23 Eylül 2025 Salı

12 Eylül darbesine direndiği için idam edilen teğmen Ömer Yazgan'ın idamından 25 yıl sonra gün yüzüne çıkan mektubu:

 


DEVRİMCİ BİR TEĞMEN: ÖMER YAZGAN


12 Eylül darbesine direndiği için idam edilen teğmen Ömer Yazgan'ın idamından 25 yıl sonra gün yüzüne çıkan mektubu:

29 Ocak 1983

"Sevgili Anama, Babama ve Kardeşlerime,
Şu anda saat 04.00 ve ben infaz için son hazırlığım olarak bu mektubu yazıyorum.

Bundan böyle benim düşmanlarım sizlerin de düşmanıdır. Siz olmasanız da benim kanımı yerde bırakmayacak kardeşlerim var. Halkımızın yazgısı bu değil. Çok evladını kaybetti. Ama bir gün kazanmayı da öğrenecek. Diğer devrimciler sizlerin evladıdır.

Tarih, biz zulme karşı çıkanları her zaman haklı çıkardı, çıkaracak.

Malım mülküm yok ki miras bırakayım. Size ve yoldaşlarıma ancak mücadele anılarımı miras bırakabilirim. Ben şu anda oldukça moralliyim. Beni tek üzen şey, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin bir üyesi olamadan ölüme gitmektir. Gelecek devrimcilerin birliği ile partimizin geleceğidir, buna inanıyorum.

Halkımızın mücadelesi haklıdır, meşrudur. Meşru olmayan, bu zorbaca düzeni sürdürmekten yana olan katillerdir. Biraz acele etmek zorundayım. On dakika bile bana çok görüldü. Elimde kelepçe ile yazmak zor. Yeğenlerim geleceğimizin umududur.

Ben düşüncelerimi daha önce çok yazdım. Burada tekrarlamama gerek yok. Bana inanın yeter. Gözyaşlarınızı düşmanlardan gizlemeyi öğrenmelisiniz. Kesin olarak soğukkanlılığınızı yitirmeyin.

Az sonra son görevimi yapmak üzere darağacına çıkacağım. Sloganlarımı haykıracağım, dizlerim titremeyecek. Yirmi yedi yaşına bastığım bu gecenin sabahını kimse unutmayacak. Ellerinizden öperim.
Tek Yol devrim. Kahrolsun Faşizm.

Ömer Yazgan"

20 Eylül 2025 Cumartesi

SİYASETTE VE MUHALEFETTE PETER İLKESİ



Osmanlıca olarak kulağa güzel gelen bir sıfat tamlaması var, kifayetsiz muhteris, Türkçesi hırslı ve yetersiz. Etrafımızda pek çok kişi böyle değil mi? Pek çok kişinin makamı  ile ufku bir değil. Atatürk, bu durum için:

 Arkadaşlarım kendi ufukları yetene kadar benle birlikte oldular. Ufuklarının bittiği yerde beni terkedip bana karşı çıktılar., demiştir.

Pek çok kurumda, sorunlar, yeteneği dar olan insanların üst mevkilere gelmeleri yüzünden olur. Birilerinin yeteneklerinden yüksek bir mevkiye gelmesi, kurumun durakalmasına ve gerilemesine sebep olur. Buna Peter ilkesi diyoruz. Wikipedi'den kısaca alıntılarsak;

Peter İlkesi, bir hiyerarşi içerisindeki her çalışanın yetersizlik gösterdiği noktaya kadar terfi etme, atanma eğiliminde olduğunu iddia eden ilke. Dr. Laurence J. Peter ve Raymond Hull tarafından 1968 basımı Peter İlkesi (The Peter Principle) adlı kitapta toplanmış mizahi incelemenin ana konusudur. İlke, hiyerarşiye dayalı bir organizasyonda kişilerin yeterli oldukları sürece daha yüksek bir pozisyona terfileri nedeniyle, eninde sonunda artık yeterli olmadıkları seviyeye (yetersizlik seviyesi) geleceklerini öngörmektedir. Kişiler ulaştıkları bu son noktada kalacak, artık yetersiz oldukları için daha yüksek pozisyonları elde edemeyeceklerdir. Bu önermenin doğal sonucu olarak; zamanla, bir organizasyondaki her pozisyon o pozisyona ait görevleri yerine getirebilecek yeterlilikte olmayan çalışanlarca doldurulacaktır ve görev henüz yetersiz olduğu pozisyona yükselmemiş olanlar tarafından yerine getirilecektir.

