23 Mayıs 2022 Pazartesi

STAJ, OKULUN YERİNİ TUTMAZ

 


Pek çok öğrenciden staj şikayeti alıyorum. Bu stajla sorunu ile ilgili olarak daha önce de yazmıştım. Staj öğrenme eyleminden çok, öğrenci emeği sömürüsüdür. Bu sebeple de dünyada ve Türkiye'de öğrencilere yönelik zorunlu staj süreleri artıyor. Staj işi giderek emek sömürüsüne dönüyor.

Diğer bir sorun da, pek çok okulun laboratuvar ve işlik-atölye yerine stajı koyması, hatta yer yer dersleri de iş yerinde anlatmanın yaygınlaşması. Eskiden meslek liseleri, devasa siparişler için çalışırdı, şimdi işliklerin bir kaç basit iş için kullanılmakta. Çoğu kez bu aletler ya çalışmıyor ya da sadece eğitim için üretilmiş prototip veya maket, aletin-makinenin kendisi değil. Maketler eğitim için ilk adımdır ama sonrası için makinenin kendisi gerekir. Tıpkı simülatör ile uçağın kendisi, eğitim uçağı ile gerçek uçağın farkı gibi.

Stajda öğrenilecek şey, bir iş yeri nasıl çalışır, çalışanlar arası ilişkiler nasıl olmalıdır gibi konular olmalıdır. Asıl amacı da öğrencinin o mesleğe heves etmesi, özenmesi olmalıdır. Eskiden meslek lisesine aile zoru ile yazılan öğrenciler, stajda mesleğe aşık olurlardı, şimdi tam tersi.  Stajın üçüncü günü, ben bu işi yapmam, başka meslek seçeceğim diyorlar. Çünkü iş yerlerinde en pis işler, stajyerlere havale ediliyor. Zaten pek çok meslekte, meslek lisesinden eleman almıyorlar. Yeni meslek liselerini, yeni stajyerler için istiyorlar. O anlı-şanlı sanayi odalarının, iş insanlarının meslek lisesi, memleket meselesi diye ağıt yakmalarının altındaki amaç, bedavadan ucuza işçi çalıştırma amacıdır. O kadar bedava ki, sigortayı okul yapıyor, öğle yemeği vermemek için, mesaiyi öğleden sonra yapıyor.

Bu sömürü sadece liseler ya da meslek yüksek okulları (iki yıllıklar) ile sınırlı değil. Öğrencilerle, devlete ait bir silah fabrikasını gezmeye gitmiştik. Gayet üstün teknolojik bir fabrikaydı. Sunum yapan görevli, ilginç bir şey söyledi. Çalıştırdıkları mühendis sayısının üçte birine yakın mühendisi de, eğitim programı diye mühendislik öğrencilerini çalıştırıyorlarmış. 

Üniversitelerin çeşitli bölümlerinde, özellikle mühendislik bölümlerinde staj süreleri çoğalmış ve uzamış. Mühendis stajı bile emek sömürüsüne dönmüş. 

Bu  staj süreleri ve öğrenci sayıları o kadar artmış ki, öğrenciler staj yapacak iş yeri bulamıyor. Bu staj işi, tıpta bile bedava öğrenci emeği olmuş. Profesör diyor ki, dahiliyeyi kazanması kolay, staj zordur. sekiz kişi başlarlar, bir kişi bitirirler. Yani demek istiyor ki, biz ne kadar nöbet ya da bayram-hafta sonu nöbeti varsa, ne kadar ek iş varsa asistanlarımıza yaptırıyoruz. Asistanlar eğitimi bırakırsa da umurumuzda değil. Nasıl olsa birileri daha uzman olmak için asistanlığa geliyor. Ülkenin uzman doktora ihtiyacı var ama bunların umurunda değil. Zira böylesi, koca profesörlerin özel muayeneden aldıkları ücretler düşmeyecek. Gelişmiş ülkelerde, ülkemizdeki kadar uzmanlık, mastır, doktora eğitimlerini yarıda bırakan var mıdır? Pek çok akademisyen, yüksek lisans ve doktora öğrencileri ile araştırma görevlilerini, ek ders ücreti kaynağı ve mecburen ayak işlerini yaptıracak kişiler olarak görüyorlar. Bu öğrencilerin makalelerine hak etmedikleri ortak imzaları atıp, akademik geçmişlerini zenginleştiriyorlar. Sonra da çeşitli mobbinglerle, yıldırmalarla, yüksek lisans ve doktorayı bırakmasını sağlıyorlar. Böylece alanlarına çok az akademisyenden  biri oluyorlar.

Sonuçta yapılması gerekenler:

1)Okullar laboratuvarlar ve işliklerle donatılmalı, buraların kapasitesine göre öğrenci alınmalıdır.

2) Okul, staj yaptırabileceği kadar öğrenci almalı,  anlaşma yapılan işletmelerin kapanmasına karşı yedek işletmeler belirlenmelidir.

3)Öğrencilerin iş yerinde ne gibi işler yaptıkları da sık sık denetlenmelidir.

