14 Şubat 2023 Salı

SAĞIN YIKILAN KULESİ-DİYANET VE TARİKATLAR

 


William Golding'in kule adlı kısa romanı, bir kaç ay önce, kütüphane raflarında tesadüfen gördüğüm için alıp, okumuştum. Yazarı hemen herkes gigi efsaenvi Sineklerin Tanrısı romanından tanıyordum. Kendisi gibi tek romanı ile ünlenen efsane yazarların, az bilinen eserlerinin, gizli hazineler olduğunu, bir kitap kurdu olarak tecrübelerimden biliyordum. Depremle beraber, yıkılan minareleri görünce, bu roman aklıma geldi çünkü romandaki kule de, bir kilisenin çan kulesi ile ilgili. Romanda bir kilisenin papazı, kiliseye yeni ve devasa bir çan kulesi yapmaya karar veriyor. İnşaat ustası ve cemaat ne dese de dinletemiyor. Papazın kule ile ilgili mistik-metafizik bir inancı var, kulenin ne kadar uzun olursa olsun yıkılmayacağına inanıyor. Okurken size bu inanç bulaşır gibi oluyor ama siz de kulenin yıkılacağını biliyorsunuz. Olay büyük ölçüde Kırmızı Pazartesi ile benzerlikler gösteriyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/08/krmz-pazartesi-krizleri.html ) O romanda bir tek kurban öleceğini bilmiyordu, burada da bir tek papaz kulenin yıkılacağını bilmiyor. Mesela bakın şubat 2020'de  imar affı ile ilgili ne yazmışım, bakalım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/02/tuzlu-su-imar-affi.html ) Bu imar afları, bu depremden önce de birilerini öldürdü ve bir yerleri yıktı; daha bu depremin yıkıntıları kalkmadan yıkmaya ve öldürmeye devam edecek. Oysa ülkemiz deprem ülkesi ve en son yapılması gereken şey imar affı ve ben bunu  (bu blogun okuru pek olmasa da ) yazmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/02/tuzlu-su-imar-affi.html ) Bakın gene burada deprem ile ilgili neler yazmışım: ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/01/deprem-artik-panige-kapilalim.html ) ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/aklimiza-gelmeyen-felaketler.html ) (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/barbarlari-beklercesine-depremi.html ) İktidar yanlısı kanallar depremin büyüklüğü üzerine abartılı tanımlamalar yapıyor ama tedbirsizliğin küçüklüğü üzerine bir şey demiyor. Deprem ülkesi olmamız bir yana, büyük İstanbul depremi ciddi ciddi bekleniyorken, imar affı düpedüz ihanettir.

Bu ben zaten demiştim girizgahından sonra,  asıl konuya gireyim. Şu günlerde yazılacak konu çok ama ben bu depremde diyaneti ve tarikatları pek göremediğimizi yazacağım, özellikle ölüler, topluca gömülürken. Bu diyanet hemen her konuya, ölüleri yıkıyacak adam yok diye başlar. Bu ölü yıkayama davası 1930'larda başlandı. Bunun için ilk önce sekiz aylık imam kursları falan açıldı. Uzun süre bu ölü yıkama konusu konuşuldu, her seferinde dincilerin savunması oldu. Diyanet'in 178 bin civarı personeli var. Ankara'da onlarca caminin yanında bir sürü cami altı ya da bodrum katı cami var. Sorsanız vatandaş ölüsünü yıkıyamıyor. Oysa Ankara'da mezarlıklarda, özellikle Karşıyaka mezarlığında büyük bir cami var ve her cenaze namazı orada kılınıyor çünkü Melih Gökçek, cemevlerinde kılınan cenaze namazlarına güvenmiyordu. O bodrum kat yada dükkan camilerinin amacı, köylerde kalmaktan sıkılan personelinize kadro bulmak. Bu amaçla Zonguldak'da AVM mescidine bile personel atandı ama deprem bölgesinde ölüler, battaniyeye sarılarak, topluca gömüldü. Diyanetin bölgeye gönderdiği sadece seyyar mescit oldu. Sahi, depremde ne çok cami yıkıldı, özellikle de minareleri. Diğer yandan diyanetin sadece camileri yok. Cami altı bir sürü dükkanı ve gene bir sürü sosyal tesisi var. Cami altı dükkan demişken, bunların en büyüğü Ankara'da Kocatepe altındakiydi. Orada sadece AVM yoktu. Konferans salonları, devasa bir matbaa, nikah-düğün ve kına için balo salonları da vardı. Geçenlerde bir uğradım, sadece market kalmış, o da Beğendik'ken Çağdaş olmuş ve eskisinin yarısı kadar. Matbaa ve konferans salonu muhtemelen bazı resmi işler için ayaktadır ama balo salonları ile avm artık yok. Gene de diyanetin geliri, bütçeden kendisine ayrılan bir yana, devasa. Hadi camiler kutsal, o misafirhaneler ve işlettiği kurumlar, depremzedeler için açılamaz mı? Diyanetin böyle zor günleriçin hazrılığı nasıl olmaz? O devasa bütçe payı ve gelirleri olan diyanet, neden kefen bezi ihtiyacı karşısında sus pus olur.



Açamaz, çünkü rahatları bozulur. Yıllardır şehit edebiyatı yapılır ama ünlü politikacıların çocukları ya da önemli tarikat liderleri ve çocukları ya çürüktür, ya bedelli. Askerlik yapsalar bile, olası çatışma bölgelerinden uzak, çoğu kezde karargahta, sakin işler yaparlar. Şehitlere vaat edilen cennet makamı gerçek olsaydı, fakirlerin askerlik yapması yasaklanırdı. Son on-on beş yıldır felaketlerde ölenlere şehit diyorlar. Slogan atarken şahanedirler, Afrin'e, Kerkük'e, Moskova'ya girerler. Gerçekte depremden sonra seçim bölgesi olan Osmaniye'ye bile gidemezler. Hadi seçim bölgen olmayı geçtim, ailene, akrabalarına, çocukluk arkadaşlarına bir geçmiş olsun demeye de mi gitmiyorsun? Memleketinde yıllardır kullanmadığıb aile konağın sapasağlam. Neden boş duran konağını ya da bahçesini bile depremzedelere açmazken,  depremzedelere yardım edenlere laf sayıyorsun. Kendisnin yıllardan beri her salı birilerine çık kızarak, öfke ve nefret nöbetleri geçirmek ve böylece bazı gazete ve yayın araçlarının manşet ihtiyacını karşılamaktan başka bir şey yapmıyor.Türkiye'de sağ, yıllarca İsmet İnönü'yü diline doladı. Şu fotoğrafı bugünün iktidarının hangi politikacısı verebilir. Dikkat ettiniz mi, iktidar partisi ve ortaklarının politikacıları depremzedeleri dinlemiyor, bir sürü koruma ile geziyor. Bir de ara ara pozlar veriyor.







