27 Temmuz 2023 Perşembe

KAREN FOGG'UN EPOSTALARI HAKKINDA



 AKP iktidara gelmeden hemen önce, 2002 Mayısında ciddi bir skandal patlak vermişti. Türkiyen'in Avrupa Birliği temsilcisi, yani büyükelçi Karen Fogg'un eposta kutusunun kilidi kırılmış ve Doğu Perinçek'e yakın Aydınlık gazetesinde ifşa edilmişti. (Zaten epostaları da o kitaplaştırdı)

Kitabı bana yıllar sonra hatırlatan, Hikmet Çiçek'ini Fetö'nün Solcuları adlı kitap oldu. Kendisi o zamanın Graham Fuller'i. Daha sonra Fuller, Fogg'un gizlice yaptığı şeyleri, açıktan açığa yapıyor. Fogg, Türk tarihinin hakkından gelmek diyor, Fuller Kemalizm aşılmalıdır diyor mesela.

Ben Karen hanımın epostalarına döneyim.  Epostalar  kitabın som bölümünde bir kaç sayfadan oluşuyor. Perinçek, o zamanlar basında ve kamuoyunda oluşan tepkileri de derlemiş. Tepkiler denilince, o zamanlar dikkatimi çekmemişti ama özel haberleşmeye çok önem veren (??) Fetö tayfası nedense bu olayı özel hayata müdahale olarak görüp, eleştirmiş; hatta bununla ilgili ayrı bir kitap yazmış.

Karen Fogg'un epostalarının patlatılması,  Kurtuluş savaşında Rahiğ Frew'in mektuplarının deşifresi gibi etki yapmıştı o günlerde. (Aslında bir yayınevi bu mektupları yayımlasa çok hayırlı olur) Ne var ki Fogg'un görev yerinin apar-topar değiştirilmesi, bütün bu yaptıklarının Avrupa Birliğinin değil de, kendi siyasi hırsının sebebi gibi gösterilmesi ile kapatılıp, unutturuldu.

Yayımlanan epostaları kabaca dörde ayırabiliriz. Birincisi Atatürk ve Türklüğe saldırı, ikincisi Kıbrıs'ta Rauf Denktaş ve partisine saldırı, üçüncüsü Avrupa birliği projeleri ve fonları için Ulusal Ajansın kurulması (bu ajans Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kuruldu, teşkilat kapatılınca da yeni kurulan Kalkınma Ajansı bünyesine alındı) ve başlarında öleli bir kaç yıl olan Mehmet Ali Birand'ın olduğu anlaşılan ve Fogg'un meyhane masraflarını bile ödediği, sonradan Yetmez Ama Evetçi sürünün önderi olacak Kör Agop çetesi. Sıra ile anlatalım.

Önce en basiti olan Ulusal Ajanstan  bahsedelim. Avrupa birliği fonlarından faydalanmak istiyorsanız,  projenizi bu ajansa gönderiyorsunuz. Ajans projenizi inceliyor ve onaylarsa para veriyor. Bu projelerle ilgili artık herkesin bir bilgisi vardır. Yalnız şunu bilin ki, paranın büyük çoğunluğu sivil toplum kuruluşlarına gidiyor. Karen Fogg'da sivil toplum kuruluşların desteklenmesi gerekliliğinden, bunun için de bir an önce Ulusal ajansın kurulmasını istiyor.

Diğer bir olay Rauf Denktaş ve partisinin gözden düşürülmesi ki Fogg ve beslemesi medya bunu gayet güzel başarıyorlar. (Neyse ki Rumların akıllılık ederek  hayır dediği, yes be annem referandumunu hatırlayalım) Bu konuda Mehmet Ali Birand'ın çabalarını unutmamak gerekli.

Son iki maddeyi de birlikte analım. Kör Agop'un meyhanesindeki içki faturalarını bile , Karen Fogg'un veya benzeri kişilerin cebinden ödeyen gazeteci (?) milleti, Fogg'un kurulmasını ısrarla istediği A.B fonlarından ne kadar para aldığı belli değil. Avrupa birliği, Romanya birliğe aday oldu olalı, yolsuzlukların çok olduğu gerekçesi ile bu fonlardan faydalanamıyor. Hatta Romanya, adaylığı bırakın, üye bile oldu; halen proje hazırlayıp, fonlardan faydalanamıyor.

Karen Fogg olayı unutuldu ama bu çete, Atatürk'e, cumhuriyete saldırmaya devam etti; Balyoz ve Kumpas davalarında açıkça üstü örtülmesin diye çığlığı bastı ama hiç biri 15 Temmuz davalarını, özellikle Akıncı üssü davasını takip etmiyor. Gruba bu adı ben değil, o zamanların Gözcü (aynı patron ve ekip, sonradan Sözcü gazetesini çıkardı) gazetesi taktı.

Atatürk'e saldırma konusunda 17-25 Aralık ve 15 Temmuz'a kadar başarılı oldular. Gençlik Atatürkçülükten uzaklaştı ama bu olaylar sonrasında genliğin yönü, devletin eğitim politikalarına rağmen Atatürkçülük oldu (en azından önemli bir kısmının). 

 Bu devrin Karen Fogg'u, Rahiğ Frew ya da Bronson'u veya Graham Fuller'i kimse onun kontrolündeler ve şu anki iktidar yerine yeni bir sağ rejimi ve Atatürk düşmanlarının gelişine yardımcı olmak için işaret beklemedeler.

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/02/sahtecilik-ve-can-dundarin-sahte.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/12/ataturk-dusmani-ve-sapik-abdullah-sevki.html


25 Temmuz 2023 Salı

Şükrü Erbaş - Canı Cehenneme



 Canı cehenneme rahat uyuyanın

Kapısını örtenin perdesini çekenin Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın Duvarları ancak çarpınca görenin Canı cehenneme başkasının yangınıyla Evini ısıtıp yemeğini pişirenin. Bahçesine dek gelen alevleri Şehrayin sanan aptalın Canı cehenneme,camlarında Parçalanmış cesetler uçarken Bir iğdiş incelikle çiçekleri sulayanın. Mutfakla yatak odası arasında Çarşılarla gövdesi bencillik hırsı Yılgınlıkla yenilgisi arasında Dünyayı tüketenin canı cehenneme. Orda dağlar bir mezarlık Bulutlar kan salkımı sular toprakta düğüm Orda evler oda oda kanarken Burda yeşerenin canı cehenneme. Ey bir halkın gözyaşıyla ruhunu yıkayan kin Ey zulümle yükselen başarı Ölü sayısına endeksli maaş; Uzun masallar ardında mağrur Boynunda ölüm çanıyla oturan güç Senin de senin de canın cehenneme Ey sultan hamit tuğralı korucu alayları Kardeşi kardeşe kırdıran siyaset. . . Bir gün elbet bir gün elbet Örter üstünü bu ağır yanlışın Sevgiyle, yalnızca sevgiyle işlenen Bir dal incelik,bir simli gülüş Bir kardeş mavi. ŞÜKRÜ ERBAŞ

19 Temmuz 2023 Çarşamba

LEVAİTHANLA MÜCADELE VE PROPAGANDANIN GÜCÜ

 


Muhalefeti başarısızlıkla suçlarken atladığımız nokta, iktidarın elindeki korkunç propaganda gücüdür. Üstelik bu güç sadece medya (televizyon, radyo, internte ve hatta troller) da değildir. Buna insanların aidiyet duygusu yaşadığı tarikatları, eğitim sistemini ve muhalefete muhalefet gruplarını da içeriyor. Muhalefetin mesajları, halkın belli bir kesimine hiç ulaşamıyor. Devletin atadığı kayyumla yönetilen şirket, ana muhalefet liderinin propaganda mesajını sebepsiz engelliyor. Buna karşı çıkacak bir kurum da yok. 

