17 Şubat 2025 Pazartesi

GÜNLÜK YAŞAMDAKİ SQUİD GAME 1 SANAL KUMAR

 




Squid Game'in 2. sezonunda bir şey fark ettim ki, pek çok insan, çocuk oyunu zannettikleri şeyler yüzünden başlarını yakıyor. Pek çok şeyi çocuk oyunu sanıyor ve ölüme gidiyor. Ben bunlarıi öğretmen alışkanlığı ile sıra ile anlatacağım:

1)Kumar: Pek çok insan, kumarı çocuk oyunçağı sanıyor. Kumar ouyunları aslında çocuk oyunu diyeceğimiz oyunlarda, büyük paraların dönmesidir. Pek çoğu iskambil destesi ile oynanır. İskambil desteleri, üzerine resimler ve rakamlar basılmış karton parçalarıdır. Bu karton parçaları ile çocukların oynadığı pis yedili adlı oyun, jokerlerle beraber iki deste kağıtla oynandığında adı yanık olur ve özellikle köy kahvelerinde ocak söndüren bir kumar oyunu olur. Üstelik öyle gıcır gıcır kağıtlarla da oynanmaz, çoğu kez çok kullanılmaktan hamurlaşmış kağıtlarla oynanır, karma karışık hesap sistmei vardır. 

Sayın okurlarım, kumar oyunuyla kazanç beklentisi, matematik bilimine aykırıdır. Kumarda kazanma ihtimaliniz her zaman düşüktür ve bu oyunların en yenisi elli-altmış yıllıktır, çoğunun geçmişi zannetiğinizden eskidir. 1920'li, 30'lu yıllarda emekleyen psikoloji-psiyatri bilimi, kumarbaz davranışları üzerine inceleme yapmış, kumarhanecilerin isteği üzerine. Binom açılımına Pascal üçgeni denme sebebi,  Fransız matematikçi  Blaise Pascal, binom açılımını kumarhanelerin faydasına bir formül hale getirmesidir. Kendisi 1662 yılında ölmüş, kumarhanelerin bilime ilgisi o yıllarda varmış. Bunun bir de dijital olanları var. Geçenlerde otobüste yanımda oturan birisi, kocakarıların vakit geçirmek için oynadığı şeker patlatma (Candy Crush) oyununda, gözümün önünde altmış beş (65 ) yoro parayo beş dakikdan kısa sürede kaybetti. Yan yana getirilecek şeker kalmayınca, 5 ve 10 yuroluk bombalar aldı.

Bunun bir de spor bahisleri ve at yarışları gibi konular var. Orada da matematik olduğu gibi, hile-şike olgusu da var. Bununla ilgili nice operasyonlar yapıldı, oradan da size para kalmaz. En komiği de, illegal sitelerde kumar parasını alamamak ve hatta bunun için şikayette bulunmak.

Ben hayatım boyunca kumarhane yada benzeri yerlere gitmediğim gibi, çay parasından daha öteye de iskambil oyunu da oynamadım. Kırıkkale'den ayrıldığımdan, yani 2012'den beri hiç iskambil oyunu ile oynmadım. Kırıkkale'deyken arada sayısal loto da oynardım, sonra onu da bıraktım. Beypazarı'ndayken arada piyango bileti alırdım, uzun zamandır onu da bıraktım. Hayatımda iki kararım kumardı, ilkinde kazandım, ikincisinde kaybettim. İlki 2011'de alan değişikliği yapıp, Anadolu Öğretmen Liseleri, Öğretmenlik Bilgisi Öğretmeni olmaktı. Bu kararımla Ankara iline girdim ve gene bu kararla fen lisesi öğretmeni oldum. İkincisi de Kılıçdaroğlu'nun smzüne uyup, ilk sene uzman öğretmenlik sınavına girmemekti, bir yıl boyunda %25 ve daha az maaş aldım. Yıllar sonra anladım ki ilk kararım da kumardı, üç sene sonra öğretmen liselerin kapattılar ve ben bu branşta sadece beş sene kaldım. Kırıkkale'de kalabilir, bir yere gidemeyebilir, şehrin kenar mahallesinde bir lisede kalabilirdim.

Yazı uzadı, yatırım görünümlü kumar, sonraya kaldı.

15 Şubat 2025 Cumartesi

VEHBİ KOÇ'UN KENAN EVREN'E MEKTUBU

 



“Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz ederek ve kuvvetlendirerek imkanlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinmeli, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.''

KAYNAK: https://haber.sol.org.tr/turkiye/12-eylulu-en-net-anlatan-mektup-emrinize-amadeyim-247389

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/teflon-tusiad-ve-teflon-kaplamalari.html

13 Şubat 2025 Perşembe

SİGARA VE KURTLAR VADİSİ



 Kartaltepe'de, 78 insanın öldüğü facia, nereden tutsak elimizde kalıyor. Cehaletin ve vahişiliğin elinden, zenginliğinizle de kurtulamayacağınızı göstermiştir. Geceleği bin  yuro ve daha fazla olan otelde bile ölüm sizi bulabiliyor. Ölen insanların çoğu, yüksek ücretli ve uçurum manzaralı üst katlardaydı ve süit denen, bir kaç odadan oluşan bu birimlerin ücreti, hele de yarıyıl tatilinde zirvede, belki de iki bin yurodan fazlaydı. Bu paranın tam pansiyon olduğunu varsaysak bile, öğle yemeği ve mini barlara dadanan çocukların harcamaları ile faturalar kabardıkça kabarır. Otellerde lokanta kısmı genelde giriş katında olur, gelen-geçen de yesin diye ama bu otelde üst katlardan birine konmuş ki, yüksek ücret veren müşteri memnun olsun. Otel tam bir doğulu ahlaksızlığı anıtı. Hani diyorlar ya, batının ahlaksızlığını almayalım; önce doğunun ahlaksızlığından kurtulalım. Gösteriş zirvede ama güvenlik sıfır. Otelde Michelin yıldızlı aşçı (rahmetli Eslem Uyanık) bile var ama duman sesnsörü ve yağmurlama yok. Bu Michelin yıldızını, aynı isimde lastik firması bazı lokantalara ve aşçılara veriyor ve en ufak hatada geri alıyor. Otel sahibi aylık gelirim yüz bin lira demiş ama o parayla Michelin yıldızlı aşçı çalıştıramazsın. Muhtemelen yazın çok daha fazlasını alıyordur ve 21 yaşında çalışmayacağım da, başka ne zaman çalışacağım diye kış sezonuna buraya gelmiştir. Kızın adını reklamlarda da kullanmışlardır. Michelin yıldızlı şef çalıştırıyoruz diye. Kızın İnstagram hesabı birbirinden güzel yemek fotoğraflarıya dolu.

Otelde duman dedektörü ve yağmurlama sisteminin olmamasının birinci nedeni, müşterilerin sigara içmesiydi. O kadar para verdiler, sigara da mı içmesinler, zihniyetidir bu. Geri kalmış ülkelerde kanunlar zenginler içindir. Zenginler, politikacılar ve diğer bazı kişiler yasadan ne kadar muafsa, yargıda eşitlik ne kadar yoksa, ülke o kadar geri kalmıştır. Hele de zenginlerin özel yaşam alanları olan evlerinde ve otellerinde kontrol ne kadar azsa, o kadar az gelişmişlik vardır. Diğer taraftan ülkemizde sorunun asıl garipliği, ülkemizde alkole karşı gösterilen tahammülsüzlüğün, sigaraya karşı olmaması. Muhafazakar insanlar, Tekel idaresi tarih olduğu halde tekel bayi denen alkol satışı yapan yerlerden diğer ürünleri de almazken, dükkanında bira gördüğü esnafla alış-verişi keserken, sigarayı bu kadar hoş görüyle kabullenmesi. Sigara ve alkolün tüketimini azaltmak isteyen iktidarın, uyuşturucu tüketimini astronomik oranda arttırmayı başarmasıysa, daha bir ironik. Fark ettim ki sigara yasaklarına karşı devletin baskısna rağmen son üç yıldır falan, sigara tüketimi, elektronik sigara ve sarma tütün şekli ile gene artışta ve sigara içenler, izmaritleri konusunda daha da fütursuz, söndürmeden yola atıyorlar. Ben bunun sebebinin Kurtlar Vadisinin, internette, özellikle Youtube'daki artan popülerliğine bağlıyorum. Bu dizi, televizyonlarda sigara ve alkol görüntülerinin buzlanmasının sebebi. Bir ara her bölümü duman altıydı. Dizinin sigara kartellerinden, el altından para aldığı çok belliydi. Bu yazıyı okuyan sayın insanlar; sigara kartellerinin üç kuruş rüşvetine hayır diyemeyenlerin, derin devletin sırlarını ve dünya siyasetinin gerçeklerini size vereceğini mi sanıyorsunuz? Bu dizinin yapımcıları, bir hafta önesinden Kaşif Kozinoğlu'nu öldüreceklerini ilan edip, sonra öldürdüğünü unuttunuz mu? Dizide adı geçen KGT, MİT'in içinde MİT'ti Tansu Çiller tarafından kurulmuştu. Oysa dizide ne Çiller var, ne de Çiller'in kocası ve o zamanların bazı medya kuruluşlarının 'ENİŞTE' adını verdiği Özer Çiller var. Abdullar Çatlı ise Susurluk kazasında ölen arkadaşı ve polis müdürü Hüseyin Kocadağ ile aynı kazada ölen metresi Gonca Us yok. Kazadan yaralı kurtulan Sedat Bucak ise farklı adlarla dizide Polat Alemdar (Çatlı)'nın düşmanı olarak göründü.