4)Üniversiteler ve tıp fakülteleri, asistanların, uzmanlık, yüksek lisans ve doktora öğrencileri ve asistanların ne kadarını başarıya ulaştırdıkları ile de değerlendirilmelidir.

20 Mayıs 2022 Cuma

TAMAMI OKUNMAYAN BAZI DOĞU KLASİKLERİN GERÇEK YÜZÜ (Hüsn ü Aşk)



 Pek çok klasik, pek az okunur ama çok okunurmuş gibi yapılır. Bu yüzden pek çoğunun da gerçek yüzü bilinmez.  Mesnevi'den genelde tilkili-çiçekli  hikayeler alıntılanır. Oysa eserin bütünlüğünde ciddi bir Türk düşmanlığı vardır. Ayrıca çok fazla cinsel içerikli öykü vardır. En çok bilineni eşek ile hanfendi-hizmetçi hikayesidir. Oysa çok daha iğrenç hikayeler vardır ve hikayelerin çoğu oğlancılık-sübyancılıkla ilgilidir. Mevlana, Afganistan-Belh doğumludur. Anlıyoruz ki o zamanlar da Afganistan'da, şimdiki kadar ve belki daha fazla sübyancılık-oğlancılık var. Mevlana'nın Mesnevisine bu kadar çok porno hikaye koymasının ya da Mesneviye porno koymasının tek sebebi mesel için başka bir şey bulmaması olamaz. Soddome ve Gommore'yi boşuna Filistin çöllerinde arıyoruz. Soddome Afganistan, Gomore'de Pakistan'dır. Şerefsiz, yüzen küçücük çocukları videoya çekip, sırıtıyor. Çünkü kendi ülkesinde tecavüzün bile doğru dürüst cezası yok. Orada ölüm 

Ayrıca Mesnevi boyunca Türkleri sürekli taklitçi ve aptal olarak tanıtmakta. Kendisinde aşırı bir Türk nefreti var.

Onun en önemli öğrencisi Ahmet Eflaki'nin Ariflerin Menkıbesi'de benzer ahlaksız hikayelerle doludur ve o da Kürtleri aşağılar. Mevlana'nın, Kürt yattın, Arap kalktım diyen şeyhin talebesi olduğunu söyler. Ona göre Araplık alimlik, Kürtlük cahilliktir. Nasıl ki Mesnevi, Türkleri taklitçi ve aptal olduğunu tekrar edip, duruyorsa; bu kitapta da Kürtlerin cahilliği tekrarlanıp duruyor. Kitapta en can alıcı bölüm, Moğol işgalci komutan Bacu (Baycu) Noyan'ın gizli Müslüman olduğu iddiası ve yaptığı katliamların övülmesi. Ona göre katledilenler Müslüman değil, gizli kafir. Mevlana, Mesnevisinde ve diğer kitaplarında Moğolları övmekten çekinir. Çünkü o zamanlar daha Selçuklu devleti Anadolu'ya egemendir. Oysa Eflaki, Konya şehrinin yıkımını dahil pek çok kanlı olayı överek anlatır. Kitapta bir bütünlük de yoktur. Kitaptan çok, bir çeşit dergi gibidir.  Moğol yönetiminin propaganda ihtiyacına göre parça parça yazılmıştır. Kendisi, keşke Yunan kazansaydı diyenlerle benzer zihniyettedir. Hocası Mevlana gibi Türkler yerine Kürtlere saldırmasının sebebi de Karamanoğulları ve diğer beyliklerin resmi dili Türkçe yapmasıdır. Kendilerini antik İran saltanatına dayandıran ve Türklere,  bi idrak (idrak etmeyen, anlamayan, aptal) Türkler diyen Selçuklular gittiği için, hocası gibi Türkler aleyhine atıp, tutmuyor. Onun yerine muhtemelen Moğol yönetimine isyan eden Kürtlere hakaret ediyor. Benim kafamı en çok kurcalayan, Kitapta cinsel hikayeler, sona doğru gidildikçe çoğalıyor.

Divan şiirinde şarabın, aşk şarabı olmadığı aşikardır. Pek çok divan şiirinde bir kaç çeşit şaraptan ve lezzetinden bahsedilir. Meşhur şarap şairi Hayyam; Şiraz'ın şarapları olmasa, ben şair olmazdım ve benzeri sözler demiştir. Nizami Gencevi'nin Leyla ile Mecnun kitabında da bir kaç çeşit şaraptan bahsedilmekte. Bin Bir Gece Masallarında da Abbasi Halifeleri, her akşam şarabını içmekte. Üstelik bunu sürekli ve olağan bir iş olarak yapmakta.

Doğrusu Divan şiirindeki şarap, gerçekten şarap, oğlan da gerçekten oğlandır. Söz konusu şairin divanından bir kaç şiir daha okunsa, durum daha da net anlaşılacak. İnternet sayesinde divan şiirinde oğlancılık ve şarap kültürü pek çok sitede ve sayfada belgeleri ile görülebilir.

