26 Ağustos 2022 Cuma

İSVEÇLİ OLMAKTAN VAZGEÇMEK



NATO denen askeri kuruluşa iki yeni üye katıldı. Bence asıl ağır konuk Finlandiya da olsa, önce herkesin dikkatini çeken İsveç'i yazacağım.

İsveç krallığı, dünyada kralın yetkisinin en az olduğu ülkedir. Avrupa monarşilerinde zannedildiği gibi kraliyet ailelerinin yetkileri sembolik değildir. Örneğin Büyük Britanya (İngiltere) krallığında Milli Savunma (Gelekurmay-Silahlı kuvvetler), Adalet ve İstihbarat bakanları bizzat kraliçe tarafından atanir. Kraliçe başbakanlarına kimi atayacağını danışmaz bile. James Bond'un filmlerinde sık sık söylediği kraliçenin hizmetindeyim sözünün anlamı budur. İngiliz protestan kilisesi ise doğrudan kraliçeye bağlıdır. İsveç sistemi hakkında çok ahkam kesmek istememekle beraber, bildiğin kadarı ile dünyada en az yetkili krallıklığı diye biliyorum.

Diğer bir özelliği de, barış ülkesi olmasıdır. 1814'den beri, yani 2022 itibarı ile iki yüz yıldan beri savaş yaşamamıştır (Maşallah diyelim.) Ajda Pekkan'ın dedesinin, dedesi bile İsveç'in savaşa girdiğini görmemiştir. Buna rağmen devasa bir silah sanayisi vardır ve İsveç ordusunun temel görevi, çoğunu Arapların aldığı (17 Arap ülkesi, dünyada üretilen silahların yarısını satın alır ve hemen hemen hiç kullanmaz) İsveç malı silahları test etmektir. Bu ülkenin ordusu olmak kolaydır diye düşünüyorsanız, yanılmıyorsunuzdur ama bunun bir kaç istisnası da vardır. Seksenlerde İsveç ordusundan bir albay, gizli bilgileri Ruslara satarken yakalanmış. İki yüz yıldır savaşmayan bir orduda albay olan bir kimsenin ne içi.n paraya ihtiyacı olablit, bence asıl soru bu. İsveç ordusu üyesi olup, başını belaya sokan başka biri de, daha önce internette arattığı bir kuyu ya da mağara benzeri bir yapıda ölü bulundu. Millet olarak başımızı belaya sokmayı iyi beceriyoruz.

İsveç, belki dünyanın en sevilen ülkesi değildir ama en az nefret edilen ülkesidir. Amerikalılar, Vietnam savaşının kaçalklarını sakladığı için nefret eder; Türkler, bazı PKK'lılara sığınma verdiği için nefret  eder. Bu nefret ise, ne Yahudilerin Alman, ne de Ermeninlerin Türk nefreti gibi derin bir nefrettir. Çünkü İsveç, Kanada ile beraber dünyanın en fazla siyasi mülteci alan ülkelerindendir. (Dünyadaki siyasi mültecilerin yüzde onundan fazlasını Kanada, tek başına kabul eder) Devasa sanayisine rağmen az ve düşük doğum oranlı bir ülkedir. (Kanada gibi) Bu sanayiyi ayakta tutmak için de düzenli ve yoğun olarak göç alır. O kadar ki, ülkede en yoğun olarak öğrenilen dil, göçmenler yüzünden İsveççe'nin kendisidir.

İsveç, tarih boyunca kendisi gibi İskandinav komşuları Danimarka ve Norveç ile, özellikle de Norveç ile beraber anılır. Nobel ödüllerinin dördü (Fizik, Kimya, Tıp ve İsveç merkez bankası tarafından verilen Nobel Ekonomi ödülü) İsveç'te, biri (Barış) Norveç'te verilir. Nobel matematik ödülü verilmemesinin sebebi, Norveç'in, dört yılda bir, kırk yaşının altındaki dört matematikçiye verilen Fields madalyasını gölgelememek içindir. İsveç, Avrupa Birliği üyesi değilken (Petrol zenginliğini  paylaşmak istemiyor), İsveç, NATO üyesi değildir, daha doğrusu değildi.

