16 Temmuz 2023 Pazar

KILIÇDAROĞLU'NUN İSTİFASINI İSTEMEK İÇİN DÖRT NEDEN



 Bunu bir öğretmen alışkanlığı ile maddeler halinde anlatacağım.

1)Medeni memleketler gibi olmak istiyoruz (en azından muhalefet öyle olsun). Bizde de modern devletler gibi, yüzden 0,1 oy kaybetti diye istifa etsin, bir çocuğun kolu incindi diye ulaştırma bakanı, demiryolları müdürü ve bir sürü bürokrat istifa etsin, üç kuruşluk gofret devlet kredi kartından alındı diye soruşturmalar açılsın istiyoruz. Yoksa 1997 seçimlerinden sonra Alparslan Türkeş'e kimse istifa et demedi. 2002 seçimlerinde Selahattin Önkibar'ın yazdığına göre eder gibi olmuş, kamuoyunu olaylamış, sonra da yoluna devam etmiştir ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html ). Sonra Çorlu tren kazasından sonra, yüzümüze sırıtan bürokratları ne çabuk unuttuk? İstifa kültürünün, en azından muhalefetten başlamasını istiyoruz. Geçmişi hatırlayalım, Mesıt Yılmaz ve Tansu Çiller, her seçimde oy kaybetti ama kimse olnaları istifaya davet etmedi.

2) Siyasette yen, yüzler arıyor ve bizde siyaset yapabilmek istiyoruz. Sadece Kılıçdaroğlu değil, pek çok kişi, yıllardır aynı makamda, yıllardır milletvekili, belediye başkanı, il genel meclisi üyesi, partinin il-ilçe başkanı falan oluyor. Partinin diğer kademeleri de, başkanla değişiyor. Çünkü başkan, her kongrede mutlaka kendisine oy verecek delegeler istiyor. Başkan değişince de, herşey değişsin, başkaları da siyaset yyapabilsin istiyoruz.

3)Alevi-Kürt nefreti: Türk insanı faşisttir ama bu faşizmi her zaman açığa çıkmaz. Faşist yüzünü göstermek için uygun anı, ortamı kollar. Çok az Türk, ben ırkçıyım, ayrımcıyım der. Günümüzde bunu yapamlar, genelde sosyal medyada anonim hesaplarla küfreden, çoğunluğu ergen erkek çocuğu olan tiplerdir. 

Türk toplumunda faşizm, çoğunlukla maskeli kalmıştır. Bunun sebebi Türklerin, 1040 Dandanakan savaşından itibaren, genelde kendilerinden pek çok açıdan üstün toplumlara egemen olmuştu. Araplar ve İranlılar, bu dönemde matematik, felsefe ve kimyada tarihi değiştiriyorlardı. İranlıarın Milattan önce beş yüzlerde, Akhamenişlere dayanan çok ulusl u devlet ve yazılı hukuk geleneği vardı. Türkler genelde tarihleri boyunca egemen oldukları milletlerden sadece askerlik açısından egemen olmuş, diğer milletler savaşmak istemedikleri için Türklerin egemenliğine girmiştir. Türkler de, devşirmelik yöntemiyle, uyruklarından da asker edinmeyi bilmiştir. Türklerde zanaatçılık ve ticaret, genelde azınlıkların elinde olmuştur. Bu yüzden Türklerde progromlar da sınırlı ve düzenli olmuştur. Örneğin Üzeyir Garih'in anılarında anlattığına göre, meşhur Varlık vergisi, azınlıkların üzerine kabus gibi çökerken, aileyi Ankara'da yaşayan dedeleri desteklemiş. Çünkü başkent olmasına rağmen halen bir kasaba görünümündeki Ankara'nın zayıf ticari yaşamına zarar verilmek istenmemektedir. On sene önceki, 1934 Trakya progromu da, Hüseyin Nilah Atsız ve yandaşlarının İzmir'e de yayma çabalarına, devlet tarafından engel olunmuştur. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/1934-trakya-progromu.html) Yıllar önce bir arkadaşım Ülkücülerin, 1978 Maraş katliamının Hatay'a bulaşması için Ülkücülerin çok uğraştığını anlatmıştı. Bense bu anlatılanı unutmuştum, seçim sonuçlarını görünce yeniden hatırladım. Benzer bir şeyi de Kırıkkale'de duymuştum. Çorum progromundan sonra Ülkücüler, Kırıkkale (ve muhtemelen başka illerde de) katliam planlamışlar ve 12 Eylül olmasa yapacaklarmış. Çorum katliamı, darbeye aylar kala, 1980'in Temmuz ayında oldu. Aslında Şubat ayında olacaktı ama halk hazırlık yapıp, barikatlar kurunca, bu sefer askerin desteği ile temmuz ayında tekrarlandı. 

Bu halka sorsanız kendilerini suçlu yada pişman hissetmez. Bazıkarı suçu Amerika yada MİT'e, derin devlete falan atarlar. Pek çoğu da olayları unutma taraftarıdır. Fırsat çıksa bir daha yapmayı da arzularlar. Buna karşın eskisi gibi mum söndü gibi dedikoculara inanmaz,  Alevi esnaftan da alışveriş yaparlar. Hatta  bazıları Aleviden  kız alıp vermeye, çok itiraz etseler de razı olurlar. Gene de kendilerini Sünni ve Türk olarak üstün hissederler. 

Doksanlı yıllarca Fetö, Zaman gazetesinde sık sık Suriye konusunda yazı dizileri yaparak, Türkiye-Suriye düşmanlığı için uğraştı. Zaman gazetesine göre Suriye'de bir Alevi diktatörlüğü vardı. Erdoğan, Suriye'ye benzemek derken, Fetö'nün uzun süredir halka kurduğu bu korkuyu diriltiyordu.

Şimdi pek çok kişi, bu yazdıklarımın hayal ürünü olduğunu, Türk halkının ırkçı olmadığını, o progromların münferit olaylar olduğunu falan söyleyecektir. O zaman sormalı, o münferit olayarın failleri yıllarca arandıkları halde nasıl işe girdiler, emekli oldular ve ecelleri ile öldüklerinde cenazesine devlet erkanı katıldı? Bu halktaki faşizmi ve iki yüzlülüğü en iyi ben, kendi yaşadıklarımla bilirim ve bunu bilmek için o hor görülen azınlığın bir parçası olmalısınız. (Bu bölümü anılarımı anlatarak uzatmak istemiyorum.) Bir Alevi, Kürt ve disleksi olarak yaşadığım zorbalıklar, tek başına bir kitap olur. Bu zorbalıklar hep iki yüzlücedir. Bir öğretmen olarak şunu söylemeliyim ki, o demokrat velilerin çocukları, otistik, engelli yada göçmen çocıkları ile aynı sınıfta okumasın, aynı sırada yan yana olmasın diye kimlerden torpil aradıklarını,  kimlerle kavga ettiklerini en iyi öğretmenler bilir. Normalde BEP'li  (Bireysel eğitim planına ihtiyaç duyan, engelli, zeka özürlü, DEHP ve benzeri sorunlu) öğrenciler, tüm sınıflara eşit dağıtılması gerekirken, bazı gariban öğretmenlere nasıl yüklenir, bu tür öğrencilerden arındırılmış sınıflar nasıl oluşturulur, en iyi ben bilirim. Türk insanı, kendi engelli yakını olmadığı sürece, engellilerden nefret eder. Engellileri sadece dilenirken sever.

Alevi-Kürt nefreti sadece iktidar kanadında değil, muhalefet kanadında da var. Daha kampanya başlamadan başlayan Kılıçdaroğlu aday olmasın kampanyalarının; Meral Akşener'in yarattığı kriz ve meşhur köşe yazarı Yılmaz Özdil'in krizi arttırma çabaları (oysa ben dahil pek çok insan n güzel Yılmaz Özdil köşe yazısı paylaşırdık) da bu nefretin bir parçası.

Böyle bir halk, Alevi, Kürt, hele de Tuncelili bir cumhurbaşkanı istemez.

