10 Ekim 2021 Pazar

FELSEFESİZ TARİH EĞİTİMİ SORUNUMUZ

 


24 yılının içinde olduğum öğretmenlik mesleğinde, öğrencileri ikiye ayırdığımı fark ettim, matematik, fizik gibi sayısal dersleri seven çalışkan öğrenciler; tarih ve edebiyatı seven tembel öğrenciler. Ben de bir disleksi olarak, tarih meraklısı bir öğrenciydim. Puanım tarihe yetmeyince, sosyoloji okudum. Öğretmenlik yaptığım yıllar boyunca, gerek kendim, gerekse kendi deneyimlerimden tarih bilimini değil de, tarihsel hikayeleri sevdiğimi anladım.

Atatürk'ün en büyük hatası, Türk Felsefe Kurumunu kurdurmamasıydı. Osmanlı, son anında bile felsefeyi küçümsedi. Ciddi anlamda felsefeyle ilgilenen ve kendisine filozof diyen Rıza Tevfik ise, Mondoros antlaşmasını imzalayan dışişleri bakanı olarak tarihe geçti. Cumhuriyet tarihi boyunca felsefe çalışmaları hep güdük kaldı, çok konuşanlara felsefe yapma deme atasözü, şarkı sözü bile oldu.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumlarının da, ciddi bir tarih ya da dil felsefesi olmadı, bu kurumlar hiç bir zaman felsefe ile ilgilenmedi. Ben olayın dil kısmına şimdilik girmeyeceğim. Lisede çok ilgilendiğim tarih konusuna gireceğim.

Türk gençliğinin tarih sevgisi bilimsel  olmaktan çok şoven ve folklorist. Amacı geçmişle ilgili olarak bol bol övünmede bulunmak. Tarih eğitimi de ona göre şekillenmekte.

En başta tarih düşüncemiz, Muhteşem Yüzyıl ile başlasa da, TRT dizileri ile devam eden Ecdat temalı dizi furyaları ile de pekiştirilmekte. Muhteşem Yüzyıl'dan evvel de, tarih zihniyetimiz aynıydı. Tarih deyince aklımıza fetihler, kuruluş, diriliş falan geliyor. Yenilgilerimiz ve yıkımlarımız mı, o da hainler yüzünden.

Aslında nasıl ki insanlar, bireysel anılarında  kötü anılarını veya hatalarını silmeye meyilliyse, toplumlar da, utanılacak tarihlerini ya da kendi hatalarını tarih içinde görmemeye meyillidir. Örneğin Almanlar, denizcilik ve sömürgecilikte geri kalmalarını, din çatışmalarına, özellikle otuz yıl savaşlarının yıkımına bağlarlar. Oysa Martin Luther, 1517'de, meşhur 95 tezini Wittenberg saray kilisesinin kapısına çivi ile çaktığında, coğrafi keşifler çağı çoktan başlamıştı ve kuzeydeki ticaret şehirleri dahil, hiç bir Alman şehri, denizlerle okyanusa açılmamıştı. Otuz yıl savaşları başta olmak üzere, mezhep savaşları, tüm Avrupa'da kan dökülmesine sebep olmuştu ama bir tek Kutsal Roma (Fransızları deyimi ile ne kutsal, ne de Roma olan Alman ) imparatorluğunu parçalamıştı.

Hani eski bir şarkıda deniliyor ya, kader diyemezsin, sen kendin ettin; işte milletlerin tarihi de aynen böyledir. Tarihin tekerrürden ibaret olması da bu yüzdendir. Hatta Alman filozof Hegel'in dediği gibi, önce trajedi, sonra komedi olur bu tekerrürler. Hegel'in dediği gibi, tarihten ders alınsaydı, tarih tekerrürden ibaret olmazı.

Tarihin görevi, felsefe başta olmak üzere, başka bilimlere bilgi üretmektir. İnsanlar tarihten ders almaz, felsefe ve bilimlerden ders alırız. Gerçek anlamda felsefe yapmak için, mümkün olduğunca çok bilgiye ihtiyacımız vardır. Ülkemizdeki tarih eğitiminde ise daha ziyade savaşları kazandık-kaybettik, fethettik, yenildik gibi sözlerle tarih anlatılıyor.

Oysa gerçek tarih, o dönem insanlarının geçimlerinin, sosyal ilişkilerinin, türkülerinin, şiirlerinin ve her şeyinin tarihidir. Asıl öğrenilmesi gereken tarih ise, yıkımların ve yenilgilerinin tarihidir. Yıkımlar ve yenilgiler ise, daha kuruluş ve zafer zamanlarında yapılmış olan hataların sonucudur.

Tarih anlatını felsefi ya da bilimsel olmayıp, ideolojik olunca, hele de bu ideoloji milliyetçilik olunca, dikkatler o milletin kurduğu en büyük yüz ölçümlü ve en uzun ömürlü devlete, bu devletin de kuruluş ve yükseliş çağına yöneliyor.

Bu da ülkemizde Osmanlı imparatorluğu dönemi demek. En Atatürkçü yazarlar bile Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş dönemindeki yanlışları görmezden gelmeye çalışıyor ve hatta görmek istemiyor. Oysa  her büyük imparatorluk, yıkılışını kendi içinde taşır ve yıkılışının hızlanması biraz da, kendi içindeki çelişkilerdir.

Osmanlı, kendini yıkacak pek çok hatayı, daha kuruluş aşamasında yaptı. Daha Kosova savaşı sırasında, Beyazıt'ın taraftarı olan askerler. şehzade Yakup'u düşman takibi bahanesi ile tuzağa çekip, öldürttü. Beyazıt'a bu sebeple askerlere ilk defa cülus bahşişi verdi. Bunun sonucu olarak padişaha en yakın birlik olan Yeniçeriler başta olmak üzere askerler, hanedandan kimim padişah olacağına karar verir oldular.