Bu dizi ve pek çok dizinin üzerinde örtülü-gizli bir yasak olması gerektiğine dair bir şeyler yazacaktım ama fark ettim ki aslında gizli bir teşvik var, bu teşviğin de çok fark edemediğimiz bir anlamı var. Kapitalizm, 1943 Sicilya harekatıyla faşizme yeni bir görev verdi.  İktidara gelmeyecek ancak kapitlaistlerin çıkarlarını, kendi çıkarlarıymışcasına savunacak, komünizmin, sosyalizmin ve her türlü sol akımın güçlenmesini engelleyecekti. Bunu da bedava yapamazdı. Sonuçta İtalya'dan başlayarak, önce NATO, sonra Latin Amerika'da ve tüm Amerikan yandaşı ülkelerde mafya organizasyonları, faşizan örgütlere verildi. Bu örgütler fazla olduklarında, arada tutuklamalar ve operasyonlarla budandı. Amerikan film sanayisi ve diğer film-dizi üreticileri de mafyayı gösterişli,  birbirine sadık, cesur insanlar topluluğu olarak gösterdi. Gerçekte mafya, para odaklı,  bunu da illegal ve gayrıahlaki yollardan elde etmekten çekinmeyen, birbirlerine de düşman insanlar topluluğudur. Bu güvensizlik sebebi ile evlilikler yolu ile büyüme, akrabalara ile çalışma odaklıdır ve bu kişiler akrabalarını da ilk fırsatta satarlar. Polis kadar, birbirlerine de düşmandır. Kurtlar Vadisi gibi dizilerde, mafyayı devletin yada derin devlet denen oluşumların bir parçası gibi gösterdi. İnsanlar mafyanın arkasında istihbarat aradı. Pek azının arkasında istihbarat vardır ve varsa da geçici olarak vardır. Genelde arkalarında rüşvet verdikleri kamu görevlileri vardır.

Mafya ile mücadele için, mafya filmleri ile de mücadele şarttır. Son olarak mafya komedilerine değineyim. Mafya liderleri, kolay kandırılan, komik karakterler değildir, ellerinden öyle kolayca kurtulamazsınız. Mafyayı komedileştirmek de onu masumlaştırmaktır ve bilinçli yapılmaktadır.

7 Şubat 2025 Cuma

TECRÜBE YANILGISI , DEVLET YÖNETİMİ VE TEK ADAMLIK



 Almanlar zeka, tecrübenin yerini tutmaz derler. Büyük ölçüce haklıdırlar. Çocukken dediğimiz gibi, tecrübe, yenilen kazıkların bileşkesidir. Kitaptan okumayla, ders dinlemeyle öğrenilmez. O acıyı tadacaksın, o azarı, cezayı, dayağı yiyeceksin. Bu açıdan tecrübe, sadece duyuların değil, duyguların ve yeni çıkarımlarda bulunmanın akıl bilgisidir de. Sadece olayı yaşamak yetmez, olaydan gerekli dersleri çıkarıp, doğru çıkarımlar yapabilmektir. Değilse kedilerden kasap olurdu. Bu da demektir ki, her bunağa  pir demşyeceksiniz. Kim bunak, kim pir, buna da kendiniz karar vereceksiniz, düşünerek tabi.

Diğer yandan tecrübe ile ilgili en kötü düşünce, onun mükemmel olduğu zannıdır. Psikolojide tecrübeye takılma denen bir terim vardır. Bireyin her şeyi tecrübeleriyle değerlendirmesi sebebiyle, gerçekleri yada yeni çözüm yollarını görmemesine, tecrübeye takılma diyoruz. Bu tecrübeye takılma, eğitimde, özellikle psikomotor öğrenmede, geriye ket vurma adını alıyor. Psikiatrik mesele olmaya başlar gibi olduğunda da, öğrenilmiş çaresizlik adını alıyor. Öğrenilmiş çaresizliğin en yaygın örneği, erkeklerin, bu kız bana bakmaz fikridir. Bu fikir erkeklerde öyle yaygındır ki, pek çok kadın, güzel olduğu için yalnız kalır. Dünay genelinde  kendisini, özellikle fakirlikten dolayı veya başka bir  sebepten dolayı kadınların kendileri ile ilgilenmeyeceğine inanan o kadar çok erkek var ki, uluslar arası bir adı bile var: incel. Bir de bu incellerden bazıları, biraz para sahibi olunca, tüm kadınların kendisine hayır diyemiyeceğini sanır. 

Tecrübe ile ilgili asıl lanet, kişiye verdiği ben her şeyi biliyorum ve ben bunu da atlatırım duygusudur. Bu duyguyla güvenliği (iş güvenliği) göz ardı etmesi ve gereksiz risklere atılması durumudur. Askerlik on sekiz ayken, en çok kaza yapan askerlerin son üç ay olan, o dönemki sistemle en üst tertip askerlerdi. Bu askerler genelde, gazinoda televizyonun dibinde, kantinde hakları olmadan sıranın dibinde olurlar, nöbetten düşmüş, silahlarını teslim etmiş, elleri cepte, kepleri yukarıda, dolaşıp, dururlardı. (Bu durum o birliğin konumunun kritikliğine ve komutanların tavrına göre değilirdi.) Bizim alayda bir başçavuş vardı, bu durumlarda, evladım, sen on beş aylık askersin, ben on beş yıllık askerim derdi. Ben de on beş bin yıllık asker de olsanız, tedbiri bırakmamanız, çok biliyorsanız bile bir bilmeyene danışmanız gereklidir.

Bu tecrübe sonucu aşırı özgüveni ben en fazla, aynı kurumda uzun süre görev yapan yöneticilerde görüyorum. Lafa ben şu kadar yıldır burada müdürüm diye başlarlar. Her türlü soruna karşı savunmaları budur. Görevden alındıktan yada emekli olduktan sonra da o kadar yıl orayı yönettim diye kendilerini savunurlar. Yakalanmayan, yakalansa da ceza almayan suçular da, bu bahane ile masumiyetlerini savunurlar. Ülkemizde sivil toplum kuruluşlarında (odalar, barolar, sendikalar gibi meslek örgütleri) yıllardır değişmeyen başkanlar vardır. Onlara da bu kadar zamandır başta kalmalarını, başarı olarak gösterirler.,

Tecrübe yanılgısı politikacılarda da vardır ve hatta onlarda daha fazladır. Bu yüzden bir politikacıların, hele de  diktatörlerin uzun süre iktidarda kalması tehlikelidir. Tek adam yönetimleri kumarbaz gibi davranır. Yenildiğinde, tamamen tükenene kadar savaşır,  Enver Paşa ve Hitler gibi.  Her ikisinin de en başlarda başarıları vardı. Enver, ikinci Balkan savaşında, Edirne'yi geri almıştı. Hitler'de Fransa, Norveç ve Balkanları kolayca istila etmişti. Gene de son ana kadar yenilgiyi kabul etmek istemediler.

Buna dair pek çok örnek var, ben en sonuncuyu söyleyceğim, Beşar Esat (ya da Esed, ne derseniz deyin.)'ın iki haftada kolayca yenilmesinin sebebini anlayamamıştım. Eve, Beşar iç savaşı kazanıyor gibiydi en azından uzaktan öyle görünüyordu (yada ben ve benim gibilerin bakarkörlüğüydü.) Kazansa bile 1953'de Musaddık'ı devirdikten sonra İran'a geri dönen Şah Muahmmed Rıza Pehlevi (Şah dediysem, adı şah, yoksa kendisi BP ve Exoon'u yöneten yerel memurdu.) gibi artan zorbalıklarıyda ülkesinda konumu daha da zayıflayacak ve gene kaybedecekti.  Le Monde Diplpmatique'in Türkçe baskısında konu ile ilgili makale bulunca, bu konuyu daha net anladım. Meğer ana müttefiği Rusya,  Beşar'a, muhaliflerle uzlaşması için baskı yapıyor, Beşar'da oralı olmuyormuş. Beşar'ın birlikleri de pek savaşmıyor, Rusya, İran, Lübnan Hizbullah'ı ve Iraklı gönüllüler (paralılar) gibi müttefiklerini savaştırıp, kendi ordusu da yağma yapıyormuş. Tahminim 2024 Aralık ayında Ukraynalıların, Rusya'nın canına tak etti çünkü Ukraya cephesi, Rusya için daha önemli. Rusya'da, muhaliflerle anlaşmayı seçti. Beşar'a da ailesiyle bir kargo uçağına binip, mülteci olmak kaldı.

Büyük Hukuk filozofu Montesquieu'nun da dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.  Ben de diyorum ki, güç aptallaştırır, mutla güç, mutlaka aptallaştırır.

1 Şubat 2025 Cumartesi

GARSONUN SIRITMASI





 Benim Yenişarbademli hikayelerim bitmiyor ve bitmez. İlk atandığım ve en mutsuz olduğum yerdi. Isparta gibi güneyde ve batıda bir ilde zor göreceğiniz bir mahrumiyeti vardı. En azından 29 Eylül 1998 ile 7 Eylül 2001 arası öyleydi. İlçede ciddi anlamda sadece bir tane bakkal vardı (Halil market).  İlçeye gitmek için tek dolmuş vardı. Isparta il merkezinden, kışın saat öğleden sonra üç, yazın beşte, Isparta il merkezinden kalkardı. Sabah 7'de Yenişarbademlş'den kalkardı. Yolculuk mevsime göre en az bir buçuk saat, bazen de iki buçuk saat sürerdi. Oradaki haaytımı kabaca ikiye ayırabilirim. İlki 29 Eylül 1998'de göreve başlamamla, 199 20 Kasımda askere gitmem, ikincisi de 2020 Temmuzunda askere dönmemle, 7 eylül 2001'de Yalvaç ilçesine tayinim çıkması arasındaki dönemdir.