4)Kılıçdaroğlu'nun idare-i maslahatçı olması ve iktidarı devirmek için ihtilalci olmanın gereği: Atatürk; idare-i maslahatçılar, esaslı devrim yapamaz demiştir. Propaganda sürecinde montajlı video kullanan ve muhalefetin propaganda SMS'lerini hiç bir sebep göstermeksizin engelleyen iktidarın, oy sayımnda ve toplamında dürüst olacağını mı sanıyorsunuz? Seçim gecesi Akşener ve Kılıçdaroğlu'nun uzun süren sessizliği, kendi tercihleri miydi sanıyorsunuz? Gene de seçimi 2. tura taşıyabildiler. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/14-mayis-secimleri-nde-muhalefet-neden.html ) Bu iktidarı Kılıçdaroğlu gibi uyumlu, ittifaklar kuran biri değiştiremez. Daha radikal ve uyuşmaz biri değiştirir. İktidar taraftarları tüm o anlatılan yolsuzlukarı biliyor. Böylesi bir iktidarı, anlayışlı-uyumlu liderler yıkmaz, radikal-popülist liderler yıkar.

Olay aslında doksanlara benziyor. Solcu ve seküler tayfa, doksanlı yıllar boyunca Necmettin Erbakan'ın (Fatih Erbakan'ın babası) iktidarını bekledik. Ne varki merkez sağ çökerken, siyasal İslam yükselirken, Necmettin Erbakan çok ılımlı kalıyordu. Kendisi 1973'de CHP ile koalisyon yapmıştı, doksanlarda da koalisyonların yönetti yada katıldı.Ayrıca Erbakan, büyük tarikatları (Fetöcüler, Menzilciler, Süleymancılar vs) ile arası kötüydü. Kendisinin Adnan Oktarcılar başta olmak üzere pek çok tarikatla dirsek teması vardı ama ona göre tarikat dediğin, az üyeli olurdu. O sırada pek çok olay ve provakasyonla ülke adım adım 28 Şubat'a doğru gidiyordu. Sonuçta Refah partisi kapandı, Necmettin Erbakan'a siyaset yasağı geldi ve Erbakan'dan daha kötüsü geldi. Bu sefer sağ, muhalefet olan yada gözükeni de dahil olmak üzere, Kılıçdaroğlu ve CHP iktidarından korkuyor. Siyasal İslam'ın Kılıçdaroğlu'su Necmettin Erbakan'dı. CHP'nin Erdoğan'ı da iktidara gelecek. Erdoğan'ın solcu versiyonu diyeyim. Zira solcu kitle de iktidarın kitlesine benzemeye başladı. Uzlaşma-anlaşmayı istemiyor.

Hegel, tarih ders alınmak için okunsaydı, tekerrürden ibaret olmazdı diyor. Çömezi Karl Marks, ilk tekerrür trajedi, ikincisi komedi der. Benzerlik, nasıl benzettiğinize göre değişir. Sonuçta on senekine göre bile daha farklı bir dünyadayız. En basitinden teknoloji değişti. On yılda Facebook önce moda, sonra demode oldu, twitter da yavaş yavaş facebook'un kaderini yaşıyor. Gene de internet, sansürü delen en büyük güç olmaya devam ediyor. İnsanlar yeni fikirlere daha çabuk ulaşıyor. Bu yüzden Kuzey Kore ve Türkmenistan gibi ülkeler, bir zamanlar matbaayı yasaklayan Osmanlı gibi interneti yasaklıyor yada kısıtlıyor.

Oysa insan davranışları belli ölçülerde aynı kalıyor. Ben konuma döneyim. Şartlar değişse de, Erdoğan, giderek Demirel'e benziyor. Demirel 12 Eylül öncesinde hiç de demokrat biri değildi. O zamanlar Türkiye İşçi Partisi milletvekili olan Çetin Altan, Meclis kürsüsünde, Türkçe'nin en büyük şairi Nazım Hikmet'tir dediğinde bir grup Adalet partili (Demirel'in o zamanki partisi) milletvekili  tarafından mecliste dövülmüştü . Sonra da partinin başkanı olan Demirel, bu büyük bir provakasyondur, Nazım Hikmet Türkçe'nin en büyük şairidir demek, provakasyondur demişti. 1978 Aralık ayında, Maraş'ta kan gövdeyi götürdüğü günlerde, bana sağccılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz demişti. 12 Eylüle kadar kutuplaştırmayı arttıran ve sağı toparlayan lider oldu. CHP'ye karşı, tüm sağ partileri, minimal partileri bir araya topladı. Demirel, Erdoğan'dan farklı olarak, direniş insanı değildi. Zora geldi mi o meşhur şapkasını alır, giderdi. Erdoğan ise hep direnen oldu.Son seçime kadar tek başına kazanan ( MHP'nin 15 Temmuz sonrası desteğini saymıyorum) oldu. Bu seçimde ise, minimal (%1 altı) partilerin şovuna döndü. Erdoğan'da bütün bu parti yığınını iktidar hedefi ile toparlayn oldu.

12 Eylülden sonra Demirel değişti zira artık Turgut Özal gibi bir rakibi vardı. Gene de hızla toparlanıp, birinci parti olarak 1991 seçimlerini kazandı. Kazanmıştı ama bu kazancın pek çok aması vardı. Artık bir koaliston kurmalıydı ve o koalisyonda sol olmalıydı. Çünkü  12 Eylül siyasi partilere sağ-sol çatışması suçunu yüklemişti. Diğer bir ama da Refah partisinin önlenemeyen yükselişiydi. Gene de 1997'de, 28 Şubat sürecinde, türbanlılar Suudi Arabistan'a gitsin diyerek çatışmayı körüklemişti. Üstelik artık daha önceki gibi ha deyince seçime gitmiyor, seçimlerden kaçıyordu. 28 Şubat dönemindeki karışıklığı bilerek azdırdı. Amacı anayasa değişikliği ile tekrar cumhurbaşkanı seçilmekti. Ecevit'in hamlesi ile yerine Ahmet Necdet Sezer, cumhurbaşkanı seçildi. (Tekerrürün biri de burada yaşandı. 1973'de Ecevit, cumhurbaşkanı olmak için meclisi subaylarla dolduran, dönemim Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler yerine, o dönemim anayasa mahkemesi başkanı Muhittin Taylan'ı seçmeye çalışmış, olmayınca da emekli Korgeneral Fahri Korutürk'ü cumhurbaşkanı yapmıştı.) 1999 seçimlerinde ise memleketi Isparta'da bile ikinci partiydi.

Demirel, önce Ecevit'i, sonra Erbakan'ı şeytanlaştırıp, tüm sağı kendisinde birleştirerek uzun süre iktidarda kaldı. Önce 12 Eylül ve Turgut Özal'a, sonra da 28 Şubat ve Erdoğan'a yenildi.  Erdoğan'da önce Kılıçdaroğlu'nu şeytanlaştırdı, şimdilerde de benzer bir şekilde İmamoğlu'nu şeytanlaştırmaya çalışıyor.

Ben tarihin gene bir şekilde tekerrür etmesini bekliyorum.


12 Temmuz 2023 Çarşamba

MAKETTEN SATMA DOLANDIRICILIĞI VE SONUCUNDA OLUŞAN METRUK BİNALAR SORUNU

 


Ülkemiz terk edilmiş, devam etmeyen inşaatlar mezarlığı oldu. Kimse bu konuda bir şeyler yazmayınca, ben yazmaya karar verdim. Ülkemizde inşşattab para kazanma histerisi olduğunu yazmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/03/buyuk-insaat-histerimiz.html ) Ülkemizde sürekli bir inşaat furyası var ve elde edilen gelir sürekli emlağa gidiyor. Ülkemizde sanat yada antika kolleksiyonculuğu gibi ince meraklar yok. Bankalar genelde güvensiz, yatırım araçları da belirsiz. Buna bir de  vurgunculuk hevesini de katalım.( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/vurguncu-ve-firsatci-toplum.html ) En büyük vurgun, emlaktan vurulur. Şehrin genişlemesiyle, bir zamanlar yüzüne bakılmayan araziler, birden kıymetlenir. Hele bir de bu araziye imar izni verilirse, değmeyin keyfine. Bir birime aldığınız arazi, bir anda bin, hatta on bin birim olabilir. Bazen de tersi olur. bulunduğunuz arazi yada ev  değer kaybedebilir. Bu bazen beklemedik bir şekilde de olabilir. Ankara Oran'da iki büyük Alış-veriş merkezi açılınca, Oran sitesindeki evlerin değeri düştü. Çünkü zenginler, avm'lerde vakit geçirmeyi sevseler de, avm'lerde vakit geçiren garibanlarla yüz yüze gelmekten hoşlanmıyorlar. Oran, Yıldız civarında oturan zenginler, Çayyolu civarına taşındı.

