17 Eylül 2024 Salı

MEB ders kitabında İslam Dünyası’ndaki bilim insanlarıyla ilgili yanlışlar: Prof.Dr. Yavuz Unat



 Millî Eğitim Bakanlığı’nın Beşinci Sınıf Fen Bilimleri Ders Kitabı’nda bilim insanlarına ilişkin verilen örneklerdeki hatalar ve doğrular…

Biruni, Güneş’in hareketlerinden mevsimlerin ne zaman başladığını belirlemedi
Fergani, Güneş’in kendi etrafındaki hareketini bulmadı
Ali Kuşçu, Güneş Merkezli Kuramı bulmadı, Ay’ın haritasını çıkarmadı
Caca Bey, bir gözlemevi değil bir medreseydi
Hezarfen Ahmed Çelebi’nin yaşayıp yaşamadığı bile belli değil
Akşemseddin’in mikrobu bulması imkânsızdı
Kindi, ışınların düz çizgi şeklinde yayıldığını keşfetmedi
Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ne ilişkin yeni ders kitaplarını yayımladı. 9. sınıf Tarih dersinin hedefleri arasına da “Türk-İslam medeniyetinin temel referansları olan millî ve manevi değerlerin uygulamalı olarak verilmesi esas alınmıştır” ifadesi eklendi. Bütün sınıfların kitaplarında dinsel ögelerin ağır bastığı görülüyor. Bu da bilim eğitimine ilişkin birçok tartışmayı gündeme getirdi.

Bu yazıda Beşinci Sınıf Fen Bilimleri Ders Kitabı’nda yer alan bilim insanları köşelerinde, İslâm Dünyası’ndan da örnek bilim insanlarımızla ilgili kısa eklere ilişkin bazı yanlışları değerlendireceğim. Burada yer alan bilgilerin çoğunlukla yanlış olduğunu belirledim. Yanlış kaynaklardan maalesef olmayan bilgiler üretilmiş. Bizim de bunları düzeltmek ve uyarılarda bulunmak görevimizdir.

Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın öğrencileri olarak pozitif bilimin öneminin ve bilim tarihinin doğru bir şekilde anlaşılması ve öğrenilmesi için uzun yıllardır emek harcıyoruz. Ama maalesef birçok yalan-yanlış bilgiler internette dolaşıyor ve bu bilgiler de ders kitaplarına giriyor. Zira bilim insanlarımıza ilişkin kitapta yer alan bilgiler “güncel ağdan alınmıştır” ifadesiyle eklenmiş. Bu yanlışlar konunun yanlış anlaşılması ve değerlendirilmesi bir yana, tarihsel gerçekleri tahrif eden bir durumu da beraberinde getiriyor.

Kitabın 1. cildinin 53. sayfasında Biruni, Fergani, Ali Kuşçu ve Cacabey hakkında bilgiler yer alıyor.

Biruni, Güneş’in hareketlerinden mevsimlerin ne zaman başladığını belirlemedi
Biruni hakkında şu ifadeler yer alıyor: “Güneş’in hareketlerinden mevsimlerin ne zaman başladı­ğını belirlemiştir. Dünya’nın çapını, bugünkü değere çok yakın bulmuştur.”

Güneş’in hareketlerinden mevsimlerin ne zaman başladığı Biruni’den çok önce belirlenmiştir. Eski Mısır ve Mezopotamya astronomları mevsimleri biliyorlardı. Bu bilgi Antik Yunan’a sonra da İslam dünyasına geçti. Nitekim mevsimlerin başlangıçlarıyla ilgili bir çalışmasında meşhur Yunanlı astronom Hipparkos, Güneş’in hareketini açıklayarak Yer Merkezli Kuram’ın matematiksel analizini kuran Batlamyus’u büyük ölçüde etkiledi.

Biruni, Dünya’nın çapını (aslında çevresini ve buradan çapını) evet ölçtü. Trigonometrik yöntemi kullandı. Ancak bulduğu değer bugünküne yakın değil, bugünkü değerden biraz daha büyüktür. Gerçekte 9. yüzyılda Müslüman coğrafyacılar ondan çok daha önce kutup yıldızını esas alarak Yer’in çevresini ölçmüşler, bu değer çok iyi olduğundan uzun süre Doğu ve Batı’da kullanılmıştır.

Şöyle yazılsa daha doğru olur: “Hem bir astronom hem bir kimyager hem de iyi bir eczacıdır. Yazmış olduğu astronomi kitabında trigonometriye yer vermiş ve trigonometrik fonksiyonları birer orantı olarak olduğuna dikkat çekmiştir. Kimya alanında cisimlerin özgül ağırlıklarının belirlenmesi amacıyla bir alet geliştirmiştir. Eczacılık alanında ise ilaçların daha çok hekimler tarafından geliştirilmesi gerektiğini söylemiştir.”

Fergani, Güneş’in kendi etrafındaki hareketini bulmadı
Fergani hakkında şu ifadeler yer alıyor: “Güneş’in hareket eden bir gök cismi olduğunu, bilim tarihinde ilk keşfeden bilgindir. Kendi devrine kadar gök cisimlerinin ha­reketi biliniyordu. Ancak Fergani, Güneş’in de kendi etrafında batıdan doğuya doğru döndüğünü ifade etmiştir.”

Güneş’in hareket eden bir gök cismi olduğu yine antik dönemden beri bilinir. Zira Güneş eski astronomiye göre Yer’in etrafında dönen bir gökcismidir. Fergani, Güneş’in kendi etrafındaki hareketini bulmamıştır. Bu bilgi de yanlıştır. Ayrıca “Kendi devrine kadar gök cisimlerinin ha­reketi biliniyordu” ifadesi de ne anlama geliyor belli değil. Bundan kasıt bir sonraki cümleyle bağlantılı ise gezegenlerin kendi çevresinde dönüşü müdür? Oysa modern döneme kadar Güneş, Ay ve gezegenlerin kendi etraflarındaki hareketleri bilinmiyordu. Güneş’in hareketi meselesi nereden geldi peki? Fergani’nin eserini Arapçadan ben çevirdim. Benim doktora tezimdi. Fergani bu eserinden Güneş’in apojesinin değişken olduğundan söz eder. Evet bu bilgi döneme göre yenidir. Apoje bir gezegenin Yer’e en uzak noktasıdır. Yani Fergani Güneş’in kendi ekseni etrafında hareketli olduğunu değil Yer’e olan en uzak noktasının hareketli olduğunu söyler. Sanıyorum bu kısmı okuyanlar Güneş’in eksen hareketi var biçiminde yanlış yorumlamışlar.

Şöyle yazılsa daha doğru olur: “Yazmış olduğu astronomi kitabıyla özellikle Batı’da tanınır. 12. Yüzyıldan sonra Batı’da astronominin yeniden canlanmasında büyük etkisi vardır. Ayrıca çalışmalarından meşhur şair Dante de etkilenmiş ve kitabında Yer’in çevresine ilişkin verdiği değer Kristof Kolomb tarafından atıf yapılarak kullanılmıştır.”

Ali Kuşçu, Güneş Merkezli Kuramı bulmadı, Ay’ın haritasını çıkarmadı
Ali Kuşçu hakkında şu ifadeler yer alıyor: “Gezegenlerin Güneş etrafında belirli yörüngelerde hare­ket ettiği fikrini ortaya atmıştır. Gezegenler arası uzaklıkla­rı hesaplayıp Ay’ın ilk haritasını çıkarmıştır. Bu çalışmala­rından dolayı Ay’ın bir bölgesine “Ali Kuşçu” adı verilmiştir.”

Gezegenlerin Güneş etrafında dolandığı fikrini, yani Güneş Merkezli Kuramı bulmuş! Hayır. Tam tersine tüm astronomi yazılarında Yer’i merkeze almıştır. Konuyla ilgili ilk tez benim tarafımdan hazırlandı; son dönemde ise birçok yazısı incelendi. Böyle bir bilgiye rastlanmadı.

Gezegen uzaklıkları konusuna gelince: O dönemlerde gezegen uzaklıkları hesaplanıyordu. Bu konuyu ilk defa meşhur Yunanlı astronom Aristarkos gündeme getirmiş ve geometrik yöntemlerle Yer-Güneş arasındaki mesafeyi belirlemeye çalışmıştır. Yöntem doğru da olsa bulduğu değerler yanlıştır. Sonrasında konu tekrar tekrar gündeme gelmiş ve onun yöntemi kullanarak İslam astronomları da gezegenlerin Yer’e uzaklıklarının belirlemeye çalışmışlardır. Ancak Yer’in evrenin merkezinde olduğu görüşüne göre hesaplar yapıldığından ve gerçekte gezegenler muazzam bir uzaklığa sahip olduklarından değerler günümüze yakın bile değildir. Sadece Ay, Güneş ve Merkür ve Venüs’ün uzaklıkları aşağı yukarı tutarlıdır. Hatta modern döneme kadar tüm yıldızların uzaklıklarının eşdeğer olduğu kabul edilmiş, yıldızların birbirlerinden farklı uzaklıklarda olduğu ancak teleskopla yapılan gözlemlerden sonra anlaşılmıştır.

Teleskop olmadan hiçbir bilim insanının Ay’ın haritasını çıkartması da mümkün değildir. Böyle bir haritaya Ali Kuşçu’nun eserlerinde rastlanmamıştır.