Bense adı çok anılan ve tamamı okunmayan bir Mevlevi klasiğinden bahsedeceğim. Şeyh Galip'in klasik eseri Hüsn-ü Aşk'da şarap temasının sıklığı dikkatimi çekti. Ortalama beş-altı sayfada bir, bazen de daha sık, Saki şarap getir diye söze başlayıp, şarabı övüyor. Bence kendisinin ciddi alkol problemi vardı ve alkol bulamadığı zamanlarda bu satırları yazdı. Yoksa sık sık hikayeyi bölüp, şarap güzellemesi yapmazdı.

18 Mayıs 2022 Çarşamba

1994 YILI DAVRAZ DAĞI KIŞ TIRMANIŞI


I

         Vücudum spora elverişli değildir. Zayıf ve güçsüz oldum. Sık sık hastalandım. Koşularda sonuncuydum. Türk Hava Kurumunun, paraşüt kursuna yazılmak istedim, başvuru formunu babam sobada yaktı. Son spor hevesim dağcılıktı, yanımda gencecik bir kız ölünce, o da söndü. Spor yarışma ve müsabakalarını doğru dürüst izlemem bile…

         Üniversitenin ilk yılı ve HATTA ilk ayları. Her şeyi görerek, taklit ederek öğreniyoruz.her şeye özentiyiz. Üniversitenin yemekhanesinde o rezil tavuk yeme olayına halen gülerim. Yemekte tavuk-pilav var. Tavuk çok fazla haşlanmış, çatal değince parça parça oluyor. Bir de bakmışım herkes çatal-kaşıkla tavuk yiyor. Kaşığı destek yapıp, çatalla tavuğu parçalamaya kalkıyor. Ben dahil herkesin üstü başı batık haldeydi. Kızın bir böyle yapınca, diğerleri de onu taklit etmiş.

         Taşra üniversiteleri, mahrumiyet içerir. Büyük üniversitelerin meraklı arayan, bazılarının gitmediği o klüpler, ya azdır, ya da hiç yoktur. Konferansa da kamuoyunun ve dünya biliminin tanımadığı akademisyen ve yazarlar gelir. Klüp namına paraşütçüler vardı ama bende heves bir kere kaçtı mı geri gelmez. Bir de DAMAK grubu vardı. Dağ ve Mağaracılık grubu.

         1998'in ekim ayı, bir duvar ilanı. Davraz dağına kış tırmanışı. İlk toplantı, mühendisliğin büyük amfisi. Süleyman Demirel Üniversitesi'nde, E bloklarının Taşkafe'ye doğru uctaki kısmında bulunurdu bu amfi. Aşağıya doğru alçalan bir merdiven silsilesi ve en ucunda hocanın ders anlattığı bir alan. Karşımızda genç bir yardımcı doçent.

         Haricen bu yardımcı doçentlik müessesi hakkında iki çift laf etmek istiyorum. Dünyanın başka her yerinde doktorasını verenler, doçent olur, yani doktora tezi imzalamaya yetkilidir. Türkiye'de ise YÖK dene kurum, kendi onayladığı doktora tezi ve savunmasına güvenmez. Beş sene daha asistan yapar. Bir daha tez ister, hatta bir de Kamu Personeli Dil Sınavı ve Üniversiteler Dil Sınavı adı altına, aşırı zor bir sınava sokar, bundan derece bekler. Bu sınavı beş sene Amerika'da doktora yapıp da, geçemeyen akademisyenler vardır. Bir de YÖK, yeterince doçent bulamadığından, bu yardımcı doçentleri, özellikle taşrada ihtiyaç duyduğu yerlerde yardımcı doçent adı altında çalıştırır. Bu yardımcı doçentler, lisans öğrencilerine ders anlatır, mastır tezi imzalar. Doktora imzalayamaz. Üniversiteler, doktora yapan asistanlarına, yani araştırma görevlilerine keyfi isterse yardımcı doçent kadrosu açar. Neyse, bu konu burada bitsin.

         Bu yardımcı doçent, jeoloji mühendisliğinin hocasıdır. Otuzlarında olmalıdır, gençtir, bıyıkları, saçları beyazlamamıştır. Karşımızda konuşur, bize cesaret verir, olayın kolaylığını anlatır. Tırmanışa, altmışına yaklaşmış, sonradan milletvekilliğine aday olup, partisi barajın altında kalması sonucu seçilemeyen, Fen-Edebiyat fakültesi dekanı, Profesör Bayram Kodaman bile katılacaktır. Demek ki bu iş çok kolaydır.

         Bu tırmanışın adı kış tırmanışıdır, çünkü dağa ilk kar yağmamıştır. Dik tırmanışı da olmadığından, teçhizata da gerek yoktur. Esnek, spor ayakkabıları yeterlidir. Günlerden perşembedir ve Cumartesi günü tırmanış olacaktır. Bu kadar öğrencinin tırmanmasıyla, belli bir metrenin üzerindeki bir dağa tırmanan en kalabalık grup olarak rekor kıracağız.