Kitap ve Peter'in İlkesi teorisi,  çoktan demode olmuştur. Türkçe'de üç kitaplık bir seri olarak basılmıştır ve çoktan demode olmuştur. Ben de seriden birini doksanlı yıllarda sahaflardan alıp, okumuştum. Günümüzde kişisel gelişim ve kişisel gelişimle dalga geçmek bir sektör haline geldi. Kapitalizm sadece emeğimizi istemiyor, hırsımızı istiyor. Sınırımızı bilmeyelim, kariyer hırsı ile patronlarımıza ve devletimize köle olalım istiyor; amirlerimizin, kodamanlarımızın yetersizliğini görmeyelim istiyor.

Peter ilkesinin diğer bir yönü de bir yönetici, hükümdar da olsa, iktidarda kaldıkça yönetme gücünün (Padişah bile olsa). Kapitalistler, kendilerine kar garantisi, teşvik veren iktidarların düşmesini istemezler. Peter ilkesinin demode olmasının bir nedeni de budur. 

Bu ilke, devrimcilik ve muhalefet için de vardır. Her devrimcinin yada muhalifin bir ufku vardır. Oradan öteye gidemezler ve devrimlerini yarım bırakır.  Pek çok  maceraperest ve yandaşı, kendisini devrimci sanır. Sadece liderler değil, liderin etrafındaki kadrolar da böyledir. Rus iç savaşı sırasında o kadar çok kişi Bolşeviklerden ayrılmıştı ki Lenin:

 Devrimin son adımında hangi tarafta olacağın, bulunduğun sınıfla ilgilidir, demiştir. Bolşevik devrimi resmi olarak 7 Kaım 1917^de olmuş da olsa,  devrimden bir yıl sonra ülkenin beşte dördü karşı devrimcilerin elindeydi. 1919 Martında, Troçki önderliğindeki Kızılordu; Amiral Kolçak ve Gereal Vragnel'in komutasındaki Beyaz Orduyı yenenen kadar iktidarları kesin değildi. O zamana kadar karşı tarafa geçenler oldu. Benzer bir durumu Hitler de yaşadı. 1932'de kurulmuş hükumeti düşürdüğü için altı bin kadar partili, NAZİ partisinden ayrıldı. Oysa aylar sonra Almanya'nın en güçlü adamı olacaktı.

Her şeyde olduğu gibi devrimcilikte de Peter ilkesine göre bir yetenek sınırı vardır. Kendi adıma Kemal Kılıçdaroğlu'na fazla kredi verdiğimi itiraf edeyim. Mühürsüz oyları sineye çektiğinde ona sırtımı dönmeliydim ama ben de Alevi ve Kürtm olduğum için çok zorbalanmıştım.Kılıçdaroğlu, partisindeki ve halktaki memnuniyetsizliği ve iktidar olabilme ve bunu tek başına yapabilme potansiyel ve fırsatlarını görememişti



16 Eylül 2025 Salı

URFA OTOGARI



Hep uzak geçmişten anılar yazıyordum, bu sefer bir ay kadar öncesini yazmaya karar verdim.  Olay polisiye gerilm gibi ama kuruntu da olabilir. Önce Urfa otogarına kadar gidişimi anlatayım. Bu yıl babamı alzeimer hastalığı ilerledikçe, evden de çıkamz oldum. Evde babamın başında daima biri olması gerek,  yoksa annem alış-verişe bile gidemiyor. Neyse ki diğer bir kardeşim de öğretmen, yazın tatile bize geldi, ben de babama destek olarak onu bırakıp, Siirt'e, arkadaşımın yanına gitmeye karar verdim. Giderken de yanıma yeşil pasaportumu ve bir miktar para aldım. Miktarını söylemeyeyim ama benim için önemli bir miktardı. Belki kısa süreli bile olsa yurt dışına gider, alış-veriş yaparım diye düşünüyordum. Buraları hızlı geçiyorum, arkadaşımla Habur'u geçir Erbil yada Kürt özerk bölgesindeki şehirlerden birinde, dolar pazarlarında ucuz alış-veriş yapmayı düşünüyordum. Bu amaçla biletlerimizi ve yurt dışı çıkış pullarımızı aldık. Habur sınır kapısında ben hiç olmayacak bir şey fark ettim. On senelik zannettiğim yeşil pasaportum beş senelikmiş. Tamamen bitmesine de bir kaç gün varmış. Irak, özellikle de Kürt Özerk Yönetimi, en az altı ay geçerli pasaport istiyormuş, yoksa muhtemelen almaz, daha kötüsü günlerce, hatta aylarca nezarethanede kalırmışız. Sonuçta mecburen Siirt'e, Batman üzerinden geri döndük. Sonraki günlerde Bitlis ve Ahlat'ı gezdik. 

