30 Ağustos 2024 Cuma

BACA TEMİZLİĞİ

 


Pek çok işi, eğitim almadığınız, eğitiminiz yetersiz ve göreviniz değilken, yapmak zorunda kalırsınız. Bu blogda yazı yazmaya başlamam da böyle oldu. Aslında pek çok iş böyledir. Bir iş, yapacak başka kimse olmadığında, yada illa siz yapmanız gereken işlerdir. Savaş çıktığında asker olmak gibi. Belki yılarca bisiklet bile sürmediniz, savaş başlayınca tank şoförü olursunuz. Yada denize bile girmemiş biriyken, bir anda denizci olursunuz. Bunun için savaşa gerek yoktur. İnsan, tüm canlılar gibi ya doğaya  uyum sağlayacaktır, yada yok olacaktır. Uzak doğu dediğimiz, Pasifik kıyısı Asya ülkelerine, Japonya yada Kore'ye gittiniz diyelim. Mecburen çubukla yemek yiyeceksiniz. Suşi veya öyle çok tuhaf yemekleri yemezsiniz ama mecburen ucundan ucundan da olsa yerel mutfağa alışacaksınız (aç mı duracaksınız?) Benzer bir durum, taşraya taşınırsanız da olur. Şehirde alışık olduğunuz pek çok şeyi, taşrada bulamazsınız. Bu çağda bile mi dersiniz, bu ilde mi bile mi dersiniz, bu çağda bile böyledir. Çünkü belli hizmetlerin bir maliyeti vardır ve belli bir miktar müşteri birikmediğinde fiyatı katlanmakla kalmaz, bazen de bulunmaz. Buna kamu hizmetleri de dahil.

1998 yılında atandığım, Isparta, Yenişarbademli, aynen böyle bir yerdi. Geçenlerde, oraya komşu, Beyşehir'e bağlı Kurucuova köyünden biri ile tanıştım, galiba şimdi daha kötüymüş. Nüfus daha azmış. İnternete baktığımda da,  durumun böyle olduğunu gördüm. İlçenin en büyük iki gelir kaynağı kapanmıştı. Biri kuzugöbeği mantarı, bu eskiden sadece doğada bulunuyordu. Sonra Almanlar, toprak setleri, yani hazır saksılar üretmeye başladı. Düzenli olarak sulayıp, gübreliyorsun, sana mantarını veriyor. Salep yani Mahlep bitkisinin de yapay aroması var. O da toplansa da, çok para etmiyor artı. (Onu da köklerinden biri alıyorlar, ötekisi tekrar ürüyor) Diğeri de belediye işçiliğiydi. Nüfus sayımın beş yılda bir ve eve kapanmalı olduğu yılarda, eve misafir geldi diye, defterlere  hayali insan yazdırarak, belediyeye gelen parayı arttıramaz oldular. Eskiden, belediyelerden, devlet kadrolarına (bakanlıklar, özel idare yada henüz özelleştirilmemiş kamu iktisadi teşebbüslerine) geçişi sağlanırdı. KPSS ile bu imkan da kaltı.

Bu ilçeyi daha fazla tasfir etmek istemiyorum ama bu olayın anlaşılması için biraz daha anlatmam gerek. Bundan 26 yıl önce, yani 1998'de, ülkeyi koalisyonlar yönetiyordu ve Yenişarlılar da bundan memnundu. Aslında belediye bile olmaması gereken köy, belediye başkanı ANAP'lı diye ilçe yapılmıştı. İlçe de zaten ikiye bölünmüştü, DYP-ANAP diye. İki taraf birbirine selam bile vermiyordu. İlçede bir süre yaşayınca, oy vermediğiniz halde, istemediğiniz halde, iki taraftan birinden oluyordunuz. Anlattıka uzayan bu olayda en büyük şansım, lisenin lojmanı olmasıydı. O lojmanı, birbirinden gereksiz iki kişiyle paylaştım. İkisi de beden eğitimi öğretmeniydi

Hatta  bu blogdaki ilk yazım, onunla ilgiliymiş:  https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/ 

İkincisi ondan beterdi ama şimdi onu anlatınca da hikaye daha çok uzayacak. Zaten anlatacağım bu baca temizleme olayı, o askerdeyken oldu. O zamanın askerlik sistemi çeşitliydi. Üniversite, daha doğrusu fakülte mezunu olmayanalar, bir buçuk yıl, on sekiz ay, beş yüz elli gün askerlik yapar, yılda dört kere askere alınır, yirmi yıl öncesi tarihlendirme ile celplenirlerdi. Örneğin 2000 Ocak ayında askere alınan kişi, seksene bir celp olurdu. Üniversite mezunları ise (tıp fakülteliler hariç, onların askerliği daha bir farklıydı), yılda üç kere (mart-temmuz-kasım) askere alınır ve tek sayı ile ilerleyen dönemleri olurdu.  Fakülte mezunları, ordunun ihtiyacına ya sekiz aylık erlik (çoğunlukla eğitim çavuşluğu) yada asteğmenlik yapardı. Ben ve ev arkadaşım, 271. dönem olarak, 1999 Kasım ayında askere gittik. Ben kısa dönem yaparken, o asteğmen oldu. Daha iyisi kendisi askerde ceza alıp, 16 gün geç geldi askerlikten. Kendisi, bir önceki gibi bana Alevi olduğum için zorbalık yapıyordu. Bir ara tencereyi-tabağı ayırmaya kalkmıştı. Daha pek çok şeyi vardı ama baca temizleme konusuna geçmem gerektiğinden, başka bir yazıda ayrıca hikaye etmeyi düşünüyorum.