 

II

 

         Cumartesi günü yola çıktık. Biz yurtta kalanlar, yurttan kalkış yaptık. Yurtta kalmayanlar, o zamanlar Gazi Lisesinin arkasındaki Meslek Yüksek Okulunun önünden bindiler. Ben son sınıftayken Meslek Yüksek Okulu, kampusa taşındı. Okul binasının bir kısmı Gazi Lisesinin oldu, geri kalanını da üniversiteye misafirhane yaptılar.  Neyse, biz sorunsuz olarak otobüslerle Sav kasabasına kadar gittik. Oradan da, biraz daha öteye, galiba şimdilerde kayak tesislerinin olduğu yere kadar traktörlerle gittik. Dekanımızı da orada gördük. Gerçi sonradan öğrendiğime göre bu tırmanışa katılanların çoğu mühendislik öğrencisiymiş. Fen Edebiyattan iki kişiymişiz, bir diğeri de kimya bölümünden bir öğrenciymiş. Bayram hoca, kendisi gibi birkaç ihtiyarla beraber tüfek atışı yaptı, geri döndü. Biz tırmanışa başladık. Grup bayağı kalabalık, şimdi zaman geçti, kaç sayı versem yalan. Şöyle beş yüz civarıyız belki. Kalabalık bir grup vardı. Jeoloji mühendisliği öğrencileriymiş. Daha doğrusu son sınıfları.

         Son sınıf kavramı, özellikle mühendislik fakülteleri ve sayısal bölümlerde muğlaktır. Çocuk gayet rahatça, jeoloji beşim, fizik altıyım, inşaat dokuzum diyebilir. Bunlar dördüncü sınıflarmış, çok acı bir şekilde öğrendim. Neyse, biz hikayenin sonunu anlatmayalım. Biz de grup halinde yürüyoruz. Grup, daha küçük gruplara bölünüyor zamanla, ama çok yavaş. Çünkü yazdan kalma hava var, katılımcıların çoğu genç. Ben hem birinci sınıfım, hem de bu tırmanışa katılan arkadaşım yok. Dolayısıyla yalnızım. Tek tanıdığım isim, makine mühendisliğinden, şu an adını hatırlayamadığım bir birinci sınıf öğencisi. Mecburen onunla konuşmaktayım. Bursa'yı anlatıyor bana. Derken uzaklaştı ve onu unuttum.

         Yağmur başladı sonra. Yağmur, daha sonra olacakların habercisi. Çünkü daha çok aşağılardayız, daha zirveye çok var. Benim üzerimde vişne çürüğü renginde montum, kot pantolonum ve Isparta'da bol ve ucuz olarak bulunan asker botum var. Kırkıncı Piyade Alayının ve Eğirdir Dağ Komando Tümeninin bulunduğu şehirde bolca askeri malzeme satan dükkan bulunur. Askerliğimi yaptığım Balıkesir'de de en az Isparta kadar asker vardı ama bu kadar çok askeri malzeme satan dükkan yoktu. Başka şehirlere de bu malzemeler, Isparta'dan gider. Bu bot, nisan ayından sonra ayağımı parçaladıysa da, o gün hayatımı kurtardı. Bunları giydiğimi gören abam, beni kınadı.

         -Oğlum, sen heves edip giymişsin ama bana sırf bunları giymem için para verseler, bunları giymem, bir askerde giydim, dedi.  O gün beni  kurtaran bir başka eşyada, bir arkadaştan, hemen o gün satın almış olduğum külahtı. Çünkü o kadar olaydan sonra, yurda döndüğümde, saçlarım hiç ıslanmamıştı.

         Biz acemi dağcılar, yağmur birazdan dinecek diyerek, kendimiz kandırıyoruz. Halbuki annemin sık sık kullandığı,

         -Dağa giden kişi, Allah bilir işi. Sonradan işler tam o kıvama geldi. Gerçi

         -Köy ıssız kalır, dağ ıssız kalmaz, diye başka bir deyim vardır ama bu konumuzla alakalı değil.

         Yağmur, iyice delendi. E, sen ekim havasına, yazdan kalma diye hakaret edersen, olacağı budur. Sonra ardından kar geliyor. 1994-95 kışının ilk karı. Hoş geldin kar kardeş. Biz yolumuzu şaşırdıkta, bir uğrayıverelim dedik.

         Tırmandıkça kar artıyor doğal olarak. Daha sonraları, çalıştığım ilçemde de iyi öğreneceğim gibi, yazın bile, aşağılara yağmur yağarsa, yukarıya dolu yağar. Tabi kar yağar, yürüyüş zayıflar. Gruplar çoğalır. Derken yavaş yavaş, bazıları geri dönmeye başlar. Gittikçe geri dönmeler artar. Ben azimliyim, zirveye çıkacağım. Ya da kendimi öyle zannediyorum. Yanımdaki oynakbaşları pür neşe var, buna rağmen de tuhaflık var. Kızlardan birisi fenalaşmış. Fakat bir oğlan, kolundan tutmuş onu sürüklüyor. Ona,

         -Zirveye çıkacağız, orada erik rakısı içeceğiz, deyip duruyor. Eklemeyi unuttuğum bir ayrıntıda, yolun giderek çamurlaşması. Dağlık ve kızıl topraklı arazilere özgü, yapışkan, sakız gibi bir toprak bu. Ayağı sıkça silkelemek gerek. Tabana birikip, ağırlık yapıyor. Yükseğe çıktıkça, kar tipiye dönüşüyor, çamurdan sakızdan yoğunlaşıp, güçleniyor. Jeoloji öğrencileri o kızı sürüklemeye devam ediyor. Yorulmada var bu arada.  Bitkinleştim. Fırtına iyice dellendi, nefes almak zor. Bulunduğum grup on kişi kadar ya var, ya yok, iyice bitmişim. Birisi ZİRVE diyor ama benim başım dönüyor, kulaklarım uğulduyor.