Atatürk'ün pek çok pozu var, halkı nasıl dikkatle dinlediği ile ilgili. Şu anki pek çok politikacı, öylesime kibirli ki, kendi parti üyeleri ile ve planlayarak bile bu pozu veremez. Şimdi o insanlar felaket yaşamış. Senin geciktiğin her saniyenin, hatta salisenin hesabını soracaktır. Bu kadar çok acı çeken insanın öfkelenmeye, öfke krizi gerçimeye hakkı vardır. Bu insan sen, haksız yere suçlasa bile, sen sakin olup, ona sakin cevap vereceksin.



 Bu konunun bir de tarikatlar ayağı var. Bu tarikatlar, Afrika'da su kuyusu açıyor ama depremzelere çadır kent açmıyor. (Bu bahane ile tekrar para topluyorlar. ) Benim bildiğim sadece Süleymancılar denen  (kurucuları Süleyman Hilmi Tunahan'dan dolayı) tarikatın bile, depremzedeleri misafir edecek kadar yurdu var. 2003'de Isparta'da sadece bir ilçede Süleymancı yurdu yoktu. 2010 yılında Kırıkkale il genelinde on üç yurtları vardı. Halen öyle mi bilemeyeceğim. Kocatepe AVM'nin terk edilmesi gibi bu tarikatın da eski gücü pek kalmadı. Üst  düzey Süleymancı bürokratlar iyice azaltıldı. AKP önce ülkede diyanetten fazla Kuran kursu ve ilk on büyük üniversiteden büyük pansiyonu olan tarikat güçten düşse de, tüm o binalar muhtemelen başka tarikatların elindedir. Şu anan kadar Alevi dernekleri cemevleri, Hristiyanlar kiliselerini açtı ama yurtlarını açan tarikat var mı?

En başa, bu yazının ilham kaynağı olan Kule romanına dönelim. Romanda, en azından benim okuduğum çeviride, papaza şansölye diye hitap ediliyor. Benim nildiğim Almanya başbakanlarına şansölye denir, meğer bu kelimenin papaz ya da kilisedeki en yüksek rütbeli papaz anlamı da varmış. Romanda kule yıkılmadan evvel, cemaat önce yavaş yavaş, sonra hızla kiliseyi terk ediyor. Ülkemizde 12 Eylül rejiminin zorunlu din dersleri ve Alevi köylerine yapılan camiler ile diktiği din kulesi de göz göre göre yıkılıyor. Bugün depremin 9. günü, halen çadır ihtiyacı var.







11 Şubat 2023 Cumartesi

TOPLUMSAL AHLAKSIZLIĞIMIZI İTİRAF

 


Aptallık ile ölü olmanın ortak yönü, her iki durumda da durumu siz bilmezsiniz, etrafınızdaki bilir, diye bir söz  vardır. O söz çoğu kez ahlaksızlık için de geçerlidir. Bir de şöyle bir durum vardır. Acaba öldüm mü diye düşünüyorsanız, yaşıyprsunuz demektir. Acaba aptallık yaptım mı diye düşünüyorsanız da akılanıyorsunuz demektir. Sorgulamak, düzeltmeye çabalamanın başlangıcıdır. Ahlakı düzeltmenin başlangıcı da, ahlakı sorgulamaktır. Toplumlar en fazla ahlaki geri kalmışlığını itiraf etmekte zorlanır ve en zor ahlaki çürümesini görmekte zorlanır.

Yıllar önce Aziz Nesin, Türk halkının %60'ı aptal dediğinde tepki toplamış, sonra da vazgeçtim, %80'i aptal demişti. Oysa ondan çok daha önce Hüzeyin Nİhal Atsız,bu ülke delilerle, gerizekalılarla ve ruh hastalarıyla doludur demişti. Nedense kamuoyu, ırkçı ve dolaysı ile sağcı olan Atsız'a, Aziz Nesin'e karşı öfkelendiği gibi öfkelenmemişti. Jean Jack Rousseau, bir toplumu aydınlatmak, o toplumu yönetmekten daha zordur, demiştir. Gerçekten de öyledir. Bir de şu vardır ki, cahil milletleri yönetmek daha kolaydır. Toplumların entellektüel yükselmesi, ahlaki yükselmesinden daha kolaydır. Almanlar 1933'de ya da şimdilerde Ruslar, entellektüel olarak çok yüksek seviyedeydiler ama millet olarak demokrasiyi hiç yaşamamışlardı, demokrasi cahiliydiler.

Liselerde ahlak dersleri verirken, İngilizlerin faydacı ahlakı yada Amerikan faydacı ahlakının, bu toplumlar hariç, diğer tüm toplumların eleştirdiğini gördüm. Öte yandan İngilizlerin, Amerikalıların ve diğer Anglosakson kökenli (Avusturalya, Kanada, Yeni Zelanda vs) en azından kendi ulusal bütünlükleri açısından mantıklı bir ahlak kuramları vardır. Başka toplumlara zulüm ettikleri doğrudur ama kendi içlerinde önemli hain yetiştirmemiştirler. İngilizler bir dönem dünyanın üçte birini yönetmiş, Amerikalılar da halen dünya ekonomisinin üçte birinden fazlasını yönetiyor. İngilizler o kadar faydacı bir millet ki, 1945'den sonra bu devasa imparatorluğu yönetmenin kendilerine pahalıya geleceğini anlayıp, 1947-1980 arasında sömürgelerinden sistematik olarak çekildi. Muhammed İkbal, bizim İngiliz milleti, bir gün İngilizler, Hindistan'ı terk etse, kendisine taştan İngiliz yapar, hizmet eder demiştir. Osmanlı, Karlofça antlaşmasından sonra iki yüz yıldan fazla Balkan yarım adasında kalabildiğine göre, İngilizler de en az yüz yıl Hindistanda kalabilirdi bence. Fakat ne gereği var, Karlofça, Pasarofça, Küçük Kaynarca antlaşmalarını görmenin, büyük bozgunları yaşamanın? İngilizler, Hindistan'a zengin olmak için gitmişlerdi. Bunu anlayan Gangi, İngilizlere karşı silahlı mücadele yerine, iktisadi mücadele etti. Önce tuz yürüyüşüyle başlayıp, İngiliz tuz tekelenine son verdi. Sonra Hindistan'ı çıkrıklarla ve dokuma tezgahlarıyla donatıp, İngiliz tekstil sanayisini batırdı. İngilizler, böyle fetihçi millet olamalrına rağmen, denizcilik harici kahramanları yoktur. Koca Hindistan'ı (Bu Hindistan'a bugünkü Pakistan, Nepal, Sri Lanka, Andaman adaları, Bangladeş, Myanmar, Bhutan'da dahildir) yüz bin kadar subayla yönetmiş, ülkeyi de İngiliz ordusu değil, İngiliz Doğu Hindistan şirketi, paralı askerler ve yerel liderleri satın alarak fethetmiştir. Bazı idari sorunlar çıkınca, Kraliçe alel aceler İmparatoriçe ve Hindistan kraliçesi ilan edilmiştir.