Size önce lojmanı ve bacayı anlatayım. Bildiğiniz üç katlı apartman. Her katta iki daire olmak üzere, altı apartman dairesi vardır.  Giriş katındaki iki daire, bekar, erkek öğretmenlere aitti. En üstteki bir dairede bekar, kadın öğretmenlere aitti. Lojmanın yanındaki  üç katlı bina, lise binası olarak yapılmıştı ama sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilince,  lise yerine ilköğretim okulu yapılmıştı. Lojmanın hemen  karşısında ufacık bina, lise binasıydı. Lisenin binası karikatürize denilecek kadar ufaktı. İnternetten baktığım kadarı ile bu bina, Süleyman Demirel Üniversitesine, Meslek Yüksek Okulu olmuş. Lise de, yukarı mahalledeki ilkokula taşınmış. Lojman halen liseye mi ait, bilmiyorum.

İki bin yılının temmuzunda, yani yirmi dört  yıl önce terhis olup, görev yaptığım Yenişarbademli ilçesine geri döndüm. Karşımdaki daireye, adının Erol olduğunu hatırladığım, en az otuz yıllık,  uzun bir hikayesi olan, garip bir öğretmen atanmıştı. Kendisi çok az grafik tasarım mezunu olup da, resim öğretmeni atananlardan birisiydi. İki kere istifa edip, geri dönmüştü. Bense, dairemde en azından marta kadar tek başına kalacak gibiydim. Ondan sonra da mutlaka ilçeden tayin isteyecektim. İşim zordu çünkü ben askerdeyken, 2000 yılı, mart ayından önce atananların zorunlu hizmeti kalkmıştı. O dönem il bazında zorunlu hizmet bölgeleri vardı. Beneim niyetimse Kırıkkale, Niğde gibi Ankara'ya yakın bir ilde zorunlu hizmetimi tamamlamaktı. Oysa artık zorunlu hizmete gidemeyecektim. Sonraki yıllar, ilçe bazlı zorunlu hizmete geçilecek, Yenişarbademli'de hak ettiği gibi zorunlu hizmet bölgesi olacaktı. Oysa ben askerde geçirdiğim sekiz ay yüzünden, ilçede üç yılı tamamlamadığım için, o zamanki mevzuat gereği, il dışı tayin isteyemiyordum. Ben de il içi tayinle Yalvaç ilçesine gidecektim.

Okullar açılınca, annemle ilçeye geldim ve lojmana yerleştim. Annem bu sefer bayağı kaldı burada. Yenişarbademli'ye de son gelişi  oldu. Neden gelmediği de bambaşka bir öykü. Evde, müdürün ısrarı ile kireç badana  yaptı ana-oğul. O badana, bana tıkanıklığı ile bacanın tütmesi ile hiç oldu, o da ayrı konu. Havalar o yıl erken soğumaya başladı. Isparta'nın, Antalya'ya yakınlığına bakmayın, kışı aynı Ankara'dır. Bademli hele, biraz daha soğuktur. 

İlk yağmurlarla beraber, sobayı yakmaya başladık ve hemen tütmeye başladı. Pencereleri açsak da, tütmeye devam etti. Sonraki günler ve haftalar, baca tıkanıklığını açma çabaları ile geçti. Daha yeni soba kurmuş olduğumuz halde, boruları tekrar temizledik. Soba bacasının giriş kısmına benzinli kumaş yaktık. En son, evin salonu  değil de, yan odasındaki bir deliğe soktuk boruyu,  bu sefer de üst kattaki komşunun nevi dumanla doldu. Havalar iyice soğumaya başlayınca, annem Ankara'ya geri döndü. Okul müdürü, bunun sebebini, çıralı çam ve kavak odunları yakmam olduğunu söyledi. Oysa ilçede herkes öyle yapıyordu, dağlık arazide ağaçlar çam,  yerleşime yakın yerlerde kavaktı. Bu yüzden sobalara haftada yada en fazla iki haftada bir bacasil atıyor, üç ayda bir boruların içini temizliyorduk. Bacanın içini temizlemek gerekiyordu. Bunu parası ile yapacak adam bulamadım. Diğer arkadaşlar da, yapacak birini bulmak yerine, bana akıl verdiler, nasıl yapılacağını anlattılar. Burada köy halkı öyle yapıyormuş.