Çünkü İsveç, İsviçre ve Türkmenistan kadar olmasa da tarafsız bir ülkedir ve yüzyıllardır barış ülkesi olmasının asıl sebebi budur. İkinci dünya savaşında buna halel getirmemiş, ancak rivayetlere göre bazı Alman birliklerinin ülkesinden geçmesine göz yummuş; buna karşılıkta savaş boyunca Norveç ve Danimarkalı direnişçilere yardı edip, pek çok mülteciyi (özellikle Yahudileri) barındırmıştır.

İşte bu İsveç; Rusya'nın Ukrayna'yı işgali sonrası, tarafsızlık politikasını bir kenara bırakıp, NATO üyesi olmaya karar vermişse, Rusya'nın yeniden genişleme dönemine girme çabaları, Türkiye dahil tüm dünya için korkutucudur.

25 Ağustos 2022 Perşembe

ÖRNEK BOŞ KİŞİ (Hasan Hüseyin Korkmazgil’e)


 

ÖRNEK BOŞ KİŞİ

(Hasan Hüseyin Korkmazgil’e)

 

Demek sen çocukken hiç yaramazlık yapmadın

Hiç suç işlemedin, 

Hiç kabahatli olmadın

Okulda disipline gitmedin

Sana verilen sınırların dışına

Bir kere bile çıkmadın

Bisküvi paketini bile,

Buradan açınız denen yersen açtın

Elinle şöyle bir parçalamadın

Sana bir çizgi çektiler

Sen de dışına hiç çıkmadın

Bravo sana, tüm yöneticilerin idealindeki çalışan

Sahiplerin rüyalarındaki köle

Her din seni cennetine alır

Düzenin gerçek koruyucusu sensin

Diktatörleri ayakta tutan sensin

Saltanatların sürmesini sağlayan sensin

Gelişmenin ve ilerlemenin en büyük engeli sensin

Hiç çıkmadı değil mi sesin?

Haksızlığa, hukuksuzluğa, kötülüğe

Hiç kral çıplak demedin

Hiç sıra bana da geliyor demedin

Başımıza icat çıkarmadın

Neler oluyor diye de sormadın

Ta ki kazık sana girene kadar

Ta ki aç ve açıkta kalana kadar

O zaman bile bir kurtarıcı aradın

O zaman bile bir baba aradın

Ardına takılacak bir lider aradın

Sen örnek boş kişi

Keşke hiç var olmasaydı senin gibiler.

 

 

 

 

22 Ağustos 2022 Pazartesi

YILDIRIM AKBULUT VE MESUT YILMAZ

 


Özal cumhurbaşkanı olmadan az evvel, rahmetli Bekir Coşkun'un tespiti ile en az elli Anap milletvekili, başbakan olmayı garanti olarak görmekteydi. Başbakanlık, bunu hayal olarak bile görmeyen, meclis başkanı, Yıldırım Akbulut'a çıktı. Kendisi bir saat olmadan kabineyi açıkladı. Kabine listesini eline Özal tutuşturmuştu. Zira kabineyi yazmak (başbakan  yardımcılarının nelerden sorumlu olduklarını da yazması gerekiyordu.) bile bir buçuk saat sürüyordu. Aslında Akbulut, kendisini başbakan olarak görmek isteyen Özal'ın bile aklındaki kişi değildi. Partiyi asıl emanet edeceği kişiyi bulana kadar kalacak nöbetçiydi Yıldırım Akbulut. 

(Bir Yıldırım Akbulut fıkrası. Akbulut'u Çankaya köşkünün bahçesinde dolaşırken görmüşler, ne yapıyorsun diye sormuşlar. Seçim bölgemi geziyorum, demiş.)