Bu garip ilçede, bu yazıda bahsedeceğim olay, ilçede birilerinin beni evlendirme çabası olayıdır. Bu olayında benim askerliğim öncesi, ben askerken olanlar ve askerden geldikten sonra olanlar olmak üzere üç safhası vardır. Her şeyi değiştiren, bir garsonun bana gülmesidir. Bu da olayın başlarında oldu. İlçedeki kısa yaşamımda pek çok şey yaşadım, hepsini yazmamamın bir sebebi , başımı belaya sokmamak. Diğeri de yıllar önceki yaraları kaşımamak. Yazmamın sebebi de artık yazma zamanının geldiğini düşünmem. Bu olanlar sadece benim anılarım değil, bir devrin tasfiridir.

Evlendirilme olayım, gelişimin ilk yada ikinci ayında, bir akşam sohbeti sırasında birden söylendi. O zamanlar hayatımda ilk ve son kez lojmanda kalıyordum. (Bundan sonra kalma ihtimalim çok zayıf) Lojman dairemi de , yediği onca halttan sonra namaza başladığı için kendini evliya zanneden ve beden eğitimi dersi ilde din dersini karıştıran bir salakla paylaşıyordum. Akşam otururken, coğrafya öğretmeni arkadaş, kızın adını söyledi, düşünmemi falan söyledi. Kızın adını duyunca irkildim, daha lise iki öğrencisiydi. (O yıllarda bazı meslek yada hazırlıklı liseler hariç, liseler 3 yıllıktı.) Babası da eski belediye başkanıydı ve mart ayında yeniden belediye başkanı seçilecekti. (Doğrudan adlarını yazmama sebebim, arama motorlarında arama yaparken, buraya denk gelmesinler diye.) Sonra kızın adı ara ara bana çıtlatıldı ve doğal olarak bunu ahlaki görmüyordum. Diğer yandan, üniversitede dört sene Ülkücüler tarafından zorbalandıktan sonra, böyle sağcı ve hatta Ülkü ocaklı bir aile, kızlarını bana neden versin anlamıyordum. Bir kaç ay sonra öğrenecektim. Bu olaydan bir ay kadar sonra, okulun beden eğitimi öğretmeni değişti ve öteki, ilkini aratacak dümdüz faşist olan ikincisi geldi. Bu faşist olan geldiği günde bizim, stajyer öğretmen kursumuz başladı. Kurs, elli iki kiometre uzaklıkta, eski ilçe merkezi olan Şarkikaraağaç'taydı. Bir kaç gün sonra da Şarkikaraağaç seferlerimiz başladı. Bademli'ye benimle atanmış, sınıf öğretmeni bir arkadaş vardı. Onun arabası ile gelip, gidiyorduk. Dersler hafta içi akşam saat 6 le 8 arasındaydı. Bazne 10 yada 11'i buluyordu. Aralık ayı sonlarından, Mayıs ayı ortalarına kadar, aralıklarla sürdü bu gidiş, gelişlerimiz. 

Başlığa konu olan olay, ilk gittiğimiz akşam yada o haftada oldu. Biz iki arkadaş, evden yemek yemeden çıkmıştık. Sınıf öğretmeni arkadaş da o gün yemek yememişti. Lokantaya da bizden önce gelmişti. Benden önce garsonla ne konuştu bilmiyorum. Garson, ev arkadaşımın eline sarıldı. Hoş geldin damat bey dedi. (Ev arkadaşım benden daha uzun boyluydu, belki de bu yüzden öyle sandı.) Sonra sınıf öğretmeni arkadaş o değil dedi. (O sırada oturmuştuk.) Sonra garson gülerek bana baktı ve

-Bu mu Bademli'ye damat olacak, diyerek sırtırrı. Sonra sınıf öğretmeni arkadaş da sırıtmaya devam etti. Ev arkadaşımsa, bir çuval incirin berbat edildiğini anlayıp, somurttu.

Sonra o kızın adı ve başka kızların adı da geçti. İlçede halkın dedikodu ve kumpas kültüründen çok bunalıyordum, özellikle de askerden önce.  Askerden önce yerel ve genel seçimler oldu. Kızın babası tekrar belediye başkanı oldu. Sonuç merkez sağın iflasıydı. Gene de ilçe iki merkez sağ parti arasında ikiye bölünmüştü. DYP ve ANAP'lılar birbirine selam bile vermiyordu. İlçe milli eğitim müdürlüğüne vekalet eden şahsın,  bizim ilk atanma yolluğunu duyuna, yani bir sonraki yılın borcuna atılması, bizm de yolluğumuz mart sonunda almamızdan dolayı DYP'li başkana kızgındım. Bu sebeple belediyede ANAP'a oy verecektim. Kaydımı da aldırmıştım ama seçmen listesinde adım çıkmadı, iyiki de çıkadı. Muhtemelen rengimi çok belli ettiğim için olmalı. İyiki de öyle olmuş, batan merkez sağa son oy verenlerden biri olacaktım. 

O yıl çok yoğun mobbinge uğradım ve 20 günlük depresyon raporu aldım. Raporlu olduğum için maaşım kesilmemesi gerekirken, maaşım kesildi.  Stajımın onaylanmama durumu vardı. Durumu askerlik sonrasına bırakamazdım. Temmuza kadar olan tecilimi, Kasıma kadar uzatmalıydım. ( O dönemde üniversite mezunları, Mart, Temmuz ve Kasım aylarında üç dönem olarak askere alınıyor, ihtiyaca göre 16 aylık asteğmen yada 8 aylık çavuş olarak askere alınıyordu.) Zoraki ilçemizde askerlik şubesi olmadığı için (Sonradan adliye de kalkacaktı), bir günlüğüne Şarkikaraağaç'a gitmem gerekliydi ve bir gün izin almak için,  O izni almak, bir günümü aldı. Saatlerce kaymakamın kapısında bekledim. Oradan başka bir ilçeye  gittiğimde, sadece dilekçeyi müdüre vermenin yetttiğini gördüm. Beni sevmeyen, hatta benden nefret eden halk, neden beni damat yapmak istiyorlardı ve benim bunu kablleneceğimi sandıklarını düşündüm. Damat yapma çabalarının sebebi, ilçe halkının çoğuna çok görünen maaşım ve Ankara'da esnaf olan babamın servetini sömürmek yada yağmalamaktı. Beni de disleksi olmam ve psikolojik sorunlarımdan dolayı aşırı saf sanıyorlardı. Benzer bir sorunu üniversite okurken de yaşamıştım. İkinci yılda benim o kadar da saf olmadığımı, üniversite arkadaşlarım anlamıştı ama Bademlililer hiç anlamadı. (Bir kaç yakın dostum hariç.)

İlk yılın yaz tatilinden sonra, askerliğime fazla bir zaman kalmamıştı. Ben de askerliğimi, Kasım'a kadar tecil etmiştim. Kasım ayında askere giderken, bu kızın uslu durmayacağını ve askerden sonra rahatlayacağımı tahmin ettim ve tahmin ettiğim gibi oldu. Ben sekiz ay boyunca Balıkesir'de  askerken, okul hepten karışmış. Söz konusu kız, hem okulda öğrenci bile olmayan bir oğlanla, hem de ücretli öğretmenlik yapan ve Şarkikaraağaç'lı genç bir arkadaşla olay çıkarmış, öğretmen arkadaşın sene sonu göstersinden evvel belediye başkanının adamlarından dayak yemesine yol açmıştı. Bütün bu olanlara rağmen 2000 yılının son sınıfları topluca mezun olmuşlardı.

Askerden sonraki yıl kafamda sadece başka bir ile, ilçeye tayin olmak vardı.  Askerden geldikten sonraki yıl, ANAP aslında daha güçsüzken, önüne gelen beni sürgünle tehdit ediyordu. Isparta'nın her açıdan en mahrum ilçesindeydim ama beni, yok suyunu Şırnak'ta içen, Ağrı'yı biliyon mu falan diye beni sürmekle tehdit ediyorlardı. Bir de o sene galiba Yenişarbademli'de,  herkes, herkesi sürgünle tehdit ediyordu. En fazla tehdit yeri de Kesme'ydi. Isparta'nın Sütçüler ilçesinin kasabası olan Kesme,  belediye başkanının daha önce seçimi kaybettikten sonra öğretmenliğe dönmek (sınıf öğretmeniydi) zorunda kalınca atandığı yerdi ve başka bir öğretmen arkadaştan duyduğuma göre Sütçüler merkezden daha kalabalık ve ulaşılması daha zor bir yerdeydi. Başkan burada iki sene kalıp, partili arkadaşları sayesinde geçici görevle Isparta merkeze atanmış, geçici görevden de emekli olmuştu. ANAP'ın gücü tükenmişti ama küçücük ilçede herkesin, her partiden tanıdığı vardı. (Dönem, koalisyonlar dönemiydi.)

