18 Temmuz 2021 Pazar

FELSEFENİN ALMANYA'YI BİRLEŞTİRMESİ-3 HEGEL DİYALEKTİĞİ



 Almanya'yı birleştiren üçüncü büyük filozof olarak Hegel'i anlatacağım. Zira Georg Wilhem Frederic Hegel, Prusya'nın Almanya'yı birleştirmeyi en azından ana ilkelerde ve temel devlet kurumlarında başardığı yıllarda felsefesini üretti.

Hegel'in felsefesi, bir uzlaşma felsefesiydi. Diyalektik mantık ya da idealist diyalektik, hem dünya fikir tarihini, hem de evrenin oluşumunu karşılıklı konuşmaya benzetir. (Diyalektik materyalizm, onun felsefesi ile yetişmiş Karl Marks'a aittir.) Tanrı, saf tin ya da ide (düşünce) olarak bir tezdir; kendi anti tezi olan maddeyi yaratmış, onun sentezi olarak insan var olmuştur. İnsanın sentezi, tanrıya yaklaştıkça melekleşir, insan ile tanrı sentezi meleklerdi. bunun için de insan, sanat ve bilim gibi manevi zevklere yönelmelidir. Yeme-içme gibi maddi zevkler, insanı hayvana yaklaştırır. İnsan ile maddenin sentezi hayvandır, Hegel mantığına göre.

Hegel felsefesi ve mantığı, bir uzlaşım felsefesidir. Zira her tez ve antitez, bir sentezde mutlaka buluşacaktır. Bu da uzlaşmayan mezheplerin (Katolik, Lutheryan ve Calvinist) ve hatta 19. yüz yıl boyunca yaygınlaşan ateizm, birbiriyle uzlaşacaktır.

Hegel'in bu felsefesi, Almanya'nın birleşmesi için o kadar çok önemliydi ki, Prusya imparatorluğu, bu felsefeyi, zorun din dersleri gibi tüm Almanlara öğretti, belletti. Bu felsefe, din adamlarının çok işine yarıyordu, özellikle Protestan ilahiyatçılarının çok işine yarıyordu.

Sonuçta bu felsefe çok yaygınlaştı, bu yaygınlığın etkileri de olacaktı. Günümüzde diyalektik denilince akla Hegel değil de, ondan bir nesil sonra doğmuş olan Karl Marks ve Marksizm akla gelir. Marks, arkadaşı Frederic Engels ile beraber, bu diyalektiği ters çevirmiş ve diyalektik materyalizmi icat etmişlerdir. Bunu yaparken de  Ludwig Andreas Feuerbach 'ın materyalizmden faydalandılar. Feurebach'a göre dünya maddelerden oluşsa da, ruhçu bakış açısı ile anlaşılabilirdi.

Marks ve Engels'e göre evrendeki maddeler arasında, tıpkı Hegel'in anlattığı gibi tez-antitez çatışması vardır ama sentezde uzlaşma yoktur, uzlaşma ya da orta nokta geçicidir, eninde sonunda sentez kazanacaktır. Su soğuyacak, bir an devrim olup, buza dönüşecektir. İnsanlık tarihinde de benzer şekilde, ilkel komünal toplumdan feodaliteye, feodaliteden kapitalizmde geçişler olmuştu. Geçici tarım, ilkel toplumla, tarım toplumunun, ticaret kapitalizmi de, kapitalizm ile feodalite arasında sentezdi. Kapitalizm ile komünizm arasındaki sentez sosyalizm; nihai hedef komünizmdir.

Marksist felsefe, Hegel felsefesi aksine bir çatışma felsefesidir. Hegel'den sonra pek çok Alman filozofu oldu ama Hegel sonrasında Almanya tekrar birleşmişti. 

Uzlaşmayan, uzlaşmaktan da üstün olup, başkasını ezmeye çalışan mezhepler ve tarikatlara inat Alman felsefesi, gerçek bir uzlaşma toplumu oluşturdu.

Bu toplumsal uzlaşma mükemmel değildi. Almanlar, tamamen Katolik olduklarında da Yahudi düşmanıydılar. Luther ve Calvin'de Yahudi düşmanıydı. Mezhepler çatışsa da, Yahudi düşmanlığı baki kaldı. Hitler, Yahudi düşmanlığı yaratmadı, hazır Yahudi düşmanlığına kondu. Bu da olayın başka bir boyutu.

11 Temmuz 2021 Pazar

12 EYLÜL'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU-3 KARDEŞ KAVGASI



 12 Eylülün en büyük bahanesi ve övgüsü, kardeş kavgasına son vermiş olduğu iddiasıydı. Muhtemelen bu yüzden yaşı altmış beş ve üzeri olanlar, daha doğrusu yaşı çok büyük olanlar 12 Eylül taraftarı ve hayranı. Çünkü suçluluk duygusunu yaşamak için, suç işlemiş olmalı, 12 Eylül öncesinin meşhur sağ-sol kavgalarına karışmış olmalıydınız. 1974 yılında doğmuş ve 12 Eylül sabahı, kendi sağını ve solunu bile sık sık karıştıran bir çocuk olarak ben, nasıl bir suç işlemiş olmalıydım ki, suçluluk duygusu yaşayayım. Oysa 12 Eylül öncesini yaşayanlar, sağ-sol çatışmasına ve kardeş kavgasına alet olmuşlardı.