Sonra Akbulut, ANAP'ın İstanbul il başkanı (Ankara'da Çankaya köşkünde yaşadığı halde) ve tarafsız cumhurbaşkanı Semra Özal'ın öpmesi işaretlenen Mesut Yılmaz, ANAP'ın başkanı ve başbakan oldu. Buraya bir de parantez açalım. Kenan Evren'in görev süresinin dolmasına yakın, tek başına iktidar partisi olan ANAP (Anavatan Partisi) 'ın başkanı ve başbakan olan Turgut Özal'ın, cumhurbaşkanı, hem de 3. cumhurbaşkanı Celal Bayar'dan sonra 2. sivil cumhurbaşkanı olacağı kesin gibi bir şeydi. O zamanlarda bir ara Semra Özal'ın başbakan atanacağı dedikodusu çıktı ve basında uzun süre tartışıldı. Haftalık olağan görüşmelerini yatak odalarında mı yapacaklar diye espiiler patladı. En sonunda aile, böyle bir şey düşünmediğini açıklayıp, bu süreçle dostu-düşmanı gördüğünü falan söyledi. Yıllar sonra  bu ola Azerbaycan'da gerçek oldu. İlham Aliyev, karısını yardımcısı olarak atadı.

Mesut Yılmaz ise gözü açıktı. Partiyi çabucak ele geçirdi. Akbulut, partiden istifa etti ve Özal'da cumhurbaşkanlığından istifa etmenin sinyallerini veriyordu ki bir gün aniden öldü. Akbulut, daha kırkı çıkmadan ANAP'a geri döndü ama tutunamadı. Hatta daha sonra DYP'ye üye oldu.  (DYP, ANAP ile beraber barajı geçemeyince, siyaset dışı oldu.)

Yılmaz'ın kısa ve yıkıcı bir başbakanlık- ANAP genel başkanlığı dönemi oldu. Türkiyey'yi Rus gazına köle etti ve sırf onun yüzünden Avrupa'nın en pahallı doğal gazını tüketiyoruz. Ülkemizdeki poltikacıların kötülükleri de yazmakla bitmiyor. Ömrünün son döneminde yurt dışına çıkıp, başkanı olduğu partiye oy bile vermemiş; Tansu Çiller ile beraber merkez sağın tabutuna son çviyi çakıp, son toprağı serpmiştir.

21 Ağustos 2022 Pazar

MUZAFFER ŞERİF'İN EFSANESİ VE GERÇEKLER

  


Bu yazıda her iki anlamda da efsane bir kişiden bahsedeceğim. Hem ürettiği bilimle efsane, hem de hayatı üzerine rivayetler bulunan bir efsane olan Muzaffer Şerif. Onun hakkında internette araştırma yaparken, kurucusu olduğu Dil, Tarih, Coğrafya'nın Psikoloji bölümünün videosuna denk geldim. İnternette, özellikle de Ekşisözlük merkezli pek çok yalanın yayıldığını fark ettim. Amacım hem bu yalanların yerine gerçekleri koymak, hem de böyle bir değeri, okurlarıma tanıtmaktır.

Muzaffer Şerif Başoğlu, siyasi sebeplerden dolayı Türkiye'de tutunamamış, Amerikalı bir meslektaşı ile yaptığı evlilik (o tarihte devlet memurlarının, başka ülke vatandaşları ile evliliği yasaktır) bahane edilerek Türkiye'den koparılmış değerdir. 