 Osmanlı övücülüğünde en büyük zırvalık, kardeş katlinin devletin altı yüz yıl yaşamasını sağladığını söylemeyerek, bu geleneği yüceltmek. Ona kalırsa, kardeşler arası ensest evlilikler, firavunlar Mısırını üç bin yıl boyunca ayakta tuttu ki buna Asur, Hiksos, Pers istilaları da dahil olmak üzere pek çok badirelere rağmen bu sistem, Osmanlı'nın beş katından uzun yaşadı. Pers istilası sırasında, İskender'in fethine kadar üç kere Persleri kovdu ve Persler her seferinde daha büyük kuvvetle Mısır'ı istila etmek zorunda kaldılar. Son firavun Kleopatra için büyük piramitlerin yapıldığı zamanlar, bu günün Yunanlısı için Sokrates ya da Türkler için Orhun yazıtları kadar ve hatta daha eski eserlerdi.

Osmanlının pek çok kurumu, daha yükselişte çökmüştü. Altı yüz yıllık tarihi boyunca bu devlet, bir tane bile önemli matematikçi, fizikçi ya da kimyacı yetiştirememiştir.  Yüz yılına yeni yaklaşan cumhuriyet, ilk elli yılı itibarı ile bile, bu açıdan Osmanlıdan kat kat üstündür. Osmanlı medreseleri, daha Yavuz zamanında, bizzat Yavuz'un Mısır'dan getirttiği El Ezher müderrisleri sayesinde, matematik, fiik, astroloji gibi bilimlerden tamamen vazgeçmişti.

Osmanlı aleyhine çok şey yazabilirim ancak konu genel anlamı ile tarih ve ben en başta Türk tarihi denilince sadece Osmanlı anlaşılmasına yazının başında da bahsetmiştim ve sanırım diğer tarih alanlarından da bahsetmek gerekli.

Selçuklu devleti de, Osmanlı devleti gibi Türk kelimesinden pek hoşlanmazdı. ( İnanmıyorsanız Koçi Bey Risalesine bakın. Mehter marşlarına o kadar bakmayın. Geleneksel mehteranda koro bulunmaz ve modern mehter marşlarının çoğu Arif Nihat Asya'nın şiirleridir.) Babailer isyanına katılanlara bidrak (anlayışsız) Türkler demişti, resmi dili Farsçaydı. Selçuklu Sultanları da, Keykubad, Keyhüsrev gibi  antik İran mitolojilerinden isim almıştı. 

Osmanlı , Büyük Hun devleti ve Hazar devleti hariç hiç bir Türk devletinin iki yüz yıldan fazla ömürlü olmaması, Türklerin, saltanat devri hukukunu bir türlü düzenlememiş olması; tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi devletin alt kademesindeki yöneticilerin taht kavgalarından faydalanması sebebi iledir.

Diğer yandan tarih, sadece siyasi tarih ya da savaşlar-fetihler ve toprak kayıplarının tarihi değildir. Sanatın, bilimin ve felsefenin de tarihi vardır ve bunların tarihine bakarsak, küçücük Floransa dükalığı, üç kıtaya yayılmış Osmanlı'dan daha büyüktür.

Bunun yanında o çağ insanlarının dilinin, edebiyatının, kültürünün de bir tarihi vardır. Cumhuriyet öncesi hiç bir Türk devletinde, okuma-yazma oranı yüzde onu aşmamıştır. Japonlarda ise, en azından erkeklerde yüzde kırkın altına hiç düşmediğini okumuştum.  Japonya aynı zamanda, resimde perspektifi, bağımsız olarak Rönesans İtalya'sı ile beraber başlatan ülkedir.

İnsanlık, tarihten ders çıkarmamıştır, felsefeden ders çıkarmıştır. Tarih bilgisini felsefe bilgisine çevirmek zorundayız.

24 Eylül 2021 Cuma

DUYGU EĞİTİMİ NASIL OLUR 2-SATILMIŞ MEDYA VE TROLLER



Gazeteleri kontrol etmezsem, iktidarda altı ay kalamam demiştir, Napolyon Bonapart. Hitler ve avanesinin de bana satılmış bir basın verin, size her şeye inanan bir halk yaratayım, demiştir. 

Mussolini, Hitler, Salazar, Franco, bunların hepsi ve daha fazlası, iki dünya savaşı arası, radyo diktatörleriydi. Sony'nin 1968'de ilk pilli radyoyu icat etmesiyle,  Afrika'nın genelinde de radyoyu ele geçirenler, ülkeyi ele geçirdiler. Çünkü uzak ormanlar ve dağlarda, televizyon için gerekli elektrik zor bulunuyordu ama el radyosunu çalıştıracak pil, daha kolay bulunuyordu. Çetin Altan,  Talat Aydemir'in, 20 Mayıs 1963'de 2. başarısız darbe girişimi sırasında, hapiste kendine yapılan muamelenin, radyonun kimde olduğuna göre değiştiğini yazmıştır. Radyoevini, daha doğrusu radyo yayınını kaybeden Talat Aydemir ve darbeciler, teslim olmak zorunda kalmıştır.

Fatih'in, daha doğrusu Osmanlı'nın matbaayı, o da sadece Müslümanlar yasaklamasının sebebinin sadece hattatlar locası olduğu palavrasına inanıyor musunuz? Hurufi tarikatını, cami avlusunda diri diri yakan Fatih, matbaanın yeni fikirleri yayabileceğini biliyordu. Koca imparatorluğu yönetenlerin, böyle ciddi bir kararda, ekonomiye katkısı çok az olan bir mesleğin loncası yüzünden mi yüz yıllarca böyle önemli bir kararda geri adım attığını, ileri gitmediğini sandınız?

Gene de eskiden bir fikri yaymanın başka yolları da vardı, aynı şeyi tekrar eden kalabalıklar, kitleler. Bu kitleleri de din sağladı. Aynı şeyleri anlatarak ve yeni taraftarlar bularak dolaşan din adamı-dindar kalabalıkları, tarihin ilk trolleriydi. Zaten trol kelimesi, İngilizce gezmek, dolaşmak fiilinden türemiştir. Bu din adamları da, din adına aynı şeyleri arka arkaya söyleyerek,  yalanları gerçek haline getirdiler. 