12 Eylül döneminde Kenan Evren'in halkı, özellikle de gençleri, sıkça kardeş kavgasına alet olmakla suçlardı. Sonra bu suçlamayı Özal'da yaptı. Suçlama ilk başta, neden kardeş kavgası yapıyorsunuz minvalindeydi. Oysa suçlamanın geri planında, neden solcu oldun, neden azınlık oldun şeklindeydi.

12 Eylül öncesinin Maraş katliamı, Çorum katliamı gibi ( pek çok olay var, hepsini yazamam, daha fazla yazarsam, yazmadıklarıma ayıp olur) olaylarının sözde mahkemeleri,  giderek daha fazla kurbanların yargılandığı mahkemeler haline geldi. Yazılı olmasa da, devletin dini önce Sünnilik, sonra da Hanefilik oldu. Zorunlu din dersleri, Hanefi olmayanların aşağılanma dersi oldu.

Zorunlu din dersleri bir tek bu konuda başarılı. Lisede gençlere bakıyorum, o kadar  din dersine rağmen, dini bilgileri yerlerde ve cumaları camiye giden öğrenci sayısı her sene azalıyor. (En az yarısı sigara içmeye gidiyor. Üzerlerindeki sigara kokularından anlıyorum. Pek çok öğrenci açıkça Deist olduğunu söylüyor. Deistler ve Ateistler dahil, Alevi-Kürt-Gayrı Müslüm  nefreti pek az azalıyor. Azalma var ama pek az. Bunu  sebebi din dersleri. Dün dersi müfredatı ve öğretmenlerinin tavrı, dini öğretmekten çok, başkalarına nefret etmeyi öğretmek üzerine kurulu. Meşhur 1984 romanındaki nefret eğitimi, ülkemizde kırk yıldan fazladır uygulanıyor.

12 eylül iktidarının (12 eylüle 24 Ocak kararlarını hazırlamış Turgut Özal'ı, Eylül yönetiminden farklı görmeyin) kardeş kavgasını engelleme iddiası, sonrasında AKP iktidarınca da, Gezi olaylarına kadar sürdü. Meşhur karıştırma-barıştırma, tahmin edileceği gibi bir işe yaramadı. İşin ilginci, mahkum isyanlarında jandarma ve gardiyanlar, sağcılardan destek istedi ve çoğu kez de bu desteği aldı.

Yurt Kur ve YÖK'ün desteği ile pek çok üniversite, sağcılığın merkezi oldu. Seksenli ve doksanlı yıllarda üniversitede okuyan Kürt, Alevi ve solcuların en büyük kabusu organize Ülkü ocakları saldırılarıydı. Gene o yıllarda üniversiteler, PKK, DHKP-C ve diğer örgütler için eleman alım bürosu gibiydi. Alevi ve Kürt ailelerin en büyük korkusu, çocuklarının bu örgütlere katılmasıydı. Bu Ülkücü çeteler, üniversite yönetiminden aldıkları güçle, Ramazanda oruç tutmaz, kendilerinden başka oruç tutmayanları döver, kız arkadaşları ile herkesin önünde yiyişir, ortamda terör estirirlerdi. 

Sonra ben üniversite son sınıftayken, 1997'de bu çeteler, yeni atanan rektörlerle beraber dağıtılmaya başladı. Bunun sebebini ilk önce DYP'nin MHP'ye oy kaptırması sanıyordum. Oysa Alparslan Türkeş ölünce, Devlet Bahçeli'de Ülkü ocaklarını tasfiye etmeye başladı. Acaba bunlar MHP'ye zarar mı veriyordu?

Bu ocaklar, üniversitelere zarar veriyordu. Dayak yiyen, eğlenemeyen gençler, bir daha sınava giriyor,  girenlere de gelmeyin diye uyarıyordu. İlerleyen zamanlarda, Bilkent Üniversitesinin meşhur Ülkücü grubu ATA (Alparsalan Türkeş'in askerleri) grubu da dağıtıldı. Rekabet vardı.

Şimdi ise üniversitelerden bu örgütlere ekmek çıkmıyor, zira gençler ailelerden uzaklaşmışken eğlenmeye bakıyorlar. Demek ki bölücü olan sağcılarmış. Şimdi Ülkücüler o günlere dönemez zira zaten pek çok bölüm öğrencisizlikten kapanıyor, öğrencilere bel bağlayan taşra esnafı aç kalır.

Kardeş kargasına son verme iddiası, kardeş kavgası çıkaranların son maskesidir. Süleyman Demirel'de, seksenlerde ve doksanlarda, 28 şubat sürecine kadar bununla halkı avuttu.28 şubat sürecinde de olası bir kargaşalıkta iktidarını tekrar ettirmek adına türbanlı-laik kavgasına çanak tuttu. Tarihteki tüm darbecilerin önemli bir yalanı da, kardeş kavgasını bitirmektir.