         -Ne kadar yol var? Diye soruyorum. Üç yüz metre civarıymış. Sonradan, aslında bu mesafenin otuz metre civarı olduğunu öğrendim. Gitse miydim diye arada bir düşünürüm de, o vücut ve ruh halim aklıma geldikçe, döndüğüme iyi ettim derim. Gerçi arda, şu ömürde, bir dağ zirvesi görmeye elinde bir fırsat vardı, onu da teptin derim ya, o ayrı konu. Şu an, şu yerde, şu konuları size yazamıyor olabilirdim. Geri dönerken son hatırladığım o jeoloji grubu ve o kızdı. Kız alenen inliyor, kafasını sağa sallıyordu. Bitkinde onu iki erkek kollarında taşıyordu. Gene,

         -Zirveye çıkacağız, orada erik rakısı içeceğiz, diyip duruyorlardı. Sonrasında dönüş yolculuğu başladı. Bir ara bayağı yorulmuş olacağım, oturup, dinlendim. Zirveye çıkanlarda döndüler, o kızın grubu hariç. Yolda kar bittikten sonra, çamur başladı. Tolga, hah, adını yeni hatırladım, şu makine mühendisliğindeki Bursalı çocuk, o da dönüşteydi. Zirvenin, benim döndüğüm noktanın otuz metre, hatta daha yakınında olduğunu orada öğrendim. O, nedense geride kaldı. Çevre mühendisliğinden, Semra diye (Adını yanlış hatırlıyorsam özür dilerim) bir kızı bana emanet verdiler. O kızla el ele, Sav kasabasına kadar beraber gittik. Orada kendi otobüslerimize binip, ayrıldık.  Yalnız yolda hatırladığım ayrıntı, kızın dönüşüyle ilgili bir haberdi. Kızın sara hastası olduğunu öğrendim. Öğrendik diyebilirdim ama en azından kızın arkadaşlarının çoğu biliyordu.

         En nihayetinde Sav'a geldik. Bu arda, bu anlattıklarım bayağı vakit aldı, zira Sav'da artık hava kararmıştı. Akşam altı yedi gibiydi galiba. Çünkü yırda geldiğimde sekiz olmuştu. Orada bayağı kalabalık bir öğrenci grubu vardı. Öğrencilerin hepsi perişandı. Kendi halime baktım. Üstüm başım çamur içindeydi. Birkaç kere de düşmüştüm. Demek ki pek az öğrenci  erken geri dönmüştü. Gerçi dönenler ne yapacaktı? Sav, küçük bir kasabaydı ve oradan da il merkezine daha bayağı yol vardı. Orada oyalanmak zordu ve bu yola çıkmışken en azından zirveye yakın bir yerlere kadar gelinmeliydi, mümkün olduğunca yükseğe çıkılmalıydı.

         Derken yemek geldi. Tavuklu pilav, haşlanmış tavuk, düğün çorbası ve Isparta'nın yaygın yiyeceği irmik helvası. Bu irmik helvasını Isparta'da, ramazan ayında her köşe başında satılır. Kırıkkale'de de ramazan ayında aynı şekilde tulumba tatlısı satılır. Yemekten sonra otobüslere bindik. İşte otobüste iken o kızın öldüğünü öğrendim.

         İşte o an psikolojik halim, allak bullak oldu. O kız yanımdan geçmişti. Belki engel olabilirdim diye aylarca kendimi yedim. Sonrası, yurda geldim.

 

III

 

         Bunun bir de yurtta ve kampüste yaşananları, daha doğrusu hesap vermesi vardı. Herkes olanı biteni soruyordu, ben ise çökmüş bir haldeydim. Bünyamin adlı bir arkadaşın laflarını hatırlıyorum. Bir de hatırlıyorum ki, üstüm başım berbat bir haldeydi.

         Asıl anlatılacak olay ertesi gün oldu. O günkü iktisat dersine girmemeye karar verdim. İktisat dersine, profesör yerine giren asistanı gördüm, daha doğrusu gördüğümü sandım. Adamın yanına gidip, dünkü geziden dolayı bu günkü derse giremeyeceğimi söyledim. Adam da bana istirahat tavsiye etti. Zira o, yurt yöneticilerinden birisiydi. Bizim hocadan en az on santim kısaydı. Üstelik o yıl, beni kaldığım, ben son sınıfta eve çıktığımda kız yurdu olacak olan beşinci bloğun yöneticisiydi. Her gün gördüğüm adamı nasıl karıştırmıştım.

