29 Kasım 2025 Cumartesi

ÇOCUKLARA VE YETİŞKİNLERE AHLAKİ SINIR EĞİTİMİ SORUNU



Ben Avrupalı çocukların terbiyelerine hep hayran kalmışımdır. Pek çoğu yetişkinlerden daha yetişkinmiş izlenimi veriyor. Gerçi şimdi elin gavurunu çok da övmeyeyim, problemsiz çocuk olmaz, oralardan da çocuk ve ergen şiddetine dair haberler geliyor. Problemsiz çocuk büyütmek imkansızdır, bunu kabul edelim. Benim demek istediğim, Türkler yada diğer doğulu pek çok millet, iki çocukla bile bir misafirliğe giderken, burnundan geliyor. Fark ettim ki Türkiye'de, özellikle de erkek çocuklara, sınır koymaya çok geç yaşlarda başlıyor, nasıl olsa çocuktur diyoruz. Önce bu sadece çocuklukta kalan bir şey olmuyor, ilerleyen yaşlara da yansıyor. İlerlemiş yaşlarda da başkalarıyla ilişkilerinde de sınır problemleri yaşayabiliyor ve sınırları zor yoldan ve zarar görerek öğrenebiliyor. Diğer yandan sınırlarını bilmek, özellikle çocuklar ve gençler için can güvenliği meselesi olabiliyor. Sınırların aşılmasına tepki, çok saldırganca olabiliyor. 

Bu sınırları sadece her tarafı karıştıran çocuk yaramazlığı olarak görmeyin. Bu sınırını bilmezlik, gücüm yada babamın-annemin gücü yetene kadar istediğini yapma olarak algılanır, çocuk tarafından. Çocuk için artık sınır, güçtür, kendisinin yada ailesinin gücünün yettiği kişidir. Güç olarak önce kaba kuvveti, sonra da okuldan yada işten atılmayla; para cezasını falan anlar. Akran zorbalığında da pek çok çocuğun, özellikle erkek çocukların,  ailelerinin, özellikle babalarının gücüne vurgu yapar. 

Türkiye'de sınır bilmezlik, sadece çocukların sorunu değil, yetişkinler de sınırını bilmiyor. Yeni tanıştığı kişilere en mahrem konuları sormak, üzerine de bunun üzerinden sorgulama, eleştirme yetkisini kendisinde görmekte Türk halkı. Bekarsa ne zaman evleneceği, evliyse çocuk düşünüp, düşünmedikleri yada bir sonraki çocuğu düşünüp, düşünmemeyi sormak da, birilerinin haddi değildir. İnsanların evine, özeline girmek, akrabalar dahil kimsenin haddi değildir.

Bunun bir de dinsel baskı olan sınır bilmemezliği vardır. Ülkemizde hemen herkesin bir şekilde din bilgisi var. Özellikle bir Aleiv tanıdığında illa namazı, orucu, Ehli Sünnet'i anlatma hastalığı var. Alevi biri olarak yıllarca buna maruz kaldım. Sonuçta Agnostik-Deist biri oldum. Beni kendi halime bıraksalar belkide halen Aleviydim. Fikrimce ülkece başka insanların sınırlarına, istek ve arzularına fazla karışmamamız, çocuklarımızın da çocuk yada ergen diye her isteklerini yapamayacaklarını öğretmemiz  lazım.

25 Kasım 2025 Salı

KOMŞUMUZ YUNANİSTAN'IN TARİHSEL EZİKLİĞİ

 


