüğün sevimli şeylerin arkasında nasıl gizlendiğini anlatıyor. Bu yüzden de klasik korku filmi izleyicisine göre değil.