         Bir de yurtta kalmayan arkadaşlara hesap verme vardı. İlginçtir o gün, bizim sınıfça kampüse geldiğimiz gündü. Söylemeyi unuttum.Süleyman Demirel Üniversitesi, şu zamanki bina bolluğu içinde değildi. Mühendisliğin binasına yapılan eklerin içinde, Fen Edebiyat, İlahiyat, Teknik Eğitim fakülteleri sıkışmaya çalışıyordu. Daha doğrusu Teknik Eğitim, Mühendislikte, ders boşluğu olan sınıflarda derslerini görüyordu. Tıp fakültesi şehirde, Devlet hastanesi içindeydi. Şimdi sadece Şevket Demirel Kalp Merkezi denen bir bölüm çarşıda. Güzel Sanatlar, ben Isparta'yı terk ederken ne oldu bilmiyorum ama halen kampüse taşınmadı. Ziraat ve Ormancılık, Atabey ilçesinde kaldı uzun süre.

         Bizim Sosyoloji bölümü ve İlahiyat fakültesinin bir sınıfı da, yer yokluğundan, çarşı içindeki Meslek Yüksek Okulu binasında ders görüyorduk. Ben son sınıfta iken, bu okulda kampüse taşındı. Binanın bir kısmı, hemen yanındaki Gazi Lisesine devredildi. Kalan kısmını da üniversite yönetimi misafirhane yaptı.

         Öğle yemeğimizi de üniversitede yerdik. İki haftalık kupon kartları satın alırdık. Fiyat uygun olurdu, en az üç çeşit yemek yenirdi. Her öğlen görevliler bir günü kalemle çizer, o günkü istihkakımızı yediğimiz anlaşılırdı. Yüksek okulun ve üniversitenin yemekhanelerinin kartlarının rengi farklıydı. Üniversite derken, şimdiki yemekhane binasını anlamayın, o zamanki yemekhanemiz, mühendisliğin bir salonuydu.

         Neyse, bozlak girizgahı gibi lafı uzatmayalım, ben, Rüstem diye bir arkadaşa uymuş, merkezde yemek yiyorduk. Her öğle otobüsle yemeğe geliyorduk. Bu sefer arkadaşlar yemeğe gidiyordu. İlk defa yeni binamızda ders görmüştük. Daha doğrusu binanın bizim kullandığımız uzantısı. O kısım, ikinci döneme kadar boş kaldı. Durakta bizim sınıftan arkadaşlara rastladım. Onlarla konuşurken, elinde neredeyse bir av tüfeği büyüklüğündeki  fotoğraf makinesi olan bir bayana rastladım.  Yerel bir gazetenin muhabiriymiş. Bana soru sormadı. Az önce rektörle konuşmuş. Onun dedikleri bambaşkaymış.

         İşte beni dağcılık hikayem böyle hazin bir şekilde noktalandı. Tabi üniversitemizin de kalabalık kış tırmanışı rekoru hevesi. Sonradan da oralara bir kayak tesisi kurdular.

 

15 Mayıs 2022 Pazar

ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN HÜRRİYETİ



 Basının en uzun süreli genel yayın yönetmenlerinden Ertuğrul Özkök, nihayet Hürriyet gazetesinden ayrıldı ya da kovuldu. Kendisi görevde olduğu yıllar boyunca, Türk basınının amiral gemisi ünvanlı gazetesini istikrarlı bir şekilde tiraj, reklam ve itibar olarak küçülttü.  Bunu, patronu Aydın Doğan'ın arzusuyla ve adım adım yaptı.

Hürriyetten kovulması ile bir tarih sona erdiğine göre, biz de taze taze vakanüvistik yapalım ve bu şahıs ile Türk basınının yozlaşmasını anlatalım. Yeni nesil onu, Ahmet Kaya hakkında yaptırdığı yalan ve kışkırtıcı  haberlerle hatırlar. Bu onun yediği haltların en küçüğüdür. Halen solcular arasında bile onun yaptığı kışkırtmanın etkisinde olup, fotomontajları gerçek sanıp, ona düşman olanlar vardır.

Onun esas hikayesi, 1990'da Çetin Emeç katledildikten sonra, Erol Simavi'nin son icraatı olarak, Hürriyet gazetesinin Ankara temsilciliğinden, gazetenin genel yayın yönetmenliğine atanması ile başladı. Asıl saltanatı ise, gazetenin Aydın Doğan tarafından satın alınması ile başladı. O zamanlar süper güçlü biriydi, şah değildi ama basbayağı şahbazdı. Gazetesinin ve Doğan Medya grubunun gücü ile önce Tansu Çiller'i, sonrada Mesut Yılmaz'ı başbakan yaptı. Üstelik en yakın rakibi Sabah grubu, tam tersi adayları destekliyorken bunu yapabildi.

Kendisi ahlaklı biri olmadığı gibi, ahlaklı olduğunu da iddia etmemiştir. Bir yazsında kendisine beyaz bir maymun demiş, bunu da gayet güzel açıklamıştır.

Gazetenin ilk önce ekonomi servisini tasfiye edip, neoliberalist, özelleştirmeci köşe yazarlarını gazeteye doldurmuştur. Bu yazar güruhu, 5 Nisan kararlarına giden Çiller politikalarını desteklemiş, iflastan da Çiller sorumlu tutmuştur.