İlk çağlarda dinler çoğunlukla atalara tapma şeklindeydi ve genelde kralların tanrı soyundan geldiğine inanılırdı. Yazının yaygınlaşması ile insanları tanrıların soyundan geldiği iddiasını güçleştirdi. Çünkü doğum ve ölümlerin, zayıf da olsa kayıtları tutuluyordu artık. Bu yüzden de tanrıdan olduğunu iddia eden insanların yerini,  ondan mesaj aldığını aldığını iddia eden insanlar aldı.

Putperest devletler, önce bu dinler ile mücadele etti, sonra onları yanına çekmeye karar verdi. Bu karar, yer yer başlarını da ağrıttı, zira kontrol edilmeleri o kadar kolay olmadı. Özellikle orta çağın başlarında Avrupa'da krallar, Papalığın oyuncağı oldu. Otuz yıl savaşlarını bitiren Vestfalya antlaşmasına kadar böyle devam etti.

Machiavelli, meşhur Prens adlı kitabında, Osmanlı'da Şeyhülislam'ın padişaha bağlı olmasından övgü ile bahseder ve Avrupa'da da böyle olması gerektiğini söyler.   Sonuçta halkla haftada en az bir gün, uzun uzun konuşan din adamlarının, kraldan tamamen bağımsız Papalık tarafından yönetilmesi son derece can sıkıcı olmuştur.

Oysa Osmanlı'da da durum çok farklı değildir. Padişah, Şeyhülislam'ın kellesini istediği zaman almak yetkisi olmasına rağmen, dine o kadar da egemen değildir. Alevilerin sık sık isyan çıkarması yetmediği gibi, medrese öğrencileri, tımarlı sipahiler ve doğru dürüst bir ideolojisi ve hedefi olmayan Celaliler de sık sık ayaklanır. Bunlar da yetmezmiş gibi, ta devletin kuruluşunun başında, Kosova savaşında padişahın kim olduğuna karar veren Yeniçeriler, önce Yavuz'u başa getirip, babası 2. Bayzezid'i tahtan da indirdikten sonra, devletin başına daha da bela oldular. Devlet sistemine çöreklenip, savaşmayı bırakın, kışlaya bile uğramadan rant sahibi oldular. Şehzadeler arası taht kavgalarından taraf olarak, çöreklendikleri rant alanları ellerinden gitmemesi için, toprak kayıplarına rağmen her yeniliğe karşı çıktılar. Vakayı Hayriye ile bu kurum, ülkenin ordusuz kalma riskine kaşı lağvedildi.

Trollük, basının yaygınlaşması, radyo ve televizyonlarla beraber şekil değiştiri. Amerikalı sosyologların ajan ya da etkin eleman dedikleri kimseler, partilerin ya da siyasi cephelerin sembol gazetelerini okur, önemli tv-radyo programlarını izler-dinler ve bunları dostlarına anlatırdı. Bu kişiler şimdilerde internet sitelerinde, tıpkı benim gibi geziyor, yani trollük yapıyor.

Sosyal medya daha evriminin başında ancak görülüyor ki şu anda bile klasik medyadan güçlü. Gene görülüyor ki, istediğin kadar reklam ver, algoritmaları ile oyna, kalabalık bir trol ordusuna ihtiyacınızı var.

Duygu eğitimi için Göbels'in dediği gibi aynı yalanı yüksek sesle tekrar etmeniz gerekir. Bunun içinde medya araçlarına sahip olmalısınız. Osmanlı bu yüzden tarikatları yok edemedi, matbaayı da yüzyıllarca yasakladı ve sınırlandırdı. Sonraki yıllarda da basına en çok yasak koyan ülkelerden biri oldu.

Dünyada gerçek basın özgürlüğü falan yoktur, özellikle büyük medya organları anlamında. Mutlaka bir tekel vardır. Bir ülkede, mesela Türkiye'de medyanın (gazete-dergi-radyo-tv) büyük çoğunluğu, genelde en az %80'i, iki buçuk holdinge bağlıdır. Medya holdingi kurmanın tek amacı satış ya da reklam sayesinde para kazanmanın çok ötesindedir. 

Mesela Radikal gazetesi, bizzat uzun süre yayın yönetmenliğini yapmış İsmet Berkan'ın dediğine göre 18 yıl boyunca (1996-, her yıl 2 milyon dolar (Kurnaz esnaf gibi 2 yerine 1.9 diyor) zarar etmesine rağmen yayın hayatını sürdürdüğü yetmemiş gibi, 2 sene de internetten yayım yapmıştır. Radikal gazetesini yayımlayan Doğan Medya Holding, Türk sanayisinde bedavaya stajyer çalıştırma geleneğini başlatmış, CV'ne yazarsın vaadi ile taze mezunları iki-üç sene bedava çalıştırmayı başarmıştır. Liseli ve üniversite öğrencisi gençleri, yemek bile vermeden çalıştırmıştır. Staj diye bedava, yemek bile yedirmeden işçi çalıştıran Aydın Doğan, 20 yıl boyunca bu kadar zararı neden göğüslemiştir? Aydın Doğan ya da Doğan ailesi, her hangi bir insani amaca 40 milyon dolar bağışlamış mıdır? Gazetenin kuruluş masraflarını katarsanız bu yaklaşık 50-60 milyon dolar demektir.

Ülkedeki tüm öğrencilerin Kredi ve Yurtlar kurumuna olan borçlarını bir çırpıda ödeyecek ve üzerine fazlası kalacak kadar parayı, hem de onlarca yıl, otuz bin bile satmayan, üzerine de solcu olduğu bir gazeteye gömdü?