Ben de dönüş yolunda iki günlüğüne Urfa'yı gezmeye karar verdim. Önce meşhur Göbeklitepe'yi gezdim. Göbeklitepe, Şanlıurfa merkeze bağlı ve belediye ait yarım otobüs de diyebileceğimiz, dolmuş irisi araçlarla gidip, geliyorsunuz. Oray gezerken, yanımdaki biri çoğu eserin Urfa arkeoloji müzesinde olduğunu söyledi. Ben de ertesi gün Arkeoloji müzesi ve yanındaki mozaik müzesi ile, yürümeyle bir saat kadar ötedeki Balıklı göle gittim. Balıklı göl, internet ve çeşitli kaynaklarda gördüğünüz o o havuzdan daha büyük. Çeşitli kanallarla bir kaç havuza daha yayılıyor o balıkların yaşam alanı. O bölgede bir sürü tarihi eser ve mağara var. Milli Mücadele Müzesi ve Halfeti'yi de gezemedim, çünkü hem acımasız Urfa sıcağı beni yormuştu, hem de babamın yanına, Ankara'ya dönmeliydim.

En nihayetinde Ankara'ya gitmek için Urfa otogarına gittim. Orada bavulları ve paramın olduğu boyun çantamı, girişteki röntgen cihazına bıraktım. Otogarın içinde Ankara'ya en erken bileti aradım. Otogara geldiğimde saat sabah sekiz, seki  buçuk arasıydı. Firmalar genelde 12'e kadar araç yok dedi. Adını genelde kötü duyduğum bir firmada saat onda varmış, oradan tekli koltuğa bilet aldım. (Bu firmadan askerliğimde izinde, Balıkesir'den Ankara'ya gitmek için bilet almıştım. Dört saat boyunca Bursa merkezde, yazıhane önlerinden yolcu toplamıştı) Saat dokuzu on yada onbeş geçe otobüs geldi,  yirmi geçe gibi iki bavulumu bagaja verdim, boyun çantam benimle kaldı. Otobüsün kapısı açıktı ve kliması çalışmıyordu, bu sebepten de dışarıda, binanın gölgesinde bir bankta oturdum. Ardından sağıma bir kadın, soluma da  bir erkek oturdu. Bir ara yanımdaki kadının, boyun çantamın en arka fermuarını çektiğini fark ettim. Çantamı tam önüme aldım. Kadının yüzü tamamen arkasına dönüktü ama göz bebekleri bana bakıyordu. Ardından öte yanımdaki adam da kafası öte yana, gözbebekleri bana dönük, yılanlar gibi yan yan bakıyordu. Önümdeki üstü bordo, altı eflatun eşofmanlı adamın da son on dakikada üç kere önümden geçtiğini, her seferinde de sigarasını yere attığını fark ettim. Birden ayağa kalkıp, otobüsün gölgesine doğru gidip, ardından arkama baktım. Altı-Yedi kişilik grup, yan yan bana bakıyordu. Kadınlar baş örtülü, şalvarlı, erkekler eşofmanlıydı ve tiplerinden de akraba oldukları belliydi. Paramı nereden biliyrolardı? Tabi ki otogara girmeden evvel çantamı bıraktığım röntgen makinesinden. Şüphelerimde yanılıyor olabilirdim ama riski göze alamazdım. Kalkacak olan peron, en uçtaki perondu. Belki de kameraların kör noktasıydı. Aklıma gelen tek kurtuluş yolu, otobüse binmek oldu. Otobüste çantayı alıp, kaçamaz, benimle kavga çıkaramazlardı. Dört numara, yani en önlerde olduğum için peronu da görüyordum. Şalvarlı, başörtülü kadınlar ve eşofmanlı erkekler doğrudan bana bakıyordu. Klima çalışmıyordu ve ön kapı açıktı. Çok sıcak olmamasına rağmen katlandım, tam saat on olunca otobüs çalıştı ve fark ettim ki bordo-eflatun eşofmanlı adam tam arkamdaydı. Çantamı tam çnüme alıp, dikkatli oldum. Otobüs oldukça boştu ve Adana'da biraz dolacaktı. Eşofmanlı adam muavine, otobüsün ne zaman mola vereceğini sordu, muavinde Adana dedi. O kadar bekleyemem dedi ve Urfa'da bir benzinlikte kısa süreli mola verdiğimiz zaman indi. Şoför de adam İstanbul'a kadar bilet aldı ama daha Urfa'ya varmadan indi, dedi. Bu arada sürekli çantamı ve paralarımı kontrol ettim, yerindeydi. 