Muhalefetin elindeki en büyük medya aracı Halktv (Fox tv, Halktv kadar etkili değil.). Onunda dizisi yada sinema filmleri yok. Tarikatlar evlere kadar gidip, siyaset yapıyor. Bundan daha vahimi, tarikatlar yaptıkları sözde yardımı ve aidiyet duygusunu da siyasete bulaştırıyor. Buna muhalefete muhalefet unsurlarını da eklersek, muhalefetin işi daha da zorlaşıyor. Türkiye'de hiç bir şey olamadıysan radikal ol zihniyeti ile radikallliğini göstermek için kolayca muahlefete muhalif olma tuzağına düşüyor. Daha propaganda sürecinin başında başlayan Kılıçdaroğlu aday olmasın kampanyası, böyle bir tuzaktı. Muhalefeti bir araya getiren liderin, aday olmaması gibi bir durum olabilir miydi? Propaganda dönemine ayak bağı olduğu gibi, sonrası içinde iktidara koz verildi.

İktidarın devasa trol birlikleri, Gezi'den bu yana iyice profesyönelleşti. Kitleler halinde muhalif taklidi yapabiliyorlar. Pek çok kişi de bu tuzağa çabucak düşüyor. Muhalefet sloganlarında, iddalarında, tekrarlarında sağlam olmalı.Kitleleri etkilemek için, propagandanın söylemlerinde sağlam olmalı. İktidarda bu var, ama muhalefette bu yok. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/09/duygu-egitimi-nasil-olur-1goebbels.html )

Bir de şu varki  iktidar, 12 eylül ve çok öncesi  bir terbiyeye almış halkın üzerinde çalışıyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylulun-sucluluk-duygusu-egitimi-2.html ) (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/07/12-eylulun-sucluluk-duygusu-3-kardes.html) ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/07/12-eylulun-sucluluk-duygusu-5-secim-ve.html)

12 Eylül gardrop Atatürkçüsü bir siyasal İslamcı rejimdi. Alevi köylerine zorla cami yaptırma, iama hatip okullarını çoğaltma, zorunlu din dersleri, televizyonda dimn programı gibi şeyler, 12 Eylül icadıydı. Siz bakmayın o dönemde her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü politikası, her meydana Atatürk heykeli ve bol bol milli bayramlar edebiyatına. Sinsice bir Sünni İslam dayatması vardı. Türk-İslam senteciliği dönemin zorunlu dersiydi . Bu sentezden Türkçülük çıkalı çok oldu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/10/sentezden-turkluk-cikarken-tengricilik.html) Ders kitaplarının arkasındaki rengaren Türk devletleri haritası o zaman eklendi. O yılların din kültürü öğretmenleri sık sık Aleviler aleyhine sözleri ile gündeme gelirlerdi. (1993 Sivas katliamına kadar bu tür olaylar sık oluyordu.) Öğretmen olunca, bu tür olayların münferit olmadığını öğrendim. Din öğretmenleri sık sık seminerlere gider ve eğitim alırlar. Seksenli yılların sonlarından itibaren milli eğitimde yöneticilerin ve müfettişlerin çoğunluğunun din öğretmeni yapılması, kasıtlı olarak yapıldı. 2002'den itibaren de, İmam Hatip olmayan okullara, seçmeli altında değişik din dersleri (siyer, hadis vs) eklendi.

Aslında bu düzen, 12 Eylülün çok öncelerine ve bence 27 Mayıs'a kadar gidiyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.html ) 27 Mayıs, ilginç bir şekilde öğretmen okullarını tekrar karma yapmış (bunların bir kısmı uzun süre yatakhanesi tek başına kız yada erkek olmuştur. 2013'den itibaren de çoğu Fen-Sosyal bilimler lisesi olmuşlardır.) , buna karşın Harp okullarını kızlara kapatmış, seksenlere kadar Türk ordusunda kadın subay ve astsubay olmamıştır. Doğu ve güney doğuda 55 (elli beş) büyük toprak sahibi, aşiret ldedi, yazar vs, Sivas'ta bir kampta aylarca zorunlu ikamet edip, bir süre batıdaki bazı illere sürgün edilmişlerdir (55'ler olayı).  İçlerinde Alparslan Türkeş'de vardır ki kendisi 1944'de Irkçılık-Turancılık davasında yargılanmıştır. Herkes Ülkücülerin yetmişli yıllardan itibaren, o da solcu oldukları için Alevilere saldırmaya başladığını zanneder. Oysa ilk saldırılar 1957'de Aydın'da beş Alevi'nin öldürülmesi ile başlamış, 1961'den itibaren de sistematize edilmiştir. O yıllarda Aleviler, büyük  ölçüde sağ partilere oy vermektedir  Ortanın solu olduğunu iddia eden CHP bile sağ parti sayılmaktadır. O dönemde Komünizm daha ziyade teorik bir entel etkinliği, biraz da zavallıca propaganda çabasıdır. Oysa daha  1961'de o zamanlar CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partsi, başında Osman Bölükbaşı vardır.) komando kamplarında bin kadar paramiliter (resmi olmayan silahlı birlik askeri) yetiştirmektedir ve 1965'de b u kamplarda yetişenlerin sayısı beş bini bulmuştur. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html) Türkiye'de Marksistlerin (yada solcuların) silahlanması 1970-71 yıllarında oldu. Sol terörü tehdit olarak algılasak bile, devletin askeri-polisi varken, paramiliter birlikler niye? Süleyman Demirel, seksen öncesi dediğimiz 27 Mayıs-12 Eylül döneminde solu öcüleştirdi. Sonra bu öcüleştirme, 12 Eylül rejimi ile devam etti. Üstelik 12 Eylül rejimi, bunu solcu olduğu belli sipikerle ve TRT, üzerine dönemin medyası ile yaptı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html)

2002'de iktidara gelen AKP, önce TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) aracılığı ile medyayı, kendi yandaşı şirketlerin eline geçmesini sağladı. 1994 yılı 5 Nisan krizinden sonra Tansu Çiller, tüm banka mevduatlarına devlet güvencesi vermişti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html) 1999 ve 2001 krizilerinde bir sürü banka arka arakya batınca, hazineye büyük bir maddi yük binmiş, bu da krizi arttırmıştı. AKP'de iktidara gelir gelmez TMSF'nin yetkilerini arttırıp, sadece o bankaların mal varlıklarını değil, o bankanın iştiraklerinin ve o bankadan kredi alan iştiraklerin mal varlıklarına da el koyma yetkisini almıştı. Fonun yöneticileri de bu yetkilerini sonuna kadar kullandı. Hatta bir geneleve bile el koydu ve sattı. (Metin Akpınar'da burdan yola çıkarak Döngel Kerhanesi diye film yaptı) Özellikle Adabank ve Türkiye İmar Bankası'na sahip olan Uzan ailesine ait bir sütü televizyon-radyo kanalı, gezete ve dergi de bu sürede el değiştirdi. Uzan ailesi, ülkenin ilk özel televizyon ve radyo kanallarını kurmakla kalmamış, 1999'da Star adı altında gazete de yayımlamaya başlamıştı. Sadece Uzan ailesi değil, diğer pek çok holding malvarlıklarına ve medya kanallarına el konuldu. Uzan ailesi ile özellikle uğraştı. Uzan ailesi medya kanalları ve para dağıtarak %7,25 oy almıştı. (Bunu yaparak ANAP, DYP ve MHP'yi baraj altı bırakarak, AKP'nin %34,3 ile tek başına iktidar olmasını sağlamıştı.)