Şöyle yazılsa daha doğru olur: “15. Yüzyılın en önemli bilim insanlarındandır. Osmanlı’da matematik ve astronomi bilimine olan ilgiyi arttırmıştır. Ay’ın ve Merkür’ün hareketlerini incelemiş ve bu gök cisimlerinin hareketlerini açıklamak için yeni yöntemler geliştirmiştir. Bu yöntemler Batı’da da etkili olmuş ve muhtemelen Güneş merkezli kuramın kurucusu Kopernik’i etkilemiştir.”

Caca Bey, bir gözlemevi değil bir medreseydi
Caca Bey hakkında şu ifadeler yer alıyor: “Anadolu’da, kendi ismiyle bir medrese kurdurmuştur. Bura­da pek çok bilginin yetişmesine öncülük etmiştir. Astronomi­ye olan ilgisi sebebiyle bu medreseyi de bir astronomi okulu hâline getirmiştir. Medrese, bir gözlemevi olarak da kullanıl­mış ve burada gök cisimlerinin gözlemleri yapılmıştır.”

Caca Bey Medresesi 1272 yılında Gıyasüddin Keyhüsrev b. Kılış Arslan zamanında Kırşehir valisi Nureddin Cibril b. Caca tarafından yaptırılmıştır. Mimari tarzı dikkate değer olan bu medresenin bir astronomi medresesi hatta bir gözlemevi olduğu söylenmektedir. Sayılı ve Ruben konuyla ilgi bir araştırma yapmışlar ve bu araştırmayı yayımlamışlardır. Ancak kesin bir sonuca varamamışlardır.

Caca Bey bir gözlemevi değil bir medresedir. Burada astronomi dersleri okutulmuş, ama astronomik gözlemler yapılmamıştır. Buna dair bir kayıt, kullanılan aletlere ilişkin bir detay da yoktur. Medresenin ortasında bir gözlem kuyusu olduğu söylenmektedir. Ancak bu da tartışmalıdır. Sayılı ve Ruben’e bulgularına göre bu kuyu, üst çapı 180 cm, alt çapı 260 cm olan 6 – 7,5 metre derinliğindeki bir kuyudur. Söylendiğine göre bu kuyunun dibinde su vardır ve gökyüzünden gelen gökcisimlerinin ışınları buraya yansıyarak gözlem yapılmaktadır. Sayılı ve Ruben suyun olabileceğine dair işaretler de bulmuşlardır. Ancak kuyunun derinliği dikkate alındığında 180 derecelik bir ufuk çemberinin kuyunun içindeki suya yansımayacağı açıktır. Dolayısıyla kuyu bu tür bir gözlem için hiç pratik değildir. Buna karşın bazı İslam rasathanelerindeki araçlar incelendiğinde rasatların bu şekilde değil de içine gözlemcilerin girerek gözlem yaptığını söyleyebiliriz. Nitekim bu şekilde kullanılan bir aracı 11. yüzyılda İbn Sina’nın kurduğu Hameden Gözlemevi’nde, 13. yüzyılda Nasirrüddin Tusi’nin kurduğu Merâgâ Gözlemevi’nde ve 1575 yılında Takiyüddin tarafından kurulan İstanbul Gözlemevi’nde görmekteyiz. Zaten gökyüzünün mükemmel göründüğü bir zamanda (ışık kirliliğinin olmadığı zamanlar) gökyüzüne bakmak yerine niçin kuyuya baksınlar?

Anadolu’da birçok medresede astronomi okutulmuş, bazı küçük gözlem araçlarıyla gün gece uzunlukları gibi ölçümler yapılmıştır. Ama rasathaneler gezegenlere ilişkin ölçümler ve matematiksel ölçümlerin yapıldığı ve bunların kaydedildiği yapılardır. Caca Bey medresesinde bu aletlere ilişkin yeterli bilgi olmadığı gibi kayıtlar yani “zic” adını verdiğimiz astronomik tablolar da bulunmamaktadır. Ola ki gelecekte bulunur biz de fikrimizi değiştiririz. Binanın duvarındaki kabartmalar da sadece süstür. Astronomik bir değeri yoktur.

Hezarfen Ahmed Çelebi’nin yaşayıp yaşamadığı bile belli değil
Kitabın 1. cildinin 97. sayfasında Hezarfen Ahmed Çelebi hakkında bilgi verilmiş: Oysa Hezarfen Ahmed Çelebi’nin yaşayıp yaşamadığı ve uçma deneyleri yaptığı tartışmalıdır. Yaşadığına ilişkin bir kayıt yoktur. Efsanevi bir kişiliktir. Sadece Evliya Çelebi’de geçer. Osmanlıca yazılmış bilim insanlarını tanıtan birçok eser vardır. Ancak hiçbirinde adı geçmez. Yaşadığı kanıtlanırsa bilim tarihinde bir keşif yapılır. Ancak henüz yaşayıp yaşamadığı bilinmezken böyle bir bilgiyi öğrencilere vermek hatadır. Konu akademik olarak tartışılabilir. Ancak akademik çevreler bile konuya dair net bir bilgi veremezken ortaokul öğrencilerine konunun doğruymuş gibi aktarılması yanlıştır. Ayrıca Wikipedia gibi bir kaynakta Hezarfen Ahmed Çelebi’nin doğum ve ölüm tarihleri verilmiş. Neye dayanarak bu bilgi verilmiş bilmiyorum.

Akşemseddin’in mikrobu bulması imkânsızdı
Kitabın 1. cildinin 143. sayfasında Akşemseddin hakkında bilgi verilmiş. Şöyle denilmiş: “Akşeyh olarak da bilinir. Mikrobu keşfedip bilim dünyasına tanıtmıştır. Tıp alanına sunduğu katkılarla birçok hastalığın ve ilacın keşfine kapı açmıştır.”

Henüz mikroskopun olmadığı bir dönemde Akşemseddin’in mikrobu bulması imkânsızdır. Onun en önemli eseri, Madde el-Hayât’tır.Bütün hastalıkların bitki ve hayvanlarda olduğu gibi, gözle görünmeyen tohumları olduğunu ileri sürmüş, bu nedene bazı tıp tarihçileri tarafından “henüz mikroskobun bulunmadığı bir zamanda mikrop fikrini ima etmiştir” şeklinde yorumlar yapmıştır. Ancak mikrobu ima etmesi mikrobu bulduğu anlamına gelmez. Madde el-Hayât’ta hastalıkların tohumlardan geçtiği ifadesi yer alır. Akşemseddin’in buna dair sözleri şöyledir: “…cümle marazın suret-i neviyesi hasebiyle nebat ve hayvanlarda olduğu gibi asılları ve tohumları vardır, ot tohumu ve ot kökü gibi… ve babadan anadan irs ile intikal eden marazlardan bazı ki nikris ve cüzam ve bunlar gâhice yedi yıldan sonra yine zuhur eder. Mekûl ve meşruptan hâsıl olan marazların tohumu tez bitüp büyür.” Ne var ki mikroskobun olmadığı bir dönemde bu imanın mikrop olduğunu söylemek de olanaksızdır.

Onun sadece “tohum” ifadesinden mikrop düşüncesi hele hele mikrobu keşfetti biçiminde bir varsayım kurmak büyük bir hatadır. Olsa olsa mikrop düşüncesinin gelişiminde iması ve katkısı olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik “tohum” düşüncesi yeni bir kavram değildir ve Antik Yunan’a kadar giden bir kavramdır. Anaksagoras (M.Ö. 6. yüzyıl) ve Aristoteles’te (M.Ö. 384-322) tohum düşüncesi yer almaktadır. Adıvar bu sözlerin Paracelsus’a ait olduğunu ve yanlışlıkla Akşemseddin’e mal edildiğini söyler.

Genel olarak biyoloji tarihi incelendiğinde mikrobun keşfinin mikroskopla yapılan sistematik gözlemler ve deneyler sonucunda gerçekleştiği ve bu sayede mikroorganizmaları gözlendiği ve kanıtlandığı anlaşılmaktadır. Bu durumda mikroskop bulunmadan önce hastalıkların canlı varlıklar veya tohumlarla bulaştığı düşüncesi sistematik gözlemlere ve deneylere dayanmakta mıdır? Bu türde düşünceler eski Hint’te, Antik Yunan’da ve İslâm dünyasında da yer almaktadır. Bu durumda zaten bu görüşün ilk defa Akşemseddin’de ortaya çıktığını savunamayız. Ancak bu düşüncelerdeki en büyükeksiklik kanıtın olmayışıdır. Yani bu düşünceler deneye veya gözleme dayanmazlar, dolayısıyla da bilimsel değil daha çok metafizik kökenlidir. Söz konusu canlılar veya tohumlar ne türden canlılardır veya gözlemlenebilmiş midir? Mikroskobun olmadığı bir dönemde bunun olamayacağı açıktır.

Çeşitli kaynaklar bu görüşe ihtiyatlı yaklaşırlar ve konuyu mütevazi bir şekilde ele alarak mikrop imasından söz ederler. Bu kaynakların referans gösterilip doğrudan Akşemseddin’in mikrobu bulduğunun kanıtlandığı iddiası da bilimin tarihsel gelişimi ve yöntemi açısından da bir hatadır.