Deneysel sosyal psikolojinin kurucularından değil, bizzat kurucusudur. Deneysel psikoloji üzerine yaptıkları gerçektir ve efsanevi işlerdir. Doktora tezi bile o kadar ünlüdür ki, tutuklandığı zaman Haward'daki hocaları, serbest bırakılması için Amerikan hükumetine baskı yapıyor; sonuçta Türk hükumeti de yurt dışına çıkması şartı ile serbest bırakıyor. 1954 Hırsızlar Mağarası deneyi ise efsane.  Bu deney, önce Sineklerin Tanrısı romanına (William Golding'e ilk romanı ile Nobel edebiyat ödülü kazandırmıştır) sonraları da Survivor, Wipe Out gibi televizyon programlarına, Bill Truman Show,  Yalancı Yalancı (Jim Carrey'in filmi) ve en son Netflix dizisi The Goof Place gibi yapımlara ilham kaynağı oluyor. Deneysel sosyal grup araştırmalarının hepsi, Muzaffer Şerif'in araştırmalarının taklididir. 

Burada yalanlamam gereken efsaneler ise, Amerika'ya gidişi ve Amerika'daki yaşamına dair olanlardır. Çünkü  kendisi Amerikan vatandaşı olmayı ret edip, pasaportsuz yaşadığı ve bu yüzden de hayatı boyunca Amerika dışına çıkmadığı halde, Wikipedya bile Amerikan vatandaşı olduğunu yazıyor. Diğer yandan Ekşisözlük merkezli troller, Şerif'i Amerika'ya gittikten sonra Türkiye'den tamamen koptuğu, hiç Türkçe konuşmadığı, Amerika'ya gelen Türklerle bile Türkçe konuşmayı ret ettiği yazıyor. Oysa Behice Boran, Ruhi Su başta olmak üzere, Türk dostları ile sürekli ve düzenli olarak mektuplaşmış. Meşhur sosyoloji profesörü Mübeccel Belik Kıray'ın, Amerika'da burslu okumasını sağlamış. Çocukların İngilizce adları da Can Yücel, Ruhi Su gibi tanıdığı Türklerin isimlerinden vermiş. Pasaportsuz olduğu için Türkiye'ye gelememiş ama Amerika'daki Türklerle hep ilgilenmiş. Yani bütün o Türklükten kopma, hiç Türkçe konuşmama hikayeleri, Ekşici mavalları. 

Öte yandan benim merak ettiğim Muzaffer Şerif'in, serbest kalıp, Amerika'ya geri döndüğünde gemileri neden yaktığı? Carolyn Wood  (Şerif) ile büyük aşkı mıydı, Komünizmden yargılanması mıydı? Oysa kendisi, Amerika'da da Komünizm şüphesi ile FBI tarafından soruşturulmuş. Öte yandan Türkiye'de artık kendisi için, bilim üretmek bir yana, yaşamak için bile güvenli ortam olmadığı da bir gerçektir. Sabahattin Ali'nin katledilmesi olayı, Muzaffer Şerif için hep taze kalmıştır. Öte yandan Şefir, tek Türkçe eseri olan Irk Psikolojisi adlı kitabıyla, Nihal Atsız önderliğindeki Irkçı-Turancıların hedefi olmuştur. Halen piyasada olmayan tek kitabı da budur. Nazım Hikmet, bu kitap üzerine övgü dolu tanıtım yapmıştır. Bu kitap, sahaflarda yüksek fiyata satılmaktadır.

Muzaffer Şerif Başoğlu, tekrar ve tekrar keşfetmemiz, resmini paraların, pulların üzerine basmamız gereken bir değerimizdir.