Tarihsel olarak iki millet, biz zamanlar devken, şimdi minicik olmuştur. Biri Moğolistan'dır, diğeri de Yunanistan'dır. Avrasya'nın çoğunu işgal eden devasa Moğol imparatorluğundan geriye, denize çıkışı olmayan, üç milyonluk nüfusunun yarısı başkentte, dier yarısı da göçebe yaşayan, Türkiye'nin dört katı bir devlet kaldı. Çin'in İç Moğolistan bölgesinde, Moğolistan'dan daha çok Moğol var. Yunanlılar ise, tarihte uzun süre deniz kenarında yaşayan şehir devletleri olarak yaşadılar. Bu  şehir devletleri, Atina önderliğinde Persleri Ege kıyılarından kovdu ama Atina, Pelepones savaşlarında Sparta'ya yenilince, bu birlik dağıldı. Yunanlıları birleştiren, Yunanlılaşmış bir Balkan halkı olan Makedonlar oldu. Büyük İskender, emsali görülmemiş ve daha sonra da görülmeyecek bir şekilde,  dünyanın en büyük devleti olan Pers imparatorluğunu üç meydan savaşı ve bir kaç şehir kuşatmasıyla altı yılda yıktı; İskender'in erken ölümü de bu imparatorluğun İskender'in generalleri arasında önce paylaşılmasınaa, sonra da yüz yıllar süren savaşlarla yıkılmasına sebep oldu. Yunanlıların ikinci defa dev olması, Doğu Roma imparatorluğunun Yunanlılaşması ile oldu. Yunanların bu altın çağı da, önce Arap, ardından Türk fetihleri ile azalarak, 1453'de bitti.

Hani Türklerin bir yazıklanması vardır ya; İkinci Dünya Savaşında Almanya ve Japonya ne biçim yıkılmıştı, şimdi onlar ne halde, biz ne haldeyiz, diye. Türkiye nüfusu, 1927 nüfus sayımında 13 milyon 648 bin olduğuna göre, 1922'de 10 milyon bile değildi, 1924 mübadelesi ile iyice azalacak, üç milyondan fazla Rum, Yunanistan'a göç edecek,  Karadeniz ve Ege'de, özellikle kıyı kesimleri iyice tenhalaşacaktı. Buna karşılık Yunanistan'dan sekiz yüz binden fazla Türk ve Müslüman, Türkiye'ye göç edecekti. Türkiye daha sonra Balkanlar, Sovyetler Birliği ve çevresindeki pek çok ülkeden gizli yada açık göç alacaktı. Gene de Yunanistan gibi bir anda nüfusunun yüzde yetmişi kadar bir göç almayacaktı. Bu göçü kaldıramayacak, üzerine bir de kaybedilen savaşın borçları da eklenince, derin bir bunalıma girecekti. Bunun sonucunda bek çok Mübadil, Yunanistan'a yerleşemeyecek, Yunanistan'dan, Avusturalya başta olmak üzere başka ülkelere göç edecekti. Ardından demokrasinin ilk kurulduğu ülke, demokrasiyi bir türlü yerleştiremeyecek,  darbeler, Meteksaz diktatörlüğü, iç savaş, albaylar cuntası derken,  tipik bir Balkan ülkesi olacaktı.

Oysa 1923 yada 1924'de,  hatta çok sonralarında bile Yunanistan, pek çok açıdan Türkiye'den daha avantajlıydı. Nüfüsu Türkiye'ye yakındı; 13'e 8. Türkiye'de okuma-yazma ve eğitim oranları, acınacak düzeydeydi, kadınlarda binde dört.  Koca ülkede elli tane traktör ya vardı, ya yoktu. Nüfusun yüzde doksanı köylü olan ülkede, çoğu yerde sulama bile yapılmıyordu. Ülkede nüfusun ciddi bir oranı Türkçe bilmiyordu; cumhuriyetten yetmiş yıl sonra 1990'lar başında bile, çoğunluğu kadın, iki milyon kadar insanın, Kürtçe'den başka bir dil bilmediği varsayılıyordu.  Halkın önemli bir kısmı, Kurtuluş Savaşı sırasında isyan etmişti ve sonraki yıllarda isyan edecekti.  Genç devlet, Şeyh Sait, Dersim, Ağrı gibi geniş alana yayılan, uzun yıllar süren isyanlarla mücadele edecek; Ağrı isyanını bastırmka için İran'la toprak takasına girecekti. Alfabe, giyim-kuşam bir yana, ölçü ve terazilerde birlik kurmak için bile devrim yapmak gerekecekti. Cumhuriyetin ilanından 27 yıl sonra, 1950'de,  dünyada ilk defa kurucu tek parti, iktidarı başka bir partiye, seçim sonucunda terk edecekti.  Türkiye'nin gelişmesi de düz ve yükselen bir çizgide gitmeyecek, isyanlar, terör olayları, askeri darbeler ve pek çok olumsuz olay yaşayacak, istediği gibi kalkınıp, gelişemeyecekti. Gene de Türkiye, nüfus artışı ve ekonomik büyüme açısından Yunanistan'ı çok geride bırakacaktı. Yunanistan, tüm avantajlarına rağmen toplumsal bütünleşmesini sağlayamayacak, iç savaşlar ve çatışmalarla, doğum oranları çok düşük olmamasına rağmen, nüfusu  uzun yıllar 8-9 milyon civarında sabitlenecek, bu nüfusun da yarıdan fazlası ülkenin yüzde birinden daha küçük bir bölümünde, Atina ile Pire civarında  olacaktı. Ekonomisi de güdük kalacak, pek çok üründe Türkiye'den ithale mecbur kalacak, 1974 Kıbrıs Barış Harekatına karşı çaresizce seyredecekti. 