Akşemseddin yerine bence Şerefeddin Sabuncuoğlu yazılsa daha iyi olur. Sabuncuoğlu hem iyi bir hekim hem de iyi bir tıp tatbikatçısıdır. Ameliyatlarda kullanılan araçları tanımlamış, resimlerle nasıl hastaya tatbik edileceğini göstermiştir. Son yapılan araştırmalar onun bazı önemli hastalıklara ilişkin bilgiler verdiğini göstermektedir.

Kindi, ışınların düz çizgi şeklinde yayıldığını keşfetmedi
Kitabın 2. cildinin 47. sayfasında Kindi hakkında bilgi verilmiş: “Yakup bin İshak adıyla da bilinir. Gölge-ışık ilişkisini incelemiş ve bu konuda deneyler yapmıştır. Yaptığı deney ve gözlemler­den hareketle ışınların düz çizgi hâlinde yayıldığını keşfetmiştir.”

Kindi gerçekten de optik konusunda tarihte öneme sahiptir. Ancak ışık ışınlarının düz çizgi halinde yayıldığı Öklid’den beri bilinmektedir.

Şöyle yazılsa daha doğru olur: “Yakup bin İshak adıyla da bilinir. Gölge-ışık ilişkisini incelemiş ve bu konuda deneyler yapmıştır. Optik konusunda yapmış olduğu çalışmalarla 12. yüzyıldan sonra Batı’da bu alandaki çalışmaları etkilemiştir.”

Bence buraya öncelikle Takiyüddin eklenmelidir ki 16. yüzyılın batı da dâhil en önemli astronomudur. Gıyaseddin Kaşi’nin dünyada ilk defa önerdiği ondalık kesirleri Takiyüddin batıdan birkaç sene önce (Batıda ondalık sistemi tanıtan Simon Steven’dır) sunan astronomi ve trigonometriye uyarlamıştır. Ayrıca Takiyüddin 1575 yılında dünya çapında önemli bir gözlemevini, İstanbul Gözlemevi’ni kurmuştur. Maalesef bu rasathane 1580 yılında gök yüzünün gözlemlenmesinin uğursuzluk getirdiğine olan inanç nedeniyle yıktırılmıştır. Takiyüddin ayrıca muhtemelen teleskop da yapmıştır.

Bu bilgiler benim de içinde olduğum çalışma arkadaşlarım tarafından bulunmuş ve batı kaynaklarınca da kabul edilmiştir. Görüldüğü gibi yanlış bilgilerin yerine doğruları koyunca bu bilim insanlarının gerçekte ne kadar büyük ve önemli olduğu anlaşılmaktadır. Bilgi zamanla gelişir ve değişir, onlardan zamanımızın bilgisini bekleyemeyiz.

Kaynakça

Aydın Sayılı ve Walter Ruben, “Türk Tarih Kurumu Adına Kırşehir’de Cacabey Medresesinde Yapılan Araştırmanın İlk Kısa Raporu”, Belleten, XI (43), Ankara 1946, s. 673-681.

El-Fergânî, The Elements of Astronomy, Textual Analysis, Translation, Critical Edition & Facsimile by Yavuz Unat, Edited by Şinasi and Gönül Alpay Tekin, Harvard University, Harvard 1998.

Yavuz Unat, Seyyid Ali Paşa, Miratü’l-Alem (Evrenin Aynası), Ali Kuşçu’nun Fethiyye Adlı Eserinin Çevirisi, Kültür Bakanlığı Yayınları: 2696, Kültür Eserleri Dizisi: 314, Ankara 2001.

Yavuz Unat, Ali Kuşçu, Çağını Aşan Bilim İnsanı, Bilimin Türk-İslam Kaynakları-6, Kaynak Yayınları, İstanbul 2009.

Sevim Tekeli, Esin Kâhya, Melek Dosay, Remzi Demir, Hüseyin Gazi Topdemir, Yavuz Unat,Ayten Aydın Koç ve İnan Kalaycıoğulları, Bilim Tarihine Giriş, On Birinci Baskı, Nobel, Ankara 2020.

Yavuz Unat, “Cacabey Bir Gözlemevi mi?”, Bilim ve Ütopya, Sayı 291, 2018.

Yavuz Unat, “Mikrop Kuramı ve Akşemseddin”, Bilim ve Ütopya, Sayı: 295, Ocak 2019, s. 54-58.

14 Eylül 2024 Cumartesi

ÜÇ DÜNÜRCÜLÜĞÜN HİKAYESİ

 


Evde kalmış her erkek gibi, beni de evlendirmek için başarısız pek çok çaba oldu. Pek çok insan, evlendirilme çabası ile evde kalıyor. Ben geç evlendim, kırk yaşından sonra evlendim, senesi dolunca boşandım. Isparta'da, Yenişarbademli'de üç yıl kaldıktan sonra, Yalvaç ilçesine tayin oldum. Askerlik sürem, kısa dönem erlik olduğu için, hizmetten sayılmamıştı. Zorunlu hizmetim de kalmadığından, mecburen il içi tayin istedim. Zira Yenişarbademli'de bir saat bile kalmamızdım artık. O zamanki, yani 2001'deki sistemde, il içine iki yerleşim yeri isteyebiliyordunuz öğretmen olarak. Ben de Isparta merkez ile Yalvaç merkezi yazmıştım. Sonuçta Yalvaç benim için daha iyi oldu. Bademlililer, ilçelerde yaşayan her insan gibi illa il merkezine bağımlıydılar, pek çoğu il merkezine yerleşmiş ve orada bağlantıları vardı. Yalvaç ise merkeze uzaktı, küçüktü ve orada pek az Bademlili vardı.

Yalvaç'da günlerin, okulda yada evde değilse, öğretmenevinde geçiyordu. Bir kaç arkadaşımlar, okul çıkışı orada takılıyordum bazen geç vakitlere kadar. Yalvaç'taki üç sene boyunca hayatım genelde rutin geçti. Çok fazla anlatılası hikayem yok, çoğu da şahsi. Orada, üniversitede (2 yıllık meslek yüksek okulu) okuyan bir kıza evlneme teklif edip, red yemiştim. Öyle bir kaç kızdan da red yemiştim. Onlarcasından da red yiyecektim. Ama bazılarını da ben red ettim.

Anadolu'da kadınların, daha doğrusu kız tarafının evlenme isteği size doğrudan gelmiyor. Araya sizin samimi olduğunuz insanlar giriyor, buna dünürcülük deniliyor. Yenişarbademli'den fazlasıyla alışkındım. Bu dünürcülüğü bazen erkekler için de yapıyorlar. Böylece red yediğinizde olay sessizce kapanıyor. Yalvaç'ta da dünürcülüklerimi, tarih öğretmeni Mehmet hoca yaptı. Tesadüfen yada zaten Isparta'da olduğumuz için, kızların üçü de Süleyman Demirel mezunuydu. Hata ilk ikisi tarih bölümündendi ve okul yıllarından tanıyordum.. İlkinin adını unuttum ve hatırlamak istemiyorum, olayı öğrenince siz de öğrenmek istemeyeceksiniz. İkincisinde 

Önce ilk kızdan bahsedeyim, bu kıza Skandallar Kraliçesi diyeceğim.  Kendisini üniversite yıllarında da sevmezdim. Hatırladığım kadarı ile bizden bir sınıf üst sınıftaydı ve o zamanlarda aşırı makyaj yapıyordu. Bir de hep reislerin sevgilisi olurdu. Reislerin de çoğu zengin çocuğuydu. O zamanlar, bir üniversite reis ünvanlı almak, havalı bir durumdu.  Bu yüzden de zibil gibi reislik ünvanlı vardı. Yurtların ünvanı ayrıydı, fakülte ve bölümlerin ayrıydı. Garibanlara sınıf başkanlığı, koridor reisliği (o koridorda olan odaların reisliği falan verilirken, fakülte, yurt reisliği gibi unvanlar, gerçek zengin çocukları içindi. Bu kızda,  yaklaşık altı ayda yada her dönemde bir, bu reislerden biri ile sevgili olurdu. Reislerin, kullanma kılavuzu ile  elden ele gezdirdikleri oyuncak gibiydi. (Hakkında böyle düşündüğümü bilse, bana selam bile vermezdi. Kendisi önce bir doğu iline atanmış, sonra yüksek lisans sebebi ile (Eskiden yüksek lisans-doktora için tayin isteyebiliyordunuz. Sonradan zorunlu hizmeti tamamlamış olma şartı getirildi. Şimdi şartlar nedir, bilmiyorum) Isparta ilinde, Yalvaç'a gelmişti. Mehmet hoca kibarca fısıldadı ve bence gerekçesi ile ret ettim.