Ben de öyle yapacaktım. 1,72 boy, 95 kiloluk ve bu işi daha önce hiç yapmamış, birisi olarak bunu yapmalıydım. Yanlış anlamayın, öyle ultra beceriksiz biri değilimdir. Ankara'da, yıllarca sobalı evlerde yaşadım ve soba kovasını hazırlamak, benim görevimdi. Çocukken, sobalar kovalı değilken, bu iş daha zordu. Üsten kömür koy, alttan ızgara ile külleri topla, yüzün-gözün kül, çok iğrençti. Bademli^'ye atanınca, odun kırmayı öğrendim. Odunları benim kırdığımı duyan annem, çok şaşırdı. Bademli'de odun, doğrudan kütük olarak satılıyordu, mecburen kendin kırıyordun. Hatta ben odunları, faşist oda arkadaşım gibi, serçe parmağım inceliğinde kırmayı alışkanlık edindim. Gene onun gibi soba kurdum. İncecik odunları bir kare olacak şekilde, kütük ev olarak ve en fazla on beş santim yükseklikte dizip, yam ortasına çıra koyuyor ve böylece en az odunla, kömürü tutuşturuyordum. Fakat bu baca temizliği işi ciddi tehlikeydi.  Çatıda, kiremitlerin üzerinde yürümeyi bilmiyordum ve yaklaşık 10-12 metre yükseklikten aşağıya düştüğümde, ölmem değilse bile, sakat kalmam garantiydi.En yakın hastane, altmış kilometre ötede Şarkikaraağaç'taydı ve ambulansın bol virajlı Beyşehir gölü kıyısından geçmesi gerekliydi. Diğer seçenekte, ondan daha kötü yolu olan ve doksan kilometre ötedeki Eğirdik kemik hastalıkları hastanesiydi. Gene yaklaşık altmış kilometre ötedeki Beyşehir ise, il dışıydı. Gene de yapmak zorundaydım. Son  altı yada yedi ayım için ve bu sorun yüzünden birilerinin evine kiraya gidemezdim. İlçe halkına güvenmiyordum. Baca da bu güvenimi doğrulayacaktı.

Sonuçta baca temizlemek bana kaldı ve hafta içi, dersimin olmadığı bir gün, bu işi yapmaya karar verdim. Bunun için, ilçenin hırdavatçısından on iki metre ip aldım ve bir kiloluk tartı ağırlığı istedim. Ben oradan gittikten sonra belediye başkanı olacak olan hırdavatçı,  bende fazla bir kiloluk demir ağırlık yok,  sen benim kiloluğumu kırarsın diye bana balyoz kafası verdi. Ben de işime, önce az bir şey sobayı yakarak başladım. Gündüz, hava güneşli olduğundan, daha hava kararmadan soba yakma alışkanlığı yoktu. Çatıda dış görünüşte iki ince, uzun baca vardı. Her iki baca da aslında üç bacaydı ve kendi aralarında tuğla ile bölünmüştü. Duman sızandan, benimkini buldum. Sonra asıl aşmaya geldi. Balyoz kafasını iple sıkıca bağladım. Bacadan aşağı sallandırdım ve dört kulaç yada beş metre kadar sonra balyozun durdu. Demek ki bacayı tıkayan bir şey vardı.  Sonra asıl işim  başladı. Balyoz kafasını yukarı çekip, birden aşağı bırakıyordum. Galiba yarım saat kadar sürdü bu iş. Belki de çatıda olmanın tedirginliği ile bana daha uzun gelmiş yada yaklaşık çeyrek yüz yıl sonra daha fazla diye hatırlıyor olabilirim. Sonuçta kırılmış olmalıydı ki balyoz kafası on metreden fazla gitti. Balyoz kafasını yukarı çekip, güvenli bir yere koyup, aşağıya indim. İnerken, üst kat komşum, sesi duyduklarını ve tıkanıklığın açılıdığını söyledi. Eve gidip, bacanın havalandırma deliğinden döküntüleri topladım. Müdürün dediği gibi bolca kurum vardı ama kocaman da bir kiremit vardı. Bu kiremitin insan eli olmadan oraya girmesi imkansızdı. Müdür yada diğer arkadaşlar ne derse desin. Hırdavatçının da bana neden bir yada beş kiloluk ağırlık vermeyip, koca balyoz kafasını verdiğini o zaman anladım. Aslında herkes bacanın neden ve nasıl tıkandığını biliyor ve bana söylemiyordu. Sonra yukaru çıkıp, balyoz kafasını son kez aşağı salladım ve havalandırmadan görünce, baca sorununu çözdüğümü anladım.

Sonraki günler, ilçede hiç kimseye güvenim kalmadı. Tayinim çıkınca, sadece ilçenin posta müdürü ile, o da Kırıkale'ye tayinim çıkana kadar, arkadaşlığımı devam ettirdim. Oğlu da, Anadolu Öğretmen Lisesinde öğrencim oldu bir yıl.

Bademliden ayrıldıktan sonra bir daha gitmemeye yemin ettim. Zaten gidemezdim de. Isparta merkeze bir aracı vardı, o da sabah 7 civarında. Kışın da öğlen 3'de dönüyordu. Yolculuk mevsime göre  bir buçuk saat ile, iki buçuk saat sürüyordu. Arabam yoktu, halen yok, olsa da o yollarda araba sürmek istemem.

Gene de Bademli'yi ne zaman özlesem, kendime lçöyle derim. Aptal olma, onlar seni kalleşçe öldürmeye kalktı.