Buraya kadar iktidarın büyük propaganda gücünü anlamış olmalıyız. Propaganda savaşın çok önemli yönüdür. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/01/propaganda-devri-zafer-tweetin.html) Mao, zafer namlunun ucundadır demiş. Propaganda da savaşın önemli bir cephesidir ve zafer tweet yada mesajı ne ile gönderiyorsak, onun ucundadır. Tarihte büyük komutanlar, propaganda cephesini hiç ihmal etmemişlerdir. Atatürk, Sivas kongresi hazırlıklarından itibaren düzenli olarak gazete yayımlamış yada yayımlatmış, Falih Rıfkı Atay gibi pek çok gazetecinin İstanbul'da kalmasında ısrarcı olmuştur. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/02/linc-edilen-durust-gazeteci-falih-rifki.html) Moğollar, batıya doğru ilerlerken en büyük destekçileri, onların propagandalarını yapa yapa ilerleyen Mevlana gibi işbirlikçiler sayesinde olmuştur. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/ariflerin-menkibeleri-ve-mevleviligin.html)

Böylesi güçlü propaganda silahları olan bir iktidara karşı savaş, kararlı ve göğüs göğüse savaştır. Propaganda savaşında pek az taktiğe yer vardır. Çoğu kez taktik maktik yok, bam bam bam metodu geçerlidir. Amerikalılar, reklamın yarısı boşa gider ama hangi yarısı bilemezsin derler. Propaganda silahı olan medya kanalları terk edilmemelidir. Fidel Castro devrimi 83 (seksen üç) askeri ile kazanmadı, radyosu ile kazandı. Lenin, devrim yaptığında Bolşevik partisinin yüz milyonluk Çarlık Rusyasında on altı bin kadar üyesi vardı. Bu rakamı bizzat Lenin'in kendisi telaffuz etmiştir. Bolşevikleri iktidara getiren, Menşeviklerin iddiasına göre Almanların parası ile yaptırdıkları matbaalar ve ürettikleri yayımlardır (broşür, dergi, gazete vesair).

İktidarı devirmek isteyen muhalefet, propaganda silahlarına yatrımda cimri yada üşengeç olmamalıdır. Hedef kitleleri daima mesaj bombardımanına turmalıdır. Hedefine göndereceği mesajları daima güncellemeli ve geliştirmelidir. Mesajları tutarlı olmalı ve asla umutsuzluk içermemelidir.

16 Temmuz 2023 Pazar

KILIÇDAROĞLU'NUN İSTİFASINI İSTEMEK İÇİN DÖRT NEDEN



 Bunu bir öğretmen alışkanlığı ile maddeler halinde anlatacağım.

1)Medeni memleketler gibi olmak istiyoruz (en azından muhalefet öyle olsun). Bizde de modern devletler gibi, yüzden 0,1 oy kaybetti diye istifa etsin, bir çocuğun kolu incindi diye ulaştırma bakanı, demiryolları müdürü ve bir sürü bürokrat istifa etsin, üç kuruşluk gofret devlet kredi kartından alındı diye soruşturmalar açılsın istiyoruz. Yoksa 1997 seçimlerinden sonra Alparslan Türkeş'e kimse istifa et demedi. 2002 seçimlerinde Selahattin Önkibar'ın yazdığına göre eder gibi olmuş, kamuoyunu olaylamış, sonra da yoluna devam etmiştir ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html ). Sonra Çorlu tren kazasından sonra, yüzümüze sırıtan bürokratları ne çabuk unuttuk? İstifa kültürünün, en azından muhalefetten başlamasını istiyoruz. Geçmişi hatırlayalım, Mesıt Yılmaz ve Tansu Çiller, her seçimde oy kaybetti ama kimse olnaları istifaya davet etmedi.

2) Siyasette yen, yüzler arıyor ve bizde siyaset yapabilmek istiyoruz. Sadece Kılıçdaroğlu değil, pek çok kişi, yıllardır aynı makamda, yıllardır milletvekili, belediye başkanı, il genel meclisi üyesi, partinin il-ilçe başkanı falan oluyor. Partinin diğer kademeleri de, başkanla değişiyor. Çünkü başkan, her kongrede mutlaka kendisine oy verecek delegeler istiyor. Başkan değişince de, herşey değişsin, başkaları da siyaset yyapabilsin istiyoruz.

3)Alevi-Kürt nefreti: Türk insanı faşisttir ama bu faşizmi her zaman açığa çıkmaz. Faşist yüzünü göstermek için uygun anı, ortamı kollar. Çok az Türk, ben ırkçıyım, ayrımcıyım der. Günümüzde bunu yapamlar, genelde sosyal medyada anonim hesaplarla küfreden, çoğunluğu ergen erkek çocuğu olan tiplerdir. 

Türk toplumunda faşizm, çoğunlukla maskeli kalmıştır. Bunun sebebi Türklerin, 1040 Dandanakan savaşından itibaren, genelde kendilerinden pek çok açıdan üstün toplumlara egemen olmuştu. Araplar ve İranlılar, bu dönemde matematik, felsefe ve kimyada tarihi değiştiriyorlardı. İranlıarın Milattan önce beş yüzlerde, Akhamenişlere dayanan çok ulusl u devlet ve yazılı hukuk geleneği vardı. Türkler genelde tarihleri boyunca egemen oldukları milletlerden sadece askerlik açısından egemen olmuş, diğer milletler savaşmak istemedikleri için Türklerin egemenliğine girmiştir. Türkler de, devşirmelik yöntemiyle, uyruklarından da asker edinmeyi bilmiştir. Türklerde zanaatçılık ve ticaret, genelde azınlıkların elinde olmuştur. Bu yüzden Türklerde progromlar da sınırlı ve düzenli olmuştur. Örneğin Üzeyir Garih'in anılarında anlattığına göre, meşhur Varlık vergisi, azınlıkların üzerine kabus gibi çökerken, aileyi Ankara'da yaşayan dedeleri desteklemiş. Çünkü başkent olmasına rağmen halen bir kasaba görünümündeki Ankara'nın zayıf ticari yaşamına zarar verilmek istenmemektedir. On sene önceki, 1934 Trakya progromu da, Hüseyin Nilah Atsız ve yandaşlarının İzmir'e de yayma çabalarına, devlet tarafından engel olunmuştur. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/1934-trakya-progromu.html) Yıllar önce bir arkadaşım Ülkücülerin, 1978 Maraş katliamının Hatay'a bulaşması için Ülkücülerin çok uğraştığını anlatmıştı. Bense bu anlatılanı unutmuştum, seçim sonuçlarını görünce yeniden hatırladım. Benzer bir şeyi de Kırıkkale'de duymuştum. Çorum progromundan sonra Ülkücüler, Kırıkkale (ve muhtemelen başka illerde de) katliam planlamışlar ve 12 Eylül olmasa yapacaklarmış. Çorum katliamı, darbeye aylar kala, 1980'in Temmuz ayında oldu. Aslında Şubat ayında olacaktı ama halk hazırlık yapıp, barikatlar kurunca, bu sefer askerin desteği ile temmuz ayında tekrarlandı. 