18 Ağustos 2022 Perşembe

ADI AYLİN VE KORUMA POLİSİ EROL

 



Aylin Devrimel ya da son soyadı ile Aylin Rodomisli Cates. Kendisi, Ayşe Kulin'in romanı ile ünlü oldu. Eski bakanlardan Kasım Gülek'in baldızı, Boşnak kökenli, ultra zengin bir ailenin kızı ve Ayşe Kulin'in çoğu roman kahramanlarının büyük çoğunluğu (tamamı değil) gibi Ayşe  Kulin'in akrabası. Roman daha sonra müzikalde olmuştur. Bence Aylin'in çalkantılı hayatı, çok da örnek alınacak bir hayat değildir. Paranın verdiği şımarıklıkla yaşamış. Yurt dışında mankenlik kursu almış,  prens ünvanı almak için Libya hanedanından biri ile evlenmiş,, kendi zevkine yaşamış biri (Tek büyük başarısı,  yirmi altı yaşında girdiği ,  Lozan tıp fakültesini derece ile bitirip, üzerine psikiatri uzmanlığı yapıp, Amerikan ordusunda Albay rütbeli sözleşmeli doktor olması.  Psikiatristliği de, özellikle de körfez savaşından sonra travma yaşayan Amerikan askerleri üzerinde yaptığı deneyler yüzünden iyi bilinmez. Eniştesi, Kasım Gülek sayesinde Fettullah Gülen'i Amerika Birleşik Devletlerinde bazı kişilerle tanıştırmış.

Peki Osmanlı paşazade ve sarayzadesi (soyu bir yerden Osmanlı prenseslerine de dayanıyor.), doktorluğu bile karanlık , Fetö dahil bir sürü örgütle ilişkili kadın ile, sıradan polis memuru Erol Yıldız arasında ne ilişki var? İkisinin de tek ortak noktası, Türk vatandaşı olarak doğması (Aylin sonradan Amerikan vatandaşı oldu.). 

Bu iki insan arasındaki tek ortak nokta, ölüm şekilleri. Her ikisi de, kendi otomobillerinin tarafından, kendi garajlarında öldürülmüş bulundu. Her iki olayda da kurbanlar, kolları çapraz boynuna tutar şekilde bulundu ve gene her iki olayda da, otomobiller geri geri gitmişti. 

Erol Yıldız'ın ölümünden beri epey bir zaman geçti ama bu benzerlik nedense kimsenin dikkatini çekmedi. Ben de yazmaya karar verdim.

17 Ağustos 2022 Çarşamba

HINCAL ULUÇ TARZI GAZETECİLİK

 


Ölülerle savaşarak gazi (ya da kahraman ) olamazsın diye bir söz var. Ben ölen kişilerden ziyade, halen insanlığa zarar veren fikirleri ile savaşma taraftarıyım. Hıncal Uluç'da düşünce, fikir falan yoktur. Fransızların meşhur fırıldak istihbaratçısı  Joseph Fouche (Fuşe diye okunuyor) bile, Hıncal ve benzeri yazarlar için fazla dürüst kalır. Hıncal için, her devrin adamı demek bile övgü kalır.

Son otuz yıldır yaptığı temel  iş, gazetesindeki köşesinde ahkam kesmek, internet ya da bir yerlerden bulduğu, yer yer gazetedeki stajyer veya benzer alt kademede çalışanların yazdıkları da dahil olmak üzere, mevcut içeriklere bir kaç parça da kendi yazdıklarını ekleyerek, yarım sayfa tutan köşesini doldurmaktır. Kendisi 17 (on yedi) yaşında üniversiteye başladığı yıldan beri gazetecidir ve hep de en iyi gazete ve dergilerde çalışmıştır ama hiç bir zaman yolsuzluk ya da atlatma haber ortaya  çıkarmamıştır. Uzun süren meslek yaşamındaki tek başarısı, o yıllarda erkek dergisi de denen, temel işlevi çıplak kadın fotoğrafları basmak olan Erkekçe dergisinin kurucusu ve yayın yönetmeni olmasıdır. Bu dergi, benzeri dergilerin önüne geçerek, seksenlerin en çok satan aylık süreli yayını olmuştur. Erkekçe dergisi,  bu tür dergilerin atası sayılan Playboy dergisinden önce kurulumuş, ondan sonra kapanmıştır. Bu dergi, sadece çıplak kadın resmi değil, Playboy'un çıplak resimlerin arasında ciddi yazılar yayınlayayım da, çok da itibardan düşmeyeyim politikasında da başarılı olmuş, özellikle röportajları efsane olmuştur. Meşhur siyasal İslamcı şair Necip Fazıl Kısakürek'in ölmeden önceki son röportajı başta olmak üzere, pek çok röportaj, ilk defa bu dergide yayımlanmıştır. Bu dergiden günümüze kalan en büyük miras, Yaşar Kemal'in gerçek bir edebiyat eseri olan röportajlarıdır ve neyse ki kitap haline getirilmiştir. Yeni nesillere röportajın neden edebiyat olduğunu hatırlatmak için okunmayı beklemekteler. Yaşar Kemal'in özellikle sokak çocukları ile yaptığı röportajlar, o zamanın diğer büyük gazetelerini ve tek televizyon kanalı TRT'nin sokak çocukları ile ilgilenmesini sağlamıştı. Bu yüzden Hıncal Uluç; Bags Bany adlı çizgi tavşanın sık sık Oskar ödülünü, Galatasdaraylıların UEFA kupasını göstermeleri-bahsetmeleri gibi, yazılarında sık sık bu dergiden bahseder.