Seyahatin geri kalanı sakin geçti. Sık sık bana bakan bir ana ve iki ergen kızından şüphelendimse de, onların ilgisi sonradak başka şeylere kaydı. Ankara'da paramı tekrar bankaya koydum.

Belki yaşadıklarım sadece benim vesvesemdi ama gene de yazmak istedim.

10 Eylül 2025 Çarşamba

NURCULUK DİNİ 1. NURSİ'NİN SÜNNETİ



İnançlı birisiyken Alevilik, İslam değildir diyene kızardım.  Dedem Korkut kitabını yıllar sonra tekrar 'de okuduğumda aslında bunun, doğru olduğunu gördüm. Konuyu bu blogda defalarca yazdığım için konuyu uzatmayacağım. Nurculuk son yirmi yılda o kadar çok devlet kurumlarına yayıldı ki, Nurcuları bayağı bir tanımış oldum. Turan Dursun'un Nurculuk ve Müslümanlık adlı 1971'de, Müslüman olduğu zamandan kalma kitabı var. Kitabı hem satın alabilir, hem internetten okuyabilir, hem de özetini okuyabilirsiniz. Bir de Nihal Atsız'ın Ötüken dergisinde, 16 Mart 1964'de yazdığı makaleyi internette okuyabilirsiniz. Ben daha ziyade genelde Nurcuların tavırlarından yola çıkacağım (Tabi Nursi'nin yazdıklarına da değineceğim. İlk olarak Nurcuların, peygamber yerine Said-i Nursi'nin sünnetini nasıl daha önceye koyduğunu göstereceğim.

1)Kronik bekarlık: Bilindiği gibi hem Said-i Nursi, hem  de yakın tarihlerde ölen Pensilvanyalı, hayatı boyunca evlenmemiş, nişanlanmamış, bir kadınla adı anılmamıştır. Bu basit bir tesadüf değildir. Nurcu liderlerin tamamına yakını erkek ve bekardır. Hem Nursi'nin, hem de Pensilvanyalının bekarlığı, müridlerince övülür. Evli olsaydı bu hareket bu kadar büyümezdi denir. Turan Dursun, Nurculuk, İslamı Hristiyanlaştırma çabasıdır der. Nurculuk, bu açıdan Hristiyanlığa, daha doğrusu Ortodoks Hristiyanlığa benzer. Hristiyanlığın üç ana mezhebi vardır, bunlardan; Protestan mezhebinde din amalarının evlenmeleri ile ilgili bir yasak yoktur (hatta pek çoğunda papaz yada bişop denen din adamlarının evlenmesi teşvik edilir); Katolik dininde tamamen yasaktır; Ortodokslukta ise alt rütbede kalmaya, sadece mahalle papazı ya da en fazla bölge kardinali olmaya razı olursan serbesttir ama Patrikliğe kadar yükseleceksen bekar kalmalısınızdır. Nurculukta da benzer bir yapı vardır. İslamda çoğu kez dervişlere bile evlilik teşvik edilirken, Nurcu liderlerde üst rütbeye çıkmak için, bekarlık esastır.

2)İşlemeli cübbe: Peygamberle ilgili çok sık okuduğunuz yada duyduğunuz bir kıssa vardır. Bedevinin biri, peygamberin  de bulunduğı bir mekana girer ve peygamberi tanıyamaz (sonuçta alnında peygamber yazmıyordur.) Muhammed hanginiz diye sorup, durur. Kıssayı burada bitirirler ama aslında devamı vardır. Peygamber o günden sonra kenarları sırma işlemeli bir cübbe giymiştir. Nursi, riaslelerin birinde anlattığına göre, İstanbul'da, kimsenin bilmediği bir medresede, aşırı zor bir sınavdan geçmiş, (Böyle garip bir sınavdan, vahiy derlemecisi Buhari'de bahseder. Buhari'nin sınavı matematiksel olarak imkansız ve karikatürüzidir, o ayrı konu.) böylece Bedüzaman (zamanının güzeli) ünvanını almıştır. Nurculara göre bu ünvanı peygamber müjdelemiştir ve yüz yılda bir kişi bu ünvanı almış, sonuncu da Said-Nuri olmuştur. Fecöcülere göre de bir sonraki pensilvanyalıdır. Pensilvanyalının hep işlemeli cübbe ile gezdiğini hatırlayın. 