Bu halka sorsanız kendilerini suçlu yada pişman hissetmez. Bazıkarı suçu Amerika yada MİT'e, derin devlete falan atarlar. Pek çoğu da olayları unutma taraftarıdır. Fırsat çıksa bir daha yapmayı da arzularlar. Buna karşın eskisi gibi mum söndü gibi dedikoculara inanmaz,  Alevi esnaftan da alışveriş yaparlar. Hatta  bazıları Aleviden  kız alıp vermeye, çok itiraz etseler de razı olurlar. Gene de kendilerini Sünni ve Türk olarak üstün hissederler. 

Doksanlı yıllarca Fetö, Zaman gazetesinde sık sık Suriye konusunda yazı dizileri yaparak, Türkiye-Suriye düşmanlığı için uğraştı. Zaman gazetesine göre Suriye'de bir Alevi diktatörlüğü vardı. Erdoğan, Suriye'ye benzemek derken, Fetö'nün uzun süredir halka kurduğu bu korkuyu diriltiyordu.

Şimdi pek çok kişi, bu yazdıklarımın hayal ürünü olduğunu, Türk halkının ırkçı olmadığını, o progromların münferit olaylar olduğunu falan söyleyecektir. O zaman sormalı, o münferit olayarın failleri yıllarca arandıkları halde nasıl işe girdiler, emekli oldular ve ecelleri ile öldüklerinde cenazesine devlet erkanı katıldı? Bu halktaki faşizmi ve iki yüzlülüğü en iyi ben, kendi yaşadıklarımla bilirim ve bunu bilmek için o hor görülen azınlığın bir parçası olmalısınız. (Bu bölümü anılarımı anlatarak uzatmak istemiyorum.) Bir Alevi, Kürt ve disleksi olarak yaşadığım zorbalıklar, tek başına bir kitap olur. Bu zorbalıklar hep iki yüzlücedir. Bir öğretmen olarak şunu söylemeliyim ki, o demokrat velilerin çocukları, otistik, engelli yada göçmen çocıkları ile aynı sınıfta okumasın, aynı sırada yan yana olmasın diye kimlerden torpil aradıklarını,  kimlerle kavga ettiklerini en iyi öğretmenler bilir. Normalde BEP'li  (Bireysel eğitim planına ihtiyaç duyan, engelli, zeka özürlü, DEHP ve benzeri sorunlu) öğrenciler, tüm sınıflara eşit dağıtılması gerekirken, bazı gariban öğretmenlere nasıl yüklenir, bu tür öğrencilerden arındırılmış sınıflar nasıl oluşturulur, en iyi ben bilirim. Türk insanı, kendi engelli yakını olmadığı sürece, engellilerden nefret eder. Engellileri sadece dilenirken sever.

Alevi-Kürt nefreti sadece iktidar kanadında değil, muhalefet kanadında da var. Daha kampanya başlamadan başlayan Kılıçdaroğlu aday olmasın kampanyalarının; Meral Akşener'in yarattığı kriz ve meşhur köşe yazarı Yılmaz Özdil'in krizi arttırma çabaları (oysa ben dahil pek çok insan n güzel Yılmaz Özdil köşe yazısı paylaşırdık) da bu nefretin bir parçası.

Böyle bir halk, Alevi, Kürt, hele de Tuncelili bir cumhurbaşkanı istemez.

4)Kılıçdaroğlu'nun idare-i maslahatçı olması ve iktidarı devirmek için ihtilalci olmanın gereği: Atatürk; idare-i maslahatçılar, esaslı devrim yapamaz demiştir. Propaganda sürecinde montajlı video kullanan ve muhalefetin propaganda SMS'lerini hiç bir sebep göstermeksizin engelleyen iktidarın, oy sayımnda ve toplamında dürüst olacağını mı sanıyorsunuz? Seçim gecesi Akşener ve Kılıçdaroğlu'nun uzun süren sessizliği, kendi tercihleri miydi sanıyorsunuz? Gene de seçimi 2. tura taşıyabildiler. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/14-mayis-secimleri-nde-muhalefet-neden.html ) Bu iktidarı Kılıçdaroğlu gibi uyumlu, ittifaklar kuran biri değiştiremez. Daha radikal ve uyuşmaz biri değiştirir. İktidar taraftarları tüm o anlatılan yolsuzlukarı biliyor. Böylesi bir iktidarı, anlayışlı-uyumlu liderler yıkmaz, radikal-popülist liderler yıkar.

Olay aslında doksanlara benziyor. Solcu ve seküler tayfa, doksanlı yıllar boyunca Necmettin Erbakan'ın (Fatih Erbakan'ın babası) iktidarını bekledik. Ne varki merkez sağ çökerken, siyasal İslam yükselirken, Necmettin Erbakan çok ılımlı kalıyordu. Kendisi 1973'de CHP ile koalisyon yapmıştı, doksanlarda da koalisyonların yönetti yada katıldı.Ayrıca Erbakan, büyük tarikatları (Fetöcüler, Menzilciler, Süleymancılar vs) ile arası kötüydü. Kendisinin Adnan Oktarcılar başta olmak üzere pek çok tarikatla dirsek teması vardı ama ona göre tarikat dediğin, az üyeli olurdu. O sırada pek çok olay ve provakasyonla ülke adım adım 28 Şubat'a doğru gidiyordu. Sonuçta Refah partisi kapandı, Necmettin Erbakan'a siyaset yasağı geldi ve Erbakan'dan daha kötüsü geldi. Bu sefer sağ, muhalefet olan yada gözükeni de dahil olmak üzere, Kılıçdaroğlu ve CHP iktidarından korkuyor. Siyasal İslam'ın Kılıçdaroğlu'su Necmettin Erbakan'dı. CHP'nin Erdoğan'ı da iktidara gelecek. Erdoğan'ın solcu versiyonu diyeyim. Zira solcu kitle de iktidarın kitlesine benzemeye başladı. Uzlaşma-anlaşmayı istemiyor.

Hegel, tarih ders alınmak için okunsaydı, tekerrürden ibaret olmazdı diyor. Çömezi Karl Marks, ilk tekerrür trajedi, ikincisi komedi der. Benzerlik, nasıl benzettiğinize göre değişir. Sonuçta on senekine göre bile daha farklı bir dünyadayız. En basitinden teknoloji değişti. On yılda Facebook önce moda, sonra demode oldu, twitter da yavaş yavaş facebook'un kaderini yaşıyor. Gene de internet, sansürü delen en büyük güç olmaya devam ediyor. İnsanlar yeni fikirlere daha çabuk ulaşıyor. Bu yüzden Kuzey Kore ve Türkmenistan gibi ülkeler, bir zamanlar matbaayı yasaklayan Osmanlı gibi interneti yasaklıyor yada kısıtlıyor.