Bu dönem boyunca diğer kız analarının da radarına girmiştim. Beni ve annemi taciz ediyorlardı. Özellikle cuma günleri sekiz yada on adet tezgah olan ve saat 10,30 ,le 15.00 arası açık olan pazarında beni düpedüz kuşatıyorlardı. İlçeye pek çok bekar öğretmen ve memur gelmişti ve fazla saf buldukları beni hedef seçmişlerdi. İlçenin pazarından bir kaç kilo domates- salatalık yada mevsimine göre meyve-sebze alıyordum. Bir kere annem de gelmişti. Alış veriş sonrası lojmana dönüyorduk. Ev ortağım o zamanlar askerdeydi. (Anlatmayı unutmuşum. Kendisi asteğmen olarak yapmasının yanı sıra,  on beş gün de askerliği uzatmıştı.) Annemle bir gün pazardayken, pazarda kendi bahçesindeki ürünleri satan bir kadın, biz pazardan dönerken annemin peşinden geldi. Annemin omuzlarına vurup, niye para verdin ki gıı, ben bahçeden yolar yolar, sana verirdim falan dedi. Annem de ne gereği var, kend,m alırdım dedi. Evde anneme kadınla ne çabuk samimi oldun diye çıkıştım. Çünkü annemi kırk yıldır tanıyormuş gibi yapıyordu. Oysa annem, o kadını ilk defa orada görmüştü.

Asıl komplo, hiç beklmedeğim yerden geldi ve hiç ummadığım yerden öğrendim, daha doğrusu annem öğrendi. Börek yapmak için komşudan aldığı oklavayı iadeye giderken, kadınların konuşmasına şahit oldu. Yörenin Konya-Isparta karışımı aksanıyla, lojmandaki hoolan eve gidecekmiş de, isteyiverecekmi falan diyoarlar. O zamanlar da, ev ortağım askerde olduğu için, lojmandaki tek bekar benim. Karşı dairemde karısı ile sorunlu bir arkadaş var, o da çok yaşlı, benim şu anki yaşımda falan. Annem de lojmandaki oğlan, benim oğlan. Kız isteme falan yok, siz neden konuşuyorsunuz diye sormuş. Onlar da kumpası anlatmış. Benim Bademli'deki emekli, köy enstitüsü mezunu arkadaşım Veli Karaca, arkadaşlığımızı kara çevirmeye karar vermişti. Ben ve annem, onun evine ziyarete geldiğimizde, kız ve ailesi de eve gelecek, biz de kızı istemiş olacaktık. Annemse kendi ziyaretine iade beklediği için bu olay, o ana kadar tuzak işlememişti. Annem panikle Bademli'yi terk etti. Bir daha da gelmedi. Ben de o yıl, okullar kapanana kadar Veli Karaca'nın evine gitmedim. Gittiğim de beklediğim süprizle karşılaştım. Süpriz yazının sonunda.

Annem gittikten sonra bazı kişilere garip bir cesaret geldi. Okula o sene gelen ve ilçenin yerlisi bir hizmetli vardı. Durduk yerde bana sataşmaya, benimle tartışmaya başladı. Okulu temizlemekle görevli hizmetlinin, öğretmenler odasında ne işi var diyeceğim de, okul o kadar küçük ki, öğretmen-öğrenci, aynı tuvaleti kullanmak zorundayız. Okul, hem meali, hem de mecazianlamda kümes gibi. Tek katlı ve pek çok apartman dairesinden daha küçük.  Pek çok fenni kümse bile, buradan büyüktür. Bina eski köy ilkokulu binasıymış. Okul binası ve tarihi bambaşka bir konu. Hadi o bir şekilde okulun elemanı, ya ilçe milli eğitimdeki memura ne oluyordu? Bana, burası sayesinde maaş aldığımı ve parayı tek başına yiyemeyeceğimi söylüyordu. İlçe halkının, orada maaşımı fazla gördüklerini ve hatta Anakra'da esnaf olan babamın varlığını bir servet gibi gördüklerini yazmıştım. Bu adam da, buraya atandığım için,  maaşı burayla paylaşmam, bunu da buradan bir kızla evlenerek yapmam gerektiğini söyleyip durdu. Bu işe yaramaz yere kurulan kaymakamlığın gereksizliğinin ispat abidesiydi. İlçe milli eğitimden habire bir bahaneyle okula gelip, duruyordu. Çünkü otuz beş öğrencili ve kümes boyutlarında bir lisesi, iki ilköğretim okulu ve bir halk eğitim merkezinden ibaret ilçede milli eğitim müdürliğinde yapılacak iş yoktu.

Annemin gidişi ile o yılın yaz tatilinde olan bazı olayları özetleyeceğim, bazılarını unuttum, bazılarını anlatmak istemiyorum. Bu süreç içinde hayatım, rutin devam etti. Bu dönemde Isparta merkeze yada Şarkikaraağaç'a nadiren gittim. Bu gidişlerden birinde, Isparta'ya dönerken, lojmanda karşımdaki dairede oturan arkadaşla geliyordum. İlçenin dolmuşunda, başka bir baba ve kızı da vardı. Kız, dikkat çekici bir şekilde güzeldi.  (Zaten orada, özellikle uzun boylu kızların geneli öyleydi). İndiğimizde komlum bana o kızı beğenip, beğenmediğimi sordu, ben de evlenmek istemediğimi söyledim ve konu kapandı. Veli Karaca ile bir kaç kere buluşsam, hatta onuna Beyşehir merkez ve Gölkonak köylerine gitmiş olsam da, onun evine sene sonuna kadar gitmedim. Ben askerdeyken, 2000 öncesi atananlara zorunlu hizmet kalkmıştı. O zamanki atama yönetmeliğine göre il dışına atama istemek için, o ilde üç yıl, il içi için de o ilçede yada okulda iki yıl kalmak gerekliydi. Askerliğim sebebiyle üç yılım dolmuyor, il dışı tayin isteyemiyordum ama iki yılım dolduğu için il içi isteyebiliyordum. O zamanlar ya yerleşim biriminden (şehrin belediye sınırı, köy yada kasaba) tayin istiyebiliyordunuz, okul değil. Ben de il sırada Isparta il merkezini, ikinci sırada da Yalvaç ilçe merkezini istedim. (Yalvaç'ın otuz altı köyünden on ikisinde belde belediyesi ve bunlardan üçünde lise vardı ama onları istemiyordum.) Yalvaç'a üniversitedeyken bir kere, günü birlik gitmiştim.

İkinci dönem için Bademli'ye döndüğümde, pazara gitmek daha bir zor olmuştu. Ana-kız beni düpedüz kovalıyordu o minik meydan boyunca. En fenasında, pazardan alacağım bir iki kilo meyve-sebzeyi (o da genelde domates, salatalık oluyordu, dönerken düpedüz ardıma düşmüşlerdi. Arkama baktığımda ise düpedüz tüm pazar arkamdan geliyor yada bana öyle geliyordu. Ana kızın kovalamacasından koşmaya başladım ve sonra bir dükkana girdim. Nefes nefese kalmıştım, ter içindeydim. Dükkan sahibi bana hiç bir şey sormadı. Sonra kızın annesi girdi dükkana, dükkan sahibi ile bir şeyler konuştu, bir şeyin tadına baktı, sonra çıktı gitti. Ben bir süre daha dükkanda kalıp, soluklandım. Dükkan sahibi gene bir şey sormadı.

Sonraki günlerde diğer bir de dayak korkusu da yaşıyordum. Ben askerdeyken, ücretli öğretmen arkadaşın, o kız yüzünden dayak yediğini yazmıştım. Daha kötüsü köy halkı bu dayakla övünüyorlardı. Galiba Mayıs ayına doğru da ilçede bir astsubayı, bir düğünde, meydan dayağı ile dövdüler. Genelde görev süresi biten yada bitmeye yakın, memurlarla uğraşıyor, bazen meydan dayağı atıyorlar, bazen de mahkemelik ediyorlardı. Benim askere gitmemden evvel, Gaziantep'ten ilçeye milli eğitim müdürü atanmıştı. Bu şahıs, Antep'e dönmezden evvel de zimmet suçlaması ile hakkında dava açılmıştı. Sonra bu müdür, Bademli'ye geri döndü. Sonra da  bu davadan beraat etti. Aslında olay tamamen gidenin kuruğuna teneke takma olayıydı. Ben astsubayın olayından sonra, en azından bana bulaşamyacaklarını düşündüm.

Eğitim yılının sonu geldi ve Veli Karaca'ya veda ziyaretine gittim ve tuzağa düştüm. Evde, Veli, eşi, bir lız ve aile ile, ondan başka bir kız da vardı. Ben lafı geveleyip, hemen çıktım ama kızı istemiş duruma düşmüştüm. Mutlaka tayinimin çıkması gerekliydi, çıktı da. Kızın adı daha önce ilçeye yeni açılan ilçe emniyet müdürlüğüne yeni atanan bir polisle anılıyordu ve ilçede yedi polisten oluşan polis teşkilarının başı bu yüzden dertteydi. Bademli'de Veli Karaca'yı gördüm ve selam vermedim.Hatta yerime yeni bir felsefeci de geldi. Benda Bademli'ye geldim ve tayimin çıktığını öğrenince bir hafta sonu Yalvaç'a gittim, doğru dürüst kimseyi tanımadığım bu ilçede bir günde uygun fiyata kiralık ev buldum. Sonra Bademli'ye geri döndüm. Orada da bir günde yolluğum çıkıtı ve bankaya, ilçedeki tek banka şubesi olan Ziraat Bankasına yattı. Aynı gün bir kamyon da ayarlayıp, Yalvaç'a taşındım. Bankadan  parayı çekerken Veli Karaca'ya denk geldim, altında motorsikleti. Ben gene görmezden geliyordum ki, Sinan, Sinan diye bağırdı. Bense elimle gidiyorum işareti yapıp uzaklaşmıştım.