Oysa Yunanistan'ın Güney Kore'den daha fazla toprağı var ve iklim açısından, konum açısından Güney Kore'den daha iyi durumda. 1923'de, dönemin süpre gücü Büyük Britanya İmparatorluğu'nun Balkan yarım adasındaki tek müttefikiydi Balkanlardaki diğer devletlerde o zamanlar Alman yada Rus hayranlığı vardı. 1945'de Balkanların tek Komünist olmayan ülkesiydi. Osmanlı'da tüccarlar Yunan, zanaatkarlar ve doktorlar Ermeni, bankerler Yahudi olurdu. Uzun yıllarda Yunanistan, armatörleri ile ünlü oldu. 1990'da Sovyetler Birliği dağıldığında Yunanistan, eski Sovyet ülkelerinden, özellikle de Gürcistan'dan, neredeyse tamamı Yunanca bilmeyen pek çok insanı, Rum Ortodoks kilisesine bağlı oldukları bahanesiyle Yunanistan'da göç ettirdi ve nüfüsunun on milyon olmasını sağladı. Avrupa Birliği olunca, birlik yasaları ile armatörlük ve pek çok iş kolu çöktü. Yunan gençleri de çalışmak için Avrupa ülkelerine göç etmeye başladı. Yunanistan halen göç  aldığı halde,  Avrupa'ya verdiği göç daha fazla. Ülkede tek ciddi  sektör turizm olmuş. Ülke gayrı safi milli hasılasının beşte biri, 1945'de İtalya'dan alınan Rodos ve 12 adalardan geliyor. 

Bu haliyle bile Yınanistan, Balkan yarım adasındaki en büyük ekonomi. Kendisine çok yakın yüz ölçümü ve nüfusu olan Macaristan ile hemen hemen aynı gayrı safi milli hasılaya sahip. Macaristan'ın hem denize kıyısı yok, hem de kırk  beş sene doğu bloku ülkesi oldu.

Belki iktisat, siyaset ve diğer alanların bilim insanları ve bu durum üzerine daha ayrıntılı incelemeler ve tezler yazar. Bence Yunanistan'ın kaybedişi, pek çok imkana rağmen bir kaybediştir.

23 Kasım 2025 Pazar

ÖĞRENİN, 6-7 EYLÜL MENDERES'İN ESERİDİR



Başlangıçta bu yazıyı, Demokrat Partiden başlayarak, tüm sağı eleştiren bir yazı serisinin ilki olacaktı ama yazı ilerledikçe bambaşka bir başlık altında ve bağımsız  olarak yazmaya karar verdim.

6-7 Eylül 1955 İstanbul progromu, tarihimizin önemli olaylarından biridir. ve her yıl, doğal olarak anması yapılır, yapılması da gerekir, unutmak ihanettir. Başka bir ihanette, katilleri unutmak ve hedef saptırmaktır. Konu sadece 1955 yılında iktidarda Demokrat Parti ve Adnan Menderes'in olması değildir. Demokrat Partinin, bu eylemin icracısı ve plancısı olmak bir yana, suçu başkasına atmayı da baştan planlamasıdır. Olaylar olup, bittikten sonra, bazıları olaylardan gazeteler aracılığıyla haberdar olmuş Sosyalistlerin ve Komünistleri tutuklanmış, basın aylarca bu kişilerin suçlu olduğunun propagandasını yapmış, aylarca zindanlarda tuttuktan sonra serbest bırakmıştır. (Bu konuda Aziz Nesin'in Salkım Salkım Asılacak Adamlar kitabını tavsiye ederim. O geceye ait hiç bir fotoğraf'ta, Demokrat Parti  bayrağı, flaması yoktur. Oysa o geceyi anlatan bir mektup, Demokrat Parti Eyip ilçe başkanlığının, üstelik parti flama ve bayraklarıyla dolanarak, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'ni işgal edip yağmaladığını yazıyor.