Oysa insan davranışları belli ölçülerde aynı kalıyor. Ben konuma döneyim. Şartlar değişse de, Erdoğan, giderek Demirel'e benziyor. Demirel 12 Eylül öncesinde hiç de demokrat biri değildi. O zamanlar Türkiye İşçi Partisi milletvekili olan Çetin Altan, Meclis kürsüsünde, Türkçe'nin en büyük şairi Nazım Hikmet'tir dediğinde bir grup Adalet partili (Demirel'in o zamanki partisi) milletvekili  tarafından mecliste dövülmüştü . Sonra da partinin başkanı olan Demirel, bu büyük bir provakasyondur, Nazım Hikmet Türkçe'nin en büyük şairidir demek, provakasyondur demişti. 1978 Aralık ayında, Maraş'ta kan gövdeyi götürdüğü günlerde, bana sağccılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz demişti. 12 Eylüle kadar kutuplaştırmayı arttıran ve sağı toparlayan lider oldu. CHP'ye karşı, tüm sağ partileri, minimal partileri bir araya topladı. Demirel, Erdoğan'dan farklı olarak, direniş insanı değildi. Zora geldi mi o meşhur şapkasını alır, giderdi. Erdoğan ise hep direnen oldu.Son seçime kadar tek başına kazanan ( MHP'nin 15 Temmuz sonrası desteğini saymıyorum) oldu. Bu seçimde ise, minimal (%1 altı) partilerin şovuna döndü. Erdoğan'da bütün bu parti yığınını iktidar hedefi ile toparlayn oldu.

12 Eylülden sonra Demirel değişti zira artık Turgut Özal gibi bir rakibi vardı. Gene de hızla toparlanıp, birinci parti olarak 1991 seçimlerini kazandı. Kazanmıştı ama bu kazancın pek çok aması vardı. Artık bir koaliston kurmalıydı ve o koalisyonda sol olmalıydı. Çünkü  12 Eylül siyasi partilere sağ-sol çatışması suçunu yüklemişti. Diğer bir ama da Refah partisinin önlenemeyen yükselişiydi. Gene de 1997'de, 28 Şubat sürecinde, türbanlılar Suudi Arabistan'a gitsin diyerek çatışmayı körüklemişti. Üstelik artık daha önceki gibi ha deyince seçime gitmiyor, seçimlerden kaçıyordu. 28 Şubat dönemindeki karışıklığı bilerek azdırdı. Amacı anayasa değişikliği ile tekrar cumhurbaşkanı seçilmekti. Ecevit'in hamlesi ile yerine Ahmet Necdet Sezer, cumhurbaşkanı seçildi. (Tekerrürün biri de burada yaşandı. 1973'de Ecevit, cumhurbaşkanı olmak için meclisi subaylarla dolduran, dönemim Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler yerine, o dönemim anayasa mahkemesi başkanı Muhittin Taylan'ı seçmeye çalışmış, olmayınca da emekli Korgeneral Fahri Korutürk'ü cumhurbaşkanı yapmıştı.) 1999 seçimlerinde ise memleketi Isparta'da bile ikinci partiydi.

Demirel, önce Ecevit'i, sonra Erbakan'ı şeytanlaştırıp, tüm sağı kendisinde birleştirerek uzun süre iktidarda kaldı. Önce 12 Eylül ve Turgut Özal'a, sonra da 28 Şubat ve Erdoğan'a yenildi.  Erdoğan'da önce Kılıçdaroğlu'nu şeytanlaştırdı, şimdilerde de benzer bir şekilde İmamoğlu'nu şeytanlaştırmaya çalışıyor.

Ben tarihin gene bir şekilde tekerrür etmesini bekliyorum.


12 Temmuz 2023 Çarşamba

MAKETTEN SATMA DOLANDIRICILIĞI VE SONUCUNDA OLUŞAN METRUK BİNALAR SORUNU

 


Ülkemiz terk edilmiş, devam etmeyen inşaatlar mezarlığı oldu. Kimse bu konuda bir şeyler yazmayınca, ben yazmaya karar verdim. Ülkemizde inşşattab para kazanma histerisi olduğunu yazmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/03/buyuk-insaat-histerimiz.html ) Ülkemizde sürekli bir inşaat furyası var ve elde edilen gelir sürekli emlağa gidiyor. Ülkemizde sanat yada antika kolleksiyonculuğu gibi ince meraklar yok. Bankalar genelde güvensiz, yatırım araçları da belirsiz. Buna bir de  vurgunculuk hevesini de katalım.( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/vurguncu-ve-firsatci-toplum.html ) En büyük vurgun, emlaktan vurulur. Şehrin genişlemesiyle, bir zamanlar yüzüne bakılmayan araziler, birden kıymetlenir. Hele bir de bu araziye imar izni verilirse, değmeyin keyfine. Bir birime aldığınız arazi, bir anda bin, hatta on bin birim olabilir. Bazen de tersi olur. bulunduğunuz arazi yada ev  değer kaybedebilir. Bu bazen beklemedik bir şekilde de olabilir. Ankara Oran'da iki büyük Alış-veriş merkezi açılınca, Oran sitesindeki evlerin değeri düştü. Çünkü zenginler, avm'lerde vakit geçirmeyi sevseler de, avm'lerde vakit geçiren garibanlarla yüz yüze gelmekten hoşlanmıyorlar. Oran, Yıldız civarında oturan zenginler, Çayyolu civarına taşındı.

Bu kadar paranın olduğu bir sektörde, aslında paranın olduğu her sektörde, dolandırcılığın olmaması da imkansız. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/05/dolandiricilari-ve-dolandiriciligi.html )Burada anlatacağım sorun dolandırılan insanlar değil, sonucunda ortaya çıkan metruk yapılar ve yer yerde çukurlar. 

Bu dolandırmalar, çoğunlukla kitlesel dolandırılmalardır. Çoğunlukla da dev inşaat projeleri, kooperatifler, dev iş yerleri, bazı bazı da apartmanlar oluyor. Burada dolandırıcılığın bir kaç şekli var. İlki başlıkta belirttiğim  gibi, maketten (eskiden projeden veya topraktan-temel atılmadan satıldığı için topraktan deniliyor-) satılan evler yada dükkanların satışı yapıldıktan sonra inşaat bitmiyor. Bu bitmeyen inşaata bahaneler bulunuyor. Genelde aniden fırlayan maliyetler bahane ediliyor. Bazı üyeler,n taksitleri yatırmaması da ayrı bir bahane.

Olayda dolandırılan onlarca, yüzlerce ve hatta bazı büyük projelerde binlerce mağdur olması bir yana, bir sürü metru, hayalet ve hali hazırda yarı bitmiş ve boş bina ortaya çıkıyor. Ülkemizde bu binalardan, daha doğrusu bina gruplarından tahmin edilemiyecek kadar var. Olası bir depremde çökme riski taşıyorlar. Çünkü yarı bitmiş durumda olduklarından, matematiksel olarak eksik durumdalar. (İnşaat mühendisleri bunu daha iyi izah edebilir) Demirleri sürekli yağmurlarla paslanıyor, betonları da, yer yer sıvasız ve aşınıyor.

Diğer yandan bu boş binalar, en masumundan sokakta hurda (kağıt başta olmak üzere, cam metal vesair) toplayıcılarının deposu; sonra uyuşturucu satıcı-kullanıcılarının buluşma yeri, ve diğer illegal işler için uygun mekanlar olmaktadır.