29 Eylül 1998'de geldiğim Yenişarbademli'den, 7 Eylül 2001'de ayrıldım. Bir daha da gitmedim, gitmem de çok zordu. Arabam yoktu ve halen de hiç olmadı. O dolmuşa bir daha binecek değildim. Arabam olsa da o virajlı dağ yıllarından, göl kıyılarından gidemezdim. Üstelik ilçede paramla baca temilzetecek birini bile bulamamış, kendim temizlemiştim. (O olayın hikayesi de blogda mevcut.) Ev ortağımın zorbalıkları vardı, bana atamadıkları dayakları, ziyaret yada gezmeye gitmişken atma ihtimalleti vardı, var oğlu vardı.

Ancak en önemlisi Şarkikaraağaç Lezzet Lokantasındaki garsonun sırıtması vardı ki,  hep bunu hatırladım. Yazılacak çok şey var, bu yazıyı yazmaya başladığımdan beri yeni ayrıntılar hatırlıyorum ancak oları da ayrı başlıklar halinde yazmam gerekecek.

Yıllar içinde arada aklıma geldikçe Yenişarbademli'yi ve oradan hatırladığım isimleri, arama motorları ve sosyal medyada arada bir arattim. Veli Karaca'nın öldüğünü öğrendim. Öğretmen arkadaşların tamamı da oradan tayin olmuşlardı. Bir ara Melikler yaylasında, gökyüzü gözlem şenliğine katılmayı düşündüm,  benim yüzümden kavga çıkabilir diye vazgeçtim. Onu da 2019'da bir kere yapabilmişler.




31 Ocak 2025 Cuma

ÖZGE MUMCU AYBARS-ÖZLEM

 


Ankara Tren Garı’na doğru bavullarımızı almış yürüyoruz. Tren garına girdiğimde hep kendimi ufacık hissediyorum. Kocaman bir tavana bakıyorum, mermer zeminde yürüyoruz; bilet gişesi sırasına giriyoruz. İstanbul’a hep beraber trenle gideceğiz. Bu yataklı ve pusetli tren maceramızın başı değil ama ailecek son olacağını da bilmiyorum o günlerde. Bir aya kalmadan babam öldürülecek.

Tren düdüğünü çaldıktan sonra yola koyuluyor. Karşılıklı oturuyoruz. O zamanlar E5 yolunda çok kaza oluyor, babam arabayla gitmekten çekiniyor. Ya başımıza bir kaza gelirse? Trafik canavarı terimi o yıllarda çıkmış olsa gerek.
Bizde walkman’ler var, en pahalısından olmasa da kulağıma takıp manzaraya bakıyorum, bende nostalji o yaşlarda da var. Babam merak ediyor, walkman’i ödünç alıyor. Aynı zamanda konuşuyor ama kulaklıktan gelen ses nedeniyle bizimle konuşurken sesi yüksek çıkıyor, hafif utanıyorum – tüm vagon sanki bizi dinliyor. Bana bir org almış, ardından piyano, piyano dersi alıyorum Kamuran Gündemir’den – zaten müziğe düşkünüm. İlk ve tek bestemi pusetteyken yaptığımı söylerler.
10 yaşında Edith Piaf – ah bu TRT’deki Kaldırım Serçesi filmi – dinliyorum. Tabii ki, popüler kültürden de eksik kalmıyorum. Sertab Erener yeni albümünü çıkarmış – zaten arabada “ölümlü dünya ölümlü insan/ ha âlim olsan ha zalim olsan” sözleri döneli çok oluyor. Zaten araba yolculuklarında da kaset dinlerdik. Babamın Elvis hayranlığı, Beatles kasetleri bir yanda, bir yandan Münir Nurettin Selçuk, Timur Seçuk, Secaattin Tanyerli. Tangolardan Beatles’a, onların tarihine, ünlü oldukları zaman aldıkları plaklar. Babamla annemin ortak hikâyelerini dinlemeye bayılırdım. Oradan klasik sanat müziğine, oradan Sezen Aksu’ya, Nilüfer’e yolculuk arka plan müziği. Abimin müzik zevki de yolculuklara yansıyordu. Aerosmith gibi grupların sert ve yoğun tarzı bana ağır geliyordu. Merak edip Mötley Crüe’yi de dinlemeyi denedim ama kısa sürede fark ettim ki, metal müzik benim ruhuma uygun değil.
Tren yolculuğu benim için her zaman heyecan vericiydi, ama bu sefer daha da özel bir anlam taşıyordu çünkü yılbaşını Önder Amcalarda geçirecektik. Uzun yıllar yurtdışındalardı. Hem onlarla vakit geçirecek olmanın hem de çocukluk arkadaşlarım Zeynep ve Ali’yle buluşacak olmanın sevinci içindeydim. Önder Amca, İTÜ’de Fizik Bölümü’ne gelmiş bir akademisyendi; Ülkü Teyze ise anestezi uzmanıydı ve hastanede her gün sayısız ameliyatlara giriyordu. Evleri o zaman Kadıköy’den önce bir durakta, İdealtepe’deydi. Tren durduğunda bavullarımızı alıp iniyoruz, içimde tarifsiz bir mutluluk vardı.
İki akşam beraber çok eğlenip bir de dışarda yemek yedikten sonra yine trenle Ankara’ya dönüyoruz. Babam o günlerde yine bir dosya üzerinde çalışıyor. Adını koyamadan ölecek, ardından Ali Sirmen gelip dosyayı bilgisayardan toplayacak, dosya halinde kaldığı için adına “Kürt Dosyası” denilecek. Ve son kitabı o olacak. Son yazısı da Zeyilname…
Babam, İstanbul’daki kısa bir molanın ardından, çok yoğun çalışma temposuna geri dönüyor. Onun işleriyle meşgul olduğu günlerde biz de kendi hayatımıza dönüyoruz. Okul, sınavlar derken günler hızla geçiyor. Şubat tatili yaklaşıyor, sınavlarımız bitmek üzere. Cuma akşamı karnelerimizi alıyoruz. Babam, her zamanki gibi bu anı kutlamadan geçmiyor. Hep birlikte bir kutlama yemeğine çıkıyoruz; masada keyifli bir sohbet, hafif bir gurur ve babamın sıcak ilgisi var. Bu yemekten bir gün önce, perşembe akşamı, karnelerimize bir jest yapmayı da ihmal etmiyor, bizi alışverişe götürüp karne hediyemizi seçiyor: İkimize de birer güzel palto.
Yemekten dönerken, arabada babam bir an için direksiyonu gösterip, “Çekiyor.” diyor. Lastikle alakalı olduğunu düşünüyor. Ne demek istediğini tam anlamıyorum ama bu söz aklımda kalıyor. Eve yaklaştığımızda fark ediyorum ki sokak ışıkları yanmıyor. Bu detay o geceye dair zihnimde net bir şekilde yer etmiş. Eve giriyoruz; babam tedirgin görünüyor, sebebini anlamasam da bu his bana da geçiyor. Şubat tatilinde hiçbir yere gitmeyeceğimizi söylediklerinde ise içimde bir hayal kırıklığı oluşuyor. Keyfim bozuluyor ama karar alınmış, uymaktan başka çare yok. “Bu iki hafta nasıl geçecek?” diye kendi kendime düşünürken, içimde belirsiz bir huzursuzluk dolaşıyor.
Cumartesi evde geçiyor, dışarı çıkmıyoruz.
Pazar sabahı geliyor. Planımız, hastanede yatan Kazım Amca’yı ziyaret etmek. Abim evden erkenden çıkıyor; o akşam Bulutsuzluk Özlemi konserine gidecek. Babam beni evde yalnız bırakmak istemiyor, ısrarla, «Haydi gel, Kazım Amca’yı seversin.» diyor. Ama içimde tarif edemediğim bir sıkıntı var; sanki koca bir taş oturmuş gibi, gitmek istemiyorum. Nedenini o an açıklayamıyorum, bugün bile tam anlamıyorum. Babam ısrar ettikçe daha da huzursuz oluyorum. Gözlerim doluyor, ağlamaklı bir hale geliyorum. Annem, durumu fark edip araya giriyor: «Uğur, ısrar etme.» diyor. Bu sözle babam kapıyı kapatıp çıkıyor. Ayak sesleri duyuyorum.
Ve birkaç dakika geçmeden o patlama sesi geliyor.
Elektrik gidiyor. İyi ki gitmiş. Trafo patladı sanıyorum o nedenle.
Bu nedenle son dakika haberini evde tek başıma almıyorum.
Muhtemelen o sırada ajanslara haber düşüyor ve telefon durmaksızın çalıyor. İlhan Selçuk arıyor, doğru mu diyor, ne doğru mu diyorum İlhan Amca, duralıyor, yok bir şey kızım diyor, patlama duydum ama evden çıkamıyorum, anahtarım yok, diyorum, herkes dışarı çıktı.
Kapı çalıyor. Önce komşumuz Ayça iniyor. Gözünden bir damla yaşın indiğini görüyorum ama haydi gel diyor, elektrik gelene kadar piyano çalışalım diyor. Piyano çalışıyoruz biraz.
Sonra Hüseyin Enişte’m geliyor.
Sonra annem geliyor ve olanı öğreniyorum. Ertesi gün, tüm Türkiye’nin gazetelerinde, olayı ilk öğrendiğim anın fotoğrafı manşetlerde yer alıyor. Henüz 11,5 yaşındayım. Çocukluktan hızla kopup büyümeye başlıyorum. O zamanlar, attığımız her adımın haber olacağını, hayatımızın böyle göz önünde yaşanacağını henüz anlayabilmiş değilim.
27 Ocak’taki yağmurun yağdığı cenazeden sonra üzerimdeki sırılsıklam kıyafetlerle eve geliyorum ve üşütme dedikleri için duşa giriyorum. Ardından kalın bir şeyler giyip alt komşumuz Aykut Teyze’ye iniyoruz. Onların evi, eve doluşan kalabalıktan kaçıp sığınabileceğimiz bir liman oluyor. O anlarda kimsenin yanında ağlamıyorum; kendimi tutuyorum. Ama geceleri, yorganın sessizliğine saklanarak hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Kaç gece sürdü, hatırlamam mümkün değil.
Aradan birkaç ay geçiyor. Bayram zamanı, evdeki yastan uzaklaşmak için yine trenle İstanbul’a gidiyoruz. Babam yok. Walkman yerinde duruyor… Yine Önder Amca, Ülkü Teyze, Zeynep ve Ali. Evden çıkmak iyi geliyor.
Ailenin seçilmiş dostlar olduğunu o zaman anlıyorum.
Türkiye yas tutarken, biz bir eş, bir baba, bir dost kaybediyoruz.
Ve yeri hâlâ dolmuyor.
32 yıldır, her 24 Ocak yaklaşırken yüreğime ağır bir taş oturuyor. Onu bir daha göremeyecek olmanın, o sıcak gülüşüne ortak olmayacak olmanın acısı yeniden beni sarıyor. Bu derin hüznü hafifletmek için dostlarıma sığınıyorum ve 24’ü 25’e başlayan gece yarısından sonra hayat yeniden başlıyor.
Not: Bugün bu yazıda geçen Ayça, Hüseyin Enişte’m, Kamuran ve Selçuk Güldemir, Beyhan Hala’m, Aykut Teyze’m, Ali Sirmen ve daha sayamadığım birçok isim ne yazık ki artık aramızda değil.
Kaynak: https://karanfildergi.com.tr/ozlem/