Ama hikaye burada bitmedi. Kendisi daha sonra, gene yüksek lisans gerekçesi ile Isparta merkeze tayin oldu ve nişanlandı. Onu son bir kez, yolda yürürken görmüştüm. Hatta bunu söylediğim ve pek de samimi olmadığım kadın öğretmenin biri;

-Bir daha da nerde göreceksin, demişti alayla. Demek ki bu dünürcülük işi sadece Mehmet hoca ile benim aramda değildi. Yani ilçe milli eğitim camiasının çoğu bunu biliyordu. O kızı hem ben, hem de tüm Türkiye ve belki de daha fazlası görecekti. Süleyman Demirel üniversitesi, bir seks, daha doğrusu p.no skandalı yaşayacaktı. Tarih bölümünün öğretim üyelerinden biri, odasında, daha doğrusu arkadaşı ile paylaştığı odada (O zamanlar üniversite yeniydi, sınıf ve oda bolluğu yoktu),  doktora vaadi ile bir yüksek lisans öğrencisi ile cinsel ilişkiye irmiş, videosunu çekmiş ve o zamanlar yeni gelişen internette bir yerlere atmıştı. O zamanlar cepte internet çok az ve pahalıydı, herkes internete kocaman bilgisayarlarla giriyordu. Sosyal medya yoktu, onun yerine forum siteleri falan vardı. Gene de bazı videolar, ses dosyaları hızla yayılıyordu.  Bu videoda hızla ortaya çıkmış, kızın nişanlısı,  üniversitede, herkesin ortasında yüzüğü, nişanlısının suratına fırlatıp, ağır sözler söyleyerek, nişanı aymış, kız da bayılıp, hastaneye kaldırılmıştı. Kızın bedeni, yüzü buzlanarak, ilk sayfadan verdi. Üniversitede soruşturma açıldı odayı kullanan iki akademisyen hakkında soruşturma açıldı, videoyu çeken akademisyenlikten atıldı diye hatırlıyorum. Kız da tekrar uzak bir doğu vilayetine tayin istedi.

Kabul etseydim o nişanlının yerinde ben olacaktım. 

İkinci kız da Ülkü, konu da onun adı ile ilgiliydi. Evet, kızı adı yüzünden istemedim, zira benim bir alt sınıfım olduğuna göre, 1975-80, tahminim de 1977-78 doğumlu olmalıydı. Meşhur 12 Eylül öncesi, sağ-sol çatışmasının zirve yaptığı, Maraş-Çorum gibi sistematik Alevi progromlarının yapıldığı dönemde doğmuştu. Peki o zaman, kızlarına ÜLKÜ adını veren bir aile, neden Kürt ve Alevi bir aileye kız vermeye razı olsun? Ülkü, uzun süreli bir nişanlılıktan ayrılmış. benim tahminim bakireliğini de kaybetmişti. Sonuçta bir evlenip, boşanma her şeyi unutturabilirdi. Bütün bu düşüncelerimde yanılıyor olabilirdim ama ben dört sene üniversitede, üç sene de Yenişarbademli'de Ülkücülerden zorbalık görerek, bu konuda objektif olma gücümü yitirmiştim. Sonra  Ülkü, komşu ilçeden, üç çocuk babası, dul bir adamla evlendi. Bu konuda azıcık pişmanım. Kızı, bizim sınıftan bazı kızlarla, öğrenci yurdundan oda arkadaşıydı, oradan merhaba demişliğim vardı. Okuldayken Ülkücülerle takılıp, takılmadığını bilmiyordum. (Gerçi, Ülkücülerin egemen olduğu o zamanlarda takılmayan çok az kişi vardır.) Ülkü adı da, Atatürk'ün manevi kızı Ülkü Adatepe'den dolayı, Atatürkçüler arasında da yaygındı.

Bana sadece kızlarını verdiklerine göre, Alevi düşmanı değiller, demeyin. Türkiye'de, her sağcının içinde bir Yeniçeri Ağası var.  Seni kendi kültüründen çekip, koparmanın planlarını en baştan yapmışlar. Ben bunları daha sonra da çok yaşadım. Anadoluda o kadar yaygındır ki, sosyolog Mübeccel Belik Kıray, Ereğli adlı araştırmasında, kıza yönelik genişleyen aile diye tanımlar bu olguyu. Sosyolojiye de böyle girmiştir.

Üçüncü hikayedi kızın adını da ben saklayacağım, aradan yirmi yıldan fazla zaman olmasına rağmen. Adı büyü veya büyücü demek. Kendisi ücretli okul öncesi öğretmeniydi ve dediğine göre Süleyman Demirel üniversitesi, iktisat bölümünde, benimle hemen hemen aynı tarihlerde okumuştu.  Kendisini hatırlamıyordum ve bu gayet normaldi. Okulda ve yurtta binlerce öğrenci vardı. Yani o iddası üzerinde çok da şüpheli değilim.

Kendisiyle samimiyetim minimumdu. Ben o sıralar, belki bir gün cesaret edip, hikayesini yazacağım yenilgilerimle meşguldüm. Ben ona bakmıyordum, görünüşte o da bana bakmıyordu. Yada ben öyle sanıyordum. O yıl, mayıs ayında,  Mehmet hoca, durup dururken bu büyücü isimli öğretmenin ilçesini gezmemizi önerdi ve kabul ettim. İlçeyi de gezmişken, o öğretmenin evini ziyaret etmemizi önerdi, kabul ettim. Aileye misafir olduk, yedik,  içtik, sohbet ettik. Genelde kızın babası ile sohbet ettik. Kız pek bizimle konuşmadı. Adam, biz zamanlar iktidar olan sağ siyasi partinin ilçe başkanıymış. Orada yemek de yediğimizi hatırlıyorum ama ne yediğimizi hatırlamıyorum. Sonra Yalvaç'a döndük. Mehmet hoca evlerinin büyüklüğünden, ailenin zenginliğinden  bahsetti bolca.  Bense bu kadar zenginse kızı neden Yalvaç'ın uzak köylerine, üç kuruş paraya öğretmenliğe gidiyordu; üstelik de o berbat köy dolmuşlarına binerek? Babası kızına bir kreş açamaz mıydı? Şöyle on tane sürekli müşteri ona yeterdi. Bu arada, halen kızla ilişkim yok. Bütün bunlar olurken,  kız ve ben birbirimizle gene ilgilenmiyoruz ve benim tayinim Kırıkkale'ye çıkıyor, babam orada ev buluyor, ev tutuyor. Ben de taşınmayı bekliyorum.

Asıl anlatılacak olay,  2004 Haziranında, tam da okulların kapandığı gün oldu. Öğretmenler bilir, sınıf öğretmenliğiniz yoksa,  okulun son günü gitmeseniz de olur. Kaldı ki, çok az öğrenci  olan İmam Hatip'te karne töreni yapılmamış gibi bir şey olmuştu. O günde ben, Mehmet hoca ve Yücel hoca, Yücel'in arabası ile gezmiştik. Öğle yemeğine doğru öğretmenevine gittik. Sonra ben ve Yücel hoca tavla oynamaya başladık. O sırada büyücü dediğim öğretmen geldi. Dolmuşla evine gidiyordu ve belki de Yalvaç'ı uzun süre görmeyecekti. Ücretli öğretmenleri her sene aynı okulda çalışması diye bir durum yoktu. Sonra birden bana dik dik baktı. O an, altıncı his duyusu gibi bir an yaşadım. Herkes bana ve ona bakıyordu. İlk hikayede de dediğim gibi,  böyle işlerde genelde sadece kurbanın olanlardan haberi yoktur. Evinde döneceğinden, bir daha buraya gelip, gelemeyeceğinin belli olup, olmadığını söyledi. Ben de tayinim çıktığını ve Yalvaç'a bundan sonra gelsem de, turistlik olacağını söyledim. O da eşyalarının taşınacağını söyledi. (Bu arada Yücel hocayla tavla oynuyoruz ve yeniliyorum.) Eşyalarını taşımaya yardım etmemi isteyip, istemediğini sordu. O da istemediğini söyledi. (Hata onda, neden istemiyorum diyorsun?). Ben de ortamda ben ve o hariç (öğretmenevinin o köşesinde kaç kişiydik, hatırlamıyorum ama kahkahalar başlayınca bana yirmi kişi civarı vardı gibi gelmişti.)

-Sen bilirsin ve ardından kahkahalar. Ben bir anda ter içinde kaldım. O yerinden kalktı ve tam benim yanıma oturdu. Kahkahalar devam ediyordu.

-Şimdi bana mı gülüyorsunuz, Sinan hocaya mı gülüyorsunuz diye sordu. Yücel hoca da,

-Valla ben Sinan hocaya gülüyorum, dedi. Sen bilirisin dedi ya, dedi. Kızın arabası da kalkmak üzereydi.  Bense gönülsüzlüğümü belli etmiştim. Sonra biraz daha dolaştık. Mehmet ve Yücel hocalar,  kızı red etmem üzerine şakalar yaptılar. Ben biraz anlamazdan geldim, biraz da son ana kadar neredeydi falan dedim.

Ret etmemin bir kaç sebebş vardı. İlk olarak ne kadar zengin olursa olsun,  sağ siyasi parti lideri, benim gibi birini kolay kolay damat kabul etmeyecek, etse bile illa Konya'nın o ilçesine tayin olmamı isteyecekti. İkincisi kızla ilişkiyi sürdürmek için iki de bir Konya'ya, o ilçeye gitmem gerekecekti. Bir de 2004 yılında daha Watsapp, Telegram falan yok. GPRS denen pahalı cep interneti var. Ben ayı elli yada yüz kontörle kapatıyoru, on yedi saniye 1 kontör, kısa mesaj 2 kontör. Telefonla konuşması bile masraf.

Üçüncü ve asıl sebebe gelince; bir sene boyunca beni neden görmezden gelmişti? Neden bana açılmaya son dakikayı beklemişti? Bana göre ilgilendiği ve ilişkide olduğu başka biri vardı, onda umut kalmayınca, bana yönelmişti.