Solcuymuş. İsmet Berkan'ın meşhur Kabataş videosunu gördüm, görüntüler çok fena demesinden de mi anlamadınız? 

Bu  gazetenin tek kuruluş amacı, yaklaşmakta olan siyasal İslam iktidarına karşı beyaz yakalıları sakinleştirmek ve kumpas davalarına karşı halkı hazırlamaktı.

1999'sa Şehriban Coşkunfırat cinayeti bahane edilerek yapılan ve ülkeye Satanizm korkusu pompalanan Akmar pasajı baskının da amacı, o yıllarda yeni doğan fanzin yayımcılığını (fotokopi dergiciliği) doğmadan yok etmekti ve bunu da başardılar.

Sosyal medya ise o kadar etkili ki, iktidar partisinin son dönemdeki oy oranlarındaki düşüşün en önemli nedeni malum suç örgütü liderinin videoları ve tweetleridir. Sadece söyledikleri değil, genelde klasik medyadan beslenen iktidar partisi seçmenlerinin dikkatinin sosyal medyaya yönelmesidir. İktidar partisinin ise sosyal medyada daha çok trole ihtiyacı vardır.


4 Eylül 2021 Cumartesi

SİNEK SARAYI YAPILAN ÜLKEMİZ

 


Mine G. Kırıkkanat'ın (Saulnier) Sinek Sarayı romanını çok beğendim diyemeyeceğim. Bir çırpıda okunacak bir kitap ama öyle insanı çarpan bir kitap değil. Rahmetli Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ının, biraz Zülfi Livaneli, biraz da Tuna Kiremitçi tarzı ile yeniden yazılmış hali gibi geldi bana. Ben ise romanda sadece bir yerde yapılan ve romana adını veren Sinek Sarayı mecazına takıldım. 



Roman kahramanlarından biri, olayların geçtiği apartmanı, Trakya ve Balkanlarda evlerde bulunan sinek sarayı süsüne benzetiyor. Sinek Sarayı diye arama yaptığınızda bazı alışveriş sitelerinde görüyorsunuz. İlk başlarda, sinekler başka yere konmasın da, oraya konsun, orayı pisletsin diye yapılmış. Haşerelerle mücadele için daha iyi yöntemler geliştirilince, evlerin bir köşesinde ve çocukların el işi olarak yaptıkları süs eşyaları kalmış. Her şehrin, istenmeyen göçmenleri ağırladığı bir sinek sarayı köşesi vardır. Burada evler gecekondu değilse, romandaki gibi eski ve bakımsız apartmanlardır ve iti bağlasan durmaz, domuz ahırı olmaz evlere, bazı bazı lüks villa fiyatına kira istenir.

Ülkemiz de son bir kaç yıldır istenmeyen göçmenlerin ( Zaten göçmenler hep istenmez, istense de, istemem, yan cebime koy tavrı izlenir) ağırlandığı, Avrupa'nın sinek sarayı oldu. Göçmenlerin hemen hepsi, ülkelerine barış gelse de, ülkelerine geri dönmeyi düşünmüyorlar. Hatta çoğunun hedefi vatandaşlık almak. Öte yandan da hemen hepsinin amacı, ülkemiz üzerinden ekonomik seviyesi daha yüksek ülkelere göç etmek. 

Üstelik pek çoğu ülkemizi yeterince Müslüman ve yeterince ahlaklı bulmuyor. Kendi kadınlarını peçe ve burkaya sokuyor; bizim türbanlılar bile, onlar için fazla serbest. Ama Türk kadınlarını seyretmekten bile mutlular, çarşı iznine çıkan erler gibi kadın seyrediyorlar. Bize ve kadınlarımıza hakaret eden videolar çekip, internetten yayımlıyorlar.

Ülkemiz sadece iç savaş yaşayan Suriye, Afganistan ya da Irak, Somali,  Libya gibi yaşamanın pek de güvenli ülkelerden göçmen-mülteci almıyor, Dünya'nın neredeyse yarısından göçmen ve mülteci alıyor. Orta Asya devletleri, Afrika'nın tamamı ve Doğu Avrupa'nın önemli bir kısmından göçmen ya da kaçak işçi alıyor. Ülkemizde altmış bin kadar Ermeni kökenli vatandaş varken, yüz binden fazla kaçak çalışan Ermenistan vatandaşı ülkede dolaşıyor.

Gelenler sadece işçi değil. Bir kaç yıl evvel, bir gazetede Türkiye'de fuhuş yapanların %60!ının yabancı uyruklu olduğunu okumuştum. Ankara'da belli yerleri kaplayan kartvizit ve telefon numarası yazan kağıtlardan anladığım kadarı ile bu oran yükselmiş.

Turizmde de bir sinek sarayı, ucuz tatil ülkesi olmuş durumdayız. O çok lüks otellerimize ya batı devletlerinin orta halli vatandaşlarının ya da geri kalmış ülkelerin, batılı devletlerde parası ile bile rahat görmeyen zenginleri geliyor.

Ülkenin sinek sarayı olması, devlet politikası haline gelmiş durumda. 25o bin dolarlık mülk alan, ülkenin vatandaşı oluyor ve bunun reklamı uzun süre Arap televizyonlarında dönüyor. Benzer şekillerde Malta, Litvanya gibi Avrupa Birliği ülkelerinde de vatandaş olunabiliyor. Türkiye, bu açıdan da sinek sarayı oluyor.

Daha çok ihraç etmek için üretmeye başladığımız ve senaristlerin kafaları değil de, başka organlarında yazdıkları düşündüğüm yerli dizilerimiz de, bu sinek sarayının yerli süsleri. Pek çok insanı Türkiye'ye çeken başka bir şeyde diziler. Pek çoğu Türkiye'deki yaşamın dizilere benzediğini sanıyor.

Ülkemiz son yıllarda hem kendi halkı, hem de gelişmiş ülkeler gözündeki güzelliğini büyük ölçüde kaybetti. Giderek daha fazla sinek sarayı oluyor.