(https://onbinkitap.blogspot.com/2024/09/bir-mektubun-tanklgnda-6-7-eylul.html)

6-7 Eylül o kadar organizdir ki, olayları çekecek gazeteciler bile, o dönemdeki tabirle besleme matbuat olan yandaş basınca önceden belli noktalara yerleştirilmiştir. Hatırlayın li o dönemde fotoğraf makinaları ve filmleri, hem pahalı ve nadir, hem de büyüktür. Makineleri küçülten  Japon mavi lens ve otuz altılık makara bile icat edilmemiştir. Haberi ilk önce Demokrat Partinin kontrolündeki Anadolu Ajansı ve Radyo vermişse de asıl provakasyonu, Demokrat Parti'nin yarı resmi yayın organı İstanbul Ekspres ve yazı işleri müdürü, muhtemelen CIA vaya Fransız devlet istihbaratı DGSE ajanı Gökşin Sipahioğlu yapmıştır.  Bunun karşılığında da sonraları önce büyük muhabir yapılmış, sonra da dünyanın ikinci büyük fotoğraf ajansının (SİPA Pres) kurucusu ve sahibi yapılmıştır. Sipahioğlu, bu gün bile kollanmakta, adı Google yada başka bir arama motorları hep Gökşin beyi temize çıkarıyor. Ekşi Sözlük'ün Gökşin Sipahioğlu başlığı, onun 6-7 Eylül masumiyetini, ne büyük gazeteci olduğunu, Fransızların ona Grand Türk ünvanı verip, madalya ve ünvana boğduğunu anlatıyor. Sipahioğlu gebermeden evvel verdiği bir röportajda, yıllar sonra bile ezberletildiği gibi suçu Komünistlere atıyor. 

6-7 Eylül anmalarında Demokrat Parti'den bahsedilmiyor, Gökşin'den bahsedilmiyor, Menderes'ten bahsedilmiyor da neden bahsediliyor? Olay Atatürk devrimlerine, yeni nesil cumhuriyet nesillerine indirgemek için felsefeye benzer edebiyat yapılıp, suç CHP'ye atılmaktadır. 2008 yapımı Güz Sancısı bunun tipik örneğidir. Filmin yağma sahnesinde iyi eğitimli cumhuriyet çocukları yağma yapmaktadır. Oysa dönemin fotoğraflarına bakın, köyden İstanbul'a yeni göçtüğü belli olan isimler vardır. Reis'de, röportajlarından birinde, 6-7 Eylül'ün CHP zamanında olduğunu iddia etmiş, karşındaki gazetecilik oynayan tüccar da, Demokrat Parti olduğunu hatırlatmak zorunda kalmıştı.

CHP, bütün iktidarlar gibi leke taşır; CHP'yi illa suçlayacaksanız, 1934 Trakya Progromu için suçlayın. Sahi, neden 1934 Trakya progromu unutulmuş durumda? Trakyalıların çoğunun bilmemesi bir yana, bu olay hakkında yazı, belge, kitap, çok az. Sanki Yahudiler bile bu olayları unutmaya çalışıyormuş gibi. İnönü değil de Atatürk dönemi diyeceğim, Dersim ve Şeyh Sait isyanları da sık sık anılıyor. Yoksa sebebi, olayların merkezinde Hüseyin Nihal Atsız, Yusuf Ziya Atilhan ve Ülkücülerin (ya da Ülkücülerin o zamanki atalarının ) olması mı? Sadece romantik  faşist bir yazar, hiç bir örgüt üyesi olmayan fikir adamı olarak gösterilmeye çalışan Atsız'ın, elli-altmış birn kadar insanı evinden, yurdundan ettiği; hatta katliamın İzmir'e sıçraması için gayret gösterdiği gerçeğinin göz ardı edilmesi için mi? Bu olay da bir devlet, hatta CHP suçudur. Atsız'ın, Edirne lisesine öğretmen olarak atanması, olaylar için hazırlıklardan biridir.