Öte yandan Uluç'un, yıllardan beri kurulduğu o köşede belli güç odaklarına hizmet eder. Kendisi, şu günlerin moda deyimi herbokolog mesleğinin piridir. Bütün sporlardan ve sanat dallarından anlar, siyaseti iyi bilir. Bir futbolcu gol kralı olabilir, takımı şampiyon yapabilir, ama Hıncal ona kötü oyuncu demişse, kötüdür. 2002'de Türkiye'nin Dünya Futbol Lupasında 3. olduğunda, Şenol Güneş'i karizmatik olmamakla suçlayıp, Güneş'in milli takımdan uzaklaştırılmasını sağladı. Şaka gibi gelecek ama aynen  öyle oldu. O zamandan beri Türk futbolu kendisini toparlayamadı. Kendisi pek çok şarkıcıyı, sporcuyu, televizyon programını ve siyasetçiyi, böyle gereksiz bahaneler ile yüceltip, yermiştir.

Son olarak, o neşhur su testisi olayına gelince. Bence o kadın, o gece oraya kendi kendisi gitmedi. Kendisi Fetö kelimesini ilk kullanan kişiydi ve bence bu olay Fetö'nün, bak bize saldıranlar laikçiler böyle aşağılık kişilerdi diye düzenlenmiş bir komploydu. Uluç, o kadar da akraba seven biri değildir. Fetö örgütünün, sıradan bir öğretmene mobbing yapmak için bile, bu kadarcık şey için bile ne dümenler çevirdiğini bilen biri olarak, John Nash tarzı uçuk komplo teorilerin bile gerçekleştirdiklerini bilirim.

Hıncal Uluç, artık nefes alsa bile, birazcık vicdanı ve ahlakı olan kişiler için, hayırla anılmayacak bir ölüdür.

2 Ağustos 2022 Salı

LEYLA GENCER'İ BİLMEMEK

 


Aslında Türk vatandaşlarının yurt dışındaki başarıları üzerine çok hassasız. Bir Türk öğrenci, yurt dışında sınıf birincisi olsa, sosyal medya dalgalanıyor. Ampüte yüzücü Sümeyye Boyacı, jimnastikçi Ayşe Begüm Onbaşı ve okçu Mete Gazoz'u neredeyse komşum kadar sık görür oldum. 

Öte yandan ülkemizin pek çok değeri bilinmiyor. Mesela solcu diye görevden alınan, Mc Charthy'in her delikte komünist avladığı dönemde Amerika'ya giden,  Hırsızlar Mağarası deneyi ile Sosyal Psikolojini değiştiren Muzaffer Şerif, bunlardan biri ama o, ayrı bir yazı konusu. Bu yazının konusu, adı anılmadan opera tarihi yazılmayacak olan Leyla Gencer.