9 Temmuz 2021 Cuma

12 EYLÜL YASAKLARININ YÜRÜRLÜKTEN KALKMASI

 


Z kuşağına 12 Eylülü hakikatten ciddi ciddi anlatmak gerekiyor, özellikle de yasaklarını. 12 Eylül rejimi, aynı zamanda absürt yasakları ile de hatırlanmalı. Bu salgın dönemi sebebi ile bize pek çok yasak dayatılmışken, 

İlk olarak rejimin garip Osmanlıca kelime saplantısı ve kelime yasaklarından başlayayım. 12 Eylül rejiminin, Gardırop Atatürkçülüğü denen garip bir Atatürkçülük zihniyeti vardı. O dönem defilelerinde kadınlarda Osmanlı esintisi (esinti kelimesi o yılların modasıydı), erkeklerde cumhuriyetin ilk dönemi esintisi vardı. Atatürk ve arkadaşlarının bedene tam oturan takım elbiseleri modaydı. Her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü ve her meydana Atatürk heykeli bulunması, o yıllardan kalmadır. Buna karşın dikta rejimi, Atatürk'ün dil devrimine düşmandı. TRT, ders kitapları ve elindeki benzer araçlarla, Öz Türkçe, Türk Dil Kurumunun Anadolu'yu gezerek derlediği,  kendi icat ettiği, eski Türk metinlerinden bulduğu ya da halkın türettiği kelimeler yerine; eski, hatta unutulmuş kelimeleri kullandırma inadı. Sağcı-dinci pek çok akademisyen de bunu destekledi. İlginç bir şekilde, yasaklanan kelimeler arasında Kenan Evren'in soy adı da vardı, Kenan Kainat diye dalga geçerdik.

Bu yasaklar sadece TRT'de ve bazı Osmanlı heveslisi akademisyenler haricinde uygulanmadı. Sonra ilginçtir, o yasak kelimeler, özellikle daha da yaygınlaştı. 

Bülent Ersoy  başta olmak üzere, pek çok şarkıcıya sahne yasağı, Aşık Mahsuni Şerif başta olma üzere pek çok sanatçının müzik eserlerinin yasakları da, 12 Eylülün başka bir absürt yasağıydı. Bülent Ersoy bu yasağı, gittiği düşün ve sünnetlerde, masada, oturduğu yerden şarkı söyleyerek deliyordu. 

Bülent Ersoy başta olmak üzere pek çok sanatçının sahne yasağı, sonradan cumhurbaşkanı olacak olan, dönemin başbakanı Turgut Özal'ın eşi Semra Özal'ın Bülent Ersoy hayranı olması ile bu durum değişti. Bizzat Semra hanımın isteğiyle sahneye çıkınca, bu ve benzeri sahne yasakları kendiliğinden kalktı.

Mahsuni Şerif ve diğer önemli ozanların eserleri ile ilgili yasak, İbrahim Tatlıses, yanılmıyorsam TRT'ye çıktığı bir televizyon programında ya da o zamanlar şarkıcılığın, daha doğrusu gazinoculuğun en çetin alanı olan İzmir Enternasyonal fuarında (hatırlamıyorum ama öyle de bir şeydi) veya bir televizyon programında, Mahzuni'nin Dom Dom kurşununu söyledi. Ardından da türkü, o zamanların deyimi ile patladı, her yerde söylenir oldu. Bu da diğer yasak şarkılar üzerindeki yasağın da kalkmasını sağladı.

12 Eylülün kitap yasağını ise, doksanların başında patlayan korsan kitap furyası patlattı. Polisler, bir kitap yasaklandığında sadece matbaadaki kitapları topluyor, geri kalanına da karışmıyordu. Şimdilerde internet çağında da bu tamamen saçmalaştı.

12 Eylülün en saçma yasağı Kürtçe konuşma, Kürtçe müzik ve Kürtçe ile ilgili yasaklarıydı. Ben 2000 (milenyum) yılında askerken, sekiz aylık kısa dönem askerliğimin altı aylık acemi çavuşluğu döneminde, üç celp gördüm. (Birinin son haftalarını, birinin tamamını, birinin de başını) Her celpte yaklaşık yedi yüz elli asker gelirdi, yaklaşık yirmi-otuz civarı okuma-yazma bilmeyen ve on kadar da Türkçe bilmeyen olurdu ve hepsi de Kürt'tü. . Bunlar bir de erkekken Türkçe bilmeyenler. Kırsalda kadın, nadiren köyünden çıkar. En fazla onlar nüfusu yazdırılmaz, okula gönderilmez ve erkeklerde bu kadar Türkçe bilmeyen varsa (yirmi yıl önce), kadınlarda ne kadar çoktur, bir hayal edin.

Kürtçe yasakları, bir zaman sonra uygulanamaz oldu. Milyonlarca insanın ana dilini nasıl yasaklanırdı? Turgut Özal, Kürtçe kaset yasağını kaldırmadan evvel, Kürtçe bir kaset en az beş yüz bin satarken, yasak kalkınca beş bin satmaz oldu. Şu günlerde kimse meşhur Roj tv'yi izlemiyor, kimselerde çift çanak yok. Gerçi çanak anten de eski moda teknoloji oldu. (Doğrusu televizyonun kendisi eski moda oldu)

Sevgili okurlarım. 12 Eylül rejimi bu ve buna benzer pek çok yasağı vardı ve halen var. Bir yasağı protesto etmenin en iyi yolu ona uymamak ve o yasağın insana uymadığını göstermektir.

4 Temmuz 2021 Pazar

Felsefenin Almanya’yı Birleştirmesi 2-KANT VE CÜRET ETMEK



Almanya, Leibniz'den sonra pek çok önemli filozof yetiştirdi ve yetiştirmeye devam ediyor. Ben üçü ile sınırlandırdım, çünkü ben sosyoloji mezunu bir felsefe öğretmeniyim ve Alman felsefesi üzerine uzman değilim. Ayrıca bu filozofları, mezheplere bölünmüş Almanya'nın birleşmesi bağlamında ele almaya çalışacağım.