Gazetenin haber servisi de,  itibar suikastı için kullanıldı. Sadece Ahmet Kaya değil, pek çok kişi ve kuruma da yapıldı. Yeşil ve benzeri derin devlet elemanlarının katledeceği kişiler, önce Hürriyet gazetesi tarafından PKK ile ilişkilendirip, hedef yapılıyor, sonra da karanlık eller tarafından katlediliyordu. İnsan Hakları derneği ve Evrensel gazetesi , hep     Hürriyet'in hedefi oldu. Abdullah Öcalan tutuklandıktan sonra, tamamen uydurma bir Öcalan ifadesi ile Akın Birdal'ı hedef gösterip, öldürülmesine sebep olmuştur.

Ertuğrul Özkök  bunu hep yapmıştır ve bunu öyle başarılı yapmıştır ki, soldan bile pek çok kişi, Özkök'ün hedef gösterdiklerine karşı nefret doludur.

Yaptığı kötülükler, kendisi ve Aydın Doğan ve Doğuş medya ile sınırlı kalmamış, Doğan Müzik Company'in başına getirdiği,  bir dönem damadı olan (şimdiki neslin daha çok futbol yorumcusu olarak bildiği) Ercan Saatçi ile müzik piyasasından demokrat insanları silmek için de uğraşmıştır

Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesi, Doğan Medya Grubu ve Aydın Doğan Holding, aynı zamanda şimdiki iktidarı iktidar yapan ve yetmez ama evete giden yolda pek çok destek, Hürriyet'in manşetinden geldi.  Bunlardan en ünlüleri; muhtar bile olmaz, her iki kişiden biri ve camiler bombalanacaktı idi.

Son aşamada Özkök, demokrat ve vatansever köşe yazarlarını da gazeteden uzaklaştırıp,  gazeteyi yeni sahiplerine hazırlamış, yeni sahipleri de ona son yıllarda önce magazin, sonra da magazinden beter dandik konularda yazma hakkı vermiştir.

Kendisi ve patronu, Türk basınının önce amiral gemilerini, sonra da neredeyse tüm filosunu batırmıştır. Şimdi de saraydan kovulan bir beyaz maymun olarak ormana değil, çöplüğüne dönecektir.


12 Mayıs 2022 Perşembe

JANE DARC’A METHİYE (Canan Kaftancıoğlu'na)



JANE DARC’A METHİYE

 

1 YOLA ÇIKTI

 

Jane Darc yola çıktı,

Kendisi bilmese de kılıcı Zülfikar’dı

Atı da Kırat’tı artık

Ali de biliyordu  Zülfikar ona daha çok yakıştı

Köroğlu ’da biliyordu Kırat onu taşımak için dirildi

Orleans’ın surları

Hayber kadar önemliydi

Uluabatlı Hasan gibi oklandı

Ve Uluababatlı Hasan gibi surlara çıktı

Orleans’da İstanbu gibi çağ değiştirdi

Tanrıdan emir almıştı

Tanrıya karşı gelmek için

Bu yüzden de dünya yakıldı

Ya cehenneme gitmezse diye

Çünkü dünyayı erkeklere emanetti

Cesur kadınlar katledilmeliydi

Erkekliğin tacı ve tahtı

Orleans’tan kıymetliydi

Tüm Fransa’dan bile kıymetliydi

Ey sen sefil köylü kızı

Yolun sonu ateştir

Dünya ateşinden de

Evliya olarak çıkılır.

 

 

 


 

2 YAKILDI

 

Ve yakıldı Jane Darc

Madımak’da ölen canlar gibi yakıldı

İbrahim gibi yakıldı

Ne Nemrut ne de Yobazlar acımadı

Papa ve İngilizler de acımadı

Sonra İngilizler ve Papa yenildi

Fransızlar ve kadınlar için yüceltildi

Çünkü Fransa kazanmıştı

Çok sonra Aydınlanma için yüceltildi

Çünkü Papalık çok sonra yenildi

Ardından da erkekler yenildi

Henüz tam olarak yenilmedi

Papalık ve diğer mucize satıcıları

Halen aydınlıkla savaşmakta

Teslim olan Papalık

Jane Darc’ın küllerini yüceltti

Papa ve diğer mucize satıcıları

çok kişiyi yaktı

Ve o ateşler dünyayı aydınlattı

 (Bu şiiri bir kaç hafta önce yazmıştım ve yazarken Canan Kaftancıoğlu'nu düşünmemiştim ama tam denk geldi) 

 

 

 


 

6 Mayıs 2022 Cuma

TECRÜBENİN LANETİ GÜVENSİZLİKTİR

 


Geçenlerde internette şöyle bir söze rastladım: Tecrübe, hatırladıkça içinizi burkan anılardır. Bu söz aslında, çocukken (ya da ergenken) söylediğimiz, tecrübe yenilen kazıkların bileşkesidir sözünün kibarlaşmış hali. Aslında çok tecrübeli olmanın yolu, çok hata yapmaktan geçiyor.