Bu kadar paranın olduğu bir sektörde, aslında paranın olduğu her sektörde, dolandırcılığın olmaması da imkansız. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/05/dolandiricilari-ve-dolandiriciligi.html )Burada anlatacağım sorun dolandırılan insanlar değil, sonucunda ortaya çıkan metruk yapılar ve yer yerde çukurlar. 

Bu dolandırmalar, çoğunlukla kitlesel dolandırılmalardır. Çoğunlukla da dev inşaat projeleri, kooperatifler, dev iş yerleri, bazı bazı da apartmanlar oluyor. Burada dolandırıcılığın bir kaç şekli var. İlki başlıkta belirttiğim  gibi, maketten (eskiden projeden veya topraktan-temel atılmadan satıldığı için topraktan deniliyor-) satılan evler yada dükkanların satışı yapıldıktan sonra inşaat bitmiyor. Bu bitmeyen inşaata bahaneler bulunuyor. Genelde aniden fırlayan maliyetler bahane ediliyor. Bazı üyeler,n taksitleri yatırmaması da ayrı bir bahane.

Olayda dolandırılan onlarca, yüzlerce ve hatta bazı büyük projelerde binlerce mağdur olması bir yana, bir sürü metru, hayalet ve hali hazırda yarı bitmiş ve boş bina ortaya çıkıyor. Ülkemizde bu binalardan, daha doğrusu bina gruplarından tahmin edilemiyecek kadar var. Olası bir depremde çökme riski taşıyorlar. Çünkü yarı bitmiş durumda olduklarından, matematiksel olarak eksik durumdalar. (İnşaat mühendisleri bunu daha iyi izah edebilir) Demirleri sürekli yağmurlarla paslanıyor, betonları da, yer yer sıvasız ve aşınıyor.

Diğer yandan bu boş binalar, en masumundan sokakta hurda (kağıt başta olmak üzere, cam metal vesair) toplayıcılarının deposu; sonra uyuşturucu satıcı-kullanıcılarının buluşma yeri, ve diğer illegal işler için uygun mekanlar olmaktadır.

Bu boş binalar, onlarca ve hatta yüzlerce hak sahibinden dolayı ne yıkılıyor, ne de yapılıyor. Davalar yıllarca sürüp, mahkemeleri meşgul ediyor. İnşaatları devam ettirmeyi teklif yada kabul eden müteahitler, daha çok para istiyor. Yıkım masrafını da kimse üstlenmek istemiyor. Hem ekonomiye, hem bürokrasiye (özellikle davalar nedeniyle adalet bürokrasisine), hem doğaya, hem de belediyelere yük oluyorlar. İnşaatları yarım bırakan müteahit ve mal sahiplerine ağır cezalar verilmeli, o kadar ağır cezalar olmalı ki, zararına da olsa inşaatlar tamamlanabilmeli. Bir inşaatın bitmesi için maksimum süre belirlenmeli. (Bu kamu inşaatları içinde gereklidir. Keçiören metrosunun ilk kısmı (Atatürk Kültür MerkezŞehitler istasyonu arası) inşaatı, yirmi beş yıla yakın sürmüştü.)

Bu sorun artık ciddi bir güvenlik sorununa dönüşmektedir.

 

10 Temmuz 2023 Pazartesi

OH OLSUN İDEOLOJİSİ

 



Dürüst olmalıyım ki uzun süredir bu ideolojideyim ve bu ideolojiye bir günde gelmedim. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/03/kahrolsun-hirosima-kotulugun-yuceligi-2.html ) İşin doğrusu ne atom bombasını yiyen Japonlara acırım, ne de Sovyet askerlerinin tecavüzüne uğrayan Alman kadınlarına. Onlara en başta kendi iktidarlsrı acıdı mı? Hitler, gerçeği haykırıyordu. Hitler, Rusya'ya salıdırcağını, 1923-24 yıllarında yazdığı (sonradan eklemeler, düzeltmeler yapmış) Kavgam kitabında yazıyordu. Milyonlarca insanın katledilmesinden, Alman halkının çoğunun habersiz olduğu masalına nasıl da inandık? Münihliler, şehrin 16 kilometre uzağındaki Dachau'da olanlardan habersiz miydiler? Gruppe 47 yazarları ( Firuzan'ın Kırkyedililer romnının ismi, bu grubun ismine atıf gibidir.) bu yalana tüm dünyayı inandırdılar. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/05/kavgam-elestirisi-3-etkileri.html ) Japonların o yalanı söyleyecek durumu da yoktu. Günlük Japon gazeteleri, arazi konfor kadınları diye fuhuş yaptırılan Koreli kız çocuklarından yada Japon subayların, Çinli esir öldürme yarışlarından övünçle bahsediyordu.

Geçen günlerde televizyonda kanalları zaplarken, bir kanalda güzel bir filmin başlangıcına denk geldim. Filmin adı Mayın Ülkesi'ydi yanılmıyorsam.  Gerçek bir olaydan alındığı, hikayenin acımasızlığından belli. İkinci dünya savaşı birmiş ama Avrupa'nın pek çok yeri, kara mayınları ile dolu, özellikle de plajlar. On dört tane esiri, bir Amerikalı subay emtinde mayın temizlemeye zorluyorlar. Asker dediysem, Hitler'in son aylarda silah altına aldırdığı 14-18 yaş arası, belki de daha küçük ergenler. Bu ergenler, mayın temizleme gibi tehlikeli bir işte, zorla çalıştırılıyorlar ve Amerikalılar (ve müttefikleri) onlara doğru-dürüst yemeği bile çok görüyorlar. Film, bu eziyetler içinde sürüyor. Sürekli aralarında biri ölüyor. Çıkarılan mayınlar, tahmin edilenden az çıkınca, zorla arazide yürütülüyorlar. Bütün bu olanların sonunda, on dört çocuktan, dördü hayatta kalıyor. Bazıları kollarını kaybediyor. Çocuklardan sorumlu subay, çocuklarla duygusal bağ kurmaya başlıyor. Onun amirleri ise, Alman değiller mi, köklerine kibrit suyu diyor. Kalan dört çocuğu da, tecrübeliler diye başka yerde mayın aramaya göndermek istiyor. Subay da dört çocuğun kaçmasına göz yumuyor.