Gördüğünüz gibi, İngilizlerin o beğenmediğimiz ahlakı, en azından kendi toplumları için tutarlı ve yeterli. Kendimizden daha müreffeh, gelişmiş, toplumları ahlaken hor görmek, bence sadece kendi kendimizi avutmaktır. Gelişmiş toplumlar, ahlakı da gelişmiş toplumlardır. Toplumsal kalkınma, ahlaki kalkınma olmadan olmaz. Birbirine çürük mal satan, çürük inşaat yapan, işçilerine kazık atan toplum da kalkınamaz.

Geri kalmış toplumlar, ileri toplumları genelde cinsel ahlak ile vurmaya çalışır. Gelişmiş toplumlarda LGBT hakları ve bakirelik tabusu üzerinde gider. Oysa Osmanlı, ey sevgili, yüzünde sakallar çıktı da sevilmez oldun diye oğlan çocuklarına şiirler yazmıştır. Size edebiyat dersleride yalan söylendi. O şiirlerdeki şarap, gerçekten şarap. Ders kitaplarında olmayan satırlarda, beyaz-kırmızı şarap, yıllanan şarap ve şarap bağlarının ayrımı yapılıyor. O şiirlerdeki oğlan da, gerçekten oğlan çocuğu. Meşhur Sadabad şiirinde, selvi civanım diyor, yani uzun oğlanım. Civan kelimesi erkekler için kullanılan bir terimdir. Annenden, cumaya diye izin al da biz Sadabad'da sevişelim diyor. Türk halkının LGBT'ye karşı iki yüzlü ahlakını anlamak istiyorsanız, 1992 yapımı Dönersen Islık Çal filmini izleyin. Oğlancılık yada kulanpara gibi isimler de verilen aktif homoseksüelliğin  toplumda desteklendiğini görürsünüz. Bakireliğe gelince. Bu toplumda erkeklerin istediği, pek çok Yeşilçam filminde, özellike Küçük Emrah'ın filminde olduğu gibi, bakireliğini evlilik öncesi yitiren her kızın fuhuşa düşmesi. Sözde erkek egemen toplum da aslında kadınların, erkek egemenleri sömürdüğü iğrenç bir düzen. Kaldı ki Z kuşağı dediğmiz gençlerde, bakirelik tabusu da can çekişiyor.

Toplumumuzun cinsel ahlakındaki yoksunluğu, Müge Anlı başta olmak üzere,  gündüz programlarında görebilirsin. Twitter'da anonim bir hesap, programda anlatılanların çoğu hayal deseler de, Anadolu'da bir süre gezinen, bu gerçekliği bilir. Tabi son yıllarda köy enstitülü yazarlar ve köy konulu Yeşilçam filmleri demode oldu. O romanlar ve filmler, pek çok şeyi anlatıyordu.

Aslında bu blogda da ahlka üzerine defalarca yazmışım. Şöyle yakın zamanda eklediklerimden başlayarak, bir kaç tanesini buraya ekliyorum:

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/dedikodu-cihadi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/kurak-gunler-ve-suru-davranisi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/12/mufazakarlikta-sorun-olmasi-degil.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/11/baris-akarsu-filmi-cok-nitelikli.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/09/veba-geceleri-ve-dalkavuklar-gecesi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/hincal-uluc-tarzi-gazetecilik.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/furya-filmlerinde-kadin-oyunculari.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/05/uluborlunun-abdal-beslemesi-gibi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/05/ertugrul-ozkokun-hurriyeti.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/yetmez-ama-yanildiniz-kendiniz-icin.html

Bu on tanesini yakın tarihine göre sıraladım. Aslında ilk sorunumuz ahlak sorunudur ve bunun için felsefe yapmamız lazımdır.




8 Şubat 2023 Çarşamba

(NASUH MAHRUKİ'YE) BEN O ŞEHRE GELEMEM



 (NASUH MAHRUKİ'YE)

BEN O ŞEHRE GELEMEM

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Atlantik’te bir gemi batar fırtınada

Bir denizci ölür

Denizcinin  çocuğu ağlar.

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Deprem olur,yer gök biri birine girer

İnsanlar çürük Kızılay çadırlarına doluşur

Nasuh  Mahruki yıkıntıların arasına bağırır

‘orda kimse var mı?

Ben o şehre  gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Sokaklar ateş denizi olur

Sağlı sollu kavga eder insanlar

Erdal Eren’in yaşını büyütüp asarlar

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Zeki Müren ölür,Barış Manço ölür,

Adile Naşit ölür,Kemal Sunal ölür

Ölür bütün güzel insanlar

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Bir seans gongunun sesi ile yıkılır umutlar

Borsa battı diye

Banka iflas etti diye

Yıkılır hayaller

Ben o şehre gelemem

Ben o şehre geldiğimde

Depreşir duygularım

Batar bana yalnızlığım

Platonik aşklarım gelir aklıma

Bunalır ,sıkılırım

Dayanamam ağlarım

(Bu ergenimsi şiiri,  uzun süre görmediğim ve yıllarca da göremeyeceğim platonik aşkım olan kız için yazmıştım. Şiirde Nasuh Mahruki'nin adı geçtiğine göre, 1999, 17 Ağustos depreminden hemen sonra ve ben 1999 Kasım ayından önce yazmış olmalıyım. Aslında insanlara göstermeye utandığım bir şiirdir ama televizyonda Nasuh Mahruki'yi görünce, onu, kurduğu AKUT  derneği ve kurtardığı hayatlar adına şereflendirmek istedim. Çabalarını ne kadar önemsemişsem, doğal olarak adını şiire eklemişim. )

KENDİN İNMEK ZORDUR AMA GENE DE İNMESİNİ BİLMELİ -MEMENTO CADES

 


Nasıl ki uçaklar havada, gemiler denizde ve araçlar yolda sonsuza kadar kalmazsa, iktidarlar da iktidarda sonsuza kaldar kalmayacaktır.Düşmek  kaçınılmazdır ama kimse kolay kolay kendisi inmez. Pek çok demokraside inmek kanuna-kurala bağlanmıştır. İnmek her durumda zordur. En başta devletin imkanları veya makamın imkanları ile yaşanan bir lüks yaşam vardır. Bu lüks bazen gözle görünür bazen de gözlerden saklanır. Mesela Hitler daha iktidara gelmeden evvel Eva Braun'un sadece mutfağına 10-15 kişi çalışıyordu ama Almanların büyük çoğunluğu, Hitler'in ölmeden evvel evlendiğini öğrenince çok şaşırmıştı. Çünkü onun kendini halkına adadığını ve kadınlarla ilgilenmediği falan duymuşlardı. Oysa Nazi devleti führerini muhteşem bir lüks hayat yaşatıyordu. 