27 Ocak 2025 Pazartesi

LÜBNAN İÇ SAVAŞININ ŞAHİDİ

 


BEYRUT’AN ISPARTA’YA

 

         Ben ilkokuldayken televizyonda haberlerin çoğu, Lübnan iç savaşı hakkında olurdu. Ülkedeki etnik gruplar sık sık çatışırdı. Sünniler, Şiilerle, Müslümanlar, Hıristiyanlarla, Dürziler, Hıristiyanlarla, çoğu kez de herkes, herkesle savaşırdı. Sık sık diplomatlar, papazlar, misyonerler ve Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörleri kaçırılırdı. Olayların çoğu, nüfusun çoğunluğunun yaşadığı Beyrut şehrinde olurdu. Şehir harabeydi, harap olmaya devam ediyordu, çünkü harbin merkezindeydi.

         O Beyrut ki, bir zamanlar, Ortadoğu'nun, Paris'i diye anılırdı ve Dünya zenginlerinin para harcadığı turistlik merkezlerden birisiydi. Lübnan'da, yasalarındaki boşluklardan dolayı kaçan vurguncular sayesinde, Ortadoğu'nun İsviçre'si olarak anılırdı. Tabi bir de İsviçre meselesi vardı. Tam tarafsız olmak için, Birleşmiş Milletlere bile üye olmayan, İsviçre, vurguncuların sığınağıydı. Banka hesaplarını, sahipleri başkasına teslim ettirmiyorlar, kontrol de ettirmiyorlardı. Doksanlı yıllarda, mafya örgütlenmelerine karşı uluslararası işbirliğinin yaygınlaşması ve yüz ölçümü küçük, ekonomisi büyük bu ülkenin de bundan kaçamaması sebebiyle, İsviçre'ye kaçma ve İsviçre'de banka hesabı olmak, demode oldu. İsviçre'nin yerini, Karayib denizindeki ada ülkeleri aldı.  Neyse biz Beyrut'a dönelim. Beyrut, iç savaş çıkmadan evvel, zengin, lüks, ihtişamlı bir şehirdi. Ortadoğu'nun en büyük havaalanına ve limanına sahipti. Geniş bulvarları, caddeleri, vardı. Dev alış veriş merkezleri, lüks otelleri vardı. Ne yazık ki bu şehir ve bu ülke, ben bu hikayeyi yazarken de, büyük bir kargaşalık içinde.

         Lübnan, tabi ki Beyrut'tan ibaret değildi. PKK başta olmak üzere hemen her terör örgütünün, Bekaa vadisinde kampı vardı. Bu kamp, ülkenin doğusunda, Suriye sınırında ve Suriye kontrolündeydi. 1991'de Sovyetler Birliği dağılmadan evvel, sanki tüm dünyanın illegal komünist örgütleri orada toplanmıştı. Hem İtalyan Kızıl tugayları, hem de Japon Kızıl ordusunun kampı vardı. Bir de PKK’nın meşhur Mahzun Korkmaz akademisi vardı. Böleninin yerli ahalisi de, bölgeyi terk etmiş değildi. Portakal bahçeleri ile, esrar imalathaneleri iç içeydi. Geniş alanlarda haşhaş ekilirdi.

         Güneyi, Şiilerin, Hıristiyanların ve İsrail’in boks ringi gibiydi. Şiiler ise, bu günkü gibi Hizbullah’ın merinde yek vücut değildi. Hizbullah ve Emel örgütleri vardı.

         Ona rastladığımda 1996 yılıydı. Isparta da Süleyman Demirel Üniversitesinde öğrenciydim. Çarşıda sürekli yemek yediğim, küçük ve ucuz esnaf lokantalarından birisindeydim. Öğle yemeğim için oturmuştum. Lokanta, çok küçük bir dükkândı. Mezun olduktan ve Isparta'dan ayrıldıktan yıllar sonra gittiğimde terinde yoktu. O, hemen karşımda bir masaya oturdu.

         Bende bayağı genç cesareti varmış. Bu gün böyle bir şey yapar mıyım, yapmaya cesaret edebilir miyim, bilmiyorum. Konuşması, Araplar gibiydi. Arapça bir kelime söylemiyordu ama sanki bir Arap, Türkçe konuşmaya çalışıyordu. Harflerin, kelimelerin ağzından çıkışı bir garipti. Dayanamadım, sordum:

         -Affedersiniz, siz Arap mısınız?

         -Arap memleketlerinde kaldım, dedi.

         -Hangisinde, diye sordum.

         -Lübnan' da, dediğinde, çok heyecanlandım.

         -Savaş sırasında orada mıydınız?

         Bu soru, onu da heyecanlandırdı. İçinde kalan tüm sözleri döktü bana. O çatışmaların yoğun olduğu zamanları, tam içinde yaşamıştı. Döktü bana içini. Her sorunu yanıtladı.

         -Orda otuz altı ayrı etnik grup varmış öyle mi?

         -Yetmiş iki, yetmiş iki dedi. (Halk arasında Dünya'da yetmiş iki millet var denir ya. Hatta annem yetmiş iki buçuk derdi. Buçuğu, Çingenelermiş.) her milletten azıcık azıcık var orada.

         -Hepsinin arasında husumet var mı?

         -Ohoo. Hiç biri diğerini çekemez. Müslüman'ı, Hıristiyan'ı, ayrı ayrı düşmandır; Marunî’si, Rum'u ayrı. Müslüman'ının da, Şii'si, Sünni'si, Alevi'si ayrı kavga eder.

         -Neden kavga ediyorlar? Sebep ne?

         -İngilizler fitne sokuyor. Karınla kavga etsen, İngiliz'den bileceksin derler, doğrudur.

         -Peki, kavga ettiklerinde birbirleriyle konuşmazlar mıydı?

         -Yok, yok. Emelcilerle (Şii Emel örgütü) ile Marunlar (Maruniler. Katolik Arap Hıristiyanlar) gündüz savaşırlar, gece beraber yemek yerler.

         -O kadar samimiyseler, neden savaşıyorlar.

         -Reisleri emrediyor.

         -Kendileri düşünmüyorlar mı?

         -Yok yok. Ne emredilirse, onu yaparlar.

         -Peki, her etnik grup, aşiret, kendi aralarında mı evlenir sadece?

         -Evlenmezler. Öyle birbirlerine kız alıp, vermezler. Kimin, kimle evleneceği bellidir.

         -Bekaa vadisine gittin mi hiç? Oradakiler nasıl insanlar.

         -Git, pisler. Ahlaksızlar.

         -Nasıl ahlaksızlar. Teröristleri barındırdıkları için mi?

         -Yok, öyle değil. Nasıl anlatsam. Ben senin bacını yapıyorum, sen benim bacımı götürüyorsun.

         -Cinsel serbestlik var yani.

         -PKK (O zamanlar esas üssü oradaydı.), Japon Kızılordusu falan. Tüm terör örgütlerinin kampı varmış orada.

         -Var, var. Fazlası da var.