3)Hitabet şekli:Doksanlı yılların sonlarıydı. Cemaatin organize ettiği bir etkinlikte, genç bir gazeteci, işlemeli cübbeli yüce şahsiyete, Fettullah bey dedi diye ortamdaki herkesten azar işitti. Adı ve soy adı söylendikten sonra, hocaefendi denmeliydi. Kendisine önce hocaefendi diye hitap edilmeliydi. Sadece Fecö değil, tüm diğer Nurcu gruplar da, liderlerine (neredeyse tamamı bekar) hoca efendi hazretleri der. Said-i Nursi'ye de Bedüüzaman hazretleri derler. Bu hazretler asla mütevazilik sevmezler. Kendilerini eleştiren sorularda daima hiddetlenir ve sizi yanından kovar. Bunların bir de onun her sözünü öven ve soru soranı azarlayan müridleri olur. Daha konuşmaya başlamadan, onun yüce bir şahıs olduğunu kabul etmeniz gerekir.

4)Vahiy katibi: Nursi, risalelerini kendi eli ile yazmamıştır. Peygamberin kendisine vahiy katipleri tutması gibi, kendisine risale katipleri tutmuştur. En fazla kullandığı katibi ise Şamlı Tevfik olarak da bilinen Tevfik Göksu'dur. Nursi, gayet iyi okuma-yazma bilmekte, hatta öğündüğü  bir medrese eğitimi almıştır. Sanılanın aksine, yeni alfabeyi de iyi bilmektedir. Bu tavrı, peygamberi taklittir. Risalelerde sık sık Enver'e laf atar. Burada bir açıklama değil de, konuşan-yazan ayrımını belli etme .çabası tavrdır. Nursi, pek çok yazısında, pek çok ayeti, kendisinin geleceğine dair müjdelenme olarak sunmuştur. Kendisini çağının güzeli, yani bedüüzaman hazretleri olarak peygamber makamına o kadar benimsemiştir ki, peygamber gibi kendisine katip tutmuştur. Risalelerde sık sık  bunlar bana yazdırılıyor falan demiştir.

5)Sakalsızlık ve badem bıyık: Nurcular hariç İslam tarikatları, peygamber sünneti olarak sakal bırakır, hatta seksenlerde ve doksanlarda tarikat üyeleri için çember sakallı denilirdi. Nurcular ise çoğu kez ince badem bıyıklı ve sakalsızdır. Çünkü Said-i Nursi, hayatı boyunca sakallı gezmemiş, gençliğinde ilk başta kalın bir bıyık sahibiyken, orta yaşlarında bıyığını inceltmiş, sonra da tamamen kesmiştir. Nurcular bu konuda da şeyhlerinin sünnetini izler.

6)Doğum günü ve yemeği. Malum darbeci güruhun, 20 Nisanı peygamberin doğum günü diye kutlu doğum haftası diye kutlattığı ve asıl amacın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramını gölgelemek olduğunu biliyoruz. Kutlu doğum haftaları, özellikle imam hatip liselerinin kendisini gösterme haftasıydı. Afişi internette tekrar bulamıyorum ama Diyanet İşleri başkanlığı da seksenler boyunca 13 Ekim ve haftasını kutlu dığum hatfası diye kutlamış ve muhtemelen amacı 29 Ekim'i gölgelemekti ve gene muhtemelen Said-i Nursi'nin doğum günüydü yada öyle sanılıyordu. Makbule denen ve kökeni İran kültürüne dayanan pilav da, Pensilvanyalının doğup, büyüdüğü Erzurum'da bilinmez, ülkemizde daha çok Siirt-Bitlis civarında bilinir. Bitlis demişken, Amerika'da gömülü şeyhimiz Erzurumlu olarak bilinse de köken olarak Bitlisli'dir ve bir ihtimal Nursi'nin akrabasıdır.