27 Ağustos 2024 Salı

BAAM (YADA BİR TABANCA HİKAYESİ)

 


BAAM

 

         O Saatçi dükkânından hatırladığım bir kişi de Ahmet amcaydı. Öldü ise Allah rahmet eylesin, yaşıyorsa kulakları çınlasın. O yıllarda bile çok yaşlıydı. Yetmiş üç ya da yetmiş beş filandı. Gayet dinç ve kuvvetliydi. Hemen her işten anlardı. Berberlik, ilk yardım, araba, televizyon, saat ve aklınıza gelecek her şeyin tamiri, marangozluk. Kısaca her türlü el becerisine sahipti. Babama bu adamdan bahsettiğimde, bana şöyle dedi.

         —Bırak be oğlum. O tür adamlar hiçbir işe yaramazlar. Her işten birazcık anladıklarından, bir işi tam bilemezler. Bir meslekleri olmaz.

         Gerçekten de bu amcanın kesin bir mesleği yoktu. Yirmi yıldan fazla bir zamandan beri emekliydi. Gözleri iyi görmezdi. Bu yüzden masa ve duvar saatlerini tamir ederdi.  Cep telefonu ve telefonların alarmları, masa saatleri ve onların alarmlarını gözden düşürdü. Duvar saatleri de evin süs mobilyalarındandı. Dükkanda para için çalışmazdı. Oyalanmak için dükkana ara da bir gelirdi.

         Geçmişinde bir hapis yatmışlığı vardı. Bülent Ecevit'in 1974 affında serbest kalmıştı. Hapis cezasının sebebi de cinayetti. Sıkıcı bir öğleden sonraydı. Abbas ustanın arkadaş takımının ortalıkta olmadığı nadir günlerdendi. Ustam bir kol saatiyle uğraşıyordu. Ahmet amca ise bir duvar saati üzerinde çalışıyordu. Abbas usta, bu Ahmet amcaya laf attı.

         —Ahmet emmi, sen adamı hasımları vur deyince vurmuşun öyle mi?

         —De get lan.

         —Adamı vurman için beş bin lira almışsın öyle mi?

         —O garip kazayla vuruldu.

         —Adam mermiyle vurulmuş ne kazası?

         —Dinle o zaman.

         O zamanlar Çorum'un içinde saraççı dükkânım vardı. Milletin at arabasını falan yapıyordum. Yaptığım daha çok, tekerlerin kırılan çemberlerini yapmaktı. (Burada belirtmeliyim. Türkiye'de at arabası iyice azaldı. Kalanlarda lastik teker takıyor.) oraktı, tırpandı, ben yapıyordum. Arada ince işlerde elime geliyordu.  Bir de o devirlerde silah da yaygındı. Silah tamirine gelen çok oluyordu da, ben çoğunu yapmıyordum. Bazılarını da mecbur kalıyordum. Adam her vakit müşterim, yapmayacak mıyım?

         O adamda böyle birisiydi. Köyünün de zenginlerindendi. Bir de ona sebep o köyden de çok kişi işini bana yaptırırdı. Bir gün gene geldi. Merhabalaştık, bana tabancayı uzattı. Bir altı patlar.

         —Yapamam dedim. Ortalık karışmaya başlamıştı. Çorum'da sağ-sol, Alevi-Sünni kavgası yeni yeni başlamıştı.

         —Benim işimi yapmayacaksın da, kimin işini yapacaksın? Dedi. Doğruydu, en çok o bana para kazandırıyordu. Çaresiz boyun büktüm. Almak için elimi uzattım.

—Ver de bir bakalım, neyi var? Diye sordum.

         —Kurşun, yuvasına sıkışmış dedi.

         —Namluyla oynamayı sevmem, dedim.

         —Namluda değil yuvada dedi.

         —Ne yuvasıymış, dedim. Altıpatların topuzunu gösterdi. Elime aldım, baktım, mermilerden birisi, oraya küçük gelmiş. Silahı masaya yatırdım. Tornavidayla, topuzu gövdeden ayırdım. Topuza baktım. Mermi penseyle çıkacak değildi. Arla tarafından kavrayıp, kovanı mermiden ayırdım.  İçindeki barutu boşalttım. Kovan ayrılmıştı da, çekirdek içindeydi. Topuzu mengeneye sıkıştırdım. O da tam karşımda durdu. Masaya yaslandı, bana bakıyor. Elinde çekiç ve demir çivi var. Vurarak çekirdeği çıkaracağım. Barut boşaldı ama patlama olabilir.

         —Çekil oradan dedim.

         —Bir şey olmaz dedi.

         —Sen gene de çekil, dedim.

         —Ne çekileceğim dedi. Bende,

         —İnşallah bir şey olmaz dedim. çiviyi, çekirdeğin içine koydum. Çekiçle bir vurduydum, baam etti.bir de baktım adam vurulmuş. Taksi tuttuk, hastaneye yetiştik ama geçti. Hastanede ben kaçtım. Bir süre köyümde, yakın köylerde kaldım. Sonra yakalandım. Adamında hasımları çokmuş meğer. Mahkeme felan, inanmadılar, hapse attılar. Sonra 1974'de Ecevit'in affı ile dışarı çıktım. Sonra adamın akrabaları, dostları beni vurmaya aradı. Kaçtım Çorum'dan. Sonra kani oldular kaza olduğuna da, peşimi bıraktılar.