(Buraya Atsız için bir parantez açayım. Atsız'ı tanımak istiyorsanız, Tarık Buğra'nın Gençliğim Eyvah romanını okuyun.  Ben de bunu, yıllar sonra Atsız'nın 1944 yargılamalarını anlatan bir kitabını okuyunca fark ettim. O romandaki ihtiyar kişi Atsız. Romanda sol eylemleri yönettiği varsayılsa da, Buğra, hayatı boyunca sağcı biri oldu ve ilham aldığı kişi de muhtemelen Atsız'dır. Yoksul, eski görünümlü evi, büyük ve gizli bir teşkilatın merkeziydi.)

Türkiye'de sağ, suçlarını bir şekilde sola atmak peşinde. Bu son sözde barış-çözüm sürecinde de,  sola, daha doğrusu  CHP'ye yıkmak derdinde.  Bu gün, 23 kasım 2025 tarihli, İmralı, kapalı, halktan gizli görüşmelerden çekilmekte de haklıdır. 

19


21 Kasım 2025 Cuma

KUZEY SORUNU RUSYA-DURUM SOĞUK SAVAŞTAN KÖTÜ



1917 Ekim devrmini, dünyanın egemen güçlerinin kabusuydu. Sınıfsız bir toplum hayali, egemen sımıfları huzursuz etti, özellikle de Avrupa'da. 1920'li yıllar Avrupa'da sosyalist-komünist isyanlarla geçti. Burjuva sınıfı, sosyalizm-komünizm korkusundan faşizme destek verdi, Nazi işgaline razı oldu. 1945'den sonra bu kabus, Sovyetler Birliği'nin süper güç olması ile katlandı. Sovyetler Birliği, eksen ülke denen doğu Avrupa (Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya (Çekya ve Slovakya), Romanya ve Bulgaristan) ülkelerinin katılması ile büyümekle kalmamış; Elbe nehrinin doğusundaki Alman ve Çek başta olmak üzere bölge sanayisini, Moskova ile Ural dağları arasına taşıyarak sanayileşmiş; komünizm sempatizanları sayesinde nüklüer sırlara vakıf olmuş ve süper güç olmuştu. Bu süper gücün batı sınırı Elbe nehri, yani Hollanda'ya oromobiller bir kaç saat uzaklıktaydı. Panikle NATO kuruldu; bu dev canavara karşı okyanus ötesindeki dev Amerika'nın desteği alınmalı ver birlik olunmalıydı. A.B.D, Avrupa'yı kalkındırmak ve savaş yaralarını sarmak için Marshall yarım planını devreye soktu;  ardından da Avrupa'ya yarım milyon civarında Amerikan askeri vardı. Sovyetler Birliği ve Varşova Paktının asker ve silah sayısı ise bundan kat kat fazlaydı.

1991'de önce Sovyetler Birliği, sonra Çekoslovakya, Yugostlavya dağlınınca Avrupa ve egemen sınıflar bir oh çekti. Rusya uzun süre ekonomik ve sosyal kriz yaşadı. Krizden sonra 1917 devreminin üçüncü ve en kalıcı sonucu ortaya çıktı. Aslında bu 1917'den çok, 1945'in sonucuydu. Rusya artık bir Avrupa ülkesi değildi, bir batı ülkesi değildi. Komünizmi yayma amacıylar, batıya, beyaz adama muhalif kim varsa desteklemişti. Amerika başta olmak üzere tüm sömürgeci ülkelere ve onların kompradorlarına düşman olmuştu. Bu aşamadan Çarlık Rusya'sı gibi, doğuyu bölüşen işgalci, batılı güçlerden biri olamadı; böyle olamayacağını Afganistan'da yenilerek görmüştü. Putin'in iktidarı, yükselen petrol, doğalgaz ve diğer hammadde fiyatları ile kendine geldiğinde yeni bir yol çizdi. Bu bunalım sürecinde NATO, Varşova paktı, Comecon gibi kurumlar yıkılmış, Sovyetler birliği dağılmış, pek çok eski Sovyet ülkesinde Rusya aleyhtarı rejimler, turunculu-pembeli devrimlerce  iktidardan uzaklaştırılmıştı. Denize kıyısı olmayan, patates ve turba denen kömürümsü yakıt harici bir zenginliği olmayan Beyaz Rusya haricinde diğet tüm eski Sovyet ülkeleri, Rusya'dan fazlasıyla uzaklaşmıştı. Diğer yandan Afrika ve üçüncü dünya ülkelerini Rusya'ya yaklaştıran sömürü düzeni halen yerinde duruyordu. Sanayileşen Çin ve Hindistan'ın petrole ihtiyacı vardı, artık Amerikan, 1986'da yaptığı gibi Suudi petrolünü piyasaya sürüp, petrol fiyatlarını düşüremezdi. Doğal fiyatlarını, hiç düşüremezdi. Rusya, Soveytler Birliği gibi açıktan sadece komünist yada sosyalistlere görüşmek, diğer siyasi unsurlarla gizlice görüşmek zorunda da değildi. Yapması gereken, silkinip, kendine gelmekti. Halen devasa bir yüz ölçümü, tahıl, bakliyat ve yumrulu bitkiler üretimi, petrol ve doğalgaz başta olmak üzere madenleri, silah başta olmak üzere sanayisi vardı. A.B.D başta olmak üzere düşmanlarıyla daha makul düzeyde anlaşabilirdi.