Bu olaydaki Alman çocuklara acıdım mı? Hayır, çünkü sonuçta cezalarını çekiyorlar. Bence Almanya ve Japonya'nın savaştan sonra kalkımıp, bir sanayi devi olmasının temel sebebi, cezalarını hızlı ve kesin bir şekilde yaşamalarıdır. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/kitlelerin-sucu-da-suctur.html ). Bu düşüncemin sebebi umutsuzluğum değil. Öyle olsa buralara yazı bile yazmazdım. Hayatta umutsuzluk yoktur ve pek çok kez, her şey bitti dendiği anda, her şey yeniden başlar. İslamın ilk yıllarında, Uhud savaşı yenilgisi sonucu imzalana Hudeybiye barışı,Sevr antlaşması gibi bir antlaşmaydı. (  Sevr'in sonunu Türk okurlarına anlatmaya gerek yok sanırım) Müslümanlara sadece sınırlı hac imkanı tanınıyordu. Buna rağmen İslam taraftar kazanınca, Mekkeli müşrikler saldırıya geçmiş, Müslümanlar da İran kökenli (adı üstünde Farisi) Salman-ı Farısi'nin tavsiyesi ile hendekler kazmışlardır.  O dönem Arapların kuşatma bilgisi olmamasından dolayı bu savunma sıtratejisi başarılı olmuştur. 


u acımasızlığımın ilk nedeni, kendi düşen ağlamaz fikri ama esas sebebi değil. Gene de sayın okurlarım, bile bile lades dediyseniz, başınıza gelene katlanacaksınız. Vergi ve harçların  seçimden sonra zamlanacağı, daha baştan belliydi. Seçimden hemen sonraki günlerde, şehir içi otobüsle giderken, iki gencin konuşmasını dinlemiştim. Mehmet Şimşek, yeni bakan olmuştu. Şimşek'in önceki maliye bakanlığı döneminin, ülkenin en müreffeh dönemi olduğunu anlatıyorlardı. AKP'nin 2010 öncesi dönemi, ülkenin en müreffeh ve özgür yıllarıydı. Özgürlüğün amacı, halkı yetmez ama evet referandumuna hazırlamaktı. Yetmez ama referandumu zannedildiği gibi sembolik falan değildi. Yargıyı ele geçirme referandumuydu ve şu günlerde (2023 temmuz) İsrail'de halkın haftalardır, aylardır sokaklara döküldüğü yargı reformu da benzer bir düzenlemedir. Bu düzenlemeyi savunan hiç kimse masum değildir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/yetmez-ama-yanildiniz-kendiniz-icin.html ) Bu sebeple bir zamanların yetmez amacıların sürgünde ve hapiste olmasına da oh olsun diyorum. Yetmez amacı güruhu da affetmiyorum. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/adalet-agaoglu-ve-affetmeme-ozgurlugumuz.html ) Benim gibi ortalama bir felsefe öğretmeni bunu fark etmişse, benden kat kat daha eğitimli, yabancı dil bilen bu insanlar, bunu öngörememiş olamazlar. Onlar sadece kendilerinin bu yeni düzende yeri olacağı konusunda yanılmışlardır.

Bu acımsızlığım biraz da kendime ve kendim gibilerine de dönük. Bir ülkede muhalif olmak her zaman belli bedeller ödemek demektir. Acı çekiyorsak, kendimize çekmeliyiz. Başkasına anlatmak, muhalife yakışmaz.Oh olmuşsa, bize yada bana, kendimize de oh olmuştur. Bu iktidarı deviremediğimiz için. (Bunu son madde içinde hatırlayalım.)

İkinci oh olsun sebebim, bu halkın yalanlara nasıl inandığı ve neden oy verdiğinin, kendimce vardığım asıl sebebidir. Bu halk aynı zamanda iktidarın suç ortağı ve bu ortaklıltan pay isteyendir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/kitlelerin-sucu-da-suctur.html ) Sadce bu iktidara değil, çok partili iktidara gelişten beri işlenen tüm suçların suç ortağıdır ve iktidar değiştiğinde suçlarının cezasını çekmekten korkmakta ve birgün bu iktidarın onların da karına çalışacağı ümidini taşımaktadır. İşin bu kısmını kısa kesiyorum.

Üçüncü ve son sebep ve asıl sebep, insanların canları acımadan öğrenmemesi, yani şartlı refleks, klasik koşullanma olgusudur. İnsan zekası ile öğünse de, özellikle şartlı refleks ile öğrenme yeteneği zayıtır. Herhangi bir hayvana bir kere kötü muamele yapın, sizi asla unutmaz ve size yaklaşmaz. Mesela sınır kaçakçıları, kullanacakları at-eşek-katır ve benzeri ahyvanları asker kıyafetli kişilere dövdürürler. Sonra bu hayvanlar askeri çok uzaktan görseler de kaçar. Oysa insan öyle mi, çok fazla acılar çekmesi gerekir. Babam bana her kızdığında, eşek, eşekken bir çukura iki kere düşmez, derdi. Hayvanlar bir kere mayınlı araziyi öğrendiler mi, bir daha oradan geçmezler. 

İnsanın deneme-yanılmada defalarca uğraşması gerekir. Edison'un ampulu bulmak için binlerce (asistanları ile birlikte) deney yaptığını duymuşsunuzdur. Lui Pastör'de kuduz aşısını bulana kadar dokuz tane atı öldürmüştür. Atlardan evvel tavşanlarla deneyler yapmış, epey bir tavşan öldürdükten sonra vazgeçmiş, atlara yönelmiştir. İnsan, kendi başına gelenler, kendi acıları ile ilgili deneyimlerde ise daha zayıftır, etkenleri daha zor değerlendirir. Biz Yahudi soykırımı olarak sadece Nazilerin yaptığını biliriz. O zamanlar Avrupa'da dokuz, tüm dünyada on iki milyon Yahudi vardı ve Naziler altı milyonunu, yani yarısını öldürmüştü. (Dünya Yahudi nüfusu bu sayıya tekrar ancak 2015-20 yıllarında ulaşmıştı. Bu sürede dünya nüfusu 6-7 kat artmıştı) Oysa 1917-1922 arasında, Ekim devrimi sonrasında Rusya'da çıkan iç savaşta, tahminen bir milyon kadar insan, beyazlarca (Menşevikler-karşı devrimciler) sırf Yahudi oldukları için öldürülmüştü. Yani Yahudiler de pek çok şeyi acı çekerek öğrenecekti.

Son olarak da topraklama olmamak adına oh olsun diyorum. Birisinin derdini dinlemek, o kişinin acılarına ortak olmak, o kişinin acılarını azaltıyor. Ben de bunu hissettiğimden, uzun süredir sıkıntılarımı kimselere anlatmamaya dikka etiyorum. Çünkü o zaman bu eziyete daha fazla katlanıyor, isyan etme ya da çözüm üretme yeteneğimi kaybediyorum. Bu yüzden artık kendime bile acımıyorum.

Sonuçta acı öğretir, ne kadar aptalsanız, o kadar öğretir. Bunu kendi deneyimlerim için de diyorum.


7 Temmuz 2023 Cuma

FARABİ TİPİ BAŞKANLIK SİSTEMİNE GAZALİ ELEŞTİRİLERİ (Levaithan serisi)

 


Farabi'in meşhur kitabı El Medinet-ül Fazıla, çok bilinen, az okunan bir kitaptır ve zannedildiği gibi bir ütopya kitabı değildir, hatta bugünkü ölçülerde bir disütopya kitabıdır. Bu kitap, bir çeşit başkanlık rejimi kitabıdır. Herkes kitapta başkandan istenilen özelliklere dikkat etmiştir. (Gazali dahil.) Kimse başkanın yetkilerine dikkat etmemiştir. Şehrin başkanı, bir sultan gibi sınırsız yetkidedir.

Aslında bu, o çağ için dikkat edilecek bir konu değildir. Farabi'nin yaşadığı çağda valilikler, İran'ın Pers (Akhamenid) imparaorluğundan kalma satraplık benzeri kurumlardı. Bir bölgenin valileri, bir çeşit hanedandılar, konumlarını babadan oğula devrederlerdi.  Abbasi devletinde, Mısır'daki Tulunoğulları ve İhşitler, Halep civarındaki Hamdaniler, en ünlüleriydi. Gene Akhamenidler gibi hanedan üyelerinin, özellikle de şehzadelerin valilik yapması (sancağa çıkması), Osmanlılarda bile uzun süre devam eden bir gelenek olmuştur.

Gazali'de şehrin sultanına (Çevirilerde başkan deniliyor ama bu başkan değil, sultandır. ) atfettiği 12 özelliği (şimdi saymak gereksiz geliyor bana) eleştirir. Bu kadar özelliğin ancak peygamberlerde olabileceğini söyler. Farabi savunucuları da ilk altısının mutlak gerekli olduğunu söyler. Aslında sorun, bu kadar özelliğin peygamber olmayanda bulunup, bulunamayacağı değil; peygamber olmayana verilip, verilmeyeceğidir. Burada peygamberliği, vahiy almak değil de kutsanmak anlamını verirsek, konuyu daha iyi anlarız. Aslında taraftarlarının peygambermişçesine kutsadığı kişiler bu kadar yetkili olabilir.