İkinci sorun da, lider ya da partiden ziyade, ondan geçinen ve ondan zengin olanlardır. Bunlar, kraldan çok kralcıdır. Çünkü kral tahttan düştüğünde bir şekilde geçinir ama bunlar aç kalır. Lider ya da parti inmek istese de bunlar indirmez ancak düşme kaçınılmaz olduğunda ilk  bunlar sırt çevirir ve yeni iktidardan nimet ummaya başlar.

Üçüncü sorun da sosyal mevkiden düşmedir. Bir zamanlar sizin gözünüze girmek için bin bir takla atanlar, sizi görmezden gelir. Pek çok insan için sosyal konum, birilerinin hayranlığı, hayati önemdedir.  Anoreksiya olan kızları düşünün, bu kızlar ne için kendilerini aç bırakmaktadır? Demek ki uzun ve yorucu oruçların, açlık grevlerinin tek amacı ideolojik ya da dinsel adanmışlık değildir. Din adamları da (hemen her dinde vardır bu bedeni zorlayanibadet ve zikirler) pek çok kere tanrısal sebeplerden değil, kamu oyuna dşndarlığını göstermek için kendisini aç bırakır. Pek çok için toplumsal konum, hayatından da önemli olabilir.  Bu yüzden pek çok kişi, yaşadığı lüksü gizleme çabasındadır.

Dördüncü sorun da, indikten sonra geri çıkmanın zorluğudur. Düşene kimse acımaz. 1950'de  seçimler öncesinde Milli Şef ünvanlı İsmet İnönü, her yerde törenler, hatta kurbanlar kesilerek karşılanırken,  1952-53 gibi bazı ilçelere sokulmuyor, atılan taşlardan başı kanıyordu. CHP, 1950'den beri tek balına iktidar olamadı. 1991'den sonra Macaristan ve Polonya'da Komünist parti, sosyal demokratlaşarak, 1995-96 gibi tekrar iktidara geldiyse de,  bu iki ülke şu anda Avrupa birliğinin en sağcı ve en dikta iki ülkesi. Yani inince, geri yükselmek, başlangıçtan yükselmekten daha zor. Eski politikacılardan Süleyman Demirel, sürekli kendisine oy veren köylü kitlesi sayesinde yedi kere gitti, sekiz kere geldi. En sonunda 1997 28 Şubatından evvel bu kitleyi kaybettiğini anladı. Yıllarca sırtını dayadığu muhafazakar kitleye sırt çevirdi.

Beşinci neden de, uzun süre iktidarda kalmanın oluşturduğu kibirdir. Ben bunu okul ya da kurum müdürlerinde çok gördüm. Okullarda son bir kaç yıldır müdür rotasyonu var. O zamanlar pek çok müdür, ben şu kadar yıldır buranın müdürüyüm diye söze başlardı. Şimdilerde de şu kadar yıllık müdürüm diye söze başlıyorlar. Pek çok yönetici, sadece politikacılar ya da diktatörler değil, alt kademe yöneticiler de, bulundukları kurumu kimse kendilerinden iyi yönetemez diye düşünmeye başlıyorlar. Bir de, bir makamı uzun süre işgal eden kişi, zamanla çok şey öğrendiği ve çok fazla tecrübeli olduğunu falan sanıyor. Makamı altındakileri ya da makamından hizmet alanları, çocuğu gibi görüyor.

Bütün bunlara rağmen gitmesini bilmeli. Önce kendiniz için. Emre Kongar'ın bir yazısında dediği gibi, güç tehlikelidir, mutlak güç, mutlaka tehlikelidir. Uzun süre güç sahibi olmanız, sizden başka herkesin size düşman olmasına sebep olabilir. Siz ölseniz de aileniz ve sevdiklerinize, mutlak gücünüz ve bundan dolayı düşman olabilirler. Bunun için pek çok diktatör, kaçış planları yapar. Kaçsalar da, İran Şahı ya da Vahdettin gibi paraları çabucak biter. Vahdettin, hicret etti diyenler, kendisi 39 Ağustos zaferi için, İstanbulluların bütün ısrarlarına rağmen bir kutlama telgrafı çekmemiştir. İdi Amin, sığındığı Suudi Arabistan'da,  telefonlarının kesilmesi ile aşağılanmıştır.

Diğer yandan zamanında makamdan inmek, ideolojiniz ve ülkeniz için de gereklidir. Eğer Sovyetler Birliğine, Komünist parti zamanında iktidarı muhalefete bıraksaydı, birlik böylesine dağılmazdı. Ülkelerde tek parti, tek adam ya da saltanat değişimleri sancılık ve kargaşalıklarla dolu olur. İktidarı devretmek ya da kaybetmek kaçınılmaz olduğuna göre, bunu ideolojinize ve ülkenize en az zarar verecek şekilde olmasını sağlamalısınız. Bu, bir daha iktidara gelmenize sebep olsa bile.

Tarihte bunu, en azından benim bilebildiğim tek yapan Türkşye'de CHP oldu. 1946 seçimleri üzerince CHP'yi eleştirenler bilmelidir ki, o zamanlar ne patlayan bombalar ve bombalar patladıkça oy oranımız arttı diyen yüzsüzler oldu, ne de Demokrat Partinin malları kamulaştırıldı. Demokrat parti, seçimlerdeki şüpheleri de kullanarak, özgürce propagandaya devam etti. Pek çok kişi, CHP'nin iktidarı erken devrettiğini söylese de, bence 1946'da devretmiş olsa daha iyi olurdu.

CHP dışındaki örnekler, Amerikan destelkli paramiliter grupların desteği ile iktidarı bırakan Nikaragua'daki Sandilistler (on sene sonra seçimle iktidara geldiler) ve Sovyetler birliği dağılınca iktidarda kalamayacağını anlayan Doğu Avrupa'nın komprador iktidarları oldu. Onlarda da Romanya direndi. Ukrayna ve Gürcistan'ın Rusya yanlısı partileri de isyanlar sonucu yıkıldı.