Sorun çoğu kez hatalarımızdan hangi sonuçları çıkaracağımızdır. Özellikle ilk başlarda hatayı herkes yapar. Daha sonra olacaklar için yapmamız ve yapmamamız, en fazla da yapmamız gerekenler için tecrübelerimize başvururuz. İnsanın yaşama güdüleri kendisini korumaya yönelik olduğundan, ilk önce yapmamız gereken şeyleri öğreniriz. Bu yüzden zamanla bir şeyler yapma arzumuzu da yitirebiliriz. Bu bir şey yapmama arzumuz, özellikle başka insanlarla ilişkilerimizde başımıza gelir. Çünkü insan çok daha bilinmez, çok da tahmin edilmezdir. Bir insana ya da insan topluluğu ile ilgili olarak bu duyguyu sık yaşarız.

Öğretmenliğe yeni başlarken öğrencilere, subay ya da öğretmenliğe başlarken askerlere, vergi memurluğuna başlarken muhasebecilere ve vergi mükelleflerine karşı daha hoşgörülüsünüzdür.  Sonra bir sürü acı tecrübe yaşarsınız. O çok çalışkan öğrencilerin, iyi askerlerin, dürüst mükelleflerinin ne haltlar karıştırdığını öğrenir, hayal kırıklıklarına uğrarsınız. Lakin sonuçta bu sizin işinizdir ve mecburen yapacaksınızdır.

Bir de yapmaya heveslenip, hatta heveslendirilip, hayal kırıklığına uğradıklarınız vardır. Bir şeyler yapmaya heveslenir, hatta heveslendiriliriz. Sonra hayal kırıklığı yaşar, yeni projelere karşı hevesimiz giderek azalır. Sonuçta sadece ücretinizi hak edecek kadar kazanmayı düşünürsünüz. İşinizde girişimler yapmanın ödülü yoktur çünkü, varsa da o ödülü başkaları alacaktır. Sizi sadece ortalığı kalabalık etmek, bakın ne çok başvuru var demek için çağırmışlardır. 

Mesela ben uzun süredir edebiyat yarışmalarına eser göndermeyi bıraktım. Çünkü yarışmaya girecek eseri ya da eserleri her yarışma için, jüri üyesi sayısında çoğaltmam ve dosyalamam gerekiyordu. Her seferinde bu benim için ciddi masraf olmaya başlamıştı. Sonra böylesi bir yarışmalardan birinden, eserimi, kargo ücretini ben ödemem şartı ile, geri istedim. Sonuçta geri aldım ve gördüm ki, yazdıklarım paketinden bile çıkmamış. Sonrasında böyle yerlere bir şeyler göndermeyi bıraktım. 

Benzer süreçleri memurluğumda da yaşadım. Sürekli engellene engellene ve suçlana suçlana, hiç bir şey yapmamayı öğrendim. Madem ben bu kadar beceriksizim, siz de benden iş beklemeyin dedim kendi kendime. Çünkü ben de size güvenmiyorum.

Tecrübenin laneti güvensizliktir.


4 Mayıs 2022 Çarşamba

YETMEZ AMA YANILDINIZ, KENDİNİZ İÇİN



Yetmez ama evetçiler,  Balyozcular ve Kumpasçılar arasında pişmanlık dile getirenler var. Bu kadar kötü olacağını bilmiyorduk diyorlar.
Biliyordunuz, bal gibi biliyordunuz. Daha o zamanlarda. Darwin'in 100. doğum yılını kutlayan TÜBİTAK dergisi toplatılmış,  hayvanat bahçesi müdürünü TÜBİTAK'a başkan yapmıştı.
Tarikatlar, cemaatler birden coşmuş ve  AKP'yi desteklemek üzere birleşmişti. Bir zamanların komünizmle mücadele derneği başkanlarının demokrasi getireceğine o kadar mı inandınız? 
Zaten pek çoğunuz daha öncesinde de Tansu Çillerci olmamış mıydınız? 1970'lerde Doğu Perinçek'in peşine takılıp, Atatürk' küçük burjuva devrimcisi dememiş miydiniz?
Sivas katillerinden ne demokrasisi umuyordunuz?
Beklentiniz kendiniz üzerineydi. Kendiniz tek partinin, yardımcı partileri olacak, diktaya çok solcu destekle demokrasi süsü vererek müreffeh yaşayacaktınız.
Ahmet Yenilmez, Hasan Kaçan gibi onlarca dinci yazar-çizer gibi basit bir sohbet etkinliğinden 7-8 yüz bin lira kazanacaktınız. Cumhurbaşkanınca sık sık ağırlanacak ve eski Kemalist günleri yad edecektiniz.
Oysa tam tersi oldu, daha referandumun ertesi günü kıçınıza tekmeyi bastılar.
Oysa bir zamanlar sizi beslemek için büyük holding sahipleri gazeteler basıyordu.  Pek çok çok solcu gazete holding medyası tarafından basıldı.
Sonra bazılarınız batı tarafından, Avrupa tarafından yüceltileceğinizi sandınız. Oysa Türkiye'deki etkiniz bitince, onlar da size sırt çevirdi.
Şimdi pişmanlık duyuyorsunuz ve bu pişmanlık ülkeniz için değil, kendiniz için.
Tekrar fırsat bulsanız, tekrar yetmez ama evet diyeceksiniz.