Nasıl ki Leibniz'in bilimin hemen her alanında, üstelik gayet ciddi teorileri ve çalışmaları varsa, Kant'ın da felsefenin her alanında çalışması vardır. Bilgi, varlık, sanat, siyaset ama en çok da ahlak felsefesi alanında önemli eserler vermiştir.

Bu gün Rusya'nın Kaliningrad şehri olarak bilinen Königsberg şehrinde doğup, büyüdü ve bu şehri hiç terk etmedi. Aslına filozoflar, ilk çağdan itibaren gezmeyi seven insanlardır. Tales, Miletli (İzmir) olmasına rağmen, Mısır'da piramitleri incelemiş. o zamanki Doğu Akdeniz'i gezmiş. ve olimpiyatları izlerken ölmüştü. Aristo; Atina-Asos (Çanakkale)-Selanik üçgeninde yaşadı. İskender'in ölümünden sonra linç etmeye kalkan kalabalıktan kendisini ve ailesini kaçırıp, son yıllarını Sicilya'da geçirdi. Oysa Kant, Königsberg'den hiç çıkmamıştır. Sokrates, üç askeri sefer dışında Atina'dan dışarı çıkmamıştır, Kant, onu da yapmamıştır.

Bugün Königsberg diye bir şehir yok, artık orası Rusya'nın Kaliningrad şehri, Ruslar şehirdeki tüm Alman izlerini itina ile sildi. Sadece üniversitenin adı Imanuel Kant devlet üniversitesi kaldı.

Kant, felsefesine eleştiricilik (Kristisizm ) olarak tanımlar. Ona göre tüm bilgileri duyum yolu ile alsak da, zihnimizdeki kalıplar  (kategoriler) olmadan, bilgiyi anlayamayız. Kant, kendi yazdıklarına göre, kendisi sıradan bir Aristocu, dolayısı ile Rasyonalist-Akılcı iken, David Hume'un kitaplarını okumuş, Hume onu dogmatik uykusundan  uyandırmıştır. Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür der. Yani algıları kavramlarla görürüz.

Mesela Türk halkı insanları, memleketleri, yani nereli olduklarına göre sınıflar ve bir zaman sonra nüfus kütüklerine göre insanlar üzerinde bazı yargılara ulaşır. Sivaslılar şöyle, İzmirliler böyle, Samsunlular öyle vesaire. Mesela öğretmenleri, mühendisleri, doktorları bile çoğu kez ODTÜ'lü, Hacettepe'li, Cumhuriyet Üniversiteli diye değil de, memleketine göre değerlendirir.

Pek çok felsefe tarihçisine göre Kant, hali hazırda koyu bir Aristocudan başka biri değildir. Zira Aristo'da, duyu bilgilerinin, aklın kategorileri ile bilinebileceğini söyler. Kant, mantık biliminin binlerce yıl boyunca çok az değişmesini,  Aristo'nun aşılmaz dehasına bağlamıştır. Oysa başka bir Alman olan Gottlop Frege  bu dehayı aşmıştır.

Öte yandan David Hume, Immanuel Kant'ı sadece dogmatik uykusundan uyandırmamıştır. Pek çok konuda Hume'dan etkilenmiştir. Mesela Hume, jogging denen hafif tempolu koşunun mucidiyken, Kant, sağlık için günlük yürüyüş yapmanın mucididir. Siyasal alanda, İngiliz liberalizmini ve bireyciliğini Almanya'ya getirmiştir.

Şu günlerin lise ders kitaplarında da yazan bir metinde şöyle demiştir: Benim yerine düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizimle ilgilenerek, sağlığıma karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp, düşünmemem de pek o kadar önemli değildir, çünkü beni bu sıkıcı ve yorucu işten kurtaracaktır. Bu sözlere, bu yazının  ilerleyen bölümlerinde geleceğiz, aklıda olsun.

Kant, asıl devrimini ahlak alanında yaptı. Ahlakı, dinlerin cehennem korkusu alanından çıkardı. Ona göre ödül beklentisi ya da ceza korkusu ile yapılan davranış, ahlaki davranış değildir. Ahlaki davranış, böyle doğru davranmayı görev (eski kitaplarda ödev diye çevrildiğinden, ödev ahlakı diye geçer) bilerek yaptığınız davranıştır.

Kant, bu fikri ile, ahlakı bireyselleştirip, kiliseyi aradan çıkarmıştır. Bu açıdan bakarsak Kant, varoluşçuğun da öncülerinden sayılabilir.

Kant, Hume'un deneyciliğini felsefesine katmış, transsendenttal epistemoloji idealizm ya da kritisizm demiştir. Öte yandan sanayileşmeye ve Alman milletini birleştirmeye çalışan Prusya toplumuna istediği bireyciliği ve üç mezhepten (Katolik, Calvinist ve Lutheryan) kurtuluşu sağlamıştır. Ona göre inanç ve ahlak için kendi fikriniz yeterlidir. (Az önceki paragrafı hatırlayın)

O zaman Kant, aydınlanmanın o meşhur tanımını yapar. Aydınlanma, kendi aklınla düşünmeye cüret etmektir. 