Sonuçta Rusya, tekrar emperyal hayallerle ortaya çıktı. Binlece yıl kendi kabuğunda yaşamaktan sıkılıp, emperyal hayaller kuran Çin ve Çin'in gelecekteki en büyük rakibi olan Hindistan gibi mütefikler edinerek, tekrar harekete geçti. Gürcistan'Abhazya ve Güney Osetya'yı alarak, orada fiili kukla rejimlerini kurdu. Suriye'de iç savaşın ve Esat rejiminin en az on sene daha sürmesine sebep oldu. Almak istediklerinin önemli bir kısmını aldıktan sonra da çekildi. Ukrayna'dan epey bir toprak işgal etti ve savaş halen sürüyor.Karşımıza tekrar bir Rus canavarı çıktı.

Genelde tarihte imparatorlukların bir genişleme ve bir çöküş dönemi olur. Rusya bu açıdan Doğu Roma-Bizans imparatorluğuna benziyor. Bu imparatorluk, üç genişleme ve üç gerileme çağı yaşadı. Justinyanus döneminde İtalya, Kuzey Afrika'nın geri kalanı, İspanya'nın Endülüs bölgesi ve Akdeniz'in büyük adalarını alarak genişledi; Arap istilalarıyla genişledi; Arap istilasını durdurarak genişledi, 1071 Malazgirt savaşından sonra geriledi; Haçlı seferleri ile genişledi, sonrasına gene geriledi; sonuçta 1453'e kadar bin yıldan uzun süre ayakta kaldı. Rus imparatorluğu ise, kuruluşu ile genişlerken, Moğol istilası ile geriledi, çar Korkunç İvan'la beraber tekrar genişledi; Korkunç İvan'ın ölümü ile bir süre geriledi, Romanovlarla genişledi; 1904-5 Rus-Japon savaşı, birinci dünya savaşı ve Ekim Devrimi sonrası, Polonya ve Finlandiya'nın kaybıyla geriledi; 1945 'de Nazileri yenerek genişledi; 1990-91, Sovyetler Birliğinin gerilemesi ile geriledi, şimdi Putin'le beraber tekrar genişleme hevesinde.

Bu heves nedense en fazla İskandinavları korkutuyor gibi. Soğuk savaş yılları boyunca, Nato'ya katılmayan İsveç ve Finlandiya, Nato'ya katılmaya karar verdi. Minicik Danimarka, kadınlara zorunlu askerliği tartışmaya başladı. Ordusu olmayan tek Nato ülkesi İzlanda, ordu kurmaya karar verdi. Acaba  Rusya, tarih derslerinde öğrendiğimiz sıcak denizlere inmekten vazgeçip, Atlas Okyanusuna açılmaya mı karar verdi?