         Bu sözden sonra ustam, bir daha bu olayın konusunu açmadı.

(Bu hikayeyi, yıllar önce yazmıştım. Bir tabanca mermisi, bu anlatıldığı  gibi patlayabilir mi, merak ediyorum. Şimdi bana mantıksız göründü. O saatçi ustası çoktan öldü, dükkana oğlu bakıyor. Ahmet amca dediğim şahıs, otuz yıl önce yetmiş küsur yaşındaydı, şimdiye muhtemelen o da ölmüştür.)

26 Ağustos 2024 Pazartesi

AZ BİLİNEN BİR NASRETTİN HOCA FIKRASI



Nasrettin hocaya bir gün bir çocuk getirmişler. Hocam bu çocuk çok şeker yiyor, buna söyle de yemesin. Hoca da bu çocuğu götür, kırk gün sonra getir, bu süreçte çocuğa hiç bir şey deme, demiş çocuğun babasına. Kırkıncı gün çocuk gelmiş.
Hoca çocuğa, evladım, çok şeker yeme, kilo alırsın, dişlerin çürür demiş. Baba, bu lafları etmek için mi kırk gün bekledin, diye sorunca; ben de çok şeker yiyordum, bu halde çocuğa akıl vermek istemedim, demiş.

25 Ağustos 2024 Pazar

MEDYA İLE HALKI ŞEKİLLENDİRMEK NE KADAR MÜMKÜN?



 1980-85 yılları arası çocuk hikayelerini doktora tezi yapan bir akademisyen, hikayelerin yüzde sekseninden fazlasının ana-babasının sözünü dinlemeyen çocukların canının yanması, başının belaye girmesi olduğunu tespit etmiş. Tam da benim neslime gelen kitlenin çoğunun ısrarla reisçi olmasının sebebi de budur.  Ben de Alevi ve Kürt bir aileden geldiğim için solcuyum ki, ben ve benim gibi pek çok kişinin lise yada üniversite de Ülkücü takılmışlığı vardır. 12 Eylülün halkı şekillendirmesini uzun uzun yazmıştım, bu yazıda ondan bahsetmeyeceğim. Bunu günümüzde ve şu an bile nasıl yapıyorlar, onu anlatacağım. 

12 Eylülün  operasyonunun etkileri, bizden sonraki, özellikle doksanlar ve iki binlerin seçmen olması ile azalmıştır. Gezi isyanını yapan da, bizim nesil gibi yeterince eğitilmemiş y kuşağı yaptı. Bu nesil, özellikle internetle yeni tanışan nesil, iktidar ve merkez  medya propagandalarına karşı daha dayanıklı, ama medyada halen iktidar araçları çok baskın ve herkesi bir şekilde etkileme gücü var.

Klasik medya araçlarını zaten biliyorsunuz. Dünyanın çoğu ülkesinde iki buçuk holding, klasik (internet öncesi radyo-tv-gazete vs) medya araçların kontrol eder. Güç el değiştirince, medya da el değiştirir. Medyanın gücü yoktur, gücün medyası vardır. Peki ya sosyal medya? Araştırmalar, X (Twitter) 'ın sağcı mesajları daha çok öne çıkarıyormuş. Aslında tüm sosyal medya yapay zekalarının böyle özelliği var. En çok kullanılan uygulamalar ve siteler, bir kaç büyük şirkete ait. 

1999 yılında Şehriban Coşkunfrat cinayeti sonrasında kopan fırtınanın sebebi, Satanizm değildi; fanzin dergilerin kapanması ve baskılanmasıydı. Çoğu fotokopiyle üretilen bu dergilerin minik okur kitleleri de oluşmuştu. (Bu okuduğunuz blog gibi düşünün.) Çoğunlukla İstanbul, Kadıköy'de, Akmar pasajı ve civarında satılıyorlardı. Yılanın başını daha küçükken ezmek için bu olayı fırsat bildiler. Medya, kendine alternatifi  istemez.

Alternatif medyayı tamamen boğmak, hele biraz serpildikten sonra çok zor, hatta imkansız hale gelir. Osmanlının yüz yıllarca matbaayı yasaklamasının sebebini, hattat odasının muhalefeti sanmak; birinci dünya savaşında, Almanlar yenildiği için yenilmiş sayılmamız kadar büyük bir yalandır. Matbaanın gecikmesi, Osmanlı'nın yıkılış nedenlerinden olduğu kadar,  Osmanoğlu hanedanlığının tahtta kalış nedenidir. Türkler arasında yeni bir hanedanlık çıkmamış, çıkan isyanlar hanedanlığı değiştirmemiştir. Çünkü hanedanlığı değiştirecek yada yerine cumhuriyet veya benzeri bir rejimi getirecek ideoloji oluşmamış, isyanların pek çoğunda hanedanlığı değiştirme amacı güdülmemiştir. Böylesi isyanlar ancak Alevi dergahları merkezli ve İran destekli olarak çıkmış ama din, aynı zamanda kimlik de olduğundan, başarılı olma şansı yoktu. Buna karşın saltanat sülalesi değiştiremeyen muhalefet, padişah değiştirmiş, otuz altı Osmanlı padişahından üçte biri, yani on ikisi tahttan indirilmiştir. Yani aynı aileden, kimin padişah olacağına, çoğu kez aile karar veremiyordu. Vakayı Hayriye'ye kadar Yeniçeriler baskındı. Hatta hem devletin, hem de Yeniçeriliğin ilk kurulduğu yıllarda, 1389 Kosova savaşında, Padişah 1. Murat öldürüldükten sonra, şehzade Süleyman tuzağa çekilip, öldürülerek, Yıldırım Bayezid, padişah ilan edilmişti.