Acı gerçek şu ki, bir iktidarın ilk bilmesi gereken, bir sonraki iktidara iktidarı nasıl  ve  kime bırakacağıdır. Bu bazen nasıl geldiği bir yana, neler yaptığından bile önemlidir. Sovyetlerin dağılışı, Libya ve Irak'ın hali buna örnek olmalıdır. Sovyetler Birliği Komünist partisi, iktidarını seçimle devretseydi, ülkede sosylaizm halen ya da en azından umut olarak yaşıyor olabilirdi.Bir iktidarın demokratlığı, nasıl geldiğiyle değil, nasıl gittiği ile ilgilidir.

(Bu yazıyı depremden evvel başlamış ve bayağı ilerletmiştim. Bitirmesem olmazdı. Onunla ilgili de zaten defalarca yazmıştım, gene yazacağım)


5 Şubat 2023 Pazar

DEDİKODU CİHADI



 Dedikodu ile ilgili pek şok söz, atasözü vardır. Bir kısmı, ateş olmayan yerden, duman çıkmaz veya yarası olan gocunur diyerek,  dedikoducuları destekler. Önce parantez açıp, şunu söylemeliyim ki, dedikodu yapmak, toz bile olmayan yerde yangın yaygarası koparmaktır. Birisi size bir ithamda bulunduğunda, kendinizi doğal olarak savunuyorsunuz.

Diğer yandan dindarlar sürekli gıybet, çiğ et yemektir, duyduğunu anlatması Müslümana günah olarak yeter falan derler. Oysa bir yerde ilk dedikodu üretenler de dinar, muahfazakar ve daha doğrusu tarikatçı kimselerdir. Dedikoduyu genelde, herkes bunu konuşuyor, hakkınızda konuşuyorlar diye. Size hakkınızda böyle konuşuyor diyenler, çoğu kez o dedikoduyu üreten kişilerdir. Dedikodu ile ilgili en büyük yanılgı, dedikoduların kökeninin yanlış anlama ya da kıskançlık olduğunur.  Gerçekse dedikodu, bilinçli ve planlı olarak yapılan saldırılardır. Bu saldırılar uzun hazırlıklar gerektirir. Bu saldırılar da keşifler gerektirir. Bunu taşraya giden memursanız, bir kaç yer de değiştirirseniz, yerli halkla konuşmamaya ve onları evinize sokmamaya, onların da evlerine girmemeye çalışırsınız. Gerçi dedikodu üreticileri genelde, misafir olmayı sevmeseler de, ağzınızdan laf almak uğruna sizi sık sık evine davet edebilirler. Başka bir konu da, birilerinin evine sık girip- çıkmanız da dedikoducular için malzeme olma özelliği taşır. Sizinle ilgili öğrendikleri her bilgi,  daha sonra üreteceği dedikodular için malzemedir. Sizinle ilgili ne kadar çok şey bilirse, ona katacağı yalanlar o kadar inandırıcı olacaktır. Sonra bu dedikodularını doğrulaamk için o ayrıntıları yüzünüze vuracaklardır.

Eğer memursanız dedikodular, görev sürenizin sonuna doğru çıkacaktır, daha doğrusu yoğunlaşacaktır. Bunun sebebi sadece birilerinin çıkarına dokunmanız ya da onlardan olmamanız değildir. Taşralı olarak gider ayak size haddinizi bildirmeyi amaçlarlar.

Diğer yandan tarikatlar, bir kişiye saldırmadan evveli o kişinin itibarına saldırırlar. O kişi ya da grup için en akıl almaz dedikoduları üretirler. Zaman hazetesi de ilk yıllarında, belli bürokratlarla ilgili olarak,  sadece adını vermeyerek ( kim olacağı kolayca anlaşılacak şekilde) dedikodular yazardı. Sonra internet sitelerindeki kaynağı belirsiz siteler ve sosyal medyada kaynağı belirsiz hesaplar, bunun yerini aldı.

Seçimlerden önce de muhafazakarlar ve tarikatlar, basını da kullanarak bir dedidoku fırtınası estirirler. Aslında tarikatlar ara ara dedikodu fırtınası estirir. Mesela 2017 KPSS'ye beş milyona yakın kişi katıldı. Çünkü o zamanlar, 15 Temmuz sonrasında kamu personelliğinden atılan on binlerce kişi yerine daha fazla kamu personeli alınacağı dedikodusuydu. Lozan antlaşmasının 2023'de ( yılbaşısı geçti, 29 ekim mi yoksa antlaşmanın imzalandığı 24 temmuz mu) biteceği ya da tek parti döneminde Kuran yasaklandı gibi dedikoduları üretip, durmaktalar. Bunu da ara ara en üst düzeyde yöneticilerine söyleterek, gerçeklik algısını arttırmaya çalışıyorlar.

Sorsanız zina çok ama çok büyük günahtır.

3 Şubat 2023 Cuma

Memento cades DÜŞMEME TEDBİRLERİ 2

 


İktidar sahiplerine akıl vermemiz,  yazımızın 2. bölümü ile devam ediyor. Nerde kalmıştım, evet eğitim:

6)İdeolojik eğitim: Her zaman halkı cahil bırakmak olmaz. Çünkü kapitalizm, eğitilmiş emek istiyor. eğitilmemiş insanın emeği de bir işe yaramıyor. İktidarlarında bu çıkması var. Geçen yazıda hatırlarsanız, Sosyalist-Komünist ülkeler hariç, diktatörlüklerde okur-yazarlık düşük demiştim. Peki neden Sosyalist-Komünist ülkeler hariç? Çünkü zaten devrimler, üst sınıflar beraber, okur-yazar sınıfın da yurt dışına kaçmasına, devrim sebebi ile yargılanıp, idam-hapis ya da mevkiden düşmesine sebep olur. Sosyalist- Komünist devrimler ise yapısı itibarı ile  üst sınıflarla beraber, eğitimli sınıfın da çoğunu ülkeden kovar. Bu yüzden eğitimli insanların, bir eğitilmiş sınıfa ihtiyaç duyulur. Benzer bir durumu Osmanlı'da yaşamıştı. Özellikle Abdülhamit döneminde, bir okullaşma çabası  içine girer devler. Bir kaç tane kız okulu bile açılır. Gene de Cumhuriyet ilan edildiğinde kadınlarda okuma-yazma binde dörttür ve 1917'de önemli büyükelçiler ve Hariciyenin  (Dışişleri bakanlığı) çoğu memuru Ermeni ya da Rum'dur. Çünkü yabancı dil bilen Türk yoktur. Osmanlı, bir imparatorluk olarak, her milletten yeteneklerine göre faydalanıyordu. Osmanlı ailesi için Türkler, asker ve çiftçi olarak gerekliydi ve cahil kalması gerekliydi. Bu yüzden Osmanlıda en son Türkler (Araplardan sonra) matbaayı kullanmaya başladı. Milliyetçilik tüm ülkeyi sarmaya başlayınca, elde bir tek Türkler ve Anadolu halkı kaldı.