Ve Kant o meşhur emrini verir, cüret et. Sabrete Um. Böylece Prusya'nın Almanya'yı birleştirmesine engel olan mezhep taassubuna karşı, kendi aklını kullanmayı emreder. Almanya'nın zihinsel özgürlüğünü başlatır.

Kant gibi büyük bir filozof hakkında söylenecek çok şey var ama benim yazım bu kadar.



24 Haziran 2021 Perşembe

12 EYLÜL 'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU EĞİTİMİ-12 EYLÜL MEDYASI

 


Tarih, her zaman aradan biraz zaman geçince anlaşılıyor. 12 Eylülden uzun zaman geçince, o zamanlar yapılanları daha net görüyorsunuz.

Meşhur suç örgürü lideri neden kırk yaş altına hitap ediyor biliyor musunuz? Kırk yaş üstü kuşak, 12 Eylül'ün suçluluk duygusu eğitimini aldı. Otuz yaş altı kuşak, internet ve sosyal medyaya yetişti ve onlara verilen bu eğitim yarım kaldı. Şu anki iktidar partisinin çelik oyları, kırk yaş üstü insanlardır ki, onlar alternatifsiz 12 Eylül medyasının elinden geçti.

TELEVİZYON

Bu medyanın bir numaralı silahı şüphesiz tek kanallı televizyonuydu. Zaten o yılların anayasası gereği,  televizyon ve radyoyu sadece devlet işletebilirdi. Peki neden tek kanal ve yayımlar yazın 19.00-24.00, kuşun 20.00-24.00 arasındaydı, bunu bir düşünmeli. 

Genel anlamda, pavyona giden erkekler haricinde, gece hayatı olmayan insanlar, sokağa çıkma yasakları ile daha bir eve bağlanmışlardı. Gazetelerin tirajları birden düşmüştü, çünkü büyük ölçüde siyasi haber yapamıyor, terör olayları da sansüre uğruyordu. Pek çok örgüt, devletle çatışıyor, bu çatışmalar, darbe ile tüm terör bitti masalına inanılınması için saklanıyordu. Gazete tirajlarını düşüren ikinci neden de, meşhur 12 Eylül öncesinde gizliydi. Her dönemde gazete, dergi ve benzeri yayın organları, belli ideolojiler ile anılırdı ama 1975-1980 yılları arasında ideolojinin gazetesini koltuğun altında taşımak, o ideolojiye sahip olduğunu belirtmenin özel bir yoluydu ve bazı gazeteler için de halen öyledir. O yıllarda ise, bir ideoloji sahibi olmak suç oldu. Aşırı sağ, aşırı sol kelimesi çok geçiyordu ama sorun bir siyasi ideolojiniz olmasıydı. Gazetelere daha sonra bir paragrafı daha ayıracağız. Ancak bunun televizyonla ilgisi, gazetelerin artık bir haber kaynağı olmaması, haber vasıtası olarak görülmemesidir. Gazetelerde de yazılanlar, genelde o zamanlar ajans denen ana haber bülteninde anlatılanlardı. 1987-88'e kadar öyle kaldı.

Buraya bir de mim koyayım ki, ülkemizde yaşlıların ana haber bültenini ve uzun uzun basın açıklaması adı altında iktidar sahiplerini dinlemesi gibi bir alışkanlık kaldı. Geri kalmış ülkelerde, genelde bu ana haber bültenlerinde ne olursa olsun, iktidar sahiplerinin açıklanması ise ayrı bir garabet. Bu şekilde hazırlanmış ana haber bültenlerini izlemek-dinlemek, sizi iktidar sahiplerine karşı daha itaatkar yapıyor. Bu yüzden büyük ölçüde televizyon seyretmeyi bıraktım. Yoksa internette de atomu parçalamayı falan öğrenmiyorum.

İdeoloji sahibi olmanın suç olması, ana haber bültenleri ile yavaş yavaş solcu olmanın suç olmasına doğru dönüşmeye oldu. Bunu da TRT'nin, İsmail Cem'in Kültür bakanlığı sırasında yerleşmiş solcu sunucularını kullanarak yaptı. 12 Eylül rejimi, binlerce, hatta yüz binlerce kişiyi işinden, yurdundan etmişti ama TRT'ye büyük ölçüde dokunmadı. Bunun sebebi, söylenen sözlerin daha etkili olmasını sağlamak, propagandanın bir itiraf gibi görünmesini sağlamaktı. 27 Mayıs'ın önemli ölçüde başarısız olma sebebi, darbe bildirisini kurmay albay Alparslan Türkeş'in okumasıydı. Bu yüzden 12 Eylül bildirisi, Mesut Mertcan'a okutuldu.

Hemen her akşam, ana haber bülteninde, yasadışı sol bir örgüt ve örgüte ait dokümanlar haberi olur, bu haber uzatıldıkça uzatılırdı. Örgütsel doküman olarak da, bolca kitap, özellikle roman, şiir, öykü kitapları, hatta bazıları da klasik kitaplar olurdu.

Bunun iki sonucu olarak, sol siyaset zayıfları. İkinci olarak da kitap satışları düştükçe düştü. Hemen hemen hiç kitap okumayan bir nesil yetişti. Öğretmenler arasında okumam ama sezerim sözü, slogan gibi olmuştu. Doksanlara kadar  TRT1 ana haber böyle gitti. Ajans da denen ana  haberin krallığı 1986'da TRT2 kuruluncaya ve Perihan Abla dizisine kadar gitti. Hatta sırf ana haber bülteninin izlenmesi düşüyor diye, saati değiştirildi diye hatırlıyorum.