Bu padişah değişikliklerinin tamamına yakını, İstanbul merkezli ve devlete yakın güçlerce yapılıyordu. Halkın isyanları ideolojisiz, sadece yağma ve devletle pazarlık amaçlıydı. Dönemin medyası divan şairleri ve halk ozanlarıydı. Lakin tüm engellemelere rağmen teknoloji ve modernlik, Osmanlı'ya da geldi. Osmanlı'da matbaayı kontrol etmeye karar verdi, daha doğrusu çalıştı. Özellikle 2. Abdülhamit,  ağır bir sansür ve yasaklama politikası uyguladı. Muhalif basın da yurt dışında, Avrupa ve Mısır'a yuvalandı. Gazeteleri de, kapitülasyonlar nedeni ile Osmanlı polisinin giremediği Avrupa devletlerinin postanelerine gönderdi. Halide Edip Adıvar,  Sinekli Bakkal romanında anlatır. İtalyan postanesine gidip, gazeteyi almak, yürek istemektedir çünkü herkes mimlidir. Beden işçisi bir arkadaşlarını ikna ederler, o da kara çarşaf giyip, İtalyan postanesinde, Paris'te basılış gazeteleri alır. Ancak çıkışta, kestane aldığı seyyar satıcı, sivil polistir. Kıllı, kocaman ellerden şüphelenip, arkadaşlarına bildirir. Sivil polis ordusu, bir köşede kıstırıp, sarkıntılık etme bahanesi ile çarşafı kaldırır ve adamı yakalarlar, sonra da şebeke çöker. Muhtemelen bu olaydan sonra çarşaf giymek yasaklanır, bu yasak, 2. Meşrutiyetin ilanıyla kalkar. Şener Şen'in oynadığı ve Abdülhamit-2. Meşrutiyet devrinde geçen Değirmen filminden bir sahne vardır. Taraflardan kıdemli olan, kıdemsizi dinler ve matbuat yasağı oyun deyip, durur. Deprem haberine matbuat yasağı koyacakken, çok geçtir. Telgraflar haberi alan bir gazete,  çoktan haberi basmıştır. 

İşte Osmanlı'ya gazetenin, Türkiye'ye özel radyo ve televizyonların geç gelme sebebi buydu; teknoloji gelişince,  sansür koymak zor, neredeyse imkansız oluyor. Fanzin dergiciklerin daha doğmadan, Satanizm suçlamasıyla linçlenmesinin sebebi de buydu.

Benzer bir durum, sosyal medya için yaşanıyor. Onu da engellemenin imkanı yok ve daha zor. Siteleri ve uygulamaları  engelleseniz bile alternatifleri yada VPN gibi farklı ulaşma yolları var. Gelecekte uydudan Roj tv izleme yada Erivan radyosundan Kürtçe müzik dinleme gibi, yabancı ülkelerin uydu yada uzun dalga vericileri ile internete bağlanmak mümkün olabilir. Starlink şirketi bu işin altyapısı değilse de, öncülü olabilir. İnterneti tamamen kapatmak, tüm klasik (radyo-tv-gazete) medyayı kapatmaktan daha zor. Çünkü bu seferde her türlü haberleşme, alış-veriş, devlet ve resmi işlemleri de kesmiş oluyorsunuz.

Sansürün imkansızlığını gören egemen güçler, çoğunluk veya baskın olarak kontrol etmeye çalışır. Bunun için büyük paralar harcar. Basın kuruluşları aslında çok para kazanan kurumlar değildir, hatta pek çoğu zararına  çalışır. Çoğu kez ilk hedef, kendini döndürmesidir. Zaman gazetesi, son on yılında çoğunlukla bedava dağıtılıyordu. Okullarda müdür ve müdür yardımcılarına, buna benzer kamu kuruluşlarındaki yöneticilere istemeseler de gönderiyorlardı. Avukat yazıhanelerinin, doktor muayenehanelerinin, dükkanların kapılarının altlarına mutlaka sıkıştırılıyordu. 17-25 Aralık operasyonlarından sonra esnaf, bir hafta kadar bekledi. Sonra Zaman gaztesi dağıtıcılarını kovmaya, tarikat evlerine bağışları kesmeye başladı. 2002 seçimlerinden sonra Cem Uzan,  mitinginden şerefsiz başbakan diye bağırınca, haberi yayımlayan kanalları bir ay kapanma cezası aldı, başta ana kanalı olan Star olmak üzere. O zamanlar Uzan grubunun, yabancı müzik klipleri yayınlayan, İngilizce isimli bir televizyon kanalı vardı. Bu kanal bir ay boyunca Türkçe haber bülteni yaptı. Star haber bürosu olduğu gibi bu kanala taşındı bir ay boyunca. O zaman, haber bülteninin, sadece haber bülteni olmadığını anladım. Yabancı müzik klipleri yayını yapan bu kanaldaki haber bülteni, reytingleri çok düşürmüştür muhtemelen.