AŞILAR, MAVİ HAPLAR VE KOMPLO TEORİLERİ

 


Genç bir arkadaşım vardı, kendisi ateist ve bayağıda modern biri ama sağdan, soldan duydukları yüzünden aşı olmuyordu. Onu mavi haplar (illa adını söyletmeyin) ölümcüllüğü ikna ettim ve belki bu yazıyı okuyanları da ikna ederim.

Şimdi, her şey üzerine komplo teorisi üretenler, hayatımızdaki pek çok şey üzerine komplo teorisi üretmiyor. Bir de, hemen hemen her şeyin İslam'a uygunluğu tartışılırken, bu mavi haplar hiç tartışılmadı. Gülmeyin öyle hemen, benim hatırladığım tüp bebek uygulamalarının, suni dölleme ile üretilen sığırların etinin helal olup, olmadığı,  Sunay Akın'ın yazdığına göre Kanuni döneminde çeşmelere musluk taılıp, takılmayacağı hep tartışıldı. Estetik ameliyatlar konusunda da sürekli aleyhte karar veren, makyaj ya da saç boyası-dövme gibi konularda uyuşamayan din uleması, bu konuda sessiz. Şu satırları okuyanların, kıkır kıkır gülme seslerini, daha yazarken  duyabiliyorum. Şaka bir yana cidden bu hap, aslında kalp ilacı araştırması sırasında bulunmuş ve bu hapın sizi kalp krizinden öldürmesi büyük ihtimal. Hatta anladığım kadarı ile bu mavi haplar yüzünden ölen çok kişi var ama pek haber olmuyor. Ben de şahsen bu şekilde ölmeyi, ölsem de ölüm şeklinin duyulmasını hiç istemem. Ben ya da başka bir öğretmen arkadaş, bu şekilde ölsek, liseliler espri yapmaktan,  yas tutamaz.

-Sinan hoca başı dik gitmiş,

-Sinan hocanın tabutunu kapatamamışlar ve benzeri...

İşin şakası-komikliği bir yana, leblebi gibi hap yutan, istediği ilacı yazmadı diye doktoru dövecek kadar ilaç düşkünü bir topluma, aşı karşıtlığı nereden geldi, o da hazin bir soru. Aşı karşıtları, işlenmiş ve paketli gıdaların içinde ne olduğunu sorguluyor mu acaba. Şu an yediğimiz beyaz ekmekler, ikinci dünya savaşında (Yani sağcıların yerden yere vurduğu İnönü döneminde), karne ile satılan ve içinde palamut (pelit) unu bulunan ekmeklerden daha sağlıksız ve içinde sayısız ek madde var. 

Buna bir de bitkisel gergedan boynuzu, zayıflama hapları gibi ucuz televizyonlarda satılan, ilacımsı gıda desteklere bile böyle karşı çıkılmıyor. Aşı karşıtları çıkacaksa, bunlara karşı çıksın, bunlar için komplo teorileri üretsin.

 

1 Eylül 2021 Çarşamba

DUYGU EĞİTİMİ NASIL OLUR ? 1Goebbels İlkeleri

     


Duygu Eğitimine eskiden beyin yıkama denilirdi. Duyguların merkezinin de beyin olduğu, tıp tarafından  kabul edildiği, modern tıp bilimi tarafından onaylandığı için, bu deyim de doğru. Ben, olguyu dana net ifade ettiği için bu sıfat tamlamasını kullanıyorum. b

Joseph Goebbels ilkeleri, bu ilkeleri unutmayalım. Kendisi de bu ilkeleri Katolik kilisesinden almıştır. Yalanı söyleyeceksen büyük yalan söyle, yalanını sürekli tekrarla, yalanın yakalanırsa bile dönme, daha büyük yalan söyle, daima ilke olmalıdır.  Bu ilkeleri de Goebbels, kiliseden, daha doğrusu dinden almıştır. Dinlerdeki pek çok olgu, ne tarih bilgilerine uyar ne de mantığa.

En basitinde Yusuf ile Züleyha hikayesine bakalım. Bu hikaye o kadar çok tekrar edilir ki, bu tekrarlar antik çağ Mısırlılarının, neden hadım edilmemiş bir kölenin, bir soylu kadının hizmetine verildiğini  sorgulamamıza  engel olur. Mısırlılar, en erken tarihlerde spermin, testislerde üretildiğini biliyordu ve kadınlara hizmet edilecek köleleri, önce iğdiş ediyordu. Gerçi bu operasyon sırasında ve sonraki günlerde kölelerin yüzde doksanından fazlası, acı içinde, hele de yaraları iltihap kapmışsa, günlerce acı çekerek ölüyordu. Sonrasında köle, yüz kat değer kazanacağı için bu önemli değildi. Hele de bu muameleye maruz kalanların çoğunlukla savaş esiri düşman askeri olduğunda ise, zerre kadar önemli değildi.

19. yüzyılda arkeolojinin gelişmesi, eski dillerin çözülmesi, Sami dinlerinin (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet) kökenlerini ortaya çıkardı. Gene insanların fikirleri değişmedi. Çünkü mesele fikirleri değiştirmek değil, duyguları değiştirmekti. Çoğu kez yalan bilginin yalanı ortaya çıksa bile, 

İnsanlar yüzlerce, hatta binlerce yıldır; Türklerin, Hristiyan çocuklanın etini yemediklerini; Yahudilerin, iğneli-çivili fıçı içerisine attıkları Hristiyan çocuklarının kanını içmediğini; Alevilerin mum söndü yapmadığını; Putperestlerin Bakus-Dyonsos şenliklerinde grup seks-eş değiştirme yapmadıklarını; ve daha bir çok söylentinin yalan olduğunu biliyordu. Mesele onlar oaln nefretlerine kılıf bulmaktı.,