TRT'nin o dönemki yayın politikaları üzerine söylenecek, yazılacak çok şey var elbet. Buradaki konumuz, suçluluk duygusu eğitimimiz. TRT aynı zamanda halkı dindar etmenin de bir yoluydu, bol bol din programlarının yanında (özellikle perşembe akşamları yayımlanan Huzura Doğru), Barış Manço'nun programındaki ağaçta kelime-i Tehvit yazısı, baldan Allah yazan arılar gibi hurafeler de TRT üzerinden yayılmıştı.

Son olarak 12 Eylül dönemi (Özal'ın ilk dönem başbakanlığını da buna katıyorum) alkol ve erotizm üzerine yasakların da başladığı dönemdi. 12 Eylülün ilk yıllarında bile bira ve alkollü içecek reklamı, radyo ve televizyonlarda yayımlanabiliyordu. Kahvehanelerde bira satılıyordu. Gazetelerde ise iki binli yıllarda bile bira reklamı vardı. Bu dönem Bay Alkolü Takdimimdir başta olmak üzere, sanki ülke ciddi alkolizm sorunu içindeymiş gibi propaganda yapıldı.

RADYO VE MÜZİK

Bu dönem, polis radyosunun dönemiydi, TRT'yi dinlediğimi nadiren, o da evde, televizyonda yayım arızası yüzünden necefli maşrapa izlemekten sıkıldığımda ya da baba ajansı izlerken dinlerdim. O günlerin gözde radyosu, polis radyosuydu. Çünkü arabesk müziğin altın çağı olmasına rağmen TRT ısrarla bu müziği çalmıyordu. Arabesk-fantezi şarkıcıları, o da en ünlüleri olmak kaydıyla, yılbaşında televizyona çıkardı. TRT sanki bu tavrı ile devlet, halkın zevkini önemsemez demek istiyordu.

GAZETE VE DERGİLER

12 Eylül boyunca gazete ve dergilerin tiraj kazanmaması, hatta kaybetmesi, gücünü kaybetmesi anlamına gelmiyordu, yani çok fazla gelmiyordu. O yıllarda gazeteler her yere öyle anında ya da sabah erkenden ulaşmazdı. İlk defa Sedat Simavi, Ankara'da matbaa açıp, sayfa kalıplarını da uçakla Ankara'ya taşıyarak, İstanbul ve Ankara'da aynı gün gazete çıkmasını sağlamıştı. Sonra İzmir, Adan, Diyarbakır gibi şehirlerde de kurdu, teleksin icadıyla tüm şehirlere yayılmış, gazetesi Hürriyet, uzun yıllar Türkiye'nin rakipsiz en çok satan gazetesi olmuştu.
O öldükten sonra oğulları Erol ve Haldun Simavi, işi devam ettirdiği gibi, büyüttü de. Hatta Haldun Simavi, kendi gazetesi Günaydın'ı kurdu.
12 Eylülün basını ele geçirme çabası, Simavi kardeşleri basın dünyasından atmakla başladı. 12 Eylül ve sonrasının neoliberal dünyasında, Simavi kardeşlere yer yoktu. Her ne kadar günahları çok olsa da, babaları Sedat Simavi gazetecilere: Kalemimiz kırın ama satmayın demişti ve bu iki kardeşin gazeteleri, en azından gazete gibi gazeteydi.
12 Eylül ve Özal dönemlerinde Simavi kardeşler başta olmak üzere (bir de Abdi İpekçi'nin katlinden sonra Milliyet gazetesini Aydın Doğan'a satmak zorunda kalan Karacan ailesini hatırlıyorum, onların da dergileri falan vardı) böyle bir kaç basın patronu aile, sistemden uzaklaştırılarak, Aydın Doğan, Din Bilgin (Sabah gazetesini kurmadan önce İzmir ve Ege bölgesine yayın yapan Yeni Asır gazteseinin sahibiydi) , Asil Nadir, Cem Uzan, Erol Aksoy ve benzeri yeni dönem basın patronları yaratıldı. Eski patron ailelerinin basın dünyasından uzaklaşıp, yeni patron ailelerinin dönemi geldi. Bu dönem basınının hikayesini ayrıntılı anlatacak kadar bilgili değilim ama tesadüf olmadığını bilecek kadar akıl sahibiyim.
Sonra bu yeni patronlar doksanlar ve iki binlerde televizyon ve radyo kanalı sahibi de oldu. Gene seksenlerde Zaman başta olmak üzere tarikat gazete ve dergileri de palazlanmaya başladı. Bunların hiç biri tesadüf değildi.
Unutmayın, medyanın gücü yoktu, gücün medyası vardır. Güç el değiştirince, medya da el değiştirir.

21 Haziran 2021 Pazartesi

FELSEFENİN ALMANYA'YI BİRLEŞTİRMESİ 1-LEİBNİZ



Eğitim üzerine yazılar yazarken, artık sıranın felsefe eğitimine de gelmesi gerektiğini anladım. Bunu da Almanya özelinde, özellikle de Leibniz-Kant-Hegel üçlüsü üzerinden anlatmaya karar verdim. Otuz yıl savaşlarında Almanya üç mezhebe (Katolik- Lutheryen Protestanlık ve Calvinist Protestanlık) ve yüzden fazla devletçiğe bölünmüştü. Birleşemezse yok olacaktı. Mesele devlet olarak birleşmek değil, zihniyet olarak birleşmekti.