Hikaye burda bitmedi. Aradan bir kaç yıl, galiba beş yıl kadar geçti. Kırıkkale, Ankara'ya yakındı ve genelde hafta sonları veya okulun açık olmadığı zamanlar, Ankara'da, anne-babamım evinde vaktimi geçiriyordum. Gene böyle bir gün, Yalvaç'tan tanıdığım biri beni aradı. Ankara'da işi varmış, buluşalım dedi, buluştuk.  Sonra başka ortak tanıdğımız başka biri ile buluştuk. Her ikisi de o zamanlar, ilçedeki meslek yüksek okulunda öğrenciydi. Her ikisi de artı iş hayatına atılmıştı. Buluştuğumuz üçüncü arkadaş,  uzun boylu  ve yakışıklı biriydi. Zamanında profesyönel basketbol da oynamış.

Beraber yemek yerken,  bu üçüncü arkadaş, oradan, buradan ve zamparalıklarından bahsetti. Sonra tahmin ettiğiniz gibi Yalvaç'dan ve bu adı büyücü anlamına gelen öğretmenden. Geceleri kızın odasına giriyormuş ve bundan Mehmet hoca dahil tüm öğretmenevinin haberi varmış.

Yani size dünürcülük yapanlara çok fazla güvenmeyin.


13 Eylül 2024 Cuma

Halide Edip Adıvar'ın Sultanahmet Mitingi Konuşması-23 Mayıs 1919

 


"Kardeşlerim, evlatlarım! Ruhu göklerde olan yedi yüz senelik şanlı tarihimiz bu minarelerden bugün, Osmanlı tarihinin faciasını seyrediyor. Bu muazzam, bu tarihi meydanda, zafer alayları tertip eden ecdadımızın ruhu bizi seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren namaglup erlerin evlatları önünde baş eğiyor ve yemin ediyorum: Ben, Müslüman tarihinin bedbaht bir kızıyım. Bugün de dünkü kadar kahraman ve talihsiz Türk milletinin anasıyım. Millet namına. ecdadımızın bizi seyreden ruhlarına yemin ediyorum. Bugün, kolları kesilmiş olan Türk'ün kalbi, eski cesaret ve şecaatini kaybetmemiştir. Yemin ediyorum ki, Osmanlı sancağına, tarihine hıyanet etmeyeceğim. Allah'a, hakka, milletlerin ilahi hakkına dayanan Türk milleti, bütün Müslüman ve Türk dünyasına ilan ediyorum. Davamızı ilan ediyorum.

 

Türkler'e zalim diyenler öyle günah işliyorlar ki, tarihin karşısında onların günahlarını, bütün denizlerin bitmez tükenmez suları bile yıkayamayacaktır. Bugün karşımızda yükselen ses, Müslüman kardeşlerin sesidir. Esaret boyunduruğu can damarlarına geçmiş olan milletler, bizim felaketimiz karşısında gür sesleriyle bağırıyorlar. Ben, kardeş Müslüman dünyasına, sizin namınıza hitap ediyorum. Davamız şudur: zaten elinden tutanları kalmayan, ellerini, bacaklarını kaybeden gazilerimiz, şehitlerimiz namına davamızı ilan ediyorum. Bu davamız da, Türklerin hak ve istiklalidir. Türkler, Türkiye'nin ebedi haklarına asla dokundurmayacaklar; yarın, Hakkın mahkeme-i kübrası önünde zalimlerin hepsi mahkemeye çekilecek; onlara, bizim kanlarımızı döktürdünüz, diyecekler. İşte kardeşlerim, işte evlatlarım, davanızdan kaçmayınız. O gün size hak verecekler. Bugün iki dostunuz vardır: Birisi, kalbi, mabedleri bizimle beraber olan Müslüman dünyası: diğeri, zalimleri yakasından sürükleyecek büyük milletlerdir.

Kardeşlerim, evlatlarım! Osmanlı toprağında böyle muazzam, böyle tarihi bir gün belki bir daha idrak etmeyeceğiz. Evlatlarım, öyle bir gün olur da bir daha toplanamazsak. içimizde ölenler olursa, Türk'ün istiklal bayrağı ile mezarı üzerine geliniz. Eski tarihimizin. bu muazzam minarelerin bahşettiği tarihimizin en asil, en terbiyeli vekarımızı asla unutmayacağız! Yemin ediniz!

Yediyüz senelik minareler, mavi semalarıyla bize baktığı bu günlerde. Osmanlı bayrağı, Osmanlı hakkı için can vermekten çekinmeyeceğinize yemin ediniz!"

9 Eylül 2024 Pazartesi

GAZALİ'YE GÖRE TUVALET (KİMYAYI SAADET KİTABINDAN)



 Kaza-yı Hacetin Edepleri

(Müslüman bir kişi abdest yapacağı zaman) Mümkünse bir duvarın, yüksek bir yerin arkasına gitmelidir. Oturmadan (evvel) avret yerini açmamalıdır. Yüzünü güneşe ve aya dönmemelidir. Kıbleye arkasını , yüzü de kıbleye gelmemelidir. Ancak bir binada olursa caizdir. Ancak en iyisi kıbleyi sola yada sağa almaktır. Durgu suya su dökülmemelidir. Meyve ağacının altında abdest bozmamalıdır. Otururken sol ayağa dayanmamalıdır. Helaya giderken sol ayakla, çıkarken sağ ayakla başlanmalıdır. Üstünde Allah-u Teala'nın adı yazılı hiç bir şey bulundurulmamalıdır. Başı açık helaya girilmemelidir. Helaya girerken şu duayı okumalıdır. (Maddi ve manevi pisliklerden ve şeytandan Allah'a sığınırım.) Çıkarken de (Yarayışlı maddeleri alıkoyup yaramayanları benden uzaklaştırmak lütfunu bahşeden Allah'a hamd ederim) (demeli) (Temizlenme işine gelince) Üç kerpiç parçasını yahut üç taşı büyük abdestten önce alır. Kaza-yı hacet bitince, sol eliyle taşı alır ve necaset (pislik) olmayan yerlerden başlayıp necaset  bulunan yerlere sürer ve necaseti bulaştırmadan kaldırır. Böylece üç taş kullanır. Eğer temizlenmezse iki taş daha kullanır. Böylece (kullandığı taşları sayısının) tek olmasına dikkat eder. Sonra düz bir taşı sağ eline alır,  zekerini (penisini) sol eliyle tutar , o taş üzerine üç defa sürer. Yahut da duvarda üç ayrı yere sürer. Sol eli hareket eder, sağ eli değil. Fakat en iyisi taştan sonra su ile de yıkanmaktır. Suyu kullanmak istediği zaman  sağ eli ile su döker, sağ eli ile temizler. Hiç necaset kalmadığını anlayana kadar devam eder. Bunun gibi istibrada da (yani işedikten sonra temizlenirken de) elini üç defa zekerin altına koyup sallar ve üç adım yürür, üç defa öksürür. Bundan daha fazla kendine eziyet vermemelidir. Yoksa şüpheye, vesveseye düşer. Bunları yapar ve bundan sonra her zaman istincayı müteakip üstünde bir yaşlık zannederse,  donuna su serpsin ve yaşlık bu sudandır desin. Peygamber efendimiz (Sallahu aleyhi ve selem) vesvese edenler için böyle buyurmuştur. İstincayı bitirince elini duvara, yahut toprağa sürer, sonra yıkar. Böylece hiç koku kalmaz. İstiranca zamanında (Allahım kalbimi nifaktan temizle, fecrimi fuhuştan koru) der.

(İmam Gazali, Kimyayı Saadet, Bedir yayınevi, 1979, sayfa 91-92) Profesör İlhan Arsel, Aydın ve Aydın adlı kitabının (1993 baskısı) 23 ve 24 sayfalarına eklemiş. Ben de oradan aldım.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/gazalinin-omuzundan-atilan-tufekler.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/12/dini-inanclarimi-kaybetmem-3-imam-gazali.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/farabi-tipi-baskanlik-sistemine-gazali.html

5 Eylül 2024 Perşembe

AYDINLANMA HERKESİN OKUMASIDIR (TUĞBA NAZARİYESİNE RET)



Okumak kelimesinin Türkçe'de bir kaç anlamı vardır. İlk anlamı, yazılan bir yazıyı okumaktır. En basit anlamı budur. İkinci olarak da bir okulda eğitim almak, eski dilde söylersek tahsil görmektir. Falan okulda okuyorum gibi. bu gün pek kullanılmayan başka anlamları ise, duyurmak, söylemek anlamlarını taşır. Mesela bazı eski gazino ilanlarında, şarkıcı için, okuyucu sıfatı kullanılır. Eskiden köylerde düğün yada başka bir olayı duyurmak için ev ev yada köy köy gezenlere de okuyucu denilirdi. Sadece bir kere tanıştığım birisi, Kuran'ın ilk ayetindeki okunun, kitap okuma değil, meydan okuma olduğunu söylendi. Bunu kitap okuma olarak anlayak, muhtemelen sadece Türk milleti. O da Elmalılı Hamdi Efendi çevirisi sebebi ile. (Aslında çeviriye Mehmet Akif Ersoy ile başlamışlardır ama Ersoy, her şeyi yarım bırakıp, Mısır'a gitmiştir)

İslam tarihi de, bu adını unuttuğum şahsın dediklerini doğrular nitelikte. Şu an bile, bizzat ülkemizin cumhur başkanın bir kaç yıl önce dünya Müslümanlarının yüzde elli beşinin, yani ikisindne birinin okuma-yazma bilmediğini söyledi. Buna rağmen bin dört yüz yıllık İslam tarihinin en yüksek okuma-yazma oranı olabilir. İslam tarihi boyunca mütefekkirler,  tasavvufçular ve hatta Meşşailer,  öyle herkese eğitimden yana olmamıştır. İlk tasavvufçulardan Cüneyd-i Cürcani, Nişabur'lu, okuma-yazma bilmeyen kadınlara özendi hep. Farabi, İbni Sina gibi Meşai filozofları da ilmin zeki ve seçkin sınıfa ait olduğunu söyledi. İslam dünyasında halkın aydınlanmasını, herkesin kuran ve din öğrenmesini savunmuş yazar-çizerleri zor bulursunuz. Osmanlı'da, aydınlanmayı anlamak istememiştir. Tanzimat döneminde bir tuba ağacı nazariyesi çıkmıştır, ilk çıkaran belirsizdir, hemen hepsi buna sığınmıştır. Nazariye, Osmanlıca da teori demek. Buna göre az ve iyi yetişmiş bireyler,  geri kalan herkesi aydınlatacaktır. Tuğba yada tuba (u harfi üzerinde inceltme olması gerekiyor), İslam mitolojisine göre cennete yetişen ağaçlardır. Kökleri gökte, dalları yerdedir ki, cennetlikler meyvelere rahatça ulaşabilsin. Bu teoriye göre, az ve çok iyi eğitilmiş küçük bir grup, halkı ileri götürecektir.