7)Risalelerin dili: Bu dil Arapça olmadığı gibi, Osmanlıca'da değildir. Öyle olsa Osmanlıca pek çok eserin çevirisini yapan Nihal Atsız, Osmanlıca derdi. Atsız, risalelerin dili için Türkçe ile Kürtçe karışımı diyor ancak Kürtçe bilenlerin söylediğine göre Kürtçeyle de alakası yok. Bu garip dili kullanma amacı, Kuran gibi pek çok anlama çevrilebilecek, yeni anlamlar ve yeni müjdelenmeler çıkarılacak bir kitap yazma çabasıdır.

Sonuç olarak Nurculuk, görünüşte Sünni İslamın bir tarikatı, hatta Nakşibendiliğin bir kolu gibi görünse de, pratikte başka bir dindir ve bu dinin müridleri, peygamberin sünneti yerine, şeyhlerinin sünnetini uygulamaktadır. Nurculuğu daha iyi bilen biri, muhtemelen bu örnekleri çoğaltacaktır.

3 Eylül 2025 Çarşamba

DARBECİ ERGENLERLE AKŞAM YEMEĞİ SOHBETİ



 2016 yılının Ağustos ayıydı. Hasanoğlan Atatürk Fen Lisesinden soruşturma sonucu uzaklaştırılmış, Elmadağı Şehit Sertaç Uzun Mesleki ve Teknik lisesine atanmıştım. Ağustos sonunda kısa sürecek evliliğimi yapacaktım ama evliliğin bu kadar kısa süreceğini bilmiyordum. Tam olarak hangi gündü bilmiyorum galiba bir cuma akşamıydı, Ankara'da ailemin evine gelmek için Hasanoğlan'dan Kızılay'a gelmiştim.  Akşamın geç saatiydi ve evdekilerden yemek istemektense, Sakarya caddesindeki Hatay usulü domates çorbası soslu dönercilerden birine girmiş, uygun fiyatlı bir menü almıştım. Kendi halimde yemeğimi yiyordum. Tam o sırada birden yanıma geldiler, üç kişiydiler, üç lise öğrencisi. Onları derslerine girmesem de, pansiyon nöbetlerinden tanıyordum, onlar da beni.

Bir süre havadan-sudan, eski anılardan, pansiyon anılarında  falan bahsettik birbirimize. Yeni okulumda daha derse girmemiştim, ondan bahsetmedim. Sonra konu, yakın tarihte olan darbe teşebbüsüne geldi. Ben, en umulmadık kişiler fecöcü çıktı dedim. Çocuk, ummulmadık kişiler, meselqa ben dedi. Biraz şaşırdım, bu çocuğu solcu biliyordum. Bu tarikat hakili takiyyeciymiş. Gittiği dershanede onu özel eğitim verilen bir sınıfa almışlar.  Sonra kurunun yanında yaş da yanar mı diye sordu, çooook dedim, oları mümkün olduğunca uzatarak. Çocuğun Arap esmerliğindeki suratı mosmor kesildi. Kendisi yaş odun değildi, bildiğin yağlı Marmara çıralı çamıydı. Onlardan aldıklarını ne yapması gerektiğini sordu. Diğer .ocuklardan birisi, yakmasını söyledi. Ben de duman dikkat çeker dedim. Gerekten de sonraki günlerde böyle şeyleri yakanların, yakalanıp, tutuklandığı haberi geldi. Hepsini büyük siyah bir torbaya koy, evinden uzak bir çöplüğe bırak, dedim. Heosini mi hocam, Kuran-ı Kerim var, Nutuk var, dedi. Ben de hepsini büyük, siyah bir torbaya koy, uzak bir çöpün kenraına bırak. Yolun ortasından git, kameralara yakalanma dedim. (O zamanlar bu kadar çok mobese ve güvenlik kamerası yoktu.) Eylül ayında, sene başında okullarda, bazı yayınevlerinin kitapları toplatıldı. Sertaç Uzun'da bu işi yapan müdür yardımcısına ben yardım etmiştim. Onun deyimiyle, Nazicilik oynuyorduk ve topladığımız kitaplar arasında Kuran ve Nutuk'da vardı. Meğer örgüt, imamları içimn kendilerince bazı ayrtılar eklemiş kitaplara. Ardından çocuklar, darbedeki bazı generallerina adını anıp, bazı şeyler anlattılar. Sonra geçkip gittiler.