Eski tarihlerde bu kutsaallık soyda bulunur ve soya geçerdi. Arap kültüründe soy sadece babadan geçerdi. Bu yüzden Araplara göre Muhammedin soyu kesikti. Kevser suresine rağmen damadı ve amcasının oğlu Ali'nin halifeliğini kabullenmedikleri gibi, torunları Hasan ve Hüseyin'den de nefret ettiler. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/fuzuli-hakikatul-saada-ilhan-arsel.html ) Kutsanmış soy, sultanları tanrının seçtiği iddiaları, tek tanrılı dinlerce de tekrarlandı. Krallar, halkları yönetsin diye tanrılarca atanmıştı. Pek çok kere de krallar ya da benzeri yüksek makamdakiler, ağaç kovuğundan çıkma, inciden çıkma, gökten inme gibi efsanevi soylara dayandırdılar kendilerini. Yazının yaygınlaşması, bu kutsal soy düşüncesini zayıflatarak yıktı. Son kutsal soy, Moğol imparatoru Cengiz Han'ın soyu oldu.

Eski Yunan filozof ve taihçileri, tiranlar (diktatörler) ile monarklar (krallar) arasında ayrım yapmıştı. Tiranlar genelde demokrasilerde krizlerden faydalanıp, tüm gücü ele geçiren demogoglardı. Krallıklarda da bazı kumandan ve vezirler, kral naibi olarak diktatörleşiyorlardı. Krallar hem bu makamlarını tanrısal soyları yüzünden haketmişlerdi, hem d ebazı geleneksel değerler ve etraflarını saran aristokrasi nedeniyle o kadar da sınırsız yetkili değillerdi. Onları tahta çıkaran kutsallık öyküleri, onları kısmen de olsa sınırlıyordu.

1215'de ise İngiltere'de soylular, Krala Magna Carta'yı imzalattılar. Böylece ilk defa bir kralın yetkileri gelenekler tarafından değil, bir sözleşme ile sınırlandırılmıştı. Bu sözleşme, Kral ile toprak sahipleri (Lordlar, yanılmıyorsam toplam 26 (yirmi altı) adet ) ile imzalanmıştı. Lordlar kendilerini kralla bir görüyorlardı çünkü nasıl kral John, yüz otuz dokuz yıl önce İmgiltereyi istila eden Normandiya kontu Fatih William'ın soyundansa, diğerleri de adayı istila etmedi için ona yardımcı olan diğer sosyluların soyundandı. Yani kralı çok da üstün görmüyorlardı.

Bunun üzerine Rönesansın ilerleyen dönemlerinde filozoflar (Thomas Hobbse, John Locke, David Hume, J.J.Rıuseau), krallara bu yetkinin tanrı değil, toplumsal bir uzlaşma ve sonrasında sözleşme ile verildiği fikrini işlediler. Sözleşme de, kralın yetkilerinin sınırlandırılması, dahası bir krala ihtiyaç olmayacağı fikrine kadar vardı. Montesquieu ise, Roma tarihini okurken, güçler ayrılığı ve güçler dengesi fikrine ulaştı.

Gene de insanların kutsanmış lider ihtiyacı geçmedi. Alman sosyolog Max Weber buna karizmatik liderlik dedi. Bunlar geleneksel değerlerden solayı soya dayanmayan,  liyakat yani hukluksal olarak da tartışmalı bu liderliğe, tanrıdan gelen anlamında karizmatik dedi (Gazali'nin eleştirilerini hatırlayınız.) Bireyin kendi yetenekleri , başarıları ve hitabet yeteneği ile halkı yöneten kimselerdi. Bu karizma, pek de soya aktarılamıyordu. Çünkü kişi başarılı olsa da, oğlunun da benzer başarı sağlayabileceği beklenmez. Sonuçta mucize kişininidir, çocuklarının değildir. Öte yandan ben kendim naçizane, karizma için gerekli bir şart olduğunu gördüm; ÇİLE.

Bu çileyi sadece başkan yaşamamalı, onun destekçileri ve halkı da yaşamalıdır. Çile kardeşiliği, bu yollarda beraber yürümek, insanların lidere sevgisini ve itaatini arttırır. Bu kutsallık makamına erişen lider, takipçilerine istediğini, çok uç noktalara kadar yaptırabilir. Mesela 17. yüzyılda Sabatay Sevi isimki bir haham, mehdi olduğunu ilan etti ve pek çok Yahudi'yi buna inandırdı. Sonra bu olay, Osmanlı devletinin kulağına duydu. Sabatay Sevi,  o dönem,m padişahı Avcı Mehmet'in (IV. Mehmet), İstanbul'daki karışıklıklar yüzünden Edirne sarayında yaşadığı için, Edirne'ye getirildi. Ölüm tehditi altında Müslüman oldu ama sevenleri onu yalnız bırakmadı. O da yarı Yahudi, yarı Müslüman, Sabataycılığı kurdu. Bu akım halen aktiftir ve İsrail'e kabul edilmemişlerdir. Çünkü bu inanış, Müslüman gibi görünmeyi ve yaşamayı, Sabatay Sevi'nin emri kabul eder.

Bu itaat, çok yoğun veya sonsuza kadar olmayabilir. Sabatay'ın çok az rakibi kendisini takip etti, daha ziyade Selanik bölgesi Yahudilerinin bir kısmıydı. Sabatay Sevi, daha ziyade günümzdeki New Age (Yeni Çağ) tarikatlara benziyordu. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-2-neden-tarikatlara-uye.html ) Siyasi bir varlığı yoktu. İşin çile kısmı, kutsal siyasi liderler için daha önemlidir. 

Lenin ve Stalin, Bolşevik partinin yasaklı olduğu yıllar boyunca hapisler ve işkenceler yaşamışlardı. Sonuçta bir lider olarak, iç savaşta Menşevikleri de yenerek, iktidar oldular. Stalin, tüm hatalarına rağmen, ikinci dünya savaşında Almanları yenerek kutsanmış lider (ya da Necip Fazıl Kısakürek'in deyimiyle başyüce oldu) Oysa Stalin ölür ölmez, Stalinizm'den arındırmalar başladı, kendisi baş yüce iken, baş kötü oldu. Stalin'in kızı da Amerika'ya iiltica etti. Komünistler daha sonra Sovyetlerin zayıflamasını Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov'a bağladı.

Başyücelerin ölümü, siyasi hareketlerin sonunun başlangıcı olur genelde. Çünkü bu kadar yetki başkasında olursa, insanlar kabullenmez. Bu kutsallıkta, aynı çile ve mücadele vermemiş kişiye verilmez.  Diğer yandan bu kutsallıkta çok güvenilir değildir. Özellikle yeni üyeler yada yeni nesiller, baş yücenin her dediğini yapmayabilir. Tıpkı 1995'de dişçisini, doktorunu ve Ülkücülerin pek de sevmediği pek çok kişiyi aday gösterip, baraj altı kalan Alparslan Türkeş gibi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/turkesin-discisi.html) Yönetirken çok fazla hata yapan baş yüceler, Kaddafi gibi linç edilerek öldürülebilir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/12/libyanin-yakin-cag-tarihi.html )

Yapılan hataların acısı genelde lider öldükten yada devrildikten sonra çıkar. Tito'dan ve Sovyerlerin desteğinden sonra dağılan Yugostlavya buna örnektir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/balkan-yarimadasinin-soguk-savas.html) Gene de baş yüce yaşarken onunla mücadele zordur. Baş yüceye suikast ise, başarılı olsa bile tehlikelidir. Sezar suikastinden beri liderlere suikastler ve suikast teşebbüsleri,  sonrasında daha yeni ve güçlü diktatörlükler kurulmasına sebep olur-olabilir.

Muhalefetin görevi ise, her şeye rağmen, mümkün olduğunca demokrasi ve hukuk sınırlarında, yapabildiği kadar muhalefete devam etmektir. Öte yandan da, baş yüce sonrasında olası bir iç savaş çıkmaması, çıksa da erken bitmesi için, barışçıl ve demokratik bir muhalefet şarttır.

Gazali, peygamber derken muhtemelen peygamber soyundan yada akrabası olduğunu iddia ettiği ve her ne kadar vezir Nizamülmülk ve Selçukluların kurmuş olduğu Nizamiye medreselerinin hocası olarak ünlense de, kendisini Abbasi halfeliğine bağlı sayıyordu. Oysa Abbasi halifeliği de, Emevi halifeliğini yıkarak kurulmuştu. Abbasilik, uzun süre Şii, Büyeihoğulları ve Şii, Samanoğulları baskısı altındaydı. Bu yüzden de Oğuz boylarını ve yöneticisi olan Selçukluları yardıma çağırdılar. Böylece yetkilerini istemeden de olsa Selçuklular ile paylaşmak zorunda kaldılar.

İkinci dünya savaşı bitiminde Almanların tekrarladığı bir cümle vardır; Umarım bir daha İsa bile olsa bir kişiye bu kadar yetki vermeyiz. Bence bu söz, kimseyi bir daha bu kadar kutsallaştırmayalaım ve bu kadar yetki vermeyelim olmalıdır. Güçler ayrılığı fikrinin mucidi Montesquieu'nun dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştırır.

3 Temmuz 2023 Pazartesi

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ACINASI HALİ



 


 Ülkemizde sol, özeleştiriyi abartır ve muhalefete muhalefeti marifet bilir. Sırf birilerini (özellikle de CHP'yi) az solcu yada az Atatürkçü olarak eleştirerek bir ömür sürebilirsiniz. Sağda ise özeleştiri yok gibidir. Koca merkez sağ doksanlı yıllar boyunca, daha doğrusu 1987-2002 boyunca düzenli olarak oy kaybederek tarih oldu, doğru dürüst özeleştiri yapan olmadı. Halen de yok. MHP'nin 1995 seçimleri faciası ya da 2002 faciası ile ilgili bir özeleştiri göremiyoruz. 2002 seçimlerinde MHP ve Bahçeli sadece MHP'nin o zamanlar %10 olarn baraj altı kalmasından değil, Cem Uzan'ın %7'i geçip, DYP ve ANAP'ın da baraj aktında kalmasına sebep olmuştu. Cem Uzan ve Genç Partinin bu kadar oy almasının birinci sebebi dağıttığı paralar ve düzenlediği şölen-mitingler (dönemin ünlü şarkıcıları konser veriyor, bazı yerlerde halka döner-ekme-ayran dağıtılıyordu, Uzan bu şekilde 172-yüz yetmiş iki- miting yapmıştı) ; diğeri de kampanyanın başında Uzan'ı desteklemesiydi. Cem Uzan'ın faşizan söylemlerinin, MHP'ye de oy kazandıracağını düşünüyordu. Seçimlere yakın durumu fark etti ama çok geçti. Ben bunu, bu pek az kimsenin okuduğu blogdar bir çok kez yazdım. (O çok az okuyucuşarına selamım olsun.)

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/11/doksanli-yillar-8-habercilik-ve.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/11/doksanli-yillar-9-o-zamanlar-kumpaslar.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/son-yillarda-azalip-biten-bazi-ulkucu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/09/son-yillarda-azalarak-biten-ulkucu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/10/son-yillarda-biten-ulkucu-seyler-3.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/09/doksanli-yillar-4-merkez-sagin-erimesi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/09/doksanli-yillar-3-ulkuculer-ve-mhp-o.html

Ülkemizde sağcılar hep haklıdır, hiç hata yapmamışlardır. Çok nadir öz eleştirilerinde bile karşı tarafı suçlama havası vardır. İyi parti genel başkanı Meral Akşener'in seçimler sonrası öz eleştirisi de benzer durumdaydı. Doğrusu dediklerinde haklı gibiydi. Zamanında seçimlere girmek için CHP'dedn 15 millet vekili alması, İyi partiyi CHP olmayan parti haline getirdi ve genel anlamda AKP'den kopan kitlenin İyi partiye yönelmesine engel oldu. Öte yandan, bir kaç ay sonraki seçimlere giremeyen İyi parti, beş sene sonra yüzde bir civarı oy alabilen minimal bir parti haline gelebilirdi. Böyle şeyleri denemeden bilemezsiniz. Bir şeylere ulaşmak için, en mantıksız şeyleri bile denemelisiniz. Louis Pasteur, kuduz aşısını bulana kadar dokuz tane atı öldürmüştür. Kuduz virüsünü atlara vererek, kanından serum ayırmayı da, aşı için olası diğer tüm yöntemleri denedikten sonra hayvanlardan serum almayı denedi. Atlardan evvel, tavşanlar üzerinde deneyler yaptı.  Sadece bilim değil, hayatta da her şey böyledir. Hesaplarımız ile doğa-yaşam farklıdır.

Biz ülkemiz milliyetçiliğinin haline üzülmeye devam edelim. Şu anda milliyetçi partiler yada oluşumlar, daha doğrusu milliyetçiliğin kendisi, tam ortdan ikiye bölünmüş durumda, iktidar cephesinde olanlar ve muhalefet cephesinde olanlar olarak. MHP ve Sinan Ogan taraftarları iktidar; İyi Parti ve Zafer partisi de muhalif kanatta. Oysa iktidar kanadındaki milliyetçiler de bir zamanlar muhalefetteydi, hem de ne biçim. Ben bu yüzden Erdoğan'a sıkı hakaret edenler, ne Erdoğan yanlısı olacak merak ediyorum. Diğer taraftan Sinan Ogan'ın, ikinci turda Erdoğan'ı destekleyeceği, Nihat Genç'in onu desteklemesinden belliydi. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html ) ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/03/nihat-gencin-delirerek-bitmesi.html ) Her an İyi parti ve Zafer partisinin (Ümit Özdağ) karşı cepheye geçse, kimse şaşırmayacak. İyi parti ve Zafer partisi demişken, bu partiler ve partilerle ilişkin sosyal medya hesaplarının, Merdan Yanardağ'a saldırısının sebebi nedir acaba? Seçimin ikinci tura kalmasının en büyük sebebi olmaları mı? ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/14-mayis-secimleri-nde-muhalefet-neden.html ) Yokse Merdan beyin içtihat kapısı neden kapalı diye sorlayıp, dinsel faşizme savaş açması mı? ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/11/orta-cagi-hazirlayanlar-ve-bitirmeyenler.html )

Şu anda milliyetçi partilere, kilit partiler diyorlar. Oysa bu duruma ben Eyşan diplomasisi diyorum. Yani ne tarafa dönecekleri belli değil. Evet, bu tabiri Ezel dizisindeki eksantirik kadın karakterinden ürettim. Genelde küçük ülkeler ve güçten düşen ülkeler bu şekil davranır. İki yada daha büyük güç arasında, sözde denge unsuru oyununu oynarlar. Sonra en güçlü olanın kölesi olurlar.

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/eysan-diplomasisi-ve-suriyeliler.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/slumflasyon-ve-eysan-diplomasisinin-sonu.html

Türk milliyetçiliğinin tek sorunu şu zamanki siyasi ortamdaki konumu ve hali değil. Ülkenin iki büyük azınlığı olan Aleviler ve Kürtler ile düşman. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/12/sagcilarin-alevilik-sorunu.html ) ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/04/bir-kac-kitaptan-irakta-kurtler-ve.html) 

Meral Akşener hanımın özeleştiri mesajını izleyince,  bir kaç ay önce yayımlana ve yeterince ilgi görmeyen bir özeleştiri kitabından bahsedeceğim. Gazeteci-yazar Selahattin Önkibar'ın, Devlet Bahçeli ve Ülkücüler Hakkında Her Şey kitabı, ilginç bir kitap. Kitap, üstelik bir kaç yıldır depolarda beklemiş çünkü Bahçeli dava açmış. Dava boyunca da piyasaya sürülmemiş. Kitapta bahsedilen gerçekler kadar, bahsedilmeyenler de ilginç. En başta Bahçeli'nin ilginç akademisyenlik kariyeri. Öyle bir akademisyenlik ki, ne yazdığı bir tez var, ne tez danışmanlığı, ne de anlattığı bir ders. Üniversitede yaptığına şahit olunan tek işi, sınavlarda gözcülük. Ailesi, kendisi hariç komple CHP'li ve solcu. Hatta bir kardeşi ya da yeğeni deTürkiye Komünist Partili. Hayatı boyunca bekar yaşamış ve kendisi gibi bekar, fizik profesörü Semiha Bahçeli haricinden ailesinden görüştüğü biri yok. Gene aileden gelen serveti nedei ile çalışmaya ihtiyacı yok, hatta partinin yapması gereken bazı harcamaları kendisi yapıyor. ( Bura rağmen memleketi Osmaniye'de yaptırdığı Devlet Bey Konağı adlı yapıyı, depremzedelere açmadı. Oysa depremzedeler,  konağın tuvaletine bile muhtaçtı. Önkübar bu kitabı yazarken, daha deprem olmamıştı.). Protokol gereği olmadıkça düğüne, cenazeye katılmıyor. Kitap okuduğunu bilen yok. Televizyonlara, gündüz kuşağı programlarını çok seviyor. Klasik otomobil kolleksiyoneri. Türkeş kendisini hiç sevmemiş, çevresinden uzak tutmuş, seçilmeyecek yerlerden aday göstermiş. (Bunlar Önkibar'ın yazdıkları. Ben Önkibar'ın yalancısıyım.) Buna rağmen, Alparslan Türkeş'in ölümünden sonraki kongrede, Tuğrul Türkeş'in ardından en çok oy alan ikinci aday oluyor. İkinci tura geçmeden, o zamanların Ülkü Ocakları genel başkanı Azmi Karamahmutoğulları, kürsüyü deviriyor, aşasın hainlere karşı illegalite diye bağırıyor, kavga başlıyor, sandalyeler havada uçuşuyor, ertelenme, partiye kayyum ataması ve Bahçeli genel başkan oluyor.

Tuğrul Türkeş'in seçilmemesinde en temel sebep, babasının 1995 seçimlerinde yaptığı hatalar.  ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/turkesin-discisi.html ) Diğer yandan da, neden Bahçeli sorusu bir muamma. Madem Devlet Bahçeli, Sabahattin Önkibar'ın deyimi ile, Alparslan Türkeş'in sevmediği ve  güvenmediği biriydi, nasıl oldu da parti onu seçti ve daha ilginci Tuğrul Türkeş harici diğer adaylar, ondan yana feragat etti? (O zamanlar, parti kongrelerinde, ikinci turda en çok oy alan iki aday adayı, aday olabilir diye bir şey yoktu.)

Sonrasında Bahçeli, büyük bir temizliğe girişiyor. Ülkü ocaklarının çoğunu kapatıp, azaltıyor. Tam da bu kongrenin olduğu günlerde, Antalya, Akdeniz Üniversitesinde olan bir olay, bunun bahanesi oluyor. Bence bunun üç temel sebebi vardı. Birncisi Ocakların faaliyetleri MHP'ye belli yerlerde oy kazandırsa da, temelde olay çıkaran serseriler partisi haline getirdiğinden oy kaybettirmesi; ikincisi Ülkü Ocaklarının estirdiği terörün, pek çok genci devlet, özellikle de taşra üniversitelerinden uzaklaştırması ve özel üniversitelerin de sahaya inmesi; üçüncüsü de böylesi bir paramiliter gücün, kutsanmış bir liderce yönetilmesi gerekliliğiydi. Bahçeli, geçmişi olmayan biriydi. Böylesi bir gücü yönetemezdi.

Bahçeli'nin temizliği,  Tuğrul Türkeş yanlıları ve Alparslan Türkeş'ten kalma bazı kişileri de partiden uzaklaştırdı. Bunlardan en ünlüsü Ozan Arif diye bilinen Arif Şirin'di. O ölünce yerine şarkıcı Zara ve Mustafa Yıldızdoğan gibi şarkıcıları koymaya çalıştılar ama olmadı. Erciyes Zafer Kurultayı ve benzeri Ülkücü şenlikler azalarak yok oldu. Arif Şirin'de ölmeden evvel ardından Bahçeli'ye hakaret ettiği bir dizi deyiş bıraktı.  (  https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/son-yillarda-azalip-biten-bazi-ulkucu.html )

Sonraki 1999 seçimleri geliyor. MHP, barajı aşmak bir yana, ülkenin 2., sağın 1. partisi oluyor. 1999-2002 sürecinde bir kaç devlet krizinde kendisine başbakanlık teklif ediliyor ama kabul etmiyor. Fakat iktidar ortağı olarak DYP ve ANAP'ın iktidar ortağı olmaması için çabalıyor. (Önkibar kitabına almamış ama 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP, ilk defa meclisin mutlak çoğunluğunun altındaydı. Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli'ye başbakablık teklif etti ama o, daha seçim gecesi tüm köprüleri attı. Ve daha neler neler. Okuyunca öğrenirsiniz.

Asıl Alparslan Türkeş ile ilgili olarak yazmadıklarına takıldım. Mesela Türkeş, daha darbeyi yapan Milli Birlik Komitesinden ihraç edilip, Hindistan Büyükelçisi olarak sürgündeyken, komando kamplarını kuruyor. Kamplara Kızılay çadır sağlıyor, eğitimi emekli subaylar veriyor. 1965'de kamplarda eğitim alanların sayısı beş bini buluyor. ( O zamanlar Türkiye'nin nüfusu otuz milyonun biraz üzerinde) Bu devasa paramiliter yapıya parayı kimlerin sağladığı da belirsiz. Bir de Önkibar, 1965'de beş bin kişi yetiştiriyordu diyor ama Wikipedia'ya göre resmi kuruluşu 1968. Kampların ilk kuruluş tarihi 1961. Bu kampların hangi amaçla kurulduğu da soru işareti çünkü 1961'de bugünkü anlamda bir sol oluşum yok. İsmet İnönü'nün CHP'si, kendisine ortanın solu dese de, aslında bugünkü anlamda sağ bir parti. Bugünkü sosyal demokrat kişiliğini kazanması, Bülent Ecevit'in genel başkanlığından sonradır. Türkiye İşçi Partisi ise, o zamanlar fazlası ile barışçıl bir Marksist partidir. Türkiye'de silahlı sol örgütler, 1970-71 yıllarından itibaren kurulmaya ve aktifleşmeye başladı. Oysa onbinlerce MHP (Öncesinde CKMP) miltanı örgütlenmiş ve hazırdı. Yani sağ-sol çatışması, daha sol kurulmamışken, sağcılar savaşa hazırdı. 

Diğer yandan, sol yada başka bir terörle mücadele, neden asker yada polisle yapılmıyor da, böyle paramiliter örgüt kuruluyır. Dünyada böylesi terör eylemlerinin hiç olmadığı ülkeler, bu tür paramiliter örgütlerin hiç olmadığı veya çoktan kapandığı ülkelerdir. Sola karşı sağcı çeteler, kendilerini iktidara getirme dışında bir başarıya imza atmamışlardır.

Gene Önkibar'ın kitabına dönecek olursak, konu Türkeş olunca, pek çok şeyi kısa kesmiş. Seksen öncesi terörü, Maraş yada Çorum'u hiç anmıyor. İdeolojinin kutsal liderine dokunmayıp, başarısızlıkların tüm suçunu Bahçeli'ye atmak istiyor. (Marksistlerde, Sovyetlerin yıkılışında Lenin yada Stalin'in kabahati olabileceğini red edip, Kuruşçef, Brejnev ve Gorbaçov'u suçlarlar.) Ali Balseven cinayetinden bahsediyor ama Balseven'in Aleviliğinden bahsetmiyor. Ali Balseven cinayeti, Türkiye'nin en karanlık cinayetlerinden biridir ve Balseven bizzat Türkeş'in emri ile öldürülmüştür. Türkeş, meşhur, davadan döneni vurun sözünü, Balseven'in öldürülmesi için söylemiştir.