Leyla hanım, maşallah Türkiye'de sağcıların tüm nefret özelliklerini kendisinde toplamış. Hristiyan (Polonezköylü ve Polonyalı) bir anne, zengin ve Alevi-Bektaşi bir baba, üzerine de soyadını aldığı ve tüm internet medyasının Sabataycı olduğunda hemfikir bir koca. Kendisi her zaman ben Türküm demiş, Leyla de Turka ya da Diva Turka diye anılmış. Oysa hayatının önemli bir bölümünün geçtiği İtalya'da, annesinin Katolik kökenlerine atıf yapsa, daha çok popüler olabilir ve New York, Metropolitan başta olmak üzere aforoz edildiği pek çok sahnede kendisini gösterebilirdi. Tüm uluslar arası şöhretine rağmen, Amerika'da çok az sahne almış ve kendisine gizli bir sansür uygulanmış.

Ülkemizde, Leyla Gencer gibi bir efsane yetişmesine rağmen operaya ilginin düşük olduğu bir gerçek. Opera meraklıları da Gencer'den çok Maria Callas'ı biliyor. Callas ise, aşk ilişkileri sebebiyle magazinsel bir kişilik olmuş. Bir de Yıldız Kenter'in, Callas'ın hayat hikâyesini sahneye koymasının etkisi de var. Gencer'in düzenli ve istikrarlı bir aile hayatı olmuş, magazinsel bir kişi  olmamış. Hayatı boyunca Callas ile kıyaslanmış ve onu geçmiş. Operada Gencerate denen bir şarkı söyleme tarzı var. Şarkıcı sesini bir çığlıkmışçasına yükseltiyor, tam çığlık olacakken, şarkıya devam ediyor. Bunu ilk defa yapan Leyla Gencer olduğu için, bu tekniğin adı gencerate.

Gencer ile ilgili Zeynep Oral'ın kitabını ve İKSV (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) 'ın belgeselini izledim (Belgeseli de Zeynep Oral hazırlamış). Zeynep Oral, kitabı Leyla Gencer hayattayken ve onunla beraber yazmış. Kitap, baştan aşağıya övgü, bir noktadan sonra olayları anlatmayı bırakıp, sadece övgüye dönüyor, pek çok konuyu da açıkta bırakıyor. İşin kötü tarafı da Gencer ile ilgili tek derli toplu kaynakta bu kitap. Kitabı da, Gencer'in kendisi yazdırmış. İKSV'nin ödülünün de Gencer'in vasiyeti ile veriliyor gibi.

Kendisi, özellikle siyasiler tarafından görmezlikten gelinmiş. Ailesinin kökenleri bile bunu anlamamıza yeterli. Gencer, siyasi açıdan Menderes'i ve Demokrat partisini desteklemiş, Türkiye'yi temelli terk etmesinde de bu etkili olmuş. 27 Mayıs sonrasında, Zeki Müren gibi Demokrat partiye en çok bağlı sanatçılar bile onu terk ederken, Gencer, Türkiye'yi terk etmiş. (Aslında Türkiye'yi terk ediş hikayesi daha uzun ve karmaşık ama ben kitabın yerine geçmek istemedim.

Öte yandan da, 1940'lar Türkiye'sinde,  16 yaşında, konservatuara ilk adım attığında, ya La Skala'da (Milano'daki meşhur sahne, dünya operasının merkezi sayılır) söylerim ya da ölürüm diyecek kadar gözü pek; New York, Metropolitan'da ve pek çok yerde sahne almasının engellenmesini göze alacak kadar vatansever; 20. yüzyıl operasında, Maria Callas'dan bile daha fazla anılacak kadar önemli; daha da pek çok niteliği olan Leyla Turka'nın ülkemizde yeterince bilinmemesi, kültürel bir utançtır.