Bu boş binalar, onlarca ve hatta yüzlerce hak sahibinden dolayı ne yıkılıyor, ne de yapılıyor. Davalar yıllarca sürüp, mahkemeleri meşgul ediyor. İnşaatları devam ettirmeyi teklif yada kabul eden müteahitler, daha çok para istiyor. Yıkım masrafını da kimse üstlenmek istemiyor. Hem ekonomiye, hem bürokrasiye (özellikle davalar nedeniyle adalet bürokrasisine), hem doğaya, hem de belediyelere yük oluyorlar. İnşaatları yarım bırakan müteahit ve mal sahiplerine ağır cezalar verilmeli, o kadar ağır cezalar olmalı ki, zararına da olsa inşaatlar tamamlanabilmeli. Bir inşaatın bitmesi için maksimum süre belirlenmeli. (Bu kamu inşaatları içinde gereklidir. Keçiören metrosunun ilk kısmı (Atatürk Kültür MerkezŞehitler istasyonu arası) inşaatı, yirmi beş yıla yakın sürmüştü.)

Bu sorun artık ciddi bir güvenlik sorununa dönüşmektedir.

 

10 Temmuz 2023 Pazartesi

OH OLSUN İDEOLOJİSİ

 



Dürüst olmalıyım ki uzun süredir bu ideolojideyim ve bu ideolojiye bir günde gelmedim. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/03/kahrolsun-hirosima-kotulugun-yuceligi-2.html ) İşin doğrusu ne atom bombasını yiyen Japonlara acırım, ne de Sovyet askerlerinin tecavüzüne uğrayan Alman kadınlarına. Onlara en başta kendi iktidarlsrı acıdı mı? Hitler, gerçeği haykırıyordu. Hitler, Rusya'ya salıdırcağını, 1923-24 yıllarında yazdığı (sonradan eklemeler, düzeltmeler yapmış) Kavgam kitabında yazıyordu. Milyonlarca insanın katledilmesinden, Alman halkının çoğunun habersiz olduğu masalına nasıl da inandık? Münihliler, şehrin 16 kilometre uzağındaki Dachau'da olanlardan habersiz miydiler? Gruppe 47 yazarları ( Firuzan'ın Kırkyedililer romnının ismi, bu grubun ismine atıf gibidir.) bu yalana tüm dünyayı inandırdılar. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/05/kavgam-elestirisi-3-etkileri.html ) Japonların o yalanı söyleyecek durumu da yoktu. Günlük Japon gazeteleri, arazi konfor kadınları diye fuhuş yaptırılan Koreli kız çocuklarından yada Japon subayların, Çinli esir öldürme yarışlarından övünçle bahsediyordu.

Geçen günlerde televizyonda kanalları zaplarken, bir kanalda güzel bir filmin başlangıcına denk geldim. Filmin adı Mayın Ülkesi'ydi yanılmıyorsam.  Gerçek bir olaydan alındığı, hikayenin acımasızlığından belli. İkinci dünya savaşı birmiş ama Avrupa'nın pek çok yeri, kara mayınları ile dolu, özellikle de plajlar. On dört tane esiri, bir Amerikalı subay emtinde mayın temizlemeye zorluyorlar. Asker dediysem, Hitler'in son aylarda silah altına aldırdığı 14-18 yaş arası, belki de daha küçük ergenler. Bu ergenler, mayın temizleme gibi tehlikeli bir işte, zorla çalıştırılıyorlar ve Amerikalılar (ve müttefikleri) onlara doğru-dürüst yemeği bile çok görüyorlar. Film, bu eziyetler içinde sürüyor. Sürekli aralarında biri ölüyor. Çıkarılan mayınlar, tahmin edilenden az çıkınca, zorla arazide yürütülüyorlar. Bütün bu olanların sonunda, on dört çocuktan, dördü hayatta kalıyor. Bazıları kollarını kaybediyor. Çocuklardan sorumlu subay, çocuklarla duygusal bağ kurmaya başlıyor. Onun amirleri ise, Alman değiller mi, köklerine kibrit suyu diyor. Kalan dört çocuğu da, tecrübeliler diye başka yerde mayın aramaya göndermek istiyor. Subay da dört çocuğun kaçmasına göz yumuyor.

Bu olaydaki Alman çocuklara acıdım mı? Hayır, çünkü sonuçta cezalarını çekiyorlar. Bence Almanya ve Japonya'nın savaştan sonra kalkımıp, bir sanayi devi olmasının temel sebebi, cezalarını hızlı ve kesin bir şekilde yaşamalarıdır. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/kitlelerin-sucu-da-suctur.html ). Bu düşüncemin sebebi umutsuzluğum değil. Öyle olsa buralara yazı bile yazmazdım. Hayatta umutsuzluk yoktur ve pek çok kez, her şey bitti dendiği anda, her şey yeniden başlar. İslamın ilk yıllarında, Uhud savaşı yenilgisi sonucu imzalana Hudeybiye barışı,Sevr antlaşması gibi bir antlaşmaydı. (  Sevr'in sonunu Türk okurlarına anlatmaya gerek yok sanırım) Müslümanlara sadece sınırlı hac imkanı tanınıyordu. Buna rağmen İslam taraftar kazanınca, Mekkeli müşrikler saldırıya geçmiş, Müslümanlar da İran kökenli (adı üstünde Farisi) Salman-ı Farısi'nin tavsiyesi ile hendekler kazmışlardır.  O dönem Arapların kuşatma bilgisi olmamasından dolayı bu savunma sıtratejisi başarılı olmuştur. 


u acımasızlığımın ilk nedeni, kendi düşen ağlamaz fikri ama esas sebebi değil. Gene de sayın okurlarım, bile bile lades dediyseniz, başınıza gelene katlanacaksınız. Vergi ve harçların  seçimden sonra zamlanacağı, daha baştan belliydi. Seçimden hemen sonraki günlerde, şehir içi otobüsle giderken, iki gencin konuşmasını dinlemiştim. Mehmet Şimşek, yeni bakan olmuştu. Şimşek'in önceki maliye bakanlığı döneminin, ülkenin en müreffeh dönemi olduğunu anlatıyorlardı. AKP'nin 2010 öncesi dönemi, ülkenin en müreffeh ve özgür yıllarıydı. Özgürlüğün amacı, halkı yetmez ama evet referandumuna hazırlamaktı. Yetmez ama referandumu zannedildiği gibi sembolik falan değildi. Yargıyı ele geçirme referandumuydu ve şu günlerde (2023 temmuz) İsrail'de halkın haftalardır, aylardır sokaklara döküldüğü yargı reformu da benzer bir düzenlemedir. Bu düzenlemeyi savunan hiç kimse masum değildir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/yetmez-ama-yanildiniz-kendiniz-icin.html ) Bu sebeple bir zamanların yetmez amacıların sürgünde ve hapiste olmasına da oh olsun diyorum. Yetmez amacı güruhu da affetmiyorum. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/adalet-agaoglu-ve-affetmeme-ozgurlugumuz.html ) Benim gibi ortalama bir felsefe öğretmeni bunu fark etmişse, benden kat kat daha eğitimli, yabancı dil bilen bu insanlar, bunu öngörememiş olamazlar. Onlar sadece kendilerinin bu yeni düzende yeri olacağı konusunda yanılmışlardır.

Bu acımsızlığım biraz da kendime ve kendim gibilerine de dönük. Bir ülkede muhalif olmak her zaman belli bedeller ödemek demektir. Acı çekiyorsak, kendimize çekmeliyiz. Başkasına anlatmak, muhalife yakışmaz.Oh olmuşsa, bize yada bana, kendimize de oh olmuştur. Bu iktidarı deviremediğimiz için. (Bunu son madde içinde hatırlayalım.)