17 Kasım 2025 Pazartesi

KADIN VE AİLEYİ KAYBEDEN MUHAFAZAKARLIK (NİSA MESELESİ)



1997-2002 arasında 28 Şubat denen ve adını 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu kararlarından alan dönemde, türbanlı kadınlara karşı şiddetli, yer yer de olağan üstü bir baskı vardı ve buna rağmen türban takan kadın-kız sayısı artıyordu. Üstelik o dönemde türbanın sorunu sadece devletle değildi, o dönem için türban, basbayağı siyasi bir simgeydi. Büyük bir ihtimalle Refah partili, değilse de Refah'lı olacak gibiydi. Toplumun bir kısmı için öcü gibiydiler. Sevgili edindiklerinde hemen dedikoduları yapılır, parklarda, tenha yerlerde öpüşenler medyada, 2002'den sonra da sosyal medyada (Facebook) ifşa edilirdi. Şimdilerde her yerdeler, CH'nin yada Atatürkçü Düşünce Derneklerinin bile içinde türbanlılar var; hatta Alevilere gelin gitmiş ve Alevi derneklerinde de varlar; sevgilisi olan türbanlılara dönüp bakan yok. Oysa şimdilerde türbanlı sayısı ciddi oranda azalıyor. Halbuki arması gerekir, artık aykırı, radikal bir grup değiller. Bu yazının konusu türbanlı kadınların-kızların azalması değil; artan imam hatip sayısına rağmen artmayan ve hatta azalan imam hatipli sayısı; gündüz programlarında kocalarını bırakıp, başkalarına kaçan ve her haltı yiyen çiçekli türbanlılar değil; dekolteli, mini etekli ilhatçılar-imam hatipliler değil; sosyal medyada Atatürkçülük yapan fenomenler değil;  birazcık takipçisi artınca örtüsü açan fenomenler ve diğer bazı şeyler de değil; bunlar sadece asıl olanları görmek için birer gösterge.Asıl konu, yıkılan muhafazakar aile düzeni, bu düzen kadınların kölelğine, ikinci plana atılmasına, erkeğin zorbalığına dayanıyor; dine değil. Son yıllarda artan kadın cinayetleri ve bu cinayetlerin cezasızlığını dinle nasıl açıklayabiliyorsunuz? Açıklamaya ihtiyaç da duymuyorsunuz, hedefiniz dinden çok, dine bağlı olarak kendi egemenliğiniz. Tecavüzcülerin cezasız kalması,  rızası var diye kurbanların aşağılanması; kadınların nafakalarına bile göz dikilmesi, sizin iktidarınızda olmadı mı? 

Muhafazakarlık ve dindarlık, oksimoron olarak önce kadınlar tarafından yayılır ve gene önce kadınlar tarafından yıkılır. Humeyni'yi Tahran havaalanında karşılayan devasa kalabalığın çoğunluğu kadındı. Darbeci tarikat, Akp ve öncesinde Refah partisi, kadınların ev ev gezmesi ile büyüdü. Kadınlar muhafazakarlıkta, erkek koruyuculuğu arıyordu. Yaşadığımız bu erkek egemen düzen, erkekler için bedava değildir; erkekler bu egemenliğin bedelini emeğiyle, malıyla, mülküyle, yumruklarıya ve en nihayetinde canıyla öder. Karısını (yada karılarını), kızlarını, bacılarını koruyamayan erkek, erkek egemen dünyada erkek değildir.,

Oysa şimdi yarattığınız ve bitmeyen ekonomik kriz ve işsizliki toplumdaki çoğu erkeği iğdiş etti; artık kendileri korunmaya muhtaç. Kadınlarsa bu kriz ve geri getirmeye çalıştığınız erkek egemenlik yüzünden kendilerini var edemiyorlar. Buna bir de katın katilleri ve zorbaların korunmasını ekleyelim.

Sonuçta bu muhafazakar düzen, çökmeye başladı; İran'da baş örtüsü mecburiyeti kuralına uymayarak, kadınlar çökertmeye başladı; ülkemizde de, bir zamanlar yasaklamalara, ikna odalarına karşın, türban mücadelesi veren kızların çocukları, tüm teşviklere rağmen örtünmemekle, örtülerini çıkarmakla, örtülü halleriyle Atatürkçülük ve size muhalefet etmeye başlamakla yıkmaya başladılar. Sizin çözümünüz nedir? Veaat ettiğiniz cennet bile yarım, sadece cehenneme gitmeme tesellisi. Üzerine bir de bazı tarikatlar, kadınların boşanabilme hakkına bile göz dikmiş durumda. Kalan kapalıları da kara çarşafa, hatta burkaya sokma derdinde. Yurt dışındaki örnekler de iyi değil; Hollanda yada batılı ülkelere Sodom diyorsunuz ama Afganistanda baça bazi oğlanlarına nikah kıyılıyor, dünya mültecilerinin çoğunluğu (Venezüella ve Ukrayna dışındaliler) Müslüman ama bu Müslümanlar, Müslüman olmayan ülkelere göç etmeye çalışıyor.