Teori asla pratikte işe yaramaz. En cahil toplumlarda bile okumuş-yazmış bir azınlık olur, hele günümüz toplumlarında. Bu çok absürt durumlara sebep olabiliyor. Mesela üniversite mezunlarının en fazla doktora yaptıkları ülke, Irak. Her üç üniversite mezunu Iraklıdan biri doktoralıdır. Oysa ülkede okuma-yazma oranları çok acınasıdır. Ahmet Nazif Yücel'in yazdığı, Modern Irak Tarihini okuduğum bir kitaba göre de çok acınasıdır. Şii Araplar arasında özellikle düşükmüş. Kürtler arasında yüksek olmadığı da besbelli.

Kuran'a karşı Müslümanların, daha doğrusu Müslüman ruhban  sınıfın tepkisi ilginç. Ana dili Arapça olanların bile çoğu okumamış, okumamakta ve okutmamakta ısrar ediyor. Kuran'ın Türkçe 'ye çevrilmesi için cumhuriyetin beklenmesi tesadüf mü? (Namaz suresi denen kısa surelerin bir kısmı, Selçuklular zamanında tercüme edilmiş.) Hadi diyelim Kuran yüce kitap, tefsiri çok zor, ya hadis kitapları, mezhep kurucularının (imam Hanefi, Şafi vesaire) niye Türkçe 'ye çevrilmemiştir?

  Aslında cevap basittir, iktidarlarını korumanın en iyi yolu budur. Diktalar, iktidarda kalmak için her dediklerine inanan ve okumamış insanlar ararlar. Demokrasinin, demokrasi olabilmesi için, herkesin yada mümkün olduğunca çok siyaseti bilmesidir ki, o kişiler siyaset yapsın. Ne demiştik? Demokrasi, herkesin siyaset siyaset yapmasıdır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/11/demokrasi-herkesin-siyaset-yapmasidir.html

Demokrasi işin bir yönü. İşgal edilmemek, sömürülen olmamak için de aydınlanmış, yani okumuş insana ihtiyaç vardır. İngilizler, Hindistan'ı işgal ettiğinde, ülke Müslüman, Babür (Mughal) imparatorluğunun elindeydi. Hindistan'ı, İngiliz ordusu işgal etmedi. İngiliz, Hindistan şirketi işgal etti, daha doğrusu satın aldı. Sadece Mughal hanedanlığını değil, Şeyhleri, hocaları, Hint Rajalarını falan satın almıştı. Cahil Hint halkı da, kompradorluk  yapan yerel liderlerinin izinden gitti. Hindistan'da İngilizlere karşı yerel isyanlar, gerek gerilla hareketleri, gerek kitlesel isyanlar, gerçek anlamda halk örgütlenemediği için, sonuca ulaşamadı. Gandi'de, halkı aydınlatmak için uzun süreli sivil iteatsiz- pasifist eylemler yaptı. Tuz tekelini kırdığı tuz yürüyüşünde sonra, İngiliz tekstilcilerin canına okumak için her Hint evine bir çıkrık ve dokuma tezgahı kampanyası yaptı. Yani öncelik halkı aydınlatmaydı. Fidel Castro, uzun süre neredeyse hiç kimsenin dinlemediği radyosu ile uğraştı. Dünyayı Değiştiren On Gün  adlı kitaptaki ilginç noktalardan biri de, o kadar yoklukta insanların tiyatro ve edebiyata merakı, insanların okumaya olan aşkıydı.

Atatürk devrimlerine vurulan ilk darbe, köy enstitülerinin önce kalitesizleştirilip, sonra kapatılmasıydı. Köy enstitülü emekli bir öğretmenle arkadaşlık etmiştim. Onun bir kaç arkadaşıyla da tanıştım. Köy Enstitüsü mezunlarının hepsi de sanıldığı gibi solcu değildi. Bu okullar daha kurulduğu an, gericilerin saldırısına uğradı. Sebebi de aydınlanmanın halka, hele de gericilerin en sevdiği  köylü kitlesine ulaşmasıydı. Bu okullar düşünüldüğü kadar çok solcu yetiştirmediği gibi, öğrenci aldıkları kaynaklar da bu insanların tamamının yada çoğunun solcu olmasına imkan verecek değildi. Sorun aydınlanmada tuba ağacının dallarının yere değmesiydi. Eşrafın, tarikatların güçlü kalması için dallar mümkün olduğunca yukarıda kalmalıydı.

  Galatasaray lisesi,     Kabataş Erkek lisesi, Arnavutköy Kız Koleji falan,  gericilerin umurunda değildi, hiç de olmadı. Bu okullara kökeni Osmanlıya dayanan aristokrat çocukları alınırdı. Kabataş Erkek Lisesi, taşralı eşrafın ve uzak taşra şehirlerinde okuyan memurların çocukları içindi. 12 Eylül rejimi bu liseleri, Anadolu lisesi yapınca bu okullara girmek  kolaylaştı. Bu İstanbul liseleri, tuba ağacının dallarıydı. Bu dallar Anadolu'ya pek ulaşmıyordu. Aralarında bolca edebiyatçı, akademisyen, tiyatrocu yetişse de, Anadolu'da çalışmak isteyen yoktu ve pek de olmadı. Sonuçta önce yetmişlerin sonlarında Anadolu liseleri kurudu, sonra İstanbul liseleri, Anadolu lisesi oldu. Bu seferde bu üst sınıf, özel okullara taşındı.

Tuğba ağacı dediğim bu ayrıcalıklı ve kökü dışarıda okullar, her ülkede var. Her ülkede, o ülkenin kaymak tabakasına hizmet ediyorlar. Darbeci malum tarikatın, dünyanın dört bir yanına dağılmış okulları da, bu tür okullar. Aslında Amerika ve diğer batı devletlerine hizmet etmekle beraber, sömürgeci tarihten dolayı beyaz adamdan nefret eden halka, Türk kimliği ile daha yakın olmayı hedefler.

Bu tuba dalları, kalkınmaya da engeldir. Sürekli bir Japon mucizesinden bahsederiz ya, sırrı okumaktır. Her iki anlamda da okumaktır ve ülkede mümkün olduğunca çok kişinin okumasıdır. Hemen her konuda Japonya-Almanya örneği veririz ya, hani özellikle Japonya. Japonlar, M.Ö 7. yy'da Çin'de yazıyı öğrenmişler, ülkelerinde kendi yazılarını icat etmişlerdir. Bundan sonra Japonlar arasında okuma yazma erkeklerde %40, kadınlarda %10'un altında düşmemiştir. (Japonlar da, Türkler gibi erkek egemen bir toplum) Japonya'da bu gün halen popüler kültür ve modanın özü, manga denen çizgi romanlardır. Mangalar, edebi olarak Tolstoy, Hemingway eserleri değildir. Gene de okuyarak, öğrenmek önemlidir. Öğrenmede sadece zihnin olması ve duyguların minimuma inmesi, okuma ile mümkündür. Din adamlarının çoğu, kendi yazdıkları dahil, kitap okunmasını sevmezler. Onların sevdiği etkinlik, sohbettir. Sohbetin konusu, programı yoktur yada yok gibidir. Sohbette hocanın destek ekibi vardır. Bunlar arada aaaaa, oooo gibi hayret nidaları çıkarır, arada peygamberlerin, sahabelerin, evliyaların  acılarını, çilelerini anlatırken ağlarlar.  Arada da konuyu hoca ile beraber, yeni gelene anlatırlar. Oysa okuma, tamamen kişi ve zihni arasındadır. Düz anlatım da buna yakındır. Okumada ise yazıyı, beyinde anlamlandırma vardır.

Nurettin Topçu ve Cemil Meriç, meşhur Alman şairi Goethe ve pek çok meşhur Alman aydının (Herder, Shiller, Wieland vs) yaşadığı Weinmar düklüğünde, bu meşhur Weimar laismi çağında, düklükte okuma-yazmanın en fazla %10 olduğundan bahsederler. (İki yazar da ilginç bir şekilde Nurcu'dur ama Said-i Nursi'nin bu isimleri bildiğini sanmam) Öte yandan Almanya'yı birleştiren Winmar, Saksonya yada Bavyera değil, herkese okuma-yazma öğretmeyi kendisine görev edinen Prusya oldu.