İktidarlar bu durumda, eğitimle beraber, ideolojij eğitimi de icat etmişlerdir. Eğitimin açık işlevlerinden biri de, devletin ideolojisini vermektir. Her pazartesi ve cuma günleri yapılan bayrak törenleri, zorunlu din dersleri ve derslerin içine serpiştirilen konular, bu eğitimin bir parçasıdır. İlk çağlardan beri her iktidar, gücünü eğitimle pekiştirmek istemiştir. Roma Katolik kilisesi, Rönesansla beraber yiten iktidarını, eğitimle korumak istedi ve her tarafa Cizvit kolejleri başta olmak üzere, okullar açtı. Hatta günümüzün meşhur işletme mastırı eğitimi (A.B.D'de, ev satın almaktan sonra en karlı garantili 2. yatırım kabul ediliyor), Cizvit  tarikat-ı (Doğrudan Papa'ya bağlı) tarafından verilmekte ve serfitikası onaylanmakta. Gene de bu eğitim sistemi Avrupa'da deist-Ateist sayısını artmasıan engel olamadı. Descartes'da Cizvit koleji mezunuydu. Sonraki yıllarda pek çok dinsiz, dini okullardan çıktı. Aziz Nesin, hafızdı ve 1957'de Bursa'da sürgündeyken, Kuran öğreterek para kazanmıştı. Stalin, ilahiyat mezunu, Turan Dursun Sivas ili eski müftüsüydü. Yani din eğitimi de, bitecek olan din iktidarını kurtarmıyor.

İktidarlar, istedikleri kadar müfredata kendilerini koysunlar, istedikleri kadar öğretmenler, ders kitapları, hatta çocuk kitapları onları anlatsız, çağ değiştiğinde, düşünce de değişecek ve eğitim bir şekilde hayata uymayan iktidara muhalif insanları yetiştirecektir. Eğitim, önce iktidarın düşmesiniavaşlatır, hatta engeller bile olsa, sonra düşmeyi hızlandıracaktır. Bu yüzden de pek çok iktidar, sadece gerekli teknik elemanı yetiştirmekle yetinmek ister, Tuba Ağacı Nazariyesini falan savunurlar. Oysa kapitalist hayat, çok fazla eğitimli insan ister.

7)Ey çekmek, diğer ülkelere diklenmek.  Pek tavsiye edeceğim bir yol değildir. Çoğu kez düşmeyi hem hızlandırır, hep daha kötü yapar. Bu Hışto'nun hançerlerinden en önemlisidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/10/diktatorlerin-marifetleri-histonun.html) Başka ülkelere, hele devasa imparatorluklara yalandan da olsa direnmek,  taraftarlarınızı coşturur. Öte yandan dış desteklerinizi azaltır. Uluslar arası siyasette müttefiksiz olmak da güçsüzlük sebebidir. Bir de bu ey çekenlerin başka ülkelerin karizmalarını yıkma durumları da vardır. Yani onlar da kendilerine fazla ey çekenlerin sesini kısmalıdır. Bu yüzden de ey çekenler, mahvedilmelidir.

Saddam Hüseyin,  A.B.D başkanı Bush'a, işkence gören Amerikan askerlerinin videosunu hediye etmişti. Aylarca bir kuyuda, inde saklandı. Yakalandığında, başkan Bush'la görüşmeye hazırım deyim, yakalayanları güldürmüştü. Aşağılana aşağılana sorgulandı, yargılanda ve asıldı. Benzer bir sonu da Kaddafi yaşadı.

Ancak hiçbirinin sonu, Romanya'nın diktatörü Çavuşesku kadar kötü olmadı. Kendisi Sovyetler Birliğinin kompradoru duğu Avrupa diktatörlerden biriydi. (Komprador, İspanyoca satın alan ya da mümessil demek. İşgal ettikleri ülkelerde, yerel halkla muhattap olmak istemeyen bazı İspanyol komutanlar, yerel halktan temsilcilere iş gördürmüş. Yabancı devlet ya da işgalciyle işbirliği yapanlar için kullanılan bir deyimdir. Z ve diğer yeni kuşaklar not.) Görünüşte Sovyet politikalaarından en uzak ve bağımsız liderdi. 1968 Çekoslovak isyanında, isyanı bastırmaya asker göndermeyen tek Varşoca paktı ülkesiydi Romanya. Benzer bir şekilde, A.B.D ve müttefiklerinin, Afganistan savaşını bahane ederek boykot ettiği 1980 Moskova olimpiyatlarına karşılık olarak boykot edilen 1984 Los Angeles olimpiyatlarını boykot etmeyen tek sosyalist ülkeydi. Oysa gerçekte Romanya'nın petrolü dahil tüm varlığını Sovyetlere adanmıştı. o kadar ki, bir petrol ülkesi olmasına rağmen halk, at arabası kullanıyordu. Hatta o atlar, Sovvetlerin yıkılmasından sonra kesilip, İsveç köftesi yapıldı da, Avrupa çapında skandal oldu. Varşova paktı dağılırken bir tek Romanya'da kan aktı, bir tek Romanya'da politikacılar ve istihbarat (Çavuşesku'nun çok acımasız ve kendisine sadık bir istihbarat-paramiliter örgütü vardı. Çavuşesku devrildikten sonraki iki sene boyunca terör eylemlerine devam etti.

Sovyetlerin dağıldığı kritik yıllar olan 1989-1991 arasında sadece Romanya, Kafkasya ve Orta Asya'da kan aktı. Romanya hariç doğu Avrupa, en kansız şekilde Rus egemenliğinden kurtulu. Kim ne derse desin, 1990 öncesi Varşova paktı doğu Avrupa ülkeleri, şu anki Başkursitan ya da Yakutistan devlet başkanının, Putin'den bağımsız olduğundan daha bağımsız değildi.