Muhafazakarlık, kadın davasını kaybetti, nisa meselesini baş örtüsüne indirgemekten başka bir şey yapmadığı için böyle oldu.

16 Kasım 2025 Pazar

BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM (Sayim Alkazak-tahmini)



bu solculardan nefret ediyorum
ya, bunlar nasıl insanlar bilmem ki
eşitlik diyorlar
adalet diyorlar
özgürlük diyorlar
herkese güvenceli iş
herkese güvenceli gelecek
herkese aş diyorlar
zengin yoksul olmasın
toplum sınıfsız
kış günü herkesin evi barkı olsun diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
çocuk işçiler
çocuk gelinler olmasın diyorlar
insanlar sömürülmesin
emeklerinin karşılığını alsın diyorlar
hastane kapılarından
okul kapılarından döndürülmesin diyorlar
herkes için parasız sağlık
parasız eğitim diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
insan ayrımı yapmıyorlar
sen Türksün
sen Kürtsün
sen alevisin
sen sünnisin demiyorlar
sen başı açıksın
sen başı kapalısın demiyorlar
sen siyahsın
sen beyazsın demiyorlar
sen Diyarbakırlısın,sen teröristsin
sen Yozgatlısın,sen faşistsin demiyorlar
insana insan oldukları için değer veriyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
doğayı seviyorlar
temiz bir doğa
sağlıklı bir çevre diyorlar
doğayı talan eden HES'lere
rant için yapılan köprülere hayır diyorlar
ODTÜ'de ağaç kıyımına hayır diyorlar
Ankara nefes alsın
dünya nefes alsın
çocuklarımız nefes alsın diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
hırsızlığa
vurguna
soyguna
yolsuzluğa
rüşvete
talana cephe alıyorlar
halkın vergilerini halka hizmet olarak döndürmeyip
cebe indirenlere lanet okuyorlar
halkını seviyorlar
ülke insanını seviyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
savaşlara
emperyalizme hayır diyorlar
savaşı zenginler çıkarır
yoksullar ölür diyorlar
savaş zenginlerin terörüdür
çocuklar öldürülmesin diyorlar
barış diyorlar
halklar kardeştir diyorlar
dostluk
insanca yaşam
tam bağımsız Türkiye diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
biz dine karşı değiliz
din sömürüsüne
dini kullananlara karşıyız diyorlar
yoksullara din iman
zenginlere han hamam
yoksula ancak öbür dünya cennet
zengine her daim bu dünya cennet
diyen afyonculara
bu dünyayı yoksullara cehennem
fakat
zenginlere cennet eden kapitalizme karşı direniyorlar
yoksullar için
bu dünyayı da cennete çevirmek
kısacası
başka bir dünya mümkün diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
nerede bir ezilen
nerede bir sömürülen
nerede bir mazlum
nerede bir ötekileştirilen varsa
onun yanında oluyorlar
sen ben farkı bilmiyorlar
ezildikten sonra hepimiz şarabız diyorlar
gelin dayanışalım
gelin birlik olalım
gelin insanca bir düzen kuralım diyorlar
bizi
birbirimize düşürenlere inat
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
GECELERİ KİMSENİN AÇ YATMADIĞI
GÜNDÜZLERİ KİMSENİN İŞSİZ GEZMEDİĞİ BİR TÜRKİYE DİYORLAR
SOSYALİST TÜRKİYE CUMHURİYETİ DİYORLAR
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
''BEN VATAN HAİNİYİM'' diyorlar.

Sayim Alkazak diye tahmin ediyorum. Can yücel diyen de var, pek çok kaynakta anonim diyor. Bulduğum en eski kaynak bu: https://yenierdekgazetesi.com/kose-yazilari/bu_solculardan_nefret_edi-11539.html