Zira cehaletin feeraseti yoktur ve hiç olmadı.

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/06/cehaletin-feraseti-mi-var.html


4 Eylül 2024 Çarşamba

İTİRAF-OSMAN YILMAZCAN

 İTİRAF

"""""""""""
Çanakkale cezaevinde yatarken bir gün hastahaneye gitmiştim...
Dönüşte gardiyan, seni başgardiyan çağırıyor deyince aklıma ben hastahanedeyken arama YAPILIP zulamdaki bıçagımın bulunduğu geldi...
Başgardiyanın odasına gittiğimde içeride bir bayan vardı... Başgardiyan beni oturtup bir çay söyledi...
Yıllarca yattığım cezaevlerinde baş gardiyanlar dan çok azar yiyip zaman zaman falakada yemişliğim vardı ama hiç çay içmemiştim..
Çay geldi ve başgardiyan meseleyi anlattı...
Bayan cum. Gazetesi yazarlarından Orhan bursalının hanımı Fatma bursalıydı... Oda bizim gibi mahkum olan Fatma hanım bir Fransız dergisine yazı yazıyordu...
Dergi ondan türkiyedeki mezheplere ilgili yazı istemiş... Ateist bir çizgide olan Fatma hanım bilmediği bu konuda kitap temini için başgardiyana çıkıp derdini anlatmış ve bana ülkücülerden bu konuda bir kitap isteyebilirmisin demiş...
O sırada camdan beni gören başgardiyan şu gelen ülkücü... Kendin iste deyip beni çagırtmış...
Fatma hanım derdini anlatınca ona cevaben kendisinin bu konuda alt yapısının olmadığı için kitap versemde iyi sonuç alamıyacagını... İsterse yazıyı ben hazırlayıp verebileceğimi... Kendisinin fransızcaya çevirip göndermesini söyledim... Kabul edince güzel bir yazı hazırlayıp gönderdim... Oda çevirisini yapıp fransaya yolladı...
Bir müddet sonra Fatma hanım beni başgardiyanlığa çagırıp Fransa'daki okurlar tarafından yazının çok beyenildiğini.. Bu nedenle derginin normal ücretinin dışında ek bir ikramiye yolladığını. .. Yazıyı ben yazdığım içinde bu paranın benim hakkım olduğunu düşünüp bana vermek istediğini söyledi...
BEN bunun Allah'ı dinini para ile değişmek olacagını... Benim mezheb imamım imam-ı azam Ebu Hanefinin imamların bile maaş almasının caiz olmadığını hükmettiğini söyledim... Ve parayı almadım..
Daha sonra tahliye olan Fatma hanım aylar sonra bir ramazan bayramı istanbuldan Çanakkale cezaevine ziyaretime geldi... Bana eşortman spor ayakkabı ve diğer bazı ihtiyaç malzemesi getirmiş...
Bir yanda FATMA BURSALI gibi HASIMLARIMIZ...
Diğer yanda yıllarca cezaevindeki ülkücülere yardım adı altında ülkücü camiadan para toplayıp beş kuruşunu bile cezaevine göndermeyen ve eline mikrofon geçti mi biz ülkücüler büyük bir aileyiz diye konuşan HISIMLARIMIZ...
galiba biz 12 eylülden önce yanlış adamları vurduk...
OSMAN YILMAZCAN
MEHMET VELİT YURT SAYFASINDAN

30 Ağustos 2024 Cuma

BACA TEMİZLİĞİ

 


Pek çok işi, eğitim almadığınız, eğitiminiz yetersiz ve göreviniz değilken, yapmak zorunda kalırsınız. Bu blogda yazı yazmaya başlamam da böyle oldu. Aslında pek çok iş böyledir. Bir iş, yapacak başka kimse olmadığında, yada illa siz yapmanız gereken işlerdir. Savaş çıktığında asker olmak gibi. Belki yılarca bisiklet bile sürmediniz, savaş başlayınca tank şoförü olursunuz. Yada denize bile girmemiş biriyken, bir anda denizci olursunuz. Bunun için savaşa gerek yoktur. İnsan, tüm canlılar gibi ya doğaya  uyum sağlayacaktır, yada yok olacaktır. Uzak doğu dediğimiz, Pasifik kıyısı Asya ülkelerine, Japonya yada Kore'ye gittiniz diyelim. Mecburen çubukla yemek yiyeceksiniz. Suşi veya öyle çok tuhaf yemekleri yemezsiniz ama mecburen ucundan ucundan da olsa yerel mutfağa alışacaksınız (aç mı duracaksınız?) Benzer bir durum, taşraya taşınırsanız da olur. Şehirde alışık olduğunuz pek çok şeyi, taşrada bulamazsınız. Bu çağda bile mi dersiniz, bu ilde mi bile mi dersiniz, bu çağda bile böyledir. Çünkü belli hizmetlerin bir maliyeti vardır ve belli bir miktar müşteri birikmediğinde fiyatı katlanmakla kalmaz, bazen de bulunmaz. Buna kamu hizmetleri de dahil.

1998 yılında atandığım, Isparta, Yenişarbademli, aynen böyle bir yerdi. Geçenlerde, oraya komşu, Beyşehir'e bağlı Kurucuova köyünden biri ile tanıştım, galiba şimdi daha kötüymüş. Nüfus daha azmış. İnternete baktığımda da,  durumun böyle olduğunu gördüm. İlçenin en büyük iki gelir kaynağı kapanmıştı. Biri kuzugöbeği mantarı, bu eskiden sadece doğada bulunuyordu. Sonra Almanlar, toprak setleri, yani hazır saksılar üretmeye başladı. Düzenli olarak sulayıp, gübreliyorsun, sana mantarını veriyor. Salep yani Mahlep bitkisinin de yapay aroması var. O da toplansa da, çok para etmiyor artı. (Onu da köklerinden biri alıyorlar, ötekisi tekrar ürüyor) Diğeri de belediye işçiliğiydi. Nüfus sayımın beş yılda bir ve eve kapanmalı olduğu yılarda, eve misafir geldi diye, defterlere  hayali insan yazdırarak, belediyeye gelen parayı arttıramaz oldular. Eskiden, belediyelerden, devlet kadrolarına (bakanlıklar, özel idare yada henüz özelleştirilmemiş kamu iktisadi teşebbüslerine) geçişi sağlanırdı. KPSS ile bu imkan da kaltı.

Bu ilçeyi daha fazla tasfir etmek istemiyorum ama bu olayın anlaşılması için biraz daha anlatmam gerek. Bundan 26 yıl önce, yani 1998'de, ülkeyi koalisyonlar yönetiyordu ve Yenişarlılar da bundan memnundu. Aslında belediye bile olmaması gereken köy, belediye başkanı ANAP'lı diye ilçe yapılmıştı. İlçe de zaten ikiye bölünmüştü, DYP-ANAP diye. İki taraf birbirine selam bile vermiyordu. İlçede bir süre yaşayınca, oy vermediğiniz halde, istemediğiniz halde, iki taraftan birinden oluyordunuz. Anlattıka uzayan bu olayda en büyük şansım, lisenin lojmanı olmasıydı. O lojmanı, birbirinden gereksiz iki kişiyle paylaştım. İkisi de beden eğitimi öğretmeniydi

Hatta  bu blogdaki ilk yazım, onunla ilgiliymiş:  https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/ 

İkincisi ondan beterdi ama şimdi onu anlatınca da hikaye daha çok uzayacak. Zaten anlatacağım bu baca temizleme olayı, o askerdeyken oldu. O zamanın askerlik sistemi çeşitliydi. Üniversite, daha doğrusu fakülte mezunu olmayanalar, bir buçuk yıl, on sekiz ay, beş yüz elli gün askerlik yapar, yılda dört kere askere alınır, yirmi yıl öncesi tarihlendirme ile celplenirlerdi. Örneğin 2000 Ocak ayında askere alınan kişi, seksene bir celp olurdu. Üniversite mezunları ise (tıp fakülteliler hariç, onların askerliği daha bir farklıydı), yılda üç kere (mart-temmuz-kasım) askere alınır ve tek sayı ile ilerleyen dönemleri olurdu.  Fakülte mezunları, ordunun ihtiyacına ya sekiz aylık erlik (çoğunlukla eğitim çavuşluğu) yada asteğmenlik yapardı. Ben ve ev arkadaşım, 271. dönem olarak, 1999 Kasım ayında askere gittik. Ben kısa dönem yaparken, o asteğmen oldu. Daha iyisi kendisi askerde ceza alıp, 16 gün geç geldi askerlikten. Kendisi, bir önceki gibi bana Alevi olduğum için zorbalık yapıyordu. Bir ara tencereyi-tabağı ayırmaya kalkmıştı. Daha pek çok şeyi vardı ama baca temizleme konusuna geçmem gerektiğinden, başka bir yazıda ayrıca hikaye etmeyi düşünüyorum.