Bunu da Alman filozoflar başardı. Bence 

 Avrupa'nın, özellikle de Almanya'nın kıyameti, otuz yıl savaşlardır. Bu savaşlardan Fransa tek parça, Almanya ise paramparça çıktı. Çünkü Fransa, bir önceki yüz yıl boyunca din savaşlarını çoktan yapmış,  mezhep ateşini söndürmüş gibi görünse de ara ara tutuşan sıcak külleri kalmıştı. 1618'de başlayan savaş, 1648'de Vestfalya antlaşmasıyla hem otuz yıl savaşları denen Avrupa (özellikle de Alman) din savaşları, hem de Hollanda-İspanya arasındaki seksen yıl denen bağımsızlık savaşları bitti ve İspanya, Hollanda'nın bağımsızlığını tanıdı.

Savaşın pek çok sonucu oldu, bunu tarihçiler daha iyi bilir. Felsefecilik ve filozofluk, çokça ukalalık demektir ama ben çok da tereciye tere satacak değilim. Vestfalya barışı ve otuz yıl savaşlarından bahsetmemiz gereken iki sonucu oldu. Birincisi Papa başta olmak üzere,  Avrupa'daki dini otoritelerin çökmesiydi. Zira kardinal Richeleu ve onun yönetimindeki Fransa,  Katolik bir devlet olduğu halde, Almanya'nın Protestan prenslerine yardım etmişti.

Savaşın asıl konuşacağımız yanı, Almanya'nın yüzden fazla parçaya ayrılması, Almanya'nın savaş öncesi nüfusuna ve ekonomik gücüne yüz yıl boyunca ulaşamamasıdır. Görünüşte Almanya halen Kutsal Roma İmparatorluğu bünyesinde bir bütündü ama bu imparatorun yetkisi, bayramdan bayrama eli öpülen kılıbık babalar kadardı. Fransa Alsas-Loren'i,  Danimarka, Jutland yarımadasının önemli bir kısmını ve İsveç'de Pomeranya kıyılarını işgal etmişti ve buralar uzun süre de işgal altında kalacaktı. (Hatta Alsas halen Fransa toprağı)

Savaşın başladığı yıllar, Avrupa'da felsefenin  yükselişe geçtiği yıllardı. Daha savaşın başında, bir Fransız subayı olan Rene Descartes, 1619'un 10 kasım gecesi,  Almanya'nın Neuburg kentinde hava o kadar soğuktu ki, kendisini bir fırına kapattı Sabaha kadar gördüğü  hayaller, ona analitik geometrinin temellerini öğretti. 

Almanya'da ise, savaşın sonlarına doğru, 1646'da Gottfried Leibniz doğdu. Leibniz'in hemen her alanda eseri, daha doğrusu mektubu vardır. Çok az kitabı vardır, hatta onun tüm yazdıklarını bir arada derleyen bir kaynak yoktur. Fikirlerini daha ziyade mektuplar halinde anlatmıştır. Mantık, matematik ve varlıkbilim felsefesinde derin izler bırakmış, büyük buluşlar, keşifler yapmıştır ama adının geçmediği bir bilim yok gibidir. Derste Leibniz'ı anlattığımda bir öğrencim:

-Geceleri de taksiye çıkıyor muymuş diye sorduydu. Valla rahmetli, bir o işi yapmamış. Yoksa diplomatlık, simyacılık ve ilahiyatçılık falan, hepsi var. Kendisi Alman akılcılığının kurucusu. Savaş sonrasında Almanya, yüzden fazla devletçiğe bölünmüştü (pek çoğu şehir devletiydi). Montesqueu, tam da Leibniz'ın yaşadığı çağda, İran Mektupları adlı romanında, Alman prensliklerinin bu durumuyla alay eder. Bazılarının vatandaş sayısı, İran şahını hareminden küçük der. Almanya, özellikle göçlerden dolayı nüfusunun üçte birinden fazlasını kaybetmişti. Leibniz ise, Fransa ile Osmanlı devletini savaştırmak için uğraşıyordu. Zira çok zayıflamış Alman devletinin (Kutsal Roma İmparatorluğu) işgal edilmesinden korkuyordu.

Almanya'yı birleştiren asıl çalışması, mezhepleri felsefe ve mantık çerçevesindeki ilkelerde birleştirme çabaları oldu. Yazının  başında da anlattığım gibi 1648'den itibaren din adamlarının, özellikle okur-yazar ya da aydın sınıf üzerindeki etkisi iyice azalmıştı. Sonuçta insanlar dini ve tanrıyı kendi zihinlerinde yorumlayıp,  gerçeği görme çabasında Leibniz'ın felsefesi önemli bir adımdı. Hem Katolik, hem de Protestan din adamlarına bir karşı çıkıştı. O yıllarda Papalık, uluslar arası politikadan çekilmiş de olsa, Engizisyon mahkemeleri halen etkiliydi. Luther, akıl  şeytanın metresidir diyordu. Calvin ise, Tanrı benim diye buyurmuştu. Yani Leibniz ve dönemin aydınlanma felsefesi, bağnazlığa karşı topyekün bir savaştı. Leibniz'le başlayan Alman akılcı felsefesi ise, din ile parçalana  ulusu, akıl ile birleştirme çabasıydı.