Mesela Hasan Sabbah ve Alamut fedailerinin esrarkeş olduğu iddiasına gelelim. Enver Berhan Şapolyo'nun 1930'larda yazdığı Mezhepler ve Tarikatlar tarihi adlı kitapta bu iddia geçmez. İmam Gazali'bin, Şiilerin gerçek yüzleri adlı kitabında da geçmez. Kaldı ki bu iddia mantık dışıdır çünkü, Sabbah'ın fedaileri,  Selçuklu, Abbasi ve hedef aldıkları Sünni devletin saraylarında üst düzey mevkilere geliyorlardı. Bunun için de yıllarca Sabbah ve diğer liderleri ile görüşmüyorlardı. İstediğiniz psikiyatriste, nöroloğa sorun. Bir maddeyi 18-20 ay boyunca almazsanız, artık müptela değilsiniz. Kaldı ki müptela bir insanla iş yapılmaz. O zamanlarda da, önemli kişilerin bir sürü koruması-muhafızı olurdu. Beyninin nevri dönmüş bir keşi, öyle bir suikasta görevlendirmek, işi iptal etmek gibi bir şeydir.  Bu söylenti, Fransa'da çıkmış. 




Yakın tarihlerde de buna benzer örnekleri sıkça görüyoruz. Köy Enstitülerinin tarihi 6 (altı) yıldır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, sadece üç dönem mezun vermiştir. Köy Enstitülerini altı yılda kapatan muhafazakârların, bu enstitüler aleyhine tek bir davaları, suç dosyaları yoktur. Hatta gazete haberi de yoktur. Oysa sağcı, dindar bir aileden geliyor ya da böyle çevrelerde yetişmişseniz, köy enstitülerin ile efsaneler duymuşsunuzdur. Bazı binaların haç ya da orak-çekice benzetilmesinden,  kanalizasyonun, terk edilmiş yeni doğmuş bebeklerden dolayı kapanmasına kadar. İşte bu dedikoduların hepsi yalandır ve hepsi de karalama kampanyalarının dedikodulardır. Hatta solcu okuyucular da pek inanmayacak ama ben öğretmenliğimin ilk yıllarında tanıdığım bir kaç emekli köy enstitülü öğretmenden anladığım kadarı ile, enstitü mezunları zannedildiği kadar solcu da değildi. Solcu olanlar, yazar-şair olup, göze battı o kadar.



Öyleyse neydi enstitüleri, sağ için bu kadar tehlikeli yapan? Enstitü mezunlarının göz açık olması, o zamanlar vergi verilmesin diye tapuya kaydı yapılmamış arazileri  üzerlerine geçirmek gibi yasal boşlukları kullanmak alışkanlıkları vardı. Bu uyanıklıkları, yüz yıllardır yasa nedir bilmeyen, ne denirse inanan köylülere öğretmek gibi alışkanlıklar da edinmişlerdi. Yasal olarak yirmi yıl boyunca istifa edemiyorlardı. Tehlike olansa, memuriyetten atılmaktan da pek korkmuyorlardı. Çünkü o yıllarda zor bulunan marangozluk, inşaatçılık ve demircilik gib o yıllarda pek bulunmayan meslekleri edinmişlerdi.

Yakın tarihimizde böyle çok tekrar edilmiş, yüksek sesle bağırıla bağırıla söylenmiş çok yalan bulabilirsiniz . En basitinden balyoz ve kumpas davalarına, 12 eylül 2010 referandumuyla, hakim ve savcı atamalarını siyasetin eline verilmesinin demokrasi getireceğine falan hep inandık daha doğrusu toplum inandı. Çünkü o yıl; fabrikalar-tarlalar, her şey emeğin olacak diyen komünistler ile, kamu iştiraklerini babalar gibi satarız diyen komünistler,  Türkçüler ve tüm medya, bunu ilan etti. Daha öncesinde de özelleştirmeler ile, elektrik faturalarındaki kayıp, kaçak ödemesinden kurtulacağımız ilan etti. 

Ve daha neler neler. Toplumu buna inandırmak için, sadece ısrarla aynı yalanı, büyüterek yetmez, yüksek sesle ve kalabalıklarla da söylemek gerekli. Bunun için de kalabalık bir medya gerekli. Bu da bu serinin 2. yazısı olacakç

25 Ağustos 2021 Çarşamba

ETKİNLİK EĞİTİMİ SORUNUMUZ


 

Geçen gün şehrin bayağı kenar mahallede bir lisede sınav görevim vardı. Okulda müdür hanımın öğrencilere  saksılarla yaptırdığı botanik bahçesini gördüm. Mütevazi ama öğrenciler için ilginç bir tecrübeydi. Aynı projeyi kendi müdürüme de önermeye karar verdim.

Diğer yandan da, bir tarım ülkesinden uzaklaşmamız bir yana, yeni neslin doğadan uzaklaşması tehlikesini de düşündüm. Okul, çevrenin kendisi olmalı, çevreden yalıtılmamalı. Bunlar herkesin bildiği ya da bilmesi gereken  eğitim ilkeleri.

Oysa Türkiye'de okul halen, yani pratik durumda ders anlatılan, dinlenilen ve belirli özel günler haricinde de pek az etkinlik yapılan yerler. Çalıştığım pek çok okulda bunu gördüm. Mesela köy enstitüsü- Anadolu Öğretmen lisesi ve en nihayetinde de fen lisesi olan bir okulda iki yıl çalıştım. Ne bir okul gezisi, pikniği, ne bir öğrenci şenliği (köy enstitüsü etkinliğini saymıyorum, öğrencilerle alakası yoktu) olmadığı gibi, ulusal-uluslar arası bir yarışmada da olmadı. Okulun tek ciddi öğrenci etkinliği,  kendileri çalıp, kendileri oynadıkları Tübitak fuarıydı. Kendi çalıp, kendi oynamak deyiminin tam yeriydi bu fuar. Gayet güzel bir ziyafetle, ilçe kaymakamını ve ilçenin önemli isimlerini ağırlamamız dışında, ilçedeki diğer okulların haberi bile olmayan bir etkinlikti. Bir öğretmenin 65 (altmış beş) projeye birden danışmanlık yaptığı tuhaf bir etkinlikti. Tarihi okulun ne spor ne de sanatta doğru dürüst bir etkinliği yoktu. Ne ilçe-il-ülke çapında bir yarışmaya katılıyor, ne okul içi yarışma-turnuva düzenliyordu. Üstelik okulun köy enstitüsünden kalma devasa orman arazisi, (Önemli bir kısmını polis okulu, kız meslek, imam hatip lisesi ve hatta ilçe hastanesinin bir polikliniğine bırakmış da olsa, o arazi gene de devasaydı:)hatta içinde kısmen de meyve ağaçları vardı. Bir kısmına bazı meraklı öğretmenler baksa da, çoğu da bakımsız kalmıştı.