Medya kanalarının asıl sahibi olan reklam verenler için de durum benzer, hata aynıdır. Bir medya kanalının sadece ürünlerini tanıtmak için desteklemezler. O medyanın siyaseti ve toplumu şekillendirmesi için de desteklerler. Halk bunu istiyor sözleri tamamen palavradır.  Bazı dizilerin azıcık reyting  düşmesinden sonra yayından kaldırıldığında,  halk bunu istemiyor deyip, dururlar. Oysa pek çok dizi,  özellikle mafya dizileri, uzun süre düşük reytinge dayanmıştır. Bu tür dizilerin atası olan Deli Yürek, bir buçuk yıl kadar düşük reytigle devam etti. Kurtlar Vadisi bile, Kurtlar Vadisi Pusu'dan evvel,  Kurtlar Vadisi Terör diye, dört bölüm başarısız bir seri oldu, buna rağmen yeni seri yapıldı. Çarpışma denen zırvalık bile yirmi dört bölüm sürdü.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/carpisma-ve-diger-mafya-derin-devlet.html

Toplumu şekillendirme bazen çok sinsidir. Doksanların ve iki binlerin sözde solcu Radikal gazetesi, Ramize Erer'i, bir karikatürü yüzünden o gün kovmuştu. Karikatürdeki kadın, ilk üç karede, derdini anlatmak istediği erkeklerin sarkıntılığına uğruyor,  dördüncü karede bir kadına bu durumu anlatıyor, kadın da, bazı şeyleri kadınlarla dertleşmesi gerektiğini söylüyordu. İşin ilginci aynı karikatürist, otobüs firmasının seks ihtiyaç molası vermesi ile ilgili karikatür yapmış, hatta otobüs firmasının adı yüzünden Trakya halkının tepkisini çekmiş, buna rağmen yayına devam etmişti. İşin gerçeği gazetenin görünüşteki sahibi Aydın Doğan, asıl sahibi FTÖ'ydü. Amacı da siyasal İslamın ve tarikatların yükselişine, neoliberalizme ve özelleştirmelere, solcuları ikna etmek yada ikna etmiş gözükmekti. Buna  rağmen Feminizm ve kadın dayanışmasına karşıydı. Gezi isyanı sırasında da açıkça iktidardan yana oldu, hatta gazetenin yayın yönetmeni İsmet Berkan, meşhur Kabataş görüntülerini gördüğüne dair yalan beyanat verdi. Mine Gökte  Kırıkkanat (O zamanki soy adı Saulnier, Fransız kocası sebebi ile) ve Uğur Mumcu'nun oğlu Özgür Mumcu'yu kadrosuna katarak, kendini uzunca süre kamufule etti. 17-25 Aralıktan sonra iktidara yanladı çünkü Aydın Doğan, bu çatışmayı kimin kazanacağını biliyordu. Asıl oyun kurucu oydu.  Daha doğrusu TÜSİAD. 12 Mart, 12 Eylüll, kazanan, servetini katlayan hep TÜSİAD üyeleri oldu.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/teflon-tusiad-ve-teflon-kaplamalari.html

Günümüzde sosyal medya ve trolcülüğü de benzer şekilde işliyor. Sadece siyasi kişiler değil, insanların alışkanlıkları da değiştirilmeye çalışılır. Mesela meşhur Ekşisözlük'ü ve bazı başlıklarını ele alalım. Doktorların dayağı hak ettiği yada  öğretmenlere yaz tatilinde maaş verilmemesi gerekliliği üzerine başlıkların ve yazıların hepsinin sebebi psikopatşık yada çocukluk  travması değildir. Devlet memurlarına düşmanlık, kamu hizmetlerine düşmanlık, yıllardır sistematik olarak devam ediyor. Hem Ekşisözlük'te, hem  Uludağsözlük'te, hem de diğer sosyal medya platformlarında bu tür paylaşımlar artıyor. 

Medya araçları toplumu etkilese de, bu etkinin sınırları vardır çünkü insan düşünen bir varlıktır. Düşünmekye, sorgulamaya ve keşfetmeye sebep olur. Eğer medya ile halkı sonsuza kadar kandırmak mümkün olsaydı, insanoğlunda hiç değişim olmazdı. Tarihteki her iktidar,  eğitim ve medya yolu ile iktidarını sabitlemek istedi. Milat öncesi iktidarlar da buna dahildi. Yazının yaygın olmadığı ilk çağlarda, dini alanlar, ibadethaneler, en yaygın genel toplanma yeri, din adamları da propagandacılardı. Saz çalan ozanlar, şairler, eskinin ciddi propagandacılarıydı. Önemli mevkilerdeki kişiler, şair ve saz aşığı (ozan) korur, onları maaşa bağlardı. Fatimiler, Şii ilahiyatın gelişimi için El Ezher üniversitesini kurdu. Mısır'da iktidar değişince,  El Ezher, Sünni ilahiyatın merkezi oldu. 

Eğer bir toplumda, keşif alanları çoksa (bu  toplum kavramı farklılaşabilir. Örneğin Z kuşağı, benimde mensubu olduğum Boomer kuşağına göre bambaşka bir kuşaktır) bu şekillendirme çabası ters tepebilir. Benim neslim, haftada 1 saat zorunlu din dersleri ile dindar oldu demiştim, daha önceki yazılarımda.  Oysa şimdi düşününce, bizden önceki kuşağa göre daha az dindar olduğumuzu anlıyorum. Benim gibi kırkından sonra dinsiz olanlar da çok Bu nesilde adeta patlama yapıyor dinsizlik. Diğer konularda da iktidarların çabaları sık sık ters tepiyor. Sadece din değil, her konuda öğrettiğiniz bilgilerin yanlışlığı bir gün illa keşfedilir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/05/serbest-kesif-yolu-ile-ogrenme-1.html

22 Ağustos 2024 Perşembe

TEK BAŞINALIK-ATAOL BEHRAMOĞLU

 


TEK BAŞINALIK


Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü biri
Ve hiçbir şey yapmamaya
Karar verdi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir öteki
Ve yalnızlığının
Kuytuluğuna çekildi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek başına
Düşünmeyi sürdürdü

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüz binler
Ve tek başınalıklarını
Sürdürdüler

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar
Ve tek başınaydılar

Bu arada
Birileri
Onlar adına
Kararlar vermekteydi

Tek başına
Olduklarını sananlar
Topluca, ortadan
Kaldırıldılar...

1988

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Eleanor Roosevelt İnsan Haklarına İlişkin Konuşma Metni 1951 (Googel Çevirisi)

 


Eleanor Roosevelt İnsan Haklarına İlişkin Konuşma Metni 1951

İnsan Hakları Günü'nde St. Louis'de düzenlenen bu kutlamaya katılabildiğim için çok mutluyum. O zamandan beri
İnsan Hakları Bildirgesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 1948'de Paris'te kabul edildi.
10 Aralık
Bu günün sadece Amerika Birleşik Devletleri'nde değil, aynı zamanda kutlanmasını da teşvik ettik.
tüm dünyada. amaç, dünyanın her yerindeki insanların insan hakları ve özgürlüklerinin önemi konusunda bilinçlenmesini sağlamaktır.
Bunun nedeni Birleşmiş Milletler Şartı'nda bunların konuşulması ve vurgulanmasıdır.
Bildirge, halihazırda tüzükte sözü edilen hakları detaylandırmak ve bu hakları vurgulamak için yazılmıştır.
ayrıca hepimiz için insan haklarının inşasının temel taşlardan biri olacağı gerçeği
Dünyada barışın yeşerebileceği bir atmosfer inşa edeceğiz.
Bu nedenle dünyanın her yerinde Birleşmiş Milletler Derneğini gözlem yapmaya teşvik ettik.
Birleşmiş Milletler Günü gelip Birleşmiş Milletler'i ve neler olup bittiğini açıklamak için bir hafta önce
bu organizasyonda ve insan hakları kutlamalarına geldiğimizde özellikle
insanlar beyanı inceliyor ve böylece en çok neyin kabul edildiğini gerçekten anlıyorlar.
Dünya çapında tüm insanların sahip olması gereken temel haklar.
Farklı gruplara ayrılırlar ve şu anda bir antlaşma veya sözleşme yazmayı düşünmemizin bir nedeni de budur:sözleşmelerin nedeni, bu hakların bazen gerçekten de yasalara yazılması gerektiğini düşünmemizdir.
dünyanın her yerindeki ülkelerde ve bu, sözleşmelerin kabul edilmesi ve sözleşmelerin değiştirilmesiyle yapılabilir.
Bir ülkenin antlaşma şeklinde yazılacak bir antlaşmada kabul ettiği her şeyi karşılayacak yasalar.
Bunları iyi anlamak lazım çünkü geçseniz de anlaşmaları, ülkeleri kabul ediyorsunuz.
Dünyanın her yerindeki insanlara insani haklarını vermesi gereken gerçek değişim olan bu anlaşmaları onaylayın.
haklar insanların kalplerinde yer almalıdır.
İnsan kardeşlerimizin, onlara onur kazandıran ve onlara onur veren hak ve özgürlüklere sahip olmalarını istemeliyiz.
onlara, yeryüzünde başları dik yürüyüp bakabilen insanlar oldukları duygusunu verecek tüm insanlar karşı karşıya.
Kendimiz ve başkaları için bu haklara riayet edersek sanırım dünyada bunun daha kolay olduğunu göreceğiz.barışı inşa etmek çünkü savaş tüm insan haklarını ve özgürlüklerini yok eder, dolayısıyla uğruna savaştığımız kişiler için savaşırken
barış
Kaynak: https://www.fdrlibrary.org/documents/356632/390886/Eleanor+Roosevelt+Transcript+of+Speech+on+Human+Rights+1951.pdf/7c4b27f5-0512-46f0-8119-8b57f201caa9