Ertesi gün yada bir kaç gün sonra yandaş kanallar, fecöcüler çöpe kuran attılar diye haber yaptılar, heyecanlı heyacanlı. Olay Ankara'da olmuştu ve bir de o dönem çok moda olan (galiba halen moda) bir internet oyununun hilelerinin olduğu kağıdı, örgüt şifreleri diye sunmuşlardı. Olayın o akşamki öğrencilerle alakası var mı, yoksa tesadüf mü, bilmiyorum.

2 Eylül 2025 Salı

TOPLUM SÖZLEŞMESİNİN ÜÇ AŞAMASI





 Rönesanstan, aydınlanmaya geçişin en önemli aşaması, toplum sözleşmesi fikridir.  Toplumlar, Jean-Jacques Rousseau'nun yazdığı gibi her zaman bir sözleşme içinde yada gerçek bir sözleşme içinde bulunmaz. Bu toplumların genelde sürekli bir iç savaş, Hobbes'un deyimiyle,  herkesin, herkesle savaşı olan toplumlardır. Kabile-klan ve aşiretler arasında sürekli bir gerginlik, düşmanlık vardır. En ufak olaylar,  katliamlara, yıllar, on yıllar bulan kan davalarına dönüşür.

Kan davalarının tek sebebi,  yas yada adalet duygusu değildir. Katil, idam edilmiş olsa bile karşı kabileye karşı üstünlüğü kaybetme, güçsüz görünme korkusudur. Uzun süreli nefretlerin sebebi mezhepsel-dini ayrılıklar yada köken değildir. Ötekilenmiş kimliğin aşiretinin güçlenmesi,  nefreti besleyen en büyük sorundur. Çok az ilkel toplum,  Rönesans-Aydınlanma filozoflarının düşlerindeki barış toplumu yada ilkel komünal düzen diyebileceğimiz şekilde yaşar. Çoğu kez ilkel toplumları, birbirleri ile kavgalıyken görürüz.

Buradan ilk devlete geçiş her zaman zor ve sancılıdır.İkinci aşamamız bir lider etrafında toplanmaktır. Bunun da kabaca iki şekli vardır. Kabile-aşiret liderlerinin yada halkın toplanıp, bir lider seçmesine birincisi diyelim. Bu çok nadir olan bir olaydır, tarihte çok az rastlanır. 1513 yılında Rus Aristokratları, soyu tükenen Rurik hanedanlığı yerine, Romanov hanedanlığının ilk Çarı olan 1. Mihail'i iktidara getirdi. Mihail daha 12 yaşında, annesi ile bir manastıra sığınmıştı ve babası sürgündeydi.  Rurik hanedanlığının son çarı Korkunç İvan'ın çocuklarını öldürmesiye soyunun kesilmesi; ardından iç savaş, tüm komşuların Rusya'yı istilası derken, çıkan iç savaşı bitirmeye karar veren aristokratlar, bu çocuğu çar ilan ederek, ülkeyi birleştirmeye karar verdi.  Benzer bir olay da Frisgya'nın kuruluşu ile ilgili anlatılır. Frig beyleri, sabah şehre ilk gelen köylüyü kral yapmak isterler ve o da Midas'ın babası Gordios'tur. Frig alfabesi bugün (2025) halen okunmamıştır ve bu öyküyü bize Yunanlılar anlatmıştır. akla-mantığa aykırı bu efsanenin ardındaki gerçek, Frig beylerinin anlaşarak kendilerine bir lider seçmiş olmasıdır.