8)Yağ çekmek: İktidarda kalmanın bir yoldu da, eğer komprador yöneticiyseniz, koruyucunuz büyük devlete yağ çekmektir. Fakar Küba'yı yöneten Batista yönetimi gibi koruyucunuz tarafınız tarafından bile korunamıyor olabilirsiniz. Gorbaçov'da, traih gecikeni affetmez cevabı alan Eric Hooneker gibi terslenebilirsiniz.

Yağ çekseniz bile, patronunuzun gözünüzden düşebileceğiniz gibi, bir kere gözden düştünüz mü, geri dönüşünüz çok zordur. Sedat Simavi'in oğulları Haldun ve Erol Simavi'nin başına gelenler buna örnektir. Sedat Simavi, bir basın patronu olarak, kaleminizi kırın ama satmayın demişti. Bu iki kardeş ise basının en zor zamanına denk gelmiş, hayatta kalma savaşının tam ortasına kalmışlardı. 12 Eylül rejimi tepelerinde ötüyor, onlarsa Gırgır başta olmak üzere pek çok muhalif pek çok dergiye ve yazara sahiptiler. Özellikle Hava Kuvvetleri Komutası Tahsin Şahinkaya'nın tüm dünya basınının diline düşen servetini aklamak adına iki kardeş çok çalıştı. Heyhat, Sedat Simavi ilkeli basın bitmişti. Erol Simavi'nin Hürriyet gazetesini elinden aldılar, kurtlar Vadisi Pusu'nun Davud Tataroğlu'su Aydın Doğan'a verdiler(Aydın Doğan gerçekte de Kırım Tatarıdır ve kızı Vuslat Doğan Sabancı'da çok etkili biridir). Haldun Simavi'nin Günaydın gazetesi ile yok edildi, bir süre Sabah gazetesinin eki oldu. çünkü Günaydın gazetesi bir medya blogu olarak pek çok yerel gazeteyi, özellikle akşam üstü saat 16.00 gibi basılan gazeteleri barındırıyordu. Holding bunları ne kadar denetlerse denetlesin, genelde büyük ölçüde bağımsızdılar. Günaydın gazetesi ile yerel medya da büyük ölçüde zayıfladı. Bu kadar lafın aan fikri, artık istenmiyorsanız, tağ çekmek sizi kurtarmaz.

Şahinkaya olayı önemli. CASA denen İspanyol marka kalitesiz uçaklarının sklandalı, uluslar arası boyuta taşındığı için duyuldu. 12 Eylül rejimi  ve merkez medya da unutulması için çabaladı. Şahinkaya ile ilgili tek skandal, CASA olayı da değildir. Darbeden hemen sonra, o zamanlar bir kamu kuruluşu olan Petrol Ofisi istasyonlarının tamamnının Kale Seramikle döşenmesi de unutuldu. Üstelik Uğur Mumcu'nun yazdıklarına göre Tahsin Şahinkaya, İbrahim Bodur'a ihale vermeye daha albay rütbesindeyken başlamış. Diğer MBK (Milli Birlik Komitesi, Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının adı) ve o yıllarda sürekli yönetim kurulu üyesi, banka müdürü, şube müdürü falan olasn subayların da mal varlıkları şaibelidir. Zira o dönemde subaylar, müzelerdeki resimlere bile el koymuşlar ve bazıların kaybetmişlerdir. (  https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/hediyelesmede-eski-turkiye-ve-yeni.html ) 

9)Medyayı kontrol etmek: Bunu  9. madde yaptığına inanamıyorum. Napolyon bile, gazeteleri kontrol edemezsem, üç ay iktidarda kalamam dememiş miydi? 1980-1985 arası çocuk hikayelerinin %80.'den fazlası, büyüklerin sözünü dinlemeyen çocukların başına gelenlerle ilgilidir. Yani iktidarlar basını o kadar yoğun kontrol ederler. İlk çağlarda medya ya da basın, şairlerdi. Okuma-yazmanın az olduğu yıllarda insanlar ezberlerinde çok fazla şiir ezberlerdi. Devlet adamları, yöresel derebeyleri, şairleri ve saz aşıklarını maaşa bağlardı. Aşıklar,  zengin birinin oğlu öldürüldüğünde ağıt yaktıklarında, ağıt güzel olmuşsa, bahşişi avuç avuç, alırlardı. Çünkü iyi bir ağıt, dillere dolandıktan sonra sanıkların affedilmelerini engeller, idamına sebep olur, yıllarca unutulmamasını sağlardı.

Toplumu medyasız bırakmak ya da bağımsız medyasız bırakmak da önemli bir iktidarda kalma yoludur. Osmanlının yüzlerce yıl matbaayı yasaklamasının hat esnafı olduğu palavrasına inanmayın. Fatih Sultaan Mehmet, daha o zamanlar bu makinenin yeni fikirleri hızla yayacağını anlamıştı. Aslında matbaa ve benzeri makienelerin geçmişi çok eskidir. Mesela Ankara'nın Beypazarı ilçesinde halen yaşatılan ıhlamur baskı tekniği ile askerlerin, özellikle de üst düzey konutanların, padişahların ve şehzadelerin elbiselerine Kuran ayetleri ve hadisleri yazılırdı. Bu baskıya ıhlamur baskı denmesinin sebebi, baskı kalıplarının genelde ıhlamır ağacından yapılmasıdır. Gutenberg'den altı yüz yıl kadar önce Çinliller, 8. yüzyılda matbaayı yapmışlardı. Avrupa'da aydınlanma, daha 1470'lerde el yazması kitap bulmayı imkansız hale getirmişti.

Osmanlıda ve Cumhuriyette basın hep kontrol altında tutuldu ya da tutulmaya çalışıldı. Sadece Osmanlıda değil, tüm dünyada böyle oldu. Dünya genelinde çoğu ülkede klasik basın (radyo-tv-gazete-dergi), iki buçuk holdinge bağlıdır. Dönem ve devir değiştikçe, basın patronları da değişir. Bağımsız medya ise hiç istenmez. 1999 yılında, Şehriban Coşkunfrat adlı kızın, arkadaşlarınca öldürülmesiile basın devasa bie Satanizm (şeytana tapma) yaygarası kopardı. Aslında ülkemizde Satanizm o yıllarda pek yaygın değildi. Çıkarılan yaygaranın hedefi, o yıllarda yeni yeni geişmeye başlayan fotokopi medyası diyeceğimiz, İstanbul, Kadıköy'de, Akmar pasajı etrafında toplanmış dergilerdi. Henüz bir okuyucu tabanları yoktu ama potansiyel gözüküyordu. Gazete-dergi dağıtımındaki tekel de böylece kırılabilirdi. Bir fırtına ile yok edildi.