Size önce lojmanı ve bacayı anlatayım. Bildiğiniz üç katlı apartman. Her katta iki daire olmak üzere, altı apartman dairesi vardır.  Giriş katındaki iki daire, bekar, erkek öğretmenlere aitti. En üstteki bir dairede bekar, kadın öğretmenlere aitti. Lojmanın yanındaki  üç katlı bina, lise binası olarak yapılmıştı ama sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilince,  lise yerine ilköğretim okulu yapılmıştı. Lojmanın hemen  karşısında ufacık bina, lise binasıydı. Lisenin binası karikatürize denilecek kadar ufaktı. İnternetten baktığım kadarı ile bu bina, Süleyman Demirel Üniversitesine, Meslek Yüksek Okulu olmuş. Lise de, yukarı mahalledeki ilkokula taşınmış. Lojman halen liseye mi ait, bilmiyorum.

İki bin yılının temmuzunda, yani yirmi dört  yıl önce terhis olup, görev yaptığım Yenişarbademli ilçesine geri döndüm. Karşımdaki daireye, adının Erol olduğunu hatırladığım, en az otuz yıllık,  uzun bir hikayesi olan, garip bir öğretmen atanmıştı. Kendisi çok az grafik tasarım mezunu olup da, resim öğretmeni atananlardan birisiydi. İki kere istifa edip, geri dönmüştü. Bense, dairemde en azından marta kadar tek başına kalacak gibiydim. Ondan sonra da mutlaka ilçeden tayin isteyecektim. İşim zordu çünkü ben askerdeyken, 2000 yılı, mart ayından önce atananların zorunlu hizmeti kalkmıştı. O dönem il bazında zorunlu hizmet bölgeleri vardı. Beneim niyetimse Kırıkkale, Niğde gibi Ankara'ya yakın bir ilde zorunlu hizmetimi tamamlamaktı. Oysa artık zorunlu hizmete gidemeyecektim. Sonraki yıllar, ilçe bazlı zorunlu hizmete geçilecek, Yenişarbademli'de hak ettiği gibi zorunlu hizmet bölgesi olacaktı. Oysa ben askerde geçirdiğim sekiz ay yüzünden, ilçede üç yılı tamamlamadığım için, o zamanki mevzuat gereği, il dışı tayin isteyemiyordum. Ben de il içi tayinle Yalvaç ilçesine gidecektim.

Okullar açılınca, annemle ilçeye geldim ve lojmana yerleştim. Annem bu sefer bayağı kaldı burada. Yenişarbademli'ye de son gelişi  oldu. Neden gelmediği de bambaşka bir öykü. Evde, müdürün ısrarı ile kireç badana  yaptı ana-oğul. O badana, bana tıkanıklığı ile bacanın tütmesi ile hiç oldu, o da ayrı konu. Havalar o yıl erken soğumaya başladı. Isparta'nın, Antalya'ya yakınlığına bakmayın, kışı aynı Ankara'dır. Bademli hele, biraz daha soğuktur. 

İlk yağmurlarla beraber, sobayı yakmaya başladık ve hemen tütmeye başladı. Pencereleri açsak da, tütmeye devam etti. Sonraki günler ve haftalar, baca tıkanıklığını açma çabaları ile geçti. Daha yeni soba kurmuş olduğumuz halde, boruları tekrar temizledik. Soba bacasının giriş kısmına benzinli kumaş yaktık. En son, evin salonu  değil de, yan odasındaki bir deliğe soktuk boruyu,  bu sefer de üst kattaki komşunun nevi dumanla doldu. Havalar iyice soğumaya başlayınca, annem Ankara'ya geri döndü. Okul müdürü, bunun sebebini, çıralı çam ve kavak odunları yakmam olduğunu söyledi. Oysa ilçede herkes öyle yapıyordu, dağlık arazide ağaçlar çam,  yerleşime yakın yerlerde kavaktı. Bu yüzden sobalara haftada yada en fazla iki haftada bir bacasil atıyor, üç ayda bir boruların içini temizliyorduk. Bacanın içini temizlemek gerekiyordu. Bunu parası ile yapacak adam bulamadım. Diğer arkadaşlar da, yapacak birini bulmak yerine, bana akıl verdiler, nasıl yapılacağını anlattılar. Burada köy halkı öyle yapıyormuş.

Ben de öyle yapacaktım. 1,72 boy, 95 kiloluk ve bu işi daha önce hiç yapmamış, birisi olarak bunu yapmalıydım. Yanlış anlamayın, öyle ultra beceriksiz biri değilimdir. Ankara'da, yıllarca sobalı evlerde yaşadım ve soba kovasını hazırlamak, benim görevimdi. Çocukken, sobalar kovalı değilken, bu iş daha zordu. Üsten kömür koy, alttan ızgara ile külleri topla, yüzün-gözün kül, çok iğrençti. Bademli^'ye atanınca, odun kırmayı öğrendim. Odunları benim kırdığımı duyan annem, çok şaşırdı. Bademli'de odun, doğrudan kütük olarak satılıyordu, mecburen kendin kırıyordun. Hatta ben odunları, faşist oda arkadaşım gibi, serçe parmağım inceliğinde kırmayı alışkanlık edindim. Gene onun gibi soba kurdum. İncecik odunları bir kare olacak şekilde, kütük ev olarak ve en fazla on beş santim yükseklikte dizip, yam ortasına çıra koyuyor ve böylece en az odunla, kömürü tutuşturuyordum. Fakat bu baca temizliği işi ciddi tehlikeydi.  Çatıda, kiremitlerin üzerinde yürümeyi bilmiyordum ve yaklaşık 10-12 metre yükseklikten aşağıya düştüğümde, ölmem değilse bile, sakat kalmam garantiydi.En yakın hastane, altmış kilometre ötede Şarkikaraağaç'taydı ve ambulansın bol virajlı Beyşehir gölü kıyısından geçmesi gerekliydi. Diğer seçenekte, ondan daha kötü yolu olan ve doksan kilometre ötedeki Eğirdik kemik hastalıkları hastanesiydi. Gene yaklaşık altmış kilometre ötedeki Beyşehir ise, il dışıydı. Gene de yapmak zorundaydım. Son  altı yada yedi ayım için ve bu sorun yüzünden birilerinin evine kiraya gidemezdim. İlçe halkına güvenmiyordum. Baca da bu güvenimi doğrulayacaktı.

Sonuçta baca temizlemek bana kaldı ve hafta içi, dersimin olmadığı bir gün, bu işi yapmaya karar verdim. Bunun için, ilçenin hırdavatçısından on iki metre ip aldım ve bir kiloluk tartı ağırlığı istedim. Ben oradan gittikten sonra belediye başkanı olacak olan hırdavatçı,  bende fazla bir kiloluk demir ağırlık yok,  sen benim kiloluğumu kırarsın diye bana balyoz kafası verdi. Ben de işime, önce az bir şey sobayı yakarak başladım. Gündüz, hava güneşli olduğundan, daha hava kararmadan soba yakma alışkanlığı yoktu. Çatıda dış görünüşte iki ince, uzun baca vardı. Her iki baca da aslında üç bacaydı ve kendi aralarında tuğla ile bölünmüştü. Duman sızandan, benimkini buldum. Sonra asıl aşmaya geldi. Balyoz kafasını iple sıkıca bağladım. Bacadan aşağı sallandırdım ve dört kulaç yada beş metre kadar sonra balyozun durdu. Demek ki bacayı tıkayan bir şey vardı.  Sonra asıl işim  başladı. Balyoz kafasını yukarı çekip, birden aşağı bırakıyordum. Galiba yarım saat kadar sürdü bu iş. Belki de çatıda olmanın tedirginliği ile bana daha uzun gelmiş yada yaklaşık çeyrek yüz yıl sonra daha fazla diye hatırlıyor olabilirim. Sonuçta kırılmış olmalıydı ki balyoz kafası on metreden fazla gitti. Balyoz kafasını yukarı çekip, güvenli bir yere koyup, aşağıya indim. İnerken, üst kat komşum, sesi duyduklarını ve tıkanıklığın açılıdığını söyledi. Eve gidip, bacanın havalandırma deliğinden döküntüleri topladım. Müdürün dediği gibi bolca kurum vardı ama kocaman da bir kiremit vardı. Bu kiremitin insan eli olmadan oraya girmesi imkansızdı. Müdür yada diğer arkadaşlar ne derse desin. Hırdavatçının da bana neden bir yada beş kiloluk ağırlık vermeyip, koca balyoz kafasını verdiğini o zaman anladım. Aslında herkes bacanın neden ve nasıl tıkandığını biliyor ve bana söylemiyordu. Sonra yukaru çıkıp, balyoz kafasını son kez aşağı salladım ve havalandırmadan görünce, baca sorununu çözdüğümü anladım.

Sonraki günler, ilçede hiç kimseye güvenim kalmadı. Tayinim çıkınca, sadece ilçenin posta müdürü ile, o da Kırıkale'ye tayinim çıkana kadar, arkadaşlığımı devam ettirdim. Oğlu da, Anadolu Öğretmen Lisesinde öğrencim oldu bir yıl.

Bademliden ayrıldıktan sonra bir daha gitmemeye yemin ettim. Zaten gidemezdim de. Isparta merkeze bir aracı vardı, o da sabah 7 civarında. Kışın da öğlen 3'de dönüyordu. Yolculuk mevsime göre  bir buçuk saat ile, iki buçuk saat sürüyordu. Arabam yoktu, halen yok, olsa da o yollarda araba sürmek istemem.

Gene de Bademli'yi ne zaman özlesem, kendime lçöyle derim. Aptal olma, onlar seni kalleşçe öldürmeye kalktı.