Pek çok kere lider, kendisi birleşme için harekete geçer. Lider, kendisi veya aşiretiyle beraber, bazen dış düşmana karşı birlik olmak için etrafındakilere çağrıda bulunur; bazen tüm aşiretlere boyun eğdirir. İslam öncesi Orta-Asya-Sibirya devletleri, Hun imparatorluğundan itibaren böyle devletlerdir. Bu devletlerden Büyük Hun (Avrupa Hun, Akhun ve Kuşhan yada Kuşhun devletini ayırıyırom) ve Göktürk devletleri,  ve Moğol imparatorluğu bölgenin genelini kontrol ediyordu. Diğerleri, görece devasa da olsalar,  Orta Asya yada Sibirya dediğimiz bölgenin devasa olması sebebiyle, bölgesel kalıyordu. Orta Asya'daki bu durum, Türkler arasında, bir süreliğine de olsa en güçlü aşirete boyun eğme geleneğini yarattı. Büyük Hun ve Osmanlı hariç Türk devletlerinin ortalama ömrü iki yüzyılı nadiren aşıyordu. Normalde de tarihte iki yüzyılı aşan saltanat sülaleleri nadirdir. Osmanlı altı yüz yıl sürdü denilse de, her üç Osmanlı padişahından biri (36'da 12) tahttan zorla indirilmiştir. Ben, Akhamenid (ya da Pers) imparatorluğunan önce batı İran'a hakim olan Med imparatorluğunun Kürt kökenli olduğuna hiç bir zaman inanmadım. Kürtler böyle büyük bir devlet kurmuş olsaydı, Türkler gibi en güçlü aşirete itaat alışkanlığında olurlardı. Med devleti Kürt olsaydı, Kürtlerin zengin bir yazılı kültür birikimi olurdu. İlk Kürtçe eser, M.S 1010 yılında yazılmış. Yazının icat edildiği toprakalarda dört bin beş yüz yıl boyunca uyumak demek bu.  Yazıya hiç ihtiyaç duymamış Türklerin Orhun Abideleri bile (ki yeni kazılarda daha öncesinden de eserler var) 

Liderin, aşiretler üstü olması ve gerçek lider olarak akrabaları yada arkadaşları yerine liyakatli kişileri etrafına toplaması gerekir. İslamın peygamberi Muhammed, Mekke'nin fethinden sonra devlet kadrolarını akrabası olan Kureyş kadroları ile doldurdu. Müslüman olan bu kişilerin, kendisine olan nefretini görmedi. Kureyş'in ileri gelenleri, ona karşı nefretlerini damadından ve torunlarından aldı. Kerbela olayından sonra Yezid, peygamberin torunu Hüseyin'in kesilmiş kafasına baktı ve Bedir'in öcünü aldım dedi. Kerbela'da ölenlerden biri de, okla vurulna ve Hüseyin'in oğullarıdan olan Ali Asker'di. 

Üçüncü aşama en zor aşamadı ve pek çok toplum, ikinci aşamada kalır, sürekli kendisine kurtarıcı bir lider arar. Bu ülkeye bir adam lazım deyip durur. ( Bu lafı her Türk vatandaşı gibi ben de duydum ama yıllar önce üniversitedeyken,  Müslüman, Karaçay Çerkezi bir Rustan duymuştum. Rusya'ya bir adam lazım deyip duruyordu.) Üçüncü aşama hukuksal eşitlik ve demokrasi aşamasıdır. Bundan sonraki aşamada toplumların neden üçüncü aşamaya geçemediklerini uzun uzun tartışacağım.

30 Ağustos 2025 Cumartesi

TUZ BÜYÜSÜ-Sezai Sarıoğlu

 


TUZ BÜYÜSÜ

Korku düzde, iyilik sizde
devrim aramızda kalsın
kim hangi yokuşa atlı süvari
sahaflara düşen alıntılar
kimin cümlesine kenar süsü.
Geçmiş tarihte, tarih coğrafyada
hakikat aramızda sır kalsın
hangi şair, hangi şairin
ekmeğine şiir doğruyor
bilenler mecaz parmaklarını kaldırsın.
Teori havada, pratik karada
yenilgi arabölgede sahipsiz kalsın
hangi ağacın hangi ormana
emanet olduğunu bilenler
kâğıda çırak dursun...
Bilinsin diye söylüyorum
korkmamak ve kokmamak için
çıplak ayak tuz dağı'na çıkıyorum.
Ho amca sakallı dağ keçilerine
insanlığın tuzlu tarihini anlattığımda
devrim ve dağ kulağıyla dinleyenler
Che'ye çırak verilsin.
Tuzdan ve ekmekten halk olanlara
başka nasıl söylenir bilmiyorum
tuz gibidir boşluk, özü değişmez
tarih şeklimizi bozsa da
özümüz ve közümüz bakîyse
somut ile soyut arasında söz kesilsin.
Yaşını büyüterek attığımız taşlara
âh eden duvar yazılarına
kuşları temsilen turnalara
arkamdan konuşmasın diye
hisli geçmişime söylüyorum
başka kime nasıl söylenir bilmiyorum
hâllerim insana nasıl söylenir hiç bilmiyorum.
Madde ile mânâ, şair ile şiir
birbirlerinin nesi olur?
Bilmeyenler bilenlere
şiir ve mecaz ısmarlasın...
(Sezai Sarıoğlu)