Çalıştığım pek çok okul, bu durumdaydı. Zira her etkinlik, ciddi bir sorumluluk demektir. Yukarıdan bir emir, ya da öğrencilerden-velilerden bir istek gelmedikçe bir etkinlik yapmamak, çevre ile iletişime geçmemek en iyisidir. 

Çünkü ülkemizde iyi bir işe yaptığınızda takdir etmezler, iş yapmadığınızda, neden yapmadınız demezler ama kötü iş yapıldığında, neden diye sorarlar. Bu sadece bir devlet geleneği değildir, halkın tepkisi de böyledir. Mesela turnuvada kavga çıktı, okul pikniğinde kızlardan bir kocaya kaçtı (bir arkadaşımın başına gelmiş) veya kaza oldu, herkes size hesap sorar. Fakat başarılı bir gezi ya da programın ödülü yoktur.

Şöyle ilginç bir olay anlatayım. Çalıştığım başka bir okulda, vekaleten idarecilik yapan iki arkadaş, yaz tatilinde ilçede olduklarından, ilçenin geleneksel güreş festivalinde (aslında kültür-sanat ama işler hep yağlı güreş turnuvasında takılıyor) görev almışlar. Bir de o zamanlar, bu festival çok gözde,  koalisyon ortağı partilerden birisinden belediye başkanı. Bayağı öneli politikacılar katılıyor, bürokratlar katılıyor ve yapılan pilavı beğenmiyor. Aşçının hatasının bedelini bu iki arkadaş düşük sicil notu ve bu düşük sicil notu yüzünden müdür yardımcılığı sınavına girmeyerek ödüyor. Bu düşük sicil notunu ve sebebini de o zaman öğreniyorlar. 

Şimdi bu ve buna benzer olaylar, öğretmeni etkinlik düzenleme ya da düzenlenen etkinliğe katılma hevesinden alıkoyuyor. Bir de, belediyenin etkinliğinde neden öğretmen görevlendirilir? Özellikle ilçelerde, resmi törenlerde illa öğretmenlere angarya görev vermek, hastalıklı bir alışkanlık gibi.

Asıl zararlı alışkanlık da,  başarıyı takdir etmemektir. Anadolu Öğretmende çalıştığım zaman bir sınıfta (25 kişilik sınıf) 16 hukuk kazanan olmuştu ( o zamanlar bu kadar çok hukuk fakültesi yoktu). Öğretmenlere ödül verilmesi söz konusu olduğunda il milli eğitim müdürlüğü, başarıyı dershaneye bağlamış ve ödül vermeyi ret etmişti. (Öğretmen arkadaşlar ödüle değil de, başarının dershane bağlanmasına içerlenmişlerdi. Sahi, madem marifet dershanede, süper lise (o zamanlar süper lise vardı) mezunlarında neden benzer bir başarı kazanamamıştı?)

Böyle olunca da öğretmen ya da memur, amirlerden emir gelmedikçe ekstradan bir etkinliğe öncü olmaya isteksiz oluyor.

Diğer bir konu da bu etkinlikler için öğrenci seçimi sorunu. Okulların pek çoğunda, önemli gün ve hafta etkinliklerine (kompozisyon, şiir okuma, sunum, folklor gösterisi vesaire) bir sunum ve okulun kendisini gösterme faaliyeti olarak görüyor. Bunun sonucu olarak da, bu faaliyetlere hep aynı öğrenciler katılıyor. Çünkü öğrencinin olası başarısızlığı,  okulun başarısızlığı gibi bir durumdan korkmakta, öğrencinin sorunundan sorumlu olma korkusu yaşamaktadır. 

Oysa bu etkinlikler, aynı zamanda bir eğitim etkinliğidir. Bu yüzden de sıkıntılı  öğrencilere, risk alınarak da olsa, rol verilmelidir. Aslında yapılması gereken, bu etkinliklere mümkün olduğunca çok öğrenciyi katmaktır. Bu etkinliklere katılmayan ya da çağrılmayan öğrencilerin, okulu benimsememe durumu ortaya çıkabilir ki pek çok kez öyle de oluyor.

Başka bir sorun olarak ülkemizde etkinliklerin bir öğrenme eylemi değil de, özel günlerdeki gibi gösteri ya da gezi-takım maçı durumlarda eğlence gibi algılanması. Oysa takım oyunları, takım halinde hareket etmek,  sevmesen bile aynı takımda olduğun için uyumlu davranmayı öğretir. Okul gezileri,  topluluk içinde hareket etmeyi, otel kuralları ile geceyi geçirmeyi vesaireyi öğretir. İşin doğrusu gezi planlanırken , bu tür eğitimlerin de planlanması gerekir.

Son olarak da,  okul pikniklerinin sadece mangalda et ya da bir şeyler yemek olmaması için de planlama yapılması gerekliliğindeyim. Öğrencilere doğa sevgisi öğretilmeli, ağaçların sadece mangalcılara gölge olmadığı öğretilmeli ve hatta okul pikniklerinde mangal yasaklanmalıdır.

Eğitim sistemimiz tel tel dökülürken, her teli için az da olsa fikir üretmeye çalışmaya devam edeceğim.