         -Sen orada nasıl kaldı.

         -Bizim şirket orada iş almıştı. Sonra savaş çıktı. Ben evlenmiştim. Benim hanım Arap.

         -Hiç çatışma gördün mü?

         -Olmaz mı? Bir keresinde ben, el arabasıyla banana satıyordum.

         -Banana ne?  Ne demek.

         -Banana. Meyve. Hani çikita var ya.

         -(İngilizce dersini hatırladım.)Ha, muz.

         -Muz ya. Arabamı itekliyordum. Bir anda çatışmanın ortasında kaldım. Bir köşeye sığındım. Araba, çatışmanın ortasında kalmıştı. Oradakilerden birine dedim; benin araba, bananalar orada kaldı. O da, be alırım dedi. Atıldı ortaya. Taklalar ata ata, yuvarlana yuvarlana gitti. Arabayı aldı. Başını eğip, ateş ede ede, arabayı oradan çıkardı bana verdi.

         -Halen zenginlermiş öyle mi? O kadar savaş, zenginliği yok etmemmiş.

         Öyledirler. Halen zenginlerdir. Şimdi Beyrut'ta sokakta çatışma olur. çok değil, iki saat sonra orada çatışma olsun demezsiniz. Zengini tam zengindir. Orada en güzel elçilik, Türk elçiliğidir. Öyle ki Isparta'nın otelinde (Süleyman Demirel heykelinin arkasındaki, Büyük Isparta Otelini kast ediyordu. Benim öğrenciliğimde de, Isparta'da çok otel vardı. Turistlik belgesi, yani yıldızı olan iki otel vardı. Biri İstanbul yolu üzerindeki Bolat oteli, diğeri de mülkiyeti belediyeye ait, bu oteldi.) Neyse ben çıkıyorum. Hanım bekler dedi ve çıktı.

         Onun ardından, lokanta bayağı sessiz kalmıştı.o, hem benle konuşup, yemeğini bitirtmeyi başarmıştı. Bense yemeğimi soğutmuştum. Arada kendi aralarında konuştular.

         -Çok kalmış oralarda. Arada anlatır.

         -Ne dediği anlaşılmıyor. Gerçekten de, harfleri çok garip telaffuz ediyordu.

         -O anlıyor diye beni gösterdi.

 

 

 

22 Ocak 2025 Çarşamba

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 5-YAĞMA



 6/7 Eylül progromu ile ilgili pek çok anektor, yağmaya engel olma çabaları ile ilgilidir. Her progrom gibi 6/7 Eylül de, devasa bir yağma operasyonudur. Neredeyse tamamen İstanbul merkezlidir. Demokrat parti merkezlidir ama suç komünistlere atılmıştır. Fener Patrikhanesine, Demokrat Parti bayrakları ile saldırılmış ama ertesi gün bazıları olaydan haberdar bile olmayan solcular toplanmıştır. Aziz Nesin, Salkım Salkım Asılacak adamlar adlı anı kitabında bunları anlatır. Bu tür yağmaları ideolojiye bağlama çabaları çoktur. 6/7 Eylülü, Kıbrıs sorununa bağlama çabası vardır. Oysa on yıl öncesinin Varlık vergisi ve yirmi yıl öncesinin Trakya progromları sırasında Kıbrıs yada başka bir yerle alakası yoktu. Türk tarihi boyunca, azınlıklara karşı progromlar, çoğunlukla ve neredeyse tamamen devlet destekli ve kontrollüydü. Nihal Atsız ve Cevat Rifah Atilhan,  1934 Trakya Progromunu, o yıllarda İzmir ve Ege kıyılarında da kalabalık olan Yahudilere de yönelmesi için uğraşmışlar; hatta Atsız, Trakya Romanlarına karşı da halkı kışkırtmıştı. Olaylar Trakya (Çanakkale dahil) ile sınırlı kaldı. 1944 Varlık vergisi, o zamanlar Ankara'da kalabalık bir nüfus olan Yahudi cemaatini hiç vurmadı. Çünkü şehir başkent olmasına rağmen, ticari açıdan kısırdı ve Ankara Yahudilerinden hemen hiç Varlık vergisi alınmadı. Meşhur Ermeni tehcirinde bile pek çok şehir, bölge Ermenisi tehcirden muhaf tutulmuştu. Diyarbakır'da üç yüz kadar Ermeni esnaf tehcirden muaf tutuldu. Zira o işleri yapacak Müslüman esnaf yoktu. Aslında Ermeni tehciri, Ermeniler ölmesin diye dikkatle planlanmıştı. Osmanlı devleti ve toplumu ise 1915'e gelindiğinde fazlasıyla çürümüştü. Her taraf eşkiya ve haydut, memurların çoğunluğu hırsız yada sahtekardı. Buna bir de savaş koşulları eklendi. Osmanlı devleti onlarca eşkiyayı ve devlet görevlisini cezalandırdı fakat savaş kargaşalığında daha fazlası cezasız kaldı. İstanbul'u işgal eden ve hiç imha edilmemiş Osmanlı arşivini ele geçiren İngilizler, bu yüzden Ermeni tehcirinin soykırım olduğuna dair delil bulamadı. Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal hariç. 

Yağma, hem iç savaşın, hem de ülkeler arası savaşın ana sebebi, askerlerimn ana motivasyonudur. Roma-Bizans tarihi iç savaşlar, Osmanlı tarihi de isyanlar tarihidir. İmparatorluklar, isyanları bir yağma fırsatı olarak görürler. Osmanlı'da isyanlar, özellikle Celali isyanları, hiç de paniğe yol açmadı. 1596 yılında Anadolu'nun her yerini kaplamışlardı. Karayazıcı, Urfa'da kendisini padişah ilan etmişti. Ancak o parişahlığı Tokat valiliği ile değişmişti. Osmanlı pek paniğe kapılmıyordu çünkü ideolojisi yoktu. İdeoloji oluşmuyordu çünkü okuma-yazma azdı ve matbaanın yasak olması bu yüzdendi. Bu şartlar altında ideoloji ancak dinden çıkıyordu ve bu sebeple Osmanlı, küçük de olsa Alevi isyanlarından korkar, sonuna kadar ezerdi. Gene bu sebeple Türkiye'de pek çok kişi, Celali isyanlarını tamamen Alevi isyanı zanneder. Oysa Celali isyanlarının çok azı Alevi isyanıdır. En büyük Celali asileri; Karayazıcı, Kalenderoğlu (Ankara ve Konya olmak üzere 2  ayrı isyan çıkaran Kalenderoğlu vardır.), Canbulatoğlu, Yaşar Paşar ve Çomar Bölükbaşı (Bitlis'te, Van gölü kıyısında türbesi vardır), Sünni'ydi.  Pek çok isyanı ise medrese öğrencileri çıkarmıştı.

Bazen de yağmacılar, yağmayı paylaşamaz. 1595 Yergöğü  savaşında Osmanlı'nın yenilgisinin sebebi,  Koca Sinan Paşa'nın, yağmadaki payını almak için çirkefleşmesi yüzünden çıkmıştı. (Olay anlatmayayım, olay hakkında internette özellikle çok fazla bilgi var. Youtuberların çok sevdiği bir konu.) Olaydan sonra, Sinan Paşa görevden alınsa da, tekrar göreve gelmiş ve seksenlerinde olduğu halde 4 ay kadar sonra eceli ile ölmüş. İşin daha ilginci, Osmanlı'nın bunca rezalete rağmen bu isyanı bastırıp, 283 sene daha Romanya'da egemenliğini sürdürmesi. Bu Yergöğü köyünde, sadece bu savaş değil, bir kaç savaş daha olmuş. 1595 savaşı ise bambaşka açıdan faciadır. Bu savaşla Akıncılar denen kurumsallaşmış askeri sınıfı yok etmiş, daha doğrusu yok denecek kadar azalmıştır. Yergöğü'de kaybedilen otuz bin kadar Akıncı'nın yerine yenisi konmadı. Bu savaştan yüz yıl kadar sonra yapılan bir sayımda sayıları beş bin kadardı. 1514'de Çaldıran savaşında, Şah İsmail'in Venedik'ten aldığı tüfekler yüzünden Yeniçeri sayısı çok azalmıştı. Öyle ki Yavuz Sultan Selim,  zaferin büyüklüğüne rağmen Meşher'e kadar tüm İran'ı istila etmeye cesaret edemedi. Dönüşte Yeniçeri nüfusunu arttırmak için Anadolu Rumlarından devşirmeler alınması kararını aldı. Yergöğü'den sonra böyle tedbirler alınamadı.

Güçlü düşmanlar ve yağmanın azalması, askerlerin savaşma azmini azaltır.  İran, Çaldıran'dan sonra Osmanlı ordusunun karşısına meydan savaşında çıkmamaya özen gösterdi. Rusların yanık toprak stratejisine benzerr olarak Van ile Tebriz arasındaki bölgeyi, insansız, gıdasız bir alanda, su kuyularını da zehirledi. Bu yağma sadece Osmanlı yada doğu ordularının problemi değildi. 1596 Haçova savaşı, kaçan Osmanlı ordusunun geride bıraktıklarını yağmalayan Avusturya ordusu, sonradan toparlanan ve Gericiler denen ordu esnafı tarafından dağıtıldı.  Yağmanın ordu disiplinini bozması yüzünden, modern ordular tarafından sonlandırıldı, yasaklandı. Yağmayı askerler değil de devletler yapar oldu. Naziler yenilince Ruslar, Elbe nehrinin doğusundaki Alman fabrikalarını Urallara taşıdı. Sadece bazı kilit ve hassas ürünlerin üretimi, Amerikalıların kredi ve hibeleri karşılığıında Almanya'da kaldı. Bu seferde yağma, ordu ardından giden siviller ve başka kuruluşlarca yapıldı. Kıbrıs Barış Harekatından sonra, askerin ardından adaya gelen bazı siviller, güneye kaçan Rumların yada Rumlara ait sandıkları kişilerin mülklerine çöktü ve pek çok Kıbrıslının gözünde Anadolu Türk'ü imajı bu oldu.