İkinci oh olsun sebebim, bu halkın yalanlara nasıl inandığı ve neden oy verdiğinin, kendimce vardığım asıl sebebidir. Bu halk aynı zamanda iktidarın suç ortağı ve bu ortaklıltan pay isteyendir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/kitlelerin-sucu-da-suctur.html ) Sadce bu iktidara değil, çok partili iktidara gelişten beri işlenen tüm suçların suç ortağıdır ve iktidar değiştiğinde suçlarının cezasını çekmekten korkmakta ve birgün bu iktidarın onların da karına çalışacağı ümidini taşımaktadır. İşin bu kısmını kısa kesiyorum.

Üçüncü ve son sebep ve asıl sebep, insanların canları acımadan öğrenmemesi, yani şartlı refleks, klasik koşullanma olgusudur. İnsan zekası ile öğünse de, özellikle şartlı refleks ile öğrenme yeteneği zayıtır. Herhangi bir hayvana bir kere kötü muamele yapın, sizi asla unutmaz ve size yaklaşmaz. Mesela sınır kaçakçıları, kullanacakları at-eşek-katır ve benzeri ahyvanları asker kıyafetli kişilere dövdürürler. Sonra bu hayvanlar askeri çok uzaktan görseler de kaçar. Oysa insan öyle mi, çok fazla acılar çekmesi gerekir. Babam bana her kızdığında, eşek, eşekken bir çukura iki kere düşmez, derdi. Hayvanlar bir kere mayınlı araziyi öğrendiler mi, bir daha oradan geçmezler. 

İnsanın deneme-yanılmada defalarca uğraşması gerekir. Edison'un ampulu bulmak için binlerce (asistanları ile birlikte) deney yaptığını duymuşsunuzdur. Lui Pastör'de kuduz aşısını bulana kadar dokuz tane atı öldürmüştür. Atlardan evvel tavşanlarla deneyler yapmış, epey bir tavşan öldürdükten sonra vazgeçmiş, atlara yönelmiştir. İnsan, kendi başına gelenler, kendi acıları ile ilgili deneyimlerde ise daha zayıftır, etkenleri daha zor değerlendirir. Biz Yahudi soykırımı olarak sadece Nazilerin yaptığını biliriz. O zamanlar Avrupa'da dokuz, tüm dünyada on iki milyon Yahudi vardı ve Naziler altı milyonunu, yani yarısını öldürmüştü. (Dünya Yahudi nüfusu bu sayıya tekrar ancak 2015-20 yıllarında ulaşmıştı. Bu sürede dünya nüfusu 6-7 kat artmıştı) Oysa 1917-1922 arasında, Ekim devrimi sonrasında Rusya'da çıkan iç savaşta, tahminen bir milyon kadar insan, beyazlarca (Menşevikler-karşı devrimciler) sırf Yahudi oldukları için öldürülmüştü. Yani Yahudiler de pek çok şeyi acı çekerek öğrenecekti.

Son olarak da topraklama olmamak adına oh olsun diyorum. Birisinin derdini dinlemek, o kişinin acılarına ortak olmak, o kişinin acılarını azaltıyor. Ben de bunu hissettiğimden, uzun süredir sıkıntılarımı kimselere anlatmamaya dikka etiyorum. Çünkü o zaman bu eziyete daha fazla katlanıyor, isyan etme ya da çözüm üretme yeteneğimi kaybediyorum. Bu yüzden artık kendime bile acımıyorum.

Sonuçta acı öğretir, ne kadar aptalsanız, o kadar öğretir. Bunu kendi deneyimlerim için de diyorum.


7 Temmuz 2023 Cuma

FARABİ TİPİ BAŞKANLIK SİSTEMİNE GAZALİ ELEŞTİRİLERİ (Levaithan serisi)

 


Farabi'in meşhur kitabı El Medinet-ül Fazıla, çok bilinen, az okunan bir kitaptır ve zannedildiği gibi bir ütopya kitabı değildir, hatta bugünkü ölçülerde bir disütopya kitabıdır. Bu kitap, bir çeşit başkanlık rejimi kitabıdır. Herkes kitapta başkandan istenilen özelliklere dikkat etmiştir. (Gazali dahil.) Kimse başkanın yetkilerine dikkat etmemiştir. Şehrin başkanı, bir sultan gibi sınırsız yetkidedir.

Aslında bu, o çağ için dikkat edilecek bir konu değildir. Farabi'nin yaşadığı çağda valilikler, İran'ın Pers (Akhamenid) imparaorluğundan kalma satraplık benzeri kurumlardı. Bir bölgenin valileri, bir çeşit hanedandılar, konumlarını babadan oğula devrederlerdi.  Abbasi devletinde, Mısır'daki Tulunoğulları ve İhşitler, Halep civarındaki Hamdaniler, en ünlüleriydi. Gene Akhamenidler gibi hanedan üyelerinin, özellikle de şehzadelerin valilik yapması (sancağa çıkması), Osmanlılarda bile uzun süre devam eden bir gelenek olmuştur.

Gazali'de şehrin sultanına (Çevirilerde başkan deniliyor ama bu başkan değil, sultandır. ) atfettiği 12 özelliği (şimdi saymak gereksiz geliyor bana) eleştirir. Bu kadar özelliğin ancak peygamberlerde olabileceğini söyler. Farabi savunucuları da ilk altısının mutlak gerekli olduğunu söyler. Aslında sorun, bu kadar özelliğin peygamber olmayanda bulunup, bulunamayacağı değil; peygamber olmayana verilip, verilmeyeceğidir. Burada peygamberliği, vahiy almak değil de kutsanmak anlamını verirsek, konuyu daha iyi anlarız. Aslında taraftarlarının peygambermişçesine kutsadığı kişiler bu kadar yetkili olabilir.

Eski tarihlerde bu kutsaallık soyda bulunur ve soya geçerdi. Arap kültüründe soy sadece babadan geçerdi. Bu yüzden Araplara göre Muhammedin soyu kesikti. Kevser suresine rağmen damadı ve amcasının oğlu Ali'nin halifeliğini kabullenmedikleri gibi, torunları Hasan ve Hüseyin'den de nefret ettiler. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/fuzuli-hakikatul-saada-ilhan-arsel.html ) Kutsanmış soy, sultanları tanrının seçtiği iddiaları, tek tanrılı dinlerce de tekrarlandı. Krallar, halkları yönetsin diye tanrılarca atanmıştı. Pek çok kere de krallar ya da benzeri yüksek makamdakiler, ağaç kovuğundan çıkma, inciden çıkma, gökten inme gibi efsanevi soylara dayandırdılar kendilerini. Yazının yaygınlaşması, bu kutsal soy düşüncesini zayıflatarak yıktı. Son kutsal soy, Moğol imparatoru Cengiz Han'ın soyu oldu.

Eski Yunan filozof ve taihçileri, tiranlar (diktatörler) ile monarklar (krallar) arasında ayrım yapmıştı. Tiranlar genelde demokrasilerde krizlerden faydalanıp, tüm gücü ele geçiren demogoglardı. Krallıklarda da bazı kumandan ve vezirler, kral naibi olarak diktatörleşiyorlardı. Krallar hem bu makamlarını tanrısal soyları yüzünden haketmişlerdi, hem d ebazı geleneksel değerler ve etraflarını saran aristokrasi nedeniyle o kadar da sınırsız yetkili değillerdi. Onları tahta çıkaran kutsallık öyküleri, onları kısmen de olsa sınırlıyordu.