12 Eylül yargılanmalarında Ülkücüler, cinayet ve katliamdan yargılanırken, idelojilerinden dolayı yargılanmadılar. Yaptıklarının ırkçılık yada mezhep ayrımcılığından dolayı hiç yargılanmadılar.

Şu anda ise milliyetçilik, eskiden olduğu gibi, sağ partilerin topraklaması konumunda. Milliyetçi partilere, özellikle de MHP'ye verilen oylar, yeni bir sağ parti için emanet oylardır. Yada benim gözümde öyledir ( Yanılıyor olabilirim)

Topraklama derken, de demek istediğimi de bir anlatmam gerek. Yazar Cezmi Ersöz, yıllar önce bir imza gününde anlatmıştı. Bazı sosyetik ve maço zamparaların sevgililerinin, onların derdini dinleyen ve onları avutan başka bir erkek arkadaşları yada sevgilileri olurmuş. Kız, maço sevgilisinden bunalınca, bu topraklamasına gider, derdini anlatır, ağlar ve bazen de bir süre bu topraklaması ile yaşar, sonra da maço sevgiliye geri dönermiş. Ülkemizde geçmişte Merkez sağdan kaçan oylar ilk önce bu şekil kaçtı. Sonrasını tekrar tekrar yazmayacağım.

Şu anda ise milliyetçilik, hem iktidar partisinden istediği oyu alamıyor, hem de iktidara gerçek anlamı ile ortak olamıyor. Uygur Türklerinşn haklarını savunamıyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/turk-fasizminin-zulmunde-uygur-turkleri.html ) Sinan Ateş cinayetininin hesabını soramıyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/sinan-ates-ya-da-buyuk-sessizlik.html ) DHKP-C'nin emekli general öldürmüşlüğü vardır, Ülkü ocağı başkanı öldürmüşlüğü yoktur, çünkü intikamdan korkardı. Eskiden kenar mahalle Ülkü Ocağı başkanının adı bile korku ile anılırdı, şimdi koskoca eski de olsa genel başkanını torbacı ve gaspçılara öldürtüyorlar. Bundan sonra Ülkücülerden kim korkar, kim çekinir? Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümü üzerine bile gidemiyorlar. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/adi-aylin-ve-koruma-polisi-erol.html )

Şu anda ise, milliyetçiliğin iktidar kanadı, Türklerden nefretini saklamayan ama Türk vatandaşı olmak isteyen göçmenlerden (onlar artık mülteci değil) değil, Aleviler, Kürtler gibi ülkenin kendi azınlıkları ile kavgalı.

Şimdi ise, hem milliyetçi muhalefetin, hem sosyal demokrat muhalefetin, yeni bir milliyetçi ideoloji çizmesi, bunu da Kürtlere ve Alevilere  anlatması şart. Öte yandan bu yeni ideolojiyi kurmak, siyasetçilerden çok yazarların-çizelerin, felsefecilerin, sosyologların işidirç Bunun için de ciddi bir özeleştiri yapmaları gerekir.

2 Temmuz 2023 Pazar

Ahmet Telli'den 30. yılında Sivas bildirisi:İnsanlığın hafızası zamanaşımını reddediyor



Ahmet Telli'den 30. yılında Sivas bildirisi:İnsanlığın hafızası zamanaşımını reddediyor

 Bildiriyi katliamda yaşamını yitiren iki şair Metion Altıok ve Behçet Aysan'ın kızları, Zeynep Altıok ve Eren Aysan duyurdu. İkili tarafından hazırlanan sunum yazısı şöyle:

"2 Temmuz 1993’te ortaçağ karanlığında yaşamını yitiren iki şairin Metin Altıok ve Behçet Aysan’ın kızları olarak katliamın otuzuncu yılında yine şairlere sığınıyoruz. Çünkü şiir her zaman ölümsüzdür ve yüzyıllar geçse de hukuk bükücülerin güçsüzlüğünü söyler. Toplumun vicdanını yaratan şairlerin çığlığıdır. Pek çok siyasi cinayette olduğu gibi Sivas katliamı davası da adaletsizliğin kurbanı oldu. Sıvas katliamı davasının zamanaşımı duruşması öncesinde şairlerin imzası ülkemizin yüz akı şairi Ahmet Telli’nin sözcükleriyle bütünleşmişti. Kıyımın 30. yılında yine Ahmet Telli’den bir bildiri yazmasını rica ettik. Hukukun hafızasının şiirin gücünün altında olduğunu biliyoruz. O yüzden yine elimizi tutan şairlerin sözlerine sığınıyoruz. Bu yılki ilanımız Ahmet Telli’nin Sıvas katliamına dair sözleridir."

"REDDEDİYORUZ"

Şair Ahmet Telli'nin kaleme aldığı metin ise şöyle:

"Şairler diyor ki:

2 Temmuz 93 üzerinden otuz yıl geçti. Madımak kıyımının ateşi zihinlerden türkülere, şiirlere akıp duruyor hâlâ. Kanunlar, hâfızamızı silmek istercesine yargılama konusunda zamanaşımını işletme gayretinde.

Unutulmasın ki, sanat, trajediye dönmüş kıyımları asla unutmaz. Homeros’un kanatlı sözleri de, Pir Sultan’ın bilgeliği de sürekliliğini sürdürüyor. Belli ki Metin Altıok’un, Behçet Aysan’ın, Uğur Kaynar’ın kanatlı sözleri de hep hatırlanacaktır. Onların trajik sonlarını unutmak ve unutturmak kimin haddine!

Kanunların ruhu yoktur, insanlığın hâfızası zamanaşımını reddediyor. REDDEDİYORUZ!..."

Bildiride imzası bulunan edebiyatçılar şunlar:

Adnan Caymaz, Ahmet Özer, Akif Kurtuluş, Ali Cengizkan, Altay Öktem, Asuman Susam, Ataol Behramoğlu, Attila Birkiye, Aydın Afacan, Aydın Şimşek, Betül Dünder, Bilsen Başaran, Birhan Keskin, Cenk Gündoğdu, Cevahir Bedel, Cevat Çapan, Cezmi Ersöz, Çağla Çinili, Çağla Meknuze, Deniz Durukan, Didem Gülçin Erdem, Duygu Kankaytsın, Emel İrtem, Emel Kaya, Engin Turgut, Enis Batur, Eray Canberk, Fergun Özelli, Ferruh Tunç, Gonca Özmen, Gökçenur Ç., Gülce Başer, Hakan Savlı, Halil İbrahim Özcan, Haydar Ergülen, Hıdır Işık, Hicri İzgören, Hidayet Karakuş, Hilal Karahan, Hilmi Yavuz, Hülya Deniz Ünal, Hüseyin Ferhad, Hüseyin Yurttaş, İlhan Sami Çomak, Mahir Karayazı, Mahmut Temizyürek, Mehmet Altun, Mehmet Said Aydın, Metin Celal, Metin Kaygalak, Mehtap Meral, Murathan Mungan, Mustafa Köz, Neşe Yaşın, Nihat Behram, Nihat Ziyalan, Nilay Özer, Oktay Akıncı, Onur Behramoğlu, Orhan Alkaya, Ömer Asaf Tosun, Pelin Batu, Selahattin Yolgiden, Semih Çelenk, Serdar Koçak, Seyyidhan Kömürcü, Sezai Sarıoğlu, Sunay Akın, Şükrü Erbaş, Tarık Günersel, Tuğrul Keskin, Tuğrul Tanyol, Turgay Fişekçi, Turgay Kantürk, Tozan Alkan, Vural Bahadır Bayrıl, Yusuf Alper. 

(Evrensel gazetesi) 

YAŞAMAK GÖREVDİR YANGIN YERİNDE (ATAOL BEHRAMOĞLU

 


BU YANGIN YERİNDE

Yaşamak bu yangın yerinde
Her gün yeniden ölerek

Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak

Yalanla kirli havada
Güçlükle soluk alarak

Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek

Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak

Toplanıyor ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek

Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek

Kucaklıyor beni Metin Altıok
“Aldırma” diyor gülerek

“Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak”

Temmuz 1993

ATAOL BEHRAMOĞLU