Yağma, faşizmin de en büyük motivasyonudur. Öyle ki kurbanlar öldükten yada göç ettikten sonra bile bitmez. Yüz yıl önce göç etmiş Ermeni yada Rumların evleri, mezarları ve tüm arazileri defalarca kazılır, taranır. Naziler kurbanlarının altın dişleri ve yüzüklerini, hatta yandıktan sonra bacada kalan yağını (sabun olayı efsane değil) ve kalan küllerini (lahanalara gübre olsun diye) bile kullanmıştır. Bokasa yada İdi Amin gibi en vahşi diktatörlerin bile bazı kişilerce halen hayırla anılma nedeni, pek çok kişiyi yağmaya ortak etmesidir. İdi Amin, Uğanda'ya İngilizlerin yerleştirdiği Hint-Paki insanların mallarına, mülklerine el koydu. Sadece 25 kilo yükle ülkeyi  terk etmelerini istedi. İngiltere hepsini mülteci olarak kabul etti. Amin'in askerleri, o 25 kiloyu da yağmaladı. Hintliler, yedikleri karnında, giydikleri sırtında ülkeyi terk etti. İdi Amin iktidardan düşünce, Ugandalılar bu Hintlileri kırmızı dipli mumla çağurdı ama teki bile gelmedi. Çünkü bu insanlar, Afrikalıların bihaber olduğu pek çok zanaati iyi bilen insanlardı. Sadece Uganda değil, diğer Afrika ülkelerindeki Hintliler de, olası bir İdi Amin'e karşı, İngiltere ve Hindistan'a göç etti. (Eskiden İngilizler tarafından yerleştirilmişlerdi.) Halkın önemli bir kısmı, yağmadan pay umduğu için iktidarı destekler. Çalıyorsa benim paramı çalıyor yada çalıyor ama çalışıyor demenşn anlamı, o çalınandan ben de yakın da pay alacağım demektir.

Gerçekte yağma arttıkça, hırs artar. Bir de yağma azalınca, yağmacılar birbirini yağmalar. Artık kastın üst sınıfları da güvenli değildir. Beş yıldızlı otellerde bile üç kuruşluk ekipman eksikliğinden dolayı yanarak yada dumandan boğularak ölürsün. Otel sahibi, iktidar partisinin üyesidir. Maraş depreminde onlarca kişinin ölümüne sebep olan ve serbest bırakılanların servetinde, 1978 Aralık ayındaki katliam yağmacılarının olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam. bu katliamla ilgili anlatılarca, bolca yağma hikayesi de vardır. 

Yağma sadece mala-mülke çökerek olmaz. Halkın vergisiyle hak edilmemiş kazançlar, ticari imtiyazlar ve rantlar da yağmadır. İktidar içi savaşlar, bu yağmayı paylaşamama savaşıdır. Föcö ile Reis kavgası da böyleydi. Föcö, Fidan'ın müsteşarlığına karşı çıkıp, reis de dershaneleri kapatma kararı alırken, pek çok kişi, arayı bulmaya çalıştı. Şu günlerdeki Menzil'deki kavga da, yağma kavgasıdır. İktidarın barıştırma, uzlaştırma çabaları aylardır sonuç vermemiş, kavga büyümüştür. Asıl kavgada ilk kan döküldüğünde, ilk ölü mezara girdiğinde kıyamet kopacak, ülke 15 Temmuz'a benzer şeyler yaşayacak, sosyal medya ve arama motorları, Menzil kelimesine de sansür koyacaktır.

19 Ocak 2025 Pazar

BENİM HAYATIM KIZIL GONCALAR- HÜSNA ŞAHİN



 Benim hayatım Kızıl Goncalar niye izleyeyim ?

Tarikat içi yaptığım evlilik,15 yaşından 20 yaşına kadar süren medrese hayatım 9 yaşından itibaren annemin evi dergaha çevirmesi sonucunda ne çocukluk yaşadım ne de gençlik.
İlk okulu bitirdim Orta okula gönderilmeyecektim o yıl sistem değişti Orta okul mecburi oldu ailem deli raporu alıp okula göndermeyi düşündü ama vaz geçtiler.Orta okulu bitirdim bir yıl boşta kaldım.Bir yıl ağladım yalvardım tamam türban yasağı var bari imam hatipe gönderin razı olmadılar.
Uzun pardesü kocaman bir eşarp içinde cılız minicik bir çocuk Türkçe öğretmenimle yolda karşılaştık.Tanıyamadı dedi kızım sana ne oldu okula gitmiyor musun?
Ailem göndermedi dedim.Komposizyon, hikaye,şiir yazardım.Yarışmalarda derece almıştım.
Eyvahlar olsun belki de yazar olacaktın, bu fırsatı senin elinden nasıl aldılar dedi.
Sonra açık öğretim lisesini keşfettiler bir şekilde okudum.
Üniversite iznim vardı ama sadece ilahiyat bölümünü açık öğretimden okuyabilirsin dediler.Kabul etmedim zaten yıllar süren medrese eğitimlerinden dolayı dini ilimlerden soğumuştum.
Annem sürekli İrşad peşinde koşuyor babam çalışıyordu ben ihmal edilmiş bir çocukluk yaşadım
Bir çocukta ihmal,istismar kadar travma bırakır.İki kardeşim var çocuk olamadım abla olamadım onlara anne olmak zorunda kaldım.
Zor zamanlarımda kitaplara sığındım, kendimi onların dünyasından soyutladım.
Yurtlarda lezbiyen ilişkide olan kızlar gördüm hatta arkadaşlarımı taciz eden bir kız vardı sadece bana dokunmuyordu.
Kendimi korumak için öfkeli görünmek zorundaydım.
Babası tarafından istismar edildiği için yurda alınan bu kız diğer kızları taciz ediyordu.
Psikoloğa götürmek yerine hocaya götürmek bizim milletin adetidir.
Erkek yurtlarında da benzer olayları duyuyorduk.
Ergenlik döneminde olan çocukları hemcinslerinden ayırıp kapalı bir alanda tutmanın sonu hemcinsine eğilimle sonuçlanır.
Hâlâ tarikat yurtlarından diyanet yurtlarından benzer olayları duyuyorum ama üstü kapatılıyor basına sızdırılmıyor.
Beni tanıyanlar bilir özel hayatımı paylaşmayı sevmem ama diziyle ilgili yorumları görünce artık tahammül edemedim.
Tarikat benim erkek kardeşimi aldı onların sorumluğunda yaptığı trafik kazasında beyin felci olarak yatağa bağımlı kaldı.
Yattığı hastaneden enfeksiyon kaptığı halde 4 ay çıkmasına tarikat izin vermedi.Aracı kullanan velet (o da aynı tarikattan) annemle babamın şikayetçi olmaması için yoğun bir baskı uyguladılar.
Hastaneye girdiğimde tüm koridor takım elbiseli mafya tipli adamlarla doluydu.
Para teklif ettiler güya yanında duruyor gibi hergün ziyaretler edildi boy gösterildi.
Tarikat şeyhi Abdul Baki Erol kardeşime dua etmiş iyileşecekmis kendisi öldü gitti benim kardeşim 9 yıldır felç yaşam mücadelesi veriyor.
Benim çocukluğumu gençliğimi aldılar kardeşimi aldılar yaşam sevincimi aldılar.
Hizmet diye insanları bedava çalıştırıyorlar evlerinde bir sürü hizmetçi (,cariye) var.
Müritler degaha yardım diyince evi tarlayı satıp gönderiyorlar.
Altın varaklı evlerde yaşıyorlar son model arabalara biniyorlar.
Menzil köyünde iki ay yaşadım anlatamayacağım bir sürü şey var.
Mahmut Usta Osmanoğlu medresesinde bir yıl yaşadım dini terbiye adı altında gözümüzün ferini soldurdular sesimizi kıstılar ben hala yüksek sesle konuşmam.
Yahyalı Süleymancılar Nurcular Kadiri tarikatları hepsinin içinden insanlar tanıdım sistemlerini biliyorum.
Eğer bu avam tabaka için dinlerine dokunmadan sosyalleşecekleri kendilerini önemli hissedecekleri bir uğraş bulunmazsa Tarikatlar cemaatler daha çok insanın hayatını karartır.
Beşeri ilimlerle uğraşan psikologlar sosyologlar felsefeciler entelektüeller aydınlar bu konu hakkında kafa yorup alternatif üretmeliler.Başka çıkar yol bulamıyorum.
Tarikat cemaat hatta ideoloji bağlamanın temelinde yatan çok sebep var başka bir yazıda bunlardan bahsederim."
Hüsna Şahin 7 Ocak 2024 Pazar

KAYNAK: https://tum1haber.com/haber/tv_izlemiyordum_ama_arkadaslar_kizil_goncalar_dizisinden_bahsediyorlar-186009.html