12 Haziran 2021 Cumartesi

12 EYLÜL''ÜN SUÇLULUK DUYGUSU EĞİTİMİ 2 -12 EYLÜL ÖNCESİNE Mİ DÖNMEK İSTİYORSUN?



 TRT'nin tek kanalı, sonraki bir kaç kanalı, devletin tam kontrolünde holdingler medyası,  devletin zorunlu eğitim sistemi, halkı eğitmede başarılı olduğu bir konu da, hak aramayı suç gibi hissettirmekti. Tüm medya ve eğitim kanalları elinde olan askeri rejim, başarılı duygu eğitimini, sürekli bir 12 Eylül  öncesi hatırlatması ile yaptı.

Yapılan grevler, yürüyüşler hep suç, hep anarşiydi. Lokavt ilan eden işverenler, saldırıları seyreden polislerin hiç suçu yoktu. Hak aramak, gösteri yapmak, bir siyasi görüşe sahip olmak hep bir suçtu. O yıllarda her türlü siyasi gerilimde veya olayda çok konuşulan söz, 12 eylül öncesine mi dönmek istiyorsun'du. Hatta, Kemal Gökhan Gürses,  12 Eylül Öncesine Dönmek İstiyorum diye bir kitap bile yazmıştı. Kitabı, kitapçı rafında şöyle bir karıştırdığımı hatırlıyorum ama itiraf edeyim okumadım. Asalında bir ara okusam iyi olur, bu da kendime not.

İlk üç buçuk yıl Kenan Evren ve cuntacılar yararlandı bu 12 Eylül öncesine mi döneceksin edebiyatından. Bu dönemde işçinin ve çalışanın hakları sessizce budandı. Pek çok sektörün grev yapması yasaklandığı gibi, bakanlar kurulu kararıyla grevler de ertelene bilinecekti ki pek çok grev de uzun süre ertelendi. Buna karşın işçilerin işten çıkarılması kolaylaştı, sendika kurması, kurulan sendikaların yetkili olması zorlaştı. Buna karşın işverenin işçi çıkarması, fabrikasını kapatması ya da başka bir ülkeye taşıması kolaylaştı.

Şunu belirtmek isterim ki aslında 12 Eylül rejimi halen devam etmekte. 12 Eylül'ün suçluluk duygusu eğitimi de devam etmekte. Bunu uzun uzun yazacak değilim. Yazdıklarımı son on yıldır olanlarla kıyaslayın.



Yalnız bu sefer şu fark var ki, o zamanlar sosyal medya yoktu. Yabancı müzik albümlerini bulmak bile zordu. Radyodan kasete kayıt çekilirdi. Bir kaç medya kanalı, tüm toplumu hipnotize edebiliyordu. Bu ayrı bir yazı konusu ve belki de bunu en başta yazmamakta hata ettim.

Bu dönemde sadece haklar budanmadı, aynı zamanda da pahalılaştı, ciddi anlamda yiyecek-içecek, özellikle de ekmek olarak çok pahalılaştı. Çünkü fırıncı esnafı, darbe gecesi ve sonrasında alternatifsiz olduğunu, halkınsa her şeyi kabullenecek durumda olduğunu görmüştü. Bu süreçte ekmekler de önce küçüldü, sonra bozuldu. Ben seksen öncesini hatırlamıyorum pek fazla, küçüktüm. Yalnız şunu söyleyeyim ki 1980-81 gibi bir ekmek, sekiz yüz gramdı. Küçüle küçüle, iki yüz gram civarına düştü.

Bu 12 Eylül Öncesine Dönme söylemine eşlik eden diğer bir söylem de anarşiyi mi azdıracaksın ya da  hortlatacaksın sözüydü. Bütün bunlar olurken anarşi de hızla hortluyordu. 

Diyebilirim ki devlet, özellikle de Turgut Özal'ın ilk başbakanlığı döneminde, PKK'yı sadece seyretti. Hatta, Eruh ve Şırnak karakol baskınları olduğu gün Özal, havuzdan çıkmadı. ( Burada bir de badem gözlü körler serisi yapmayı düşünüyorum. Ölen körü badem gözlü, keli de sırma saçlı yapma huyumuz çok kötü) PKK terörü tarihi yapmayacağım burada ama bu terör, sadece güney doğu ile sınırlı kalmadı., bir ara İstanbul haline giren kamyonlar, PKK'ya %3 haraç veriyordu.

Ülke önce yavaş yavaş,  sonra hızla seksen öncesinin anarşi ve terör ortamına girdi. Sadece PKK değil, dinci örgütlerin Atatürkçü aydınlara (Uğur Mumcu başta olmak üzere ve diğerlerini de unutmadan) suikastlar, Dev Sol'un bazı emekli subay, hakim, savcı ve devlet görevlilerine suikastları, derken Dev Sol'un DHKP-C olma süreci ve iç savaşı (Dayıcı-Bedrici savaşı), Hizbullah'ın ölüm odaları derken, doksanlarda da durum seksen öncesinden farklı değildi. Sonra 1997'de 28 Şubat muhtırası yaşandı.

Tüm bu süreçte, özellikle biz seksenli yıllarda büyüyen gençlere ki malum suç örgütü liderinin dediği gibi kırk yaş üstü kişiler oluyoruz,  devlete karşı yoğun bir suçluluk duygusu kaldı. Bu da iktidarların elini çok kolaylaştırdı.