1215'de ise İngiltere'de soylular, Krala Magna Carta'yı imzalattılar. Böylece ilk defa bir kralın yetkileri gelenekler tarafından değil, bir sözleşme ile sınırlandırılmıştı. Bu sözleşme, Kral ile toprak sahipleri (Lordlar, yanılmıyorsam toplam 26 (yirmi altı) adet ) ile imzalanmıştı. Lordlar kendilerini kralla bir görüyorlardı çünkü nasıl kral John, yüz otuz dokuz yıl önce İmgiltereyi istila eden Normandiya kontu Fatih William'ın soyundansa, diğerleri de adayı istila etmedi için ona yardımcı olan diğer sosyluların soyundandı. Yani kralı çok da üstün görmüyorlardı.

Bunun üzerine Rönesansın ilerleyen dönemlerinde filozoflar (Thomas Hobbse, John Locke, David Hume, J.J.Rıuseau), krallara bu yetkinin tanrı değil, toplumsal bir uzlaşma ve sonrasında sözleşme ile verildiği fikrini işlediler. Sözleşme de, kralın yetkilerinin sınırlandırılması, dahası bir krala ihtiyaç olmayacağı fikrine kadar vardı. Montesquieu ise, Roma tarihini okurken, güçler ayrılığı ve güçler dengesi fikrine ulaştı.

Gene de insanların kutsanmış lider ihtiyacı geçmedi. Alman sosyolog Max Weber buna karizmatik liderlik dedi. Bunlar geleneksel değerlerden solayı soya dayanmayan,  liyakat yani hukluksal olarak da tartışmalı bu liderliğe, tanrıdan gelen anlamında karizmatik dedi (Gazali'nin eleştirilerini hatırlayınız.) Bireyin kendi yetenekleri , başarıları ve hitabet yeteneği ile halkı yöneten kimselerdi. Bu karizma, pek de soya aktarılamıyordu. Çünkü kişi başarılı olsa da, oğlunun da benzer başarı sağlayabileceği beklenmez. Sonuçta mucize kişininidir, çocuklarının değildir. Öte yandan ben kendim naçizane, karizma için gerekli bir şart olduğunu gördüm; ÇİLE.

Bu çileyi sadece başkan yaşamamalı, onun destekçileri ve halkı da yaşamalıdır. Çile kardeşiliği, bu yollarda beraber yürümek, insanların lidere sevgisini ve itaatini arttırır. Bu kutsallık makamına erişen lider, takipçilerine istediğini, çok uç noktalara kadar yaptırabilir. Mesela 17. yüzyılda Sabatay Sevi isimki bir haham, mehdi olduğunu ilan etti ve pek çok Yahudi'yi buna inandırdı. Sonra bu olay, Osmanlı devletinin kulağına duydu. Sabatay Sevi,  o dönem,m padişahı Avcı Mehmet'in (IV. Mehmet), İstanbul'daki karışıklıklar yüzünden Edirne sarayında yaşadığı için, Edirne'ye getirildi. Ölüm tehditi altında Müslüman oldu ama sevenleri onu yalnız bırakmadı. O da yarı Yahudi, yarı Müslüman, Sabataycılığı kurdu. Bu akım halen aktiftir ve İsrail'e kabul edilmemişlerdir. Çünkü bu inanış, Müslüman gibi görünmeyi ve yaşamayı, Sabatay Sevi'nin emri kabul eder.

Bu itaat, çok yoğun veya sonsuza kadar olmayabilir. Sabatay'ın çok az rakibi kendisini takip etti, daha ziyade Selanik bölgesi Yahudilerinin bir kısmıydı. Sabatay Sevi, daha ziyade günümzdeki New Age (Yeni Çağ) tarikatlara benziyordu. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-2-neden-tarikatlara-uye.html ) Siyasi bir varlığı yoktu. İşin çile kısmı, kutsal siyasi liderler için daha önemlidir. 

Lenin ve Stalin, Bolşevik partinin yasaklı olduğu yıllar boyunca hapisler ve işkenceler yaşamışlardı. Sonuçta bir lider olarak, iç savaşta Menşevikleri de yenerek, iktidar oldular. Stalin, tüm hatalarına rağmen, ikinci dünya savaşında Almanları yenerek kutsanmış lider (ya da Necip Fazıl Kısakürek'in deyimiyle başyüce oldu) Oysa Stalin ölür ölmez, Stalinizm'den arındırmalar başladı, kendisi baş yüce iken, baş kötü oldu. Stalin'in kızı da Amerika'ya iiltica etti. Komünistler daha sonra Sovyetlerin zayıflamasını Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov'a bağladı.

Başyücelerin ölümü, siyasi hareketlerin sonunun başlangıcı olur genelde. Çünkü bu kadar yetki başkasında olursa, insanlar kabullenmez. Bu kutsallıkta, aynı çile ve mücadele vermemiş kişiye verilmez.  Diğer yandan bu kutsallıkta çok güvenilir değildir. Özellikle yeni üyeler yada yeni nesiller, baş yücenin her dediğini yapmayabilir. Tıpkı 1995'de dişçisini, doktorunu ve Ülkücülerin pek de sevmediği pek çok kişiyi aday gösterip, baraj altı kalan Alparslan Türkeş gibi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/turkesin-discisi.html) Yönetirken çok fazla hata yapan baş yüceler, Kaddafi gibi linç edilerek öldürülebilir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/12/libyanin-yakin-cag-tarihi.html )

Yapılan hataların acısı genelde lider öldükten yada devrildikten sonra çıkar. Tito'dan ve Sovyerlerin desteğinden sonra dağılan Yugostlavya buna örnektir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/balkan-yarimadasinin-soguk-savas.html) Gene de baş yüce yaşarken onunla mücadele zordur. Baş yüceye suikast ise, başarılı olsa bile tehlikelidir. Sezar suikastinden beri liderlere suikastler ve suikast teşebbüsleri,  sonrasında daha yeni ve güçlü diktatörlükler kurulmasına sebep olur-olabilir.

Muhalefetin görevi ise, her şeye rağmen, mümkün olduğunca demokrasi ve hukuk sınırlarında, yapabildiği kadar muhalefete devam etmektir. Öte yandan da, baş yüce sonrasında olası bir iç savaş çıkmaması, çıksa da erken bitmesi için, barışçıl ve demokratik bir muhalefet şarttır.

Gazali, peygamber derken muhtemelen peygamber soyundan yada akrabası olduğunu iddia ettiği ve her ne kadar vezir Nizamülmülk ve Selçukluların kurmuş olduğu Nizamiye medreselerinin hocası olarak ünlense de, kendisini Abbasi halfeliğine bağlı sayıyordu. Oysa Abbasi halifeliği de, Emevi halifeliğini yıkarak kurulmuştu. Abbasilik, uzun süre Şii, Büyeihoğulları ve Şii, Samanoğulları baskısı altındaydı. Bu yüzden de Oğuz boylarını ve yöneticisi olan Selçukluları yardıma çağırdılar. Böylece yetkilerini istemeden de olsa Selçuklular ile paylaşmak zorunda kaldılar.

İkinci dünya savaşı bitiminde Almanların tekrarladığı bir cümle vardır; Umarım bir daha İsa bile olsa bir kişiye bu kadar yetki vermeyiz. Bence bu söz, kimseyi bir daha bu kadar kutsallaştırmayalaım ve bu kadar yetki vermeyelim olmalıdır. Güçler ayrılığı fikrinin mucidi Montesquieu'nun dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştırır.