3 Şubat 2018 Cumartesi


DİNİ İNANÇLARIMI KAYBETMEM
 1 DİNİ ÖĞRENMEK 
Bu konuyu yazmak için erken mi, bilemiyorum. Kendimi bir deist olarak hissedeli üç ay bile olmadı. Aslında hep ateizmle ya da Ateistlerle iç içe olsam da, tam anlamı ile dinden kopmam en fazla bir buçuk yıl öncesine gider. Ben olayı en başından anlatayım.

Aslında hep sorgulayan biri oldum. Biz zorunlu din dersleri ile yetişen ilk nesiliz.  Orta okul ve lisede din dersi hocalarının anlattıklarına karşı hep mesafeli oldum. Özellikle Erdoğan Keleş adlı bir Din Kültürü hocası vardı. Sonradan müdür yardımcısı oldu. Çok uzun yıllar müdür yardımcılığı yaptı, ben üniversiteden mezun, hatta on küsur yıllık öğretmenken bile müdür yardımcısıydı. Derslerinde bir sürü hikâye anlatırdı. Hemen hepsi de Yahudilerle ilgiliydi. Sonraları bu öykülerde adı geçen çoğu kabilenin Yahudilerle alakası olmayan Arap kabileleri olduğunu öğrenecektim daha sonra. Daha sonraları din adamlarının hep yalan söylediklerini öğrenecekti.  Bu yalanları ben ve bizim kuşak yıllar sonra öğrenecektik. O dönem İnternetsiz ,tek kanallı ve gazetelerin de birbirinini kopyası gibi olduğundan pek çok mit, bize gerçek gibi sunuldu. Aya inen ilk astronot olan Luis Amstrong'un ayda ezan sesi duyup, Müslüman olduğu, meşhur su altı belgeselci Cousteau'nun Kur'andaki bir ayetten etkilenip, Müslüman olduğu gibi yalanlar, o zamanlar çok yaygındı. Cousteau'nun cenazesi meşhur Notre Dame katedralinde, muhteşem bir kalabalığın katıldığı cenaze ile gömüldü. Bu gibi yalanlar, o dönem gençliğini dindar ve inançlı yapmak için kasten yayıldığını düşünüyorum. Mesela sonradan Yusuf İslam adını alan Cart Stevens, o kadar da büyük bir yıldız değilmiş. Adamın Müslüman olmadan evvel tek bir albümü var. Tesadüfen bir albümü çok satan bir hippi, üstelik eski bir kokainman. Müzik dünyasından dışlanınca, Müslüman olup, ilahi albümleriyle servet yapıyor. O zamanın meşhur yalanları arasında namaz kılar vaziyetinde cesedi bulunan firavun ve Kur'an a bastığı için fareye dönüşen kız da vardı. Şimdilerde aynı fotolar ara ara facebook ve bilumum internet ortamlarında dönüyor. Bu gün o fareye dönüşen kızın bir çeşit plasitk ve üretim hatalı oyuncak olduğunu biliyoruz. Bize Musa'nın ardından deniz suyuna kapılan firavun diye anlatılan cesetse, Musa'dan çok önce yaşamış bir Mısırlının mumyalanmış cesediymiş. 12 Eylül rejiminin Atatürkçülüğü, en büyük yalanlardan biridir. Her kuruma Atatürk büstü, köşesi, her meydana Atatürk heykeli ve her odaya Atatürk resmi şart koşulurken, icraatlar ile Atatürkçülükten de uzaklaşılıyordu. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, komisyon olarak birleşip, bilimden uzaklaşıyor ve giderek Türk İslamcı bir hal alıyordu. Alevi köylerine cami yapılıyor, her tarafa İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat fakülteleri açılıyordu. Şimdi şimdi anlıyorum ki, merkez medya aslında o zamanlar da havuz medyasıydı. toplum bu saçma sapan dini mucize haberleri ile dincileştiriliyordu. bu sadece zorunlu din dersleri, Kuran kursları bile değil, böylesi mucize haberleri ile de yapılıyordu.  Ben buna yalan bombardımanı diyorum. Sürekli karşı tarafı kötüleyen görüşler,  sürekli mucize haberleri, bin de biri de doğru olsa ne iyi olur diye düşündürür insanı ve buna inandırır. İlk, orta ve lise eğitimim boyunca hiç bir yıl ders kitabındaki ünitelerin bitirildiğini görmedim. O yıllarda amaç, bolca masal anlatıp, sonraki yılların hazırlığını yapmaktı.
      Bunu yaparken de, din üzerine gerçekleri söylemediklerini ya da sakladıklarını sonradan öğrenecektim. Mesela bize din derslerinde peygamberin devasa bir kalabalık cenaze töreni ile gömüldüğü söylenecekti. Gerçek ise, Müslümanların iktidar kavgaları yüzünden peygamberin cesedinin günlerce yerde beklediği, koktuğu ve en nihayetinde amcasının oğlu ve damadı olan Ali'nin imamlığında, imamı dahil 17 (on yedi) kişilik bir cenaze namazı ile gömüldüğüdür. Asrı saadet dene peygamberin yaşadığı ve sonrasında dört halifenin yönetim yaptığı dönemde birbirlerinin kuyusunu kazdıklardır. Pek çok menkıbede Ebu Bekir'in halife olmadan önce tüccar olduğu, tüccar dediysek, kafasında sepetle kumaş sattığı falan anlatılır. Gerçekse dört halifenin de muazzam servetlere sahip olduğudur.
      Bunun gibi pek çok gerçke, din eğitiminde verilmiyor. Oysa artık gençler, internetten kolayca öğreniyor. Ben de geç de olsa öğrenecektim.

28 Ocak 2018 Pazar

POPPER-SOROS VE LİBERAL KAPİTALİST YAVŞAKLIK
               
 Geçen gün okuduğum bir haber, bana bu yazıyı acele yazma ihtiyacını getirdi.  Ünlü devrim ihracatçısı ve piyasa spekülatörü, Macar kökenli Amerikalı dolay milyarder, George Soros, facebook ve twitter’dan şikayetçi, bunlar medeniyetimizin, teknolojinin önünde engel, bunlardan kurtulmalıyız deyip duruyordu. Özgürlük öncüsü açık toplum vakfının başkanı ve finansörüne yakışıyor mu, Recep Tayyip Erdoğan, Hüsnü Mübarek ve pek çok otoriter liderle aynı çizgiye gelmek? Sosyal medya, iletişim özgürlüğünün zirvesi değil mi? Sayesinde kimse, hiçbir haberi sansür edemiyor.
                Aslında her ikisinin de derdi aynı,  kontrol edemiyor. Mevcut iktidar interneti, özellikle de Twitter’ı trol denen gereksiz ve kötü yayın yapıcılarla doldurduğu halde kontrol edemiyor. Soros’un binlerce kişiyi trol diye maaşa bağlama imkânı da yok.  Soros’un temel silahları, televizyon kanalları, özellikle haber kanalları. CNN ve Fox kanalları ona ait gibi bir şey. Doksanlarda ve iki binli yıllarda ortalığı kasıp, kavurdu, özellikle eski doğu bloku ülkelerini kasıp kavurdu. O zamanlar medya patronu olmak önemli bir şeydi.  İnsanlar, özellikle birinci körfez savaşı sırasında tüm gün haber kanallarını, özellikle de CNN’i açıp, haberleri öğrenmeye çalışırdı. Özellikle CNN’in o zamanki Bağdat muhabiri Peter Arnett takip edilirdi. Müzikte de belli başlı kanallar ve medya baronları ile iyi ilişkiler önemliydi. Örneğin Özlem Tekin, şöhretinin doruğunda iken, medya patronu Hakan Uzan’ın o zamanki eşi Yeşim Salkım’ın düşmanlığını üzerine çekince, müzik piyasasından silindi. Kendisi Bodrum’a yerleşti, muhtarlık ihtiyar heyeti azası oldu.  Bu gün bir medya patronunun böyle bir şansı yok. Seksen dört grubu ve Hayalet Sevgilim şarkısı ile ünlü olan İrem başta olmak üzere pek çok müzik grubu, müzik yapımcılarından ve medya patronlarından izinsiz ve habersiz şöhret oldu. Artık pek çok sanatçı C.D ya da başka bir formda albüm çıkarmıyor, sadece dijital ortamda varlar. Dinleyiciler yorum yapıyor, keşke falancayı değil de, seni ünlü yapsaydık diye. Artık yapımcılar yok. Neredesin Firuze ve Unutursam Hatırla filmlerinin Unkapanı sahnelerinde abartı yoktur. O zamanlar bir müzisyen için şöhret olmanın ilk şartı,  önceleri plak, sonraları da kaset olarak albümünün iyi bir firma tarafından yayımlanmasıydı. Pek çok hevesli müzisyen de kendi parası ile kaset çıkarır, iyi dağıtıcılar,  televizyon ve radyo kanallarınca tanıtılmayınca da kasetleri elde kalırdı.  Şimdilerde haberler de twitter, müzikte de youtube ve benzeri sosyal medya mecraları önemli. Şimdi bu güç ellerinden alındı diye öfkeliler. Oysa birkaç haber kanalı, birkaç uyduruk dernek ve birkaç yüz bin dolar ile hükumet devirirken ne kadar da keyifliydiniz? Kaldı ki televizyon kanallarına kalsak bile, bir sürü kanal var. Üç oda, bir salon stüdyo, gökteki yüzlerce uydulardan bir hat kiralayarak, çok kolay bir televizyon kanalı kurabilirsiniz. Oysa pek çok youtuber, televizyon kanallarının hayallerinde bile göremeyeceği reytingi alıyor.
                Kaldı ki beş sene evveline kadar bu Sorosçu takımının facebook ve twitter ile arası iyiydi. Mesela facebook, Küba’lı muhaliflerin toplanma mekanı olduğuda facebook övgüsü yapıyordu, ya da twitter Arap baharının itici gücü olduğunda. Ben bir ara Karl Popper’ın hayranı da olsam, bu Sorosçuları hiç sevmedim. Onları bir ara Banu Avar’ın kitaplarından takip ettim. Banu Avar ise, Akp muhalifi olacağım, Avrasyacılık yapacağım diye Uygur Türkleri ve Çin’de ki baskı gören halklara sırt çevirdi. Çin’de üç beş ihale uğruna AKP hükumeti ile anlaştı, buda olayın ayrı yönü. Böylece milliyetçileri de kendine küstürdü. Sorosçular için doksanlar ve iki binler verimli geçti. Bol bol turuncu devrim yaptı. Lakin marifet iktidara gelmekten çık, iktidarda kalmaktır. Pek çoğu devrildi. Bazıları da Soros’un istediği miktarda Amerikancı olmadı. Gezi olayları ve Arap baharından sonra geleneksel medya, özellikle haber kanallarının gücü kırıldı. Facebook ve twitter’ın tekelinden bahsediyor, bir de tek düşüncelerinin üye sayısını arttırmak olduğundan. Oysa sosyal medyada da yoğun bir rekabet var. Bu siteler kapatılırsa bir sürü alternatifi var.
                İşin ilginci bu alternatiflerin çoğunun Rus kökenli olması. Muhaliflerine göz açtırmayan Putin rejimi, internette garip bir özgürlük ortamı yaratmış. Vk.com, da.ru, telegram gibi sitelerde, Putin rejimini hedef almadığınız sürece sınırsıza yakın bir özgürlük sahibisiniz. Çocuk pornosu ya da doğrudan şiddet eylemi öneren bir terör propagandası olmadıkça kolay kolay engellenmediğiniz gibi, adınızı öyle kolay kolay polise, istihbarata da vermiyorlar. Telif sorunu ile de öyle çok fazla ilgilenmiyorlar. Komünist bir devletken Rusya ile uğraşmak kolaydı. Din adamlarını falan ortaya sürer, Komünist ideolojinin nasıl bir özgürlük düşmanı olduğundan bahsederdiniz. Sonuçta Sovyet Sosyalizmi yetmiş dördüncü yılında yıkıldı. Rusya, sırf Sovyetler Birliği olarak bir Amerika Birleşik Devletleri kadar toprağı kaybetti.
Varşova paktı ülkeleri de, 1991’e kadar fiilen Rusya’nın kontrolündeydi. Todor Jivkov, bizzat kendisi Brejnev’e Sovyetler Birliğine katılmayı teklif etmiş, Brejnev’de ret etmişti. O anlı şanlı doğu Avrupa diktatörleri, birer komprador olarak Rusya’nın kölesi idi. Devlete karşı isyanlar iyice arttığında Honecker, yüzsüzce ve televizyon kameraları önünde bir Rusya müdahalesi istedi. ( Doğu Almanya’nın Varşova paktına bağlılığından falan bahsetti. Demek istediğini herkes anlamıştı.) Gorbaçov ise kısa ve net bir cevap verdi. Gecikeni tarih affetmez dedi. Bu demekti ki, artık 1953 doğu Almanya, 1957 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya ‘da olduğu gibi halk isyanı Rus askerleri ile bastırılamayacaktı. Sonrasında o muhteşem iktidarlar, iskambil kâğıdından kuleler gibi devrildi. Bulgaristan’da Komünist parti, kendisi iktidardan vazgeçti. Çünkü Rusya’ya en uzak doğu bloku ülkesi olsa da, ekonomisi Rusya’ya en bağımlı olanı oydu. Sadece Çavuşesku biraz direnecek gibi oldu, kanlı diyebileceğimiz tek devrim de orada oldu.  Romanya, önemli bir petrol ülkesiydi ve ülkenin hemen hemen tüm ticareti Sovyetler Birliği ileydi. Bu yüzden 1968’de Çekoslovakya isyanının bastırılmasına asker göndermeme, 1984 Los Angeles olimpiyatı boykotuna katılmama gibi şımarıklıklarına göz yumulabiliyordu. Sonrasında o kadar hızlı yıkılıdılar ki, iki Almanya birleşirken Honecker’in adı bile anılmadı.
Kapitalist blok, bütün bunları geleneksel medya araçları ile yaptı. Rus medya araçları, batı kadar güçlü olmadığı gibi, batı gibi eğlenceli de değildi. Bu yüzden gençler Komünist ideolojiden koptu. Kaldı ki geleneksel medya araçları, sadece doğu blokunda değil, tüm dünyadaki solu bastırmak için de kullandı. 1978 Ecevit ile CHP, 1987 Erdal İnönü ile SHP yükselişi, medyanın saldırıları ile önlendi en başta. Akp’de iktidara gelir gelmez önce SHP’yi yıkan Uzan ailesinin Star medyasını halletti. Sonra BDDK (Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Üst Kurulu) aracılığı ile havuz medyasını kurdu. Napolyon Bonapart bile, gazeteleri kontrol edemezsem altı ay iktidarda kalamam demişti. Oysa şimdi sosyal medya geleneksel medyanın yerini alıyor. Radyoyu sadece araç kullananlar dinler oldu. Edebiyat dergisi Ot’un dijital satışı, kâğıt satışına yaklaştı. Televizyonun elinde bir tek diziler kaldı. Dizilerde de Netfix, Blue tv gibi abonelikle çalışan sistemler ciddi satışlara yaklaştı. Artık büyük medya kartelleri kitleleri o kadar kolay yönlendiremez oldu, öfkeleri bundan.

Son olarak da bu Soros’un akıl hocası Karl Popper’ı severdim, ta ki soyunda Yahudilik olduğunu öğrenene kadar. Çünkü kendisini Naziler ya da faşizm aleyhine en ufak bir eleştirisi, hatta şikâyeti olmamıştır. Oysa Naziler iktidara gelince korkudan Yeni Zelanda’ya kadar kaçmış, Nazi iktidarı yıkılana kadar da dönmemiştir. Sonrasında İngiltere’ye yerleşmiş, Komünizmi ve Karl Marks’ı  eleştireceğim diye Hegel’i ve üzerine Platon’u eleştirmiştir. Bu kafa ile Nazileri eleştirmek için Shiller, Nietzsche  ve Kant’ı da eleştirmeliydi. 2. Dünya savaşından sonra Faşizm Avrupa’da, İspanya ve Portekiz’de daha uzun yıllar, bu ki ülkenin diktatörleri olan Salazar ve Franco geberene kadar iktidarda kalmış ve Yahudiler, Basklar ve Katalanlar başta olmak üzere azınlıklara baskı yapmaya devam etmiştir. Çünkü Faşizm, kapitalistlere para kazandırmaya devam etmiştir. Popper’da soyunda Yahudilik olmasaydı Martin Heidegger  gibi Nazi yalakası olacak ve onun gibi yetmşli yıllara kadar görmezden gelinecekti. Soros ve Açık Toplum vakfı da onun gibi Faşizan baskıları görmezden gelmekte. Sosyal medyayı da Faşizme karşı direnişlerin odağı olduğu için nefret etmeye başladılar. 

17 Ocak 2018 Çarşamba

CASA OLAYI (Nezih Tavlaş)
                Aslında bloğa başka bir şey yazacaktım. Hatta bu yazacağım şeyi 2. Defa erteliyorum. Çünkü Yavuz Bülent Bakiler hakkındaki yazıyı bir zamanlar başlamışım, yarım bırakmışım. Isparta’da olan son askeri uçak kazası olayından sonra yazmam, hem de acele yazmam gerektiğimi anladım.
                Kitabı okuyalı çok zaman oldu. O zaman bile sahaftan almıştım, o zaman bile demode olmuştu. Tam da o günlerde bir Casa nakliye uçağı düşmüştü. Bu günde bir tanesi düştü. Kitap bu uçakların satın alış sürecinden bahsediyor. O zamanlarda İspanyol Casa firmasının rüşvet skandalı tüm dünyada patlamış. Casa firmasının iş yaptığı her ülkede soruşturmalar açılıyor, Türkiye hariç. Üstelik açıklanan uluslararası belgelerde Türkiye’de dağıtılan rüşvetlerden de bahsediyor. Türkiye’de 12 eylül rejimi var.  Uçaklar 12 eylül rejiminin hava kuvvetleri komutanı Tahsin Şahinkaya’nın döneminde alınıyor. Şahinkaya’nın adı bir ara İngiliz Times dergisinin dünyanın en zengin on generalinden bir listesinde çıkıyor. O zamanlarda koro halinde 12 eylül generallerini öven basın, Şahinkaya’ya mal varlığını açıklaması için yalvarıyor. Şahinkaya aylarca, hatta yanlış hatırlamıyorsam iki yıla yakın açıklamıyor malvarlığını. Çok sonra açıklıyor. Bir de Casa olayı ile ilgili başka birkaç kitap, yazı daha yazılıyor. İşin bu kısmını bu okuduğum diğer kitaplar ve makalelerden aldım. Şahinkaya ile ilgili hiç soruşturma açılmıyor, bu konudan hiç yargılanmıyor. Şahinkaya 2015’de ölüyor. Ailesi şu an Kale holdingin mirasçısı. Şahinkaya daha komutanken bu holdingin ortağı, tüm hava üslerinin Kale Bodur fayansları ile döşüyor. Sonra 12 Eylül boyunca ülkeyi yöneten Milli Güvenlik konseyi olunca bu sefer, o zamanlar henüz özelleştirilip, medya devi Aydın Doğan’a satılmamış Petrol Ofisinin akaryakıt bayileri Kale Bodur ile döşeniyor.
                Casa’nın Türk Hava Kuvvetleri envanterine girme hikâyesine gelince: En başta bu uçakları kimse istemiyor. Şartlara uymuyor çünkü. Derken Casa’nın Türkiye’nin de dahil olduğu bölge müdürü değişiyor. Yeni müdür Türkiye’ye geliyor, Türkiye mümessilinden hiç hoşlanmıyor. İhalenin ortasında mümessilini değiştiriyor. Allem kallem ile ne olduğu bile anlaşılmadan bu Casalar ordu demirbaına giriyor.
                Kitabın son birkaç sayfası Casa olayı haricinde birkaç olayı anlatıyor. Mesela uluslararası bir toplantıda Amerikalı yetkililer, Ecevit’in nasıl düşürdüklerini bir model ile anlatıyorlar. Issız bir okyanus adasında Komünist düşünce yükseliştedir, ne yapılır? Bir sosyal demokrat lider alınır, parlatılır. Ya o lider haddini aşarsa, o lidere haddi bildirilir. Ayrıca teknolojide geri kalma tehlikeleri ve eğitimden de biraz bahsedilmiş

                Aradan yıllar geçti. Tahsinkaya başta olmak üzere pek çok kişi, ailesi ile birlikte zengin oldu. Türk askeri ise, o kötü Casalarda ölmeye devam ediyor.

12 Ocak 2018 Cuma

ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR’İN KİTAPLARI ÜZERİNE YORUM
                Aslına başka bir konu üzerine yazı yazacaktım ama bir önceki yazıda Şevket Süreyya Aydemir’e çok atıf yaptığımı fark edince, onun üzerine yazmaya karar verdim.
                Kendisinin kitaplarının çoğunu daha lise yıllarında okudum. Kendisi, özellikle biyografileri ile ünlü. Ben de daha ziyade bu kitaplarını okudum. Eleştirilerim de bu yönde olacak. Toprak uyanırsa adlı romanını da okuduğum için, ona da bir değineceğim.
                En başta kitaplarda anlattığı bilgilerin yanlışı yoktur, eksiği de yok denecek kadar azdır. Mesela Atatürk hakkında onlarca kitap okusanız da bulamayacağınız pek çok ayrıntıyı, Tek Adam kitabında bulabilirsiniz. İkinci cildi 19 mayıs 1919 ile 9 eylül 1922 arasındaki zaman dilimini ele alır ki, 19 mayıs öncesi pek çok olaydan bile ayrıntısı ile bahseder. Tahmin edeceğiniz gibi birinci cildi doğumundan, 1919’a kadar olanları, üçüncü cildi de 1922 sonrasını anlatır. Yanlışı yoktur demişken, bir olay hariç. Menderes’in Dramı adlı kitabında,  Menderes’in idamdan hemen önce kimseye küskünlüğüm yok, hiç kırgın değilim dediğini aktarır. Kaynak da vermez. Yıllar önce rahmetli Mehmet Ali Birand, 27  Mayıs ile ilgili olarak yatığı, Demirkırat belgeselinde de kullanmış ve kaynak olarak bu kitabı göstermişti. Kendisi ise bu olayla ilgili her hangi bir kaynak göstermez. Menderes’in dramında en çok atıf yaptığı kitap, Demokrat Parti milletvekilliği yapmış Samet Ağaoğlu’nun Arkadaşım Menderes kitabıdır. Kitabı okuyamadım. Menderes’i idam eden ekipten her hangi birinin böyle bir beyanatı yoktur. Ağaoğlu’da idam edilirken yanında değildi,  böyle bir şey demiş olacağını sanmam. Diğer yandan Demokrat partinin son yılında bazı kişilerin, bunlar gidemiyor, bir şekilde başımızdan gitse dediğini falan da yazar. Belki de onun CHP sempatisini bilenler, onunla böyle konuşmuştur. Diğer yandan Enver Paşanın yurt dışına çıkışında dair, özellikle de ölümüne dair yazdıkları, başka kaynaklardan aktardıklarından ibarettir. Aydemir, düşüncesizce bir çılgınlıktan bahseder. Enver paşanın ölümü sırasında tam da Türkmenistan’da olan Zeki Velidi Togan’sa, tuzağa düşürüldüğünü anlatır. Togan, hem olaylara daha yakındır, hem de anlattığı daha mantıklıdır.
                Suyu Arayan Adam’da kendi hayat hikâyesini anlatır. Kafkasya’da mücahitlikten, okumak için Moskova’ya gidip komünist olması, sonra da Atatürkçü, devletçi iktisatçı olması en ufak ayrıntısı ile anlatılır. Oradaki anlatılan en ilginç olay, Afyonkarahisar hapishanesinde yaşanır. Bir grup komünist hapistedir. Koğuşta yer yatakları ve karyolalar vardır. Çok iyi hatip olan bir şair, ideolojik ders vermektedir. Kendisi karyolada yatmaktadır. Derken koğuşa daha kaliteli karyolalar gelir. Kendisi, karyolayı yerde yatan yoldaşlarından birine vermek yerine, kendisi hemen gelen karyolaların en iyisini kendisine ayırır. Eşyalarını eski karyoladan, yeni karyolaya taşır. O hatip ve şair, adını vermese de belli ki Nazım Hikmet’tir. Hapishane ortamında iyi bir karyola o kadar önemlidir ki, pek çoğunun kalbi kırılır ve bazıları da komünizmdi bırakır. Yoldan ol, yoldaştan olma atasözü burada önem kazanır. Aydemir asla isim vermez ama tarifine uyacak tek kişi de odur. Bu yüzden komünistler ve radikal sol, onu pek sevmez.
                Sonra yeni devletin iktisat teorisyeni olur. Kendi gibi teorisyenlerle Kadro dergisini kurar. Bu dergideki ekiple, yeni bir iktisat teorisi kurmaya çalışır. Uzun süre çeşitli devle kademelerinde çalışır. Emekli olunca da kitap yazar. Hemen hemen tüm eserleri emekliliği sonrasındadır. Kronoloji ve nakilciliği dört dörtlüktür. Mesela Atatürk’ün Trablusgarp’a, İtalyanlarla savaştan önce gittiğini falan onunla öğreniriz. Yorumlaması iyi değildir, hatta kötüdür. CHP’nin 1950 seçimlerini kaybetmesi üzerine, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun değerlendirmeleri ve nakilleri daha iyidir. Karaosmanoğlu’nun Panorama’sı, bu konuda benim okuduğumm en iyi kaynaktır.

                Bir de Toprak Uyanırsa romanına kısaca değineyim. Emekli bir ilköğretim müfettişinin, öğretmen olarak göreve dönüp, Polatlı’nın bir köyüne göreve başlamasını anlatıyor. Fazlasıyla ütopik ve Karaosmanoğlu’nun Yaban’ına cevap diye yazılmış gibidir.

4 Ocak 2018 Perşembe


NUTUK’TAN AKILDA KALANLAR VE ORHUN KİTABELERİ İLE KARŞILAŞTIRMA
                Atatürk’ün Nutuk’unu, baştan sona, tam metin, hem de belgeleri ile okuyalı uzun zaman oldu. Mesnevi hakkındaki yazım bitince, onun hakkında da bir şeyler yazmam gerektiğini anımsadım. Onun hakkında da yazmak, Mesnevi kadar ciddi bir iş olacak benim için.
                Nutuk bence Orhun Yazıtları ile beraber okunmalıdır. Kompozisyon yapısı, hitap tarzı, hatta cümle kuruluşları arasında bile benzerlik vardır. Üstelik bu benzerlik, Orhun Yazıtlarının duru Türkçesi ile Nutuk’un ağdalı Osmanlıcası arasındaki farklara rağmen hissedilir. Bilge Kağan’ın Ey Türk budun titre kendine dön diye başlayan hitabesi, Nutuk’ta, koca kitabın son bölümü olup, her sınıfta asılı bulunan gençliğe hitabe olur. Her ikisinin de ana teması aynıdır. Her ne olursa olsun, ne kadar kötü durumda olursa olsun,  devleti ve vatanı korumak. Gençliğe hitabe, iktidar sahipleri gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler diyerek, gerektiğinde iktidara karşı koymayı da öğütler.
                Bu açıdan gençliğe hitabe ve nutuk, dolayısı ile Atatürkçülük, diğer ideolojilerden ayrılır. Örneğin Leninizm ya da Maoizm’de komünist partiye bağlılık vardır. Komünist partinin, ideolojiden uzaklaşıp, uzaklaşmadığını sorgulamak, sıradan bir gence düşmez. Ya da mollaların İslam’dan uzaklaşıp, uzaklaşmadığını sıradan bir İranlı soramaz. Sıradan bir Nurcu, Fettullah Gülen neden Amerika’da, Hristiyan devletin içinde yaşıyor diye soramaz. Tasavvufçular Pencap’ta İngiliz, Senegal’de Fransız emrinde Müslüman askerleri Türklere karşı savaşa gönderebilir. Sıradan bir mürit, şeyhini sorgulayamaz. Atatürkçülük ise, gençleri mevcut iktidarın ihanetine karşı uyarır. Bilge Kağan ise, kağanınıza sadık olun der. Ondan sonra hemen her Türk devletinde olduğu gibi,  devlet, hanedan içi aile kavgalarından dolayı önce ikiye bölünüyor, sonra önce Çin’e yakın olanı olmak üzere yok oluyor. Atatürk bu gerçeği gördüğü için cumhuriyeti kurmuştur. Bunu korumayı da gençlere bırakmıştır.
                Gene Nutuk Ve Orhun yazıtları arasındaki bir benzerlikte, iç çatışmaları kısa keser ve birileri hakkında çok fazla kötü söz söylenmez. Atatürk’ün aleyhine konuştuğu kişiler genelde İngiliz Muhipleri derneğinin, yüz ellilikler denen üyeleridir. (özellikle Sait Molla) Bunun tek tük istisnaları vardır. Amerikan mandası isteyen ve Filipinler örneği veren Halide Edip Adıvar ile o sıralar kendisine muhalefet eden, 1.  Ordu eski komutanı Sakallı Nurettin paşadır. İlginçtir, Nutuk'ta kendisinden en fazla bahsedilen kişidir. Kendisi Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Savaşındaki rolünü çok abartmış, Atatürk’te onu Nutuk’ta yerden yere vurmuştur. Bunu da yapma nedeni, o günlerin siyasi ortamıdır.
                Nutuk, ilginç olarak savaşlara daha doğrusu savaşların çatışma kısmına çok yer vermez. Savaşların hazırlık aşamalarına ve sonuçlarının değerlendirilmesine daha çok yer verir. Nutuk’ta en uzun kısım ise, Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişi ile, 23 Nisan 1920’de meclisin açılması arasındaki süre. Bu sürede; son Osmanlı Mebuslar Meclisi toplanmış,  bunun için seçimler yapılmış, meclis, Misak-ı Milliyi kabul etmiş, ertesinde İstanbul işgal edilmiş, meclis basılmış, milletvekilleri dâhil pek çok önemli kişi Malta adasına sürgüne gitmiş, kaçanlar Ankara’da toplanmaya başlamış, yeniden seçimler yapılmış, büyük millet meclisi açılmıştır. Kitabın yarıya yakını bu süreç kapsar. Atatürk’ün en önem verdiği kurum meclis olmuş ve biraz da zorla süresini uzattığı başkomutanlık yasası dâhil tüm yasaları mebusları ikna etmeye çalışmıştır.
             Diğer taraftan da Atatürk’ün en baştan gerçek bir devlet kurma ve kurumlarını işletme amacında olduğunu da görüyoruz. Mesela Ali Fuat Cebesoy’u, üzerinde gerilla kıyafetiyle ve at üstünde görüyor. Bu kafada birinin düzenli ordu kurmayacağını anlayıp, o zamanlar albay rütbesinde olan İsmet İnönü’yü batı cephesi komutanlığına atıyor. İnönü’nün, Şevket Süreyya Aydemir’in deyimiyle 2. Adamlık süreci böyle başlıyor. Gene Aydemir’in aktardığı gibi Çerkez Ethem, Yozgat’ta sinirlenip,  meclisin bir kapısına İsmet paşayı, diğerine de Mustafa Kemal paşayı asacağını söylemiştir.  Meclis kurulunca da, ciddi ciddi eğitim, sağlık, iç işleri gibi bakanlıkları kurmuştur. Bu bakanlıklar ilk başlarda birinci meclis binasının küçük odalarında, Ankara’nın küçük binalarında da olsa, ciddi ciddi bakanlık yapmışlardır. (Aydemir, Tek Adam).
                Son olarak Nutuk, Atatürkçü ideolojinin ana kitabı da olsa, öyle sert doktrinler, kesin emirler vermez.  Olaylar ve verilen kararlardan, dinleyicinin (adı üstünde Nutuk, baştan sona CHP’nin 15-20 Ekim 1927 günlerinde toplanan 2. Kurultayı’nda okunmuştu) veya okuyucunun kendisinin çıkarım yapmasını bekler. Zaten kendisi de özel notlarından birinde, sözlerim ile bilim çelişirse, bilimi tercih ediniz demiştir. İstisna olarak son bölümde, kurduğu cumhuriyeti Türk gençliğine emanet etmiş, bu cumhuriyetin düşebileceği en kötü durumu tarif ederek, bundan da beteri bile olsa, korumak için mücadele edeceksin demiştir.
Devam niteliğinde : https://onbinkitap.blogspot.com/2019/11/nutuk-ve-orhun-yazitlari.html

28 Aralık 2017 Perşembe

MESNEVİ’DEN HATIRLANANLAR
Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin çok bahsedilen, çok alıntılanan ve az okunan kitabıdır Mesnevi.  Ondan alıntılanan hikâyeler genelde fabl (hayvanların insanlaştırılması) masallardır. Bunlara bir de bazı dini kitaplarda birkaç dervişlik öyküsü eklenir. Oysa bu kitap çok daha fazlasıdır.  Okuyalı bayağı bir zaman oldu, bende kalan izlenimlerimi yazacağım.
Mevlana’nın bir tek Divan-ı Kebir’ini okumadım. Mektubat, Yedi Cennet ve Fih-i Mafih’i de okudum. Bu kitaplarda öyle hikâyeler yok, bolca ahlaki öğüt var. Fih-ii Mafih, Mevlana’nın ölümünden sonra derlenmiş konuşmalarından oluşuyor. Kendiliğine (spontane) olaylar var. Mesela gelen birileri hakkında, konuşsak konuya ortak olacaklar, sussak kendilerinden bir şey sakladığımızı sanacaklar gibisinden sözler geçiyor. Mesnevi, bunlardan bambaşka bir şeydir.
En başta, Mesnevi ile ilgili olarak anlatılmayan şey, Mevlana’nın Türk olmadığı bir yana, Türkler ve Türklükten pek haz etmediğidir. Türklerle ilgili öyküler, pekiyi değil. Mesela kumaş hırsızı bir terzi var. Bir Türk, ben buna kumaş kaptırmam diye gidiyor. Terzi sürekli güldürerek ve onunla alay ederek, kumaşlarını çalıyor. Böylesi birkaç öykü var. Türkler kısa boylu, kıpkırmızı, kalkan gibi yuvarlak suratlı, ip gibi çekik gözlü ve çirkin olarak tarif ediliyor. Bir tanesinde de Türkler, taklitçi olarak anlatılıyor. Çinliler ile Türkler, karşılıklı resim yarışması yapıyorlar. Bir mağaranın içini perde ile ikiye ayırırlar. Çinliler kutu kutu boya, Türkler zımpara, cila alıyor. Perde açıldığında Türkler mağarayı öyle iyi cilalıyor ki,  Çinliler, kendi resimlerine hayran kalıyor.  Böyle birkaç hikâye var.  Kürtlerin adının geçtiği birkaç öykü var, onları da net hatırlamamakla beraber, kolay kandırılan esnaf konumundalar.
Alevilerden de hiç hoşlanmıyor. Kaş’ta Ömer olduğu için sadaka alamayan adamı anlatıyor. Şimdi nasıl bilmiyorum ama o zamanlar Kaş’ta Aleviler çoğunlukmuş demek ki. Bir de benim memleketim Erzincan’da bir süre kalmış. Hatta Örüklü Bacı mezarı var, yerel hak, Mevlana’nın kız kardeşinin mezarı diyor. Mezar taşında saç örüğü şeklinde desen var. Atlas dergisinin bir muhabiri, bu şekil mezar taşlarının aynısını, Mevlena’nın doğum yeri Afganistan, Belh’ de de görmüş. Afganlar, Pakistanlılar ona, Mevlana Belhi diyor.  Bununla beraber, mezhepçi değil.  İlginç bir öyküde, aslanlar,  koyunlardan oluşan bir millete hükmetmeye başlar. Koyunlar ne yapalım derken, en bilgeleri çıkar ve aslanları koyun dininden yapalım, onlar da ot yesin der. Sonuçta amaçlarına ulaşırlar. Aslanlar ot yeme ve eti haram sayma dinine mensup olup, koyunlaşırlar. Mevlana’da fare, fare gibi Allah a dua (salat-namaz) eder, aslan aslan gibi. Hepsinin mezhebi ayrıdır, ölünce mezhepler birleşecek der. Çünkü  o zaman dünya dertleri olmayacaktır. Bir de, benzer sözleri, ihtiyar bir kadının eline düşüp, pençeleri sökülen, tüyleri yolunan bir şahin için söyler. Mezhep diye, din diye, şahin, şahinliğinden vazgeçmez, sen kendi mezhebini yaşa anlamında bir şeyler söyler.
             
            Diğer yandan El Kındi ile başlayan, Farabi ve İbni Sina ile doruğa ulaşan Meşai felsefesinden, akılcılıktan da hoşlanmıyor, bunu biraz da babasından almış. Babası, Cengiz Han’ın, Harzemşahlarla savaşı sonrası olacakları seziyor ve savaşın başında ailesi ile göçü topluyor. Harzemşahlar devletinin son hükümdarı, Muhammed hanı, filozofları (mesailer) koruyup, tasavvufçulara sırt çevirmekle itham ediyor. En büyük kaynakları Gazzali, Muhiddin Arabi gibi tasavvufçular. Tedbir dünyasını terk eyle diyor. Pek çok öyküde, tanrı ile padişah özdeşleştiriliyor. Cennet, şahinin konduğu padişah kolu, dünya baykuşun konduğu virane diye tarif ediliyor. Devlete, daha doğrusu padişaha isyan etmek, Mevlana için Allah’ isyan etmektir. Tüm Mesnevi boyunca padişahlar hep iyi insanlardır, bağışlayıcıdır, affedicidir.  Tasavvuf ’un bu kadar yayılmasının en başta gelen sebebi, devletle arasını hoş tutması, devleti tanrı yerine koymasıdır. Öyle ki tasavvufçular, İngiliz işgali altındaki Hindistan ve Pakistan’da, Fransız işgali altındaki Senegal’de de bu geleneklerinden vazgeçmemişlerdir. Çanakkale’de Fransızlarla, Kut-ul Amare’de İngilizlerle savaşan Pencaplılar,  fetvalarını sufi hocalarından almışlardı. Bazıları da kendilerini besleyen İngiliz yönetimini dar-ül İslam, laik Türkiye’yi de dar-ül harb ülkesi ialn etmişlerdir. Mevlana’da, Moğollarla arasını iyi tutmuş ve bazı tarihçilerce, Moğol ajanlığı ile suçlanmıştır. İşin doğrusu tasavvufçular, tekkelerine karışılmadıkça, vakıfları ve kendileri beslendikçe, iktidarla uyumlu yaşamışlar (bu iktidar İngilizler, Fransızlar da olsa), arpaları kesilince de şeyhleri devlete en büyük asi kesilmiştir.
                Kadınlarla da arası pek iyi değil. Öykülerinde kadınlar ya akılsız, ya da şehvet düşkünü ve güvenilmez. Eşekle ilişkiye gireni, kocasını aptal yerine koyanı ve şahini güvercine çevireni mevcut ama aklı başında, mantıklı olanı yok. Bir ara Nobel ödüllü yazar Necip Mahfuz’un romanlarını çok okuyordum. 7-8 kitabını falan bitirmiştim. Dikkatimi bir şey çekmişti. Kitaplarında adı geçen kadınların neredeyse tamamı ahlaksızdı. Namuslu kadınların ve mutlu halkların hikâyesi olmaz derler. Lakin hiçbir olay örgüsünde namuslu kadın yok. Arapça öğretmenliği yapan bir arkadaşım var, şimdilerde üniversite de öğretim görevlisi oldu, Arap dili ve edebiyatı konusunda mastır yapıyor. Dediğine göre Arap romanlarının genelinde bu varmış. 
                Kitap boyunca Mevlana’nın yaşadığı çağda oğlancılığın, yani aktif homoseksüelliğin çok yaygın olduğunu anlıyoruz. Mesela kadınlar, kalabalık oldukları için, yolu kapattıkları bir erkeğe, çok oldukları halde kendilerini görmedikleri için sitem ediyor. Başka bir olayda da, oğlancının biri, belindeki kocaman hançere rağmen kendisini savunamayan oğlanla alay ediyor. Sonra her hikâyeden sonra öğütleri sıralıyor. Tut ki babandan sana miras kaldı Zülfikar, bileğin Ali’nin bileği değilse, neye yarar Zülfikar, diye sorar.  Böylesi pek çok öykünün yanı sıra,  birilerini de oğlancıktı diye aşağılıyor. Mevlana’nın doğum yerinin Afganistan Belh şehri civarında bir köy olduğu düşünülürse, bu durum daha iyi anlaşılır.  Bu ülkede özellikle Taliban’ın iktidara gelişiyle oğlancılık ve sübyancılık iyice kurumsallaşmıştır. Bacha Bazi denen pedofili sübyancılığı, Afgan kültürünün tarihsel bir parçasıdır.  İşin doğrusu Arap topumu için de öyledir.  Mesela İbni Fadlan, seyahat ettiği Oğuz yöresinde, bir çocuğu iğfal eden tecavüzcünün neden idam edildiğini anlamamıştır. Arap ülkelerinde bunu cezası hafiftir çünkü.
                Diğer bir olay da, Mevlana’nın meşhur arkadaşı, dostu Şemsi Tebrizi ile ilişkisinin nasıl yorumlanması gerektiğidir. Zeki Velidi Togan, anıların bir yerinde Mevlana’ya değinir. Mevlana zamanında tüysüz oğlanların dergâhlara alınmadığından bahseder.  Bence ikisi arasında asla fiili livata, oral-anal anlamda seks olmadı. Kendisinin oğlancılığı aşırı derecede bir lanetleme durumu var. Gene de ikisi arasında libido vardı. Ben bu konuda Freundcuyum. Bastırılan cinsellik duyguları, başka türlü de ortaya çıkabiliyor. Aralarındaki dostluğu anlatan kelimelerin tuhaflığından bunu çıkarıyorum.
                Tasavvufun meşhur dünyadan vazgeçme durumu, Mevlana’da biraz farklı. Adamın birinin eline, bir define haritası geçer. Bu define, bir harabeden bir ok atımı uzaktadır. Adam harabenin dibine gelir, gösterilen yöne ok atar, okun düştüğü yeri kazar ama bulamaz. Bu sefer oku daha uzağa atar, gene bulamaz. Mevlana der ki behey ahmak, sana zemereği kopart, kirişi kır mı diyen oldu, sen oku hiç germeden atacaktın.  Mesnevinin başlarında bir yerlerde anlatılan bu hikâyeye, Mesnevi boyunca sık sık atıflar yapılır. Dünya hırsının zararları sadece masum olaylar ya da masallarla değil, erotik, hatta basbayağı hard porno öykülerle dolu olduğudur. En meşhuru da hizmetçisi gibi eşekle cinsel ilişkiye girmek isteyip,  hizmetçinin kabaktan yaptığı düzeneği görmeyerek ölen, hizmetçinin hikâyesidir.   Mevlana’ya göre dünya malını istemekte tam da böyle bir şeydir. Dünyadan elini eteğini çekmek uğruna bekâr kalmayı abes ve Hristiyanlık özentisi olarak görür. Dünya nimetinden çok ta sakınmamalı, nefse eziyet etmemelidir. Nefis, insanın kaynamayan kazıdır. Mevlana’dan başka pek çok tasavvuf şiirinde bahsi geçen,  kaynamayan kaz, insanın nefsidir. Derler ki bir kaz, neredeyse bir dana kadar yer, doymaz. İnsan nefsi de bir kaz kadar doymazdır. Onu kaynatmanın, yani yok etmenin imkânı yoktur. Bu açıdan Mevlana, gerçekçidir. Kendini tanrıya adayacağım diye aç kalan, kendisini hapseden, hele de bekâr kalanları hiç anlamaz.  Bu, oku çok uzağa atmak, zembereği koparırcasına çekmektir. Bu gerçekçilik, benim fikrimce Mevleviliği en sağlam tarikat yapmıştır.  Cumhuriyet ilan edilip, tekke ve zaviyeler kanunu yürürlüğe girdiğinde sadece Nevşehir Hacı Bektaşi Veli ve Mevleviliğe dokunulmamıştı. İşin doğrusu çürümeden Mevlevilik de payını almıştı.
                Mesneviden ve Mevlevilikten bahsedilmişken, dört kulu öldürmek mecazından da bahsetmek lazım gelir. Bu kuşlar kaz, tavus, karga ve horozdur. Bunlar insanda dört huyu temsil eder. Kaz, insandaki hırstır. Horoz, şehvettir. Tavus, makam ve kendini beğenmektir. Karga, insanda bitmek bilmeyen uzun emellerdir. İbrahim peygamberle ilgili bir efsaneden alınmıştır. Kendisi bu dört kuşu parçalayıp, dört bir yana dağıtmıştır. En fazla da doymak bilmez kazın adı geçer. Yukarıda değindiğimiz gibi, Mevlevilikte nefis, kaynamayan kazdır.

                Özellikle yabancı yazarların Mevlana’ya (yabancı kaynaklarda Rumi diye geçer) aşırı bir hayranlığı vardır. İslam denildiğinde adını peygamber Muhammed’den önce anarlar. Oysa kendisini,  onu ayağının tozu olamam diye tarif eder. Hemen her dinden, kültürden insanı etkilemiştir. Hintli yazar  Jiddu Krishnamurti bile, benim için Ateist Mevlanadır. Baştan sona okunması zevklidir lakin piyasada torunlarından Abdülbaki Gölpınarlı’nın şerhleri ile dolu baskısı vardır, Milli Eğitim Bakanlığınca basılmış. Medrese geleneğinde, yeni kitap yazmayıp, eski kitapları şerhlerle doldurmak ve bunları yeni eser diye sunmak geleneği, Mevleviliğe de bulaşmıştır. Pek çok önemli İslam İlahiyatı eseri, okunmak için şerhlerden, yani dipnot ve parantezlerden kurtulmalıdır. Diğer bir konu da, dini kitapları ya da pek çok kitabı, pasajlar, bölümler halinde okumak ve alıntılamak. Bütününü okuduğunuzda, kitaba bakış açınız bütünüyle değişiyor.

14 Aralık 2017 Perşembe

BENCE 15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNİN BAŞARISIZ OLMA SEBEPLERİ

1)İdeolojisiz kalmak: Şimdi en akp’lilerin de kabul edeceği gibi iktidarının ilk yıllarında akp ile fetö ilişkileri çok sıkıydı. Fetö’nün AKP’yi devirmesi için gerekli bir ideolojisi yoktu.  Ekim devriminden evvel, Bolşevikler ile Menşevikler arasında da uzun süre bir işbirliği olmuştu. Bolşevikler, çarlığı devirmedi, çarlığı zaten Menşevikler devirmişti. Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki fark ideolojikti çünkü sınıfsaldı. Akp ile fetö arasında sınıfsal bir durum yoktu, sınıf içi bir kavga vardı belki. Üst sınıflar arası kavgalar da devrimlere sebep olabilir. Sınıf içi kavga da çok belirgin değildi. Bu yüzden 17-25 Aralık soruşturmalarından sonra kitleler ve diğer tarikatlar, fetöden ayrılmaya başladı. 17-25 Aralık ile 15 Temmuz arasındaki yaklaşık iki buçuk yılda, özellikle esnaf, cemaatten süratle kaçtı. Esnaf, daha 2014 ocağında kitleler halinde, vadeyi de kırdırarak, Bankasya’dan paralarını çekmeye başladı. Fetullah ise Pensilvanya’da 5 kuruşunuz bile olsa yatırın diye fetva verdi.  Gene de para çıkışını durduramadı. Çünkü akp’yi devirmek, sınıflarının da, sınıf içi çıkarlarının da aleyineydi.
2)FETÖ Cemaatinin gevşekliği, avanta kaynağı olması:  Cemaat hiç sıkıya gelmedi, 28 Şubatta türbanlarını ilk çıkaran onlar oldu. 12 Eylül’de generallere övgüler düzdüler. 17-25 Aralık operasyonlarından sonra da zoru gören cemaat, sıcak çaya atılmış küp şeker gibi dağıldı. Çünkü bu gerçek çatışmaydı ve bu çatışma da fetönün iktidara gelmesi ve kalması için çabaladığı akp ve muhafazakâr-dinci kesimin idolü olan Recep Tayyip Erdoğan’a karşıydı. Önce küçük ve orta büyüklükteki esnaf kaçtı. Nur evlerine, vakıflara ve himmet denen haraçlara para vermeyi kesti.  Zaman gazetesi, Sızıntı, Aksiyon dergileri gibi yayımların abonelikleri bıçak gibi kesildi. Ardından Bankasya’dan mevduat kaçışı başladı. Bankasya konusu en hassas konuydu, banka çok sarsılmış olmalıydı ki Fetö, Pensilvanya’dan, beş liranız da olsa yatırın diye emretti. 15 Temmuz sonrasında sadık tarikatçılar, en fazla bu ölçüye alınarak tespit edildi. Memurların da pek çoğu, en azından görüntüde reisçi oldu. 15 Temmuzda ise twitter’dan ve bazı yandaş kanallardan sokağa çıkmayın demekten başka bir şey yapmadılar. O gece sokağa çıkması gerekenler, cemaatçilerdi. Oysa gecenin ilerleyen saatlerinde bazılarının darbe aleyhine sokağa çıkmaya başladığı ortaya çıktı. En son iki astsubay, darbeyi ilk duyduklarında hayırlı olsun diyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde halk sokağa dökülünce de darbeye direniyorlar. O ilk hayırlı olsunun kaydedilme ihtimalini düşünemiyorlar. Bir de, o gece Erdoğan’ı kaldığı otelden kaçıran helikopter pilotunun bile telefonunda bylock denen program bulunmuş.
3)Erdoğan mitinin, Fettullah mitini ezmesi: Fettullah Gülen ve cemaatinin hiç zora gelmediğini yazmıştık. Fettullah’ın kendisi de, malum, sızmayı itiraf ettiği videodan sonra aynen Amerika’ya, Pennsylvania’ya kaçtı. Bütün bu yıllar için Erdoğan, hapis yattı, parti kurdu, iktidara geldi ve defalarca seçim kazandı. Fettullah ise okyanus ötesinden emirler yağdırmakla yetindi. Bu arada Erdoğan, fetö medyasından ayrı kendi havuz medyasını kurdu ve bu medya her gün Erdoğan’ı övdü. Halk için fetö, çok uzaklarda bir isimdi.
4)Erdoğan iktidardan gidince ortalığın karışacağı korkusu: Aslında iktidar partisi, yıllardır bu korku ile halkı yönlendiriyor. Akp ya da Erdoğan yerine Pensilvanyalı’nın gelmesinin doğuracağı kargaşa, tarikatın kendi mensuplarını bile ürküttü.
5)Muhalefetin Fetö’den, Erdoğan ve akp’den daha fazla nefreti etmesi:  AKp kurulmadan getirmişti. 17-25 Aralık operasyonlarından sonra,  Balyoz ve Ergenekon davalarının kumpas olması, Zekeriya Öz ve diğer Fetöcülerin bu kumpasları düzenleyenler olduğunun açığa çıkması, onlara nefretin daha da artmasına sebep oldu. Diğer bir sebepte, fetö  iktidara gelindiğinde, muhalafet bile yapılamayacak olmasıdır. Şeyhleri, Humeyni gibi uçakla Türkiye’ye geldiğinde ilk önce, hatta Akp ve Erdoğan’dan önce solcuları, Atatürkçüleri başta olmak üzere tüm muhalefeti sindirmek olacaktı. Yalandan olsun, muhalefet yapamayacaktı. Arkasına Amerika’yı alıp, ülkeyi tam bir Amerikan sömürgesi yapacaktı.
6)Diğer cemaatlerin Fetö devlet başkanlığını, kendi mevkilerine uygun bulmaması:  Fetö büyüdükçe, diğer cemaatlerde kendi çapında büyüdü. Hepsi akp ve Erdoğan iktidarından memnundu. Fettullah Gülen’in siyasi iktidarı da ele alması, onlar için can sıkıcı olacaktı. Mevcut dini iktidarlarını da kaybedeceklerdi. Humeyni, İran’da iktidara gelirken, kendisine en ufak muhalefet edenleri, mollalar da dahil, hatta özellikle mollaları, ezdi geçti. Mollalık cübbelerini ve yetkilerini ellerinden aldı.
7)Halkın darbe tecrübesi: Türk toplumu darbelerden çok şey kaybetti, pek bir şey de kazanmadı. 27 Mayıs 1960, 12 Kasım  1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve benzeri darbe ve darbe girişimleri, Türk toplumuna hep zarar verdi, hep acı getirdi. İnsanlar artık iktidarlar, darbe ile devrilsin istemiyordu.
8)Şartların olgunlaşmamış olması: Kenan Evren, 12 eylül öncesi anarşi ve teröre uzun süre göz yumduğunu (daha doğrusu konsey olarak yumdukların) kendisi de itiraf etmişti. Ülkede pek çok kişi, 12 eylül darbesini ilk duyduğunda, oh be, hayatım kurtuldu demişti. 15 temmuz öncesinde ortam çok içi açıcı olmasa bile (halen de öyle değil), öyle bir şu hükumet gitse de, ya da kaç aydır hükumet kurulamıyor, kardeş kardeşe düşman olmuş durumu yoktu. Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerin ve Nazlı Ilıcak’ın yazıları da, ancak kendi eş-dost çevresini etkiliyordu.
9)Darbeyi yapanların asker olmaması: Darbeye karışanların hepsi, soru çalarak, birbirlerini kollayarak sınav kazanmış, rütbe kazanmış kişilerdi. Askeri okuldan diplomanız olması, sizi asker yapmaz. Çünkü siz, öğrenmeniz gerekenleri öğrenmemiş, rütbe ve göreviniz için gerekli yetenek, bilgi ve becerileri kazanmamışsınızdır. O gece bir askerin yapmayacağı hataları yaptılar. Riskleri hesaplamadılar. Çünkü gerekli askeri eğitimi almamışlardı. Asker elbisesi giymeniz, sizi asker yapmaz, rütbeleriniz de yapmaz. Siz o askerlik becerilerine sahip misiniz, mesele odur.

10: O gece yapılan hatalar: 12 Eylül ve 27 mayıs darbeleri (diğerleri darbe yaparız yoksa haa.. demek olan muhtıralardı), radyo ve televizyonun (27 mayısta o tek kanallı televizyon da yoktu) devletin egemenliğinde olduğu dönemde, gece 3-5 arası, uykunun en tatlı saatlerinde olmuş, bitmiş, sabah uyanan insanlar da, olanlar oldu hissine kapılmıştı.  Darbe gecesi ile ilgili halen bilinmeyen ve açıklanamayan çok şey var. Cumhurbaşkanını otelden çıkaran pilotun bile telefonundan bylock çıkması, bazı 15 temmuz gazilerinin fetö davalarında sanık olması gibi. Darbenin bence en ironik tarafı, 12 Eylülün meşhur işkence grubu DAL’a (Derin Araştırmalar Labavatuarı. 1. Ve 2. Şube polislerinden oluşuyordu) mekan olan Ankara İl  Emniyet müdürlüğünün, 15 temmuzda en şiddetli çarpışmalara sahne olmasıdır.