Sonraki yıllarda teknolojinin gelişmesi ile bağımsız-muhalif medyanın çoğalması,RTÜK ve benzeri kurumlarla rağmen  sürdü. Osmalıda da, 2. Abdülhamit'in ağır sansür ve muhbir ağına rağmen muhalif  medyanın çoğalmasına engel olamadı. 1997'den sonra da önce internet, sonra sosyal medya geldi ve gelişti.

Ben de bu yazıyı bloger'da, yani sosyal medyada yazıyorum. Devletler ve zenginler, bu alanı da kontrol etmek istiyor, kişleri yönlendirme ve algoritma yollar ile bunu yapmaya çalışıyor ve belki de biraz başarılı oluyor. Ancak gene de birileri yeni fikirleri üretiyor , yazıyor ve az da olsa okutuyor.

10)Erkenden ölmek: Bir diktatör ya da liderin çok yaşayanı makbul değildir. Bir sistem, kurucusu öldükten bir süre sonra yıkılırsa, en azından kurucusu rezil olmamış olur. Bir zamanlar elini öpenlerin, onu ezmek ve yok etmek için nasıl koşuşturduğuna şahit olur. Kaddafi ve Saddam, bunun için yeterli örneklerdir.

Diğer yandan erkeın ölen kişi, gerçek yüzü görülmeden ölmüştür. Alparslan Türkeş, 1995 seçimlerinden önce ölseydi, gerçek bir efsane olarak ölecekti. 1995 seçimlerinde dünürü, dişçisi, ve doktoru başta olmak üzere, parti teşkilatlarının istemediği kim varsa aday gösterip,  milletvekili bile olmadan ölmesi, en azından benim gözümde, zamanına buna hayran olarak ne aptalım fikrine sahip olmama sebep olmuştur. Bence ölümünden sonra oğlu Tuğrul'un genel başkan olmamasının ikincil sebebi budur. (Birinci sebep, olaylı kongrede olayları başlatan, dönemin Ülkü ocakları başkanı Azmi Karamahmutığulları'dır.) 

Bazı kişiler de zamanına ölselerdi, efsane ölecek, haklarındaki iddialar da hiç umursanmayacaktı. Mesela Nazlı Ilıcak, 2013 Aralık ayından, daha doğrusu  17 Aralık 2013'den evvel ölseydi, her seviyede okullara, meydanlara adı verilecek, adına gazetecilik ödülleri verilecekti. 12 Eylül ve 28 Şubat diktalarına nasıl karşı geldiği hep hatırlanacaktı. 15 Temmuz öncesi açıkça darbe çağrısı yapınca, demokratlık maskesi düştü. (Onunla beraber Çetin ve Mehmet Altan başta olmak üzere, tatlı su Liberalllerinin de maskesi düştü.) Süleyman Demirel'de, 28 şubat 1997'den önce ölseydi, bir demokrasi kahramanı olarak ölecekti. 1978 Aralık ayınca, Maraşta kan gövdeyi götürürken, bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz dediği unutulacak, el sıkışmadığı solla, yıllar sonra koalisyon yapması hatırlanacaktı. Temel oy kitlesinin erimesi sonucu, tekrar seçilemeyeceğini anlayınca, ortalığı karıştırması ve türbanlılar okumak için Suudi Arabistana gitsin gbi sözleri yüzünden, tüm ülkenin nefretini kazanarak öldü.

Pek çok diktatör, ölümünden hemen sonra düşer. En bariz olanı Stalindir. Daha cesedi soğumadan adı, kanunları ülkeden silinmeye başladı. Hayatta kalan kızı da A.B.D'ye göç etti. Bazılarının düşmesi için, ölümü üzerinden zaman geçmesi gerekir.

İspanya diktatörü Franko için bu yaklaşık elli yıldır. Ölümünden sonra elli yıl boyunca anıt mezarı kaldırılamadı ve İspanya'nın çeişitli bölgelerindeki halkın Franko ailesine gönüllü bağışladığı mülklerin tekrar devletleştirilmesi ve Franko'nun anıt mezarının sökülmesi ve geri aile mezarına taşınması, yuvarlak rakalma elli yıl aldı. Bu süre içinde İspanya demokrasiye geçti ve Sosyalist parti on dört yıl tek başına iktidar oldu.

11)Savaş veya iç savaş çıkarmak: Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşına girme nedeni olarak hazinenin boş olmasını, maaş bile verilememesini söyler. Almanlardan alınan altın marklar, maaşların verilmesini sağlamıştır. Savaş ya da iç savaş, ulusun ya da taraftarlarınızın sizin etrafında kenetlenmesini sağlar. Öte yandan savaşı kazanacaksınız diye bir şey yoktur. Savaşı iki şekilde kaybedebilirsiniz. Biri düşmana gerçek anlamda yenilerek, diğeri de Pirüs zaferi kazanarak. Pirüs zaferi, Yunanistan'ın Epir bölgesinin kralı Pirusa'nın neredeyse tüm ordusunı kaybederek, Romalılara karşı kazandığı bir zafere atıftır. Kendisi ölen askerlerinin çokluğuna bakıp, tanrıalra bir daha böyle zafer vermemesi için yalvarmıştır. Duası kabul olmuştur ki, iki yıl sonra Epir, Romalılar tarafından işgal edilmiştir.

Bu yüzden pek çok savaş, aslında her iki tarafın da yenilgisidir.  Mesela 1514 Çaldıran savaşı, bir Osmanlı zaferi olmakla beraber, Osmanlı o kadar çok asker, özellikle de Yeniçeri kaybetmiştir ki, tüm İran'ı işgal etmeyi göze alamamış, Tebriz'i işgal ettikten sonra geri dönmüş, sonraki yıllarda da Van'ın ötesinde kalıcı olamamış, Anadoludaki gayrı müslüm ailelerden de Yeniçeri ocağına devşirme alınmasına karar vermiştir. 93 Harbi de bir Rus zaferidir. Ruslar, doğuda Erzurum, batı da Yeşiköy'e kadar gelmiş, Rus generalleri, koca Osmanlı padişahını ateşkes yapmaya ayağına çağırmışlardır. Oysa bu görkemli zafer, Rusya'ya o kadar pahallıya mal olmuştur ki, çöken ekonomi sınıf savaşına ve 1917 Ekim devrimine sebep olmuş, Rusya'yı yöneten Romanov iktidarı, Osmanlı iktidarından daha evvel ve daha hazin sonla yıkılmıştır.

Bu yazı, pek çok konuda tekrarlarla dolu oldu. Konunun genel yapısı için gerekliydi. Gerçkte düşmektense, inmek daha iyi ama inmek, düşmek kadar zordur.