21 Ağustos 2021 Cumartesi

ARİFLERİN MENKIBELERİ VE MEVLEVİLİĞİN KARANLIK YÜZÜ



Son bir kaç yıldır fark ettiğim bir gerçek var. Din kitapları çok satılıyor ama az okunuyor. Bu sadece Kuran-ı Kerim değil, diğer dini kitaplar da satın alınıyor ama okunmuyor. Bunun en garip ispatını tesadüfen aldığım bir kitapta gördüm. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/gazalinin-omuzundan-atilan-tufekler.html ) Hüseyin Hilmi Işık, kendi konuşmalarını kitap yapmış, Gazali'nin Kimyayı Saadet'i gibi basmış. Üstelik bunu 1969 yılında yapmış, bunu da ben bu blogda yazana kadar fark eden olmamıştı, olsa da kamuoyuna duyurmamıştı. Zira Hilmi Işık, Işıkçılar denen ve halen İhlas holding, Türkiye gazetesi ve benzeri yayın organlarını elinde bulunduran güçlü bir tarikat. İnsanların o dini kitapları okumadıklarından o kadar emin ki, yazılı kağıdına futbol maçı anlatan öğrenciler gibi, kitabı alakasız şeylerle doldurmuş.
Şu günlerde tarikat liderleri, kuranın Türkçe çevirisinin okunmaması için uğraşıyor. Ben de öğrencilere, tefsir kitaplarını, İmam Gazali,  Said-i Nursi, İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Şafi gibi din adamlarının kitaplarını okumalarını öneriyorum. Zira Kuran'da yazılanlara, o ilahi bir kitap, bir sebebi vardır diye açıklanabilir. Ancak meşhur tefsirciler için benzer bir bahane bulamayız.
Ariflerin Menkıbeleri de böyle bir kitap. Kitaptan alıntıları pek çok muhafazakar gazete, dergi ve benzeri süreli yayınlarda, Ariflerin Menkıbeleri'ndan parçalar yayımlanır, tıpkı Mesnevi'de olduğu gibi. Mesnevi'de otuz kadar pornografik bölüm vardır. Üstelik Mevlana bunları ballandıra ballandıra anlatır. Pek çok çocuk kitabında ise, hayvanlı, böcekli hikayeler vardır.
Ariflerin Menkıbeleri adlı kitabı okumaya başlama sebebim, Timur Soykan'ın Badeci Şeyhin Sır Odası adlı kitabında, bu kitaptan bahsetmesiydi. Kitapta bahsedilen sapkınlıklardan bazılarını görmedim, ama o kadar sapkınlık gördüm ki, diğerleri de herhalde başka nüshalardan vardır diye düşünüyorum.
Ahmet Eflaki'nin hayat öyküsüne baktım internetten. Genç yaşta Mevlana'nın oğluna mürit olmıuş, sonra türbedarlıklar yapmış, Konya'da Mevlana'nın yakınlarına gömülmüş.
Kendisi Mevlana'yı, babasını ve soyunu abartılı bir şekilde övüyor, hem de Mevlana'ya rağmen. Öyle ki yer yer, eğer Mesnevi'yi baştan sona okumuşsanız, Eflaki hiç mi Mesnevi okumamış diyorsunuz, oysa ki sık sık Mesnevi'den beyitler de ekliyor kitabına. Mevlana, çocukken helva ve kuru üzüm  istemek için ağladığını Mesnevi'de yazarken, Eflaki, onun ağzından çok az yemek yediğini, hatta dört ay yemediğini yazıyor( 469). Sonra Mevlana, ibadette ve takvada aşırıya gidenlerle alay ederken,  Eflaki, Mevlana'nı yıkanmayı bile unutan Kayserili bir şeyhe  mürit olduğunu yazıyor (sayfa 96) Hatta Mevlana'ya düpedüz tanrı diyor (sayfa 252). Kitap boyunca Mevlana, babası, Şemsi Tebrizi, Mevlana'nın soyundan gelenler ve Mevlana'ya yakın olanlarla ilgili olarak ipe-sapa gelmez efsanelerle dolu. Mesela Mevlana, Mesnevi'de kimsenin, kimseyi kabir azabından kurtarmayacağını söylerken,  Ariflerin Mnekıbeleri'nde sayfa 295'de Mevlana birisini kabir azabından kurtarıyor. 303. sayfada Mevlana'nın oğlu, Şam'da medresenin çatısında, gökte yürüyor. 505'de ise Mevlana'nın yetmiş (70) kere hacca gittiğini söylüyor. Hac, İslam'a göre yılda bir kere yaşanır. Mevlana ise Vikipedya'ya göre altmış altı yıl yaşamış. Üstelik o zamanlar hac,  yılda bir yapılabilen bir eylem. Kaldı ki o zamanın ulaştırma teknolojisi ile aylar sürmekte.
Eflaki, Mesnevi'yi de Kuran yerine koyuyor. Sayfa 226'da Mesnevi'nin değiştirilmesini, Kuran'ın değiştirilmesine benzetiyor. Sayfa 261'de ise, biri Mesnevi, Kuran tefsiridir diyen birine, ey  eşek, ey kahpenin kardeşi (Eflaki'den aynen aktarıyorum), neden Kuran değil diye hakaretler ediliyor. 261 oldukça ilginç.
Eflaki'nin Mevlana ile ortak noktası, Türk düşmanlığı. Mesnevide de bol bol Türk düşmanlığı var. Mesela Mevlana, gülmekten terziye kumaş çaldıran bir Türk'ün ahmaklığından ya da Çinliler ile resim yarışması ve boya yerine cila kullanıp, Çinlilerin resimlerini yansıtarak ödül alan Türklerden falan bahseder.  
Eflaki ise daha ileri gitmiş. Aldığım notlardan gidiyorum; Sayfa 242, Mevlana, Konya Türkler yüzünden yıkılacak diyor; 333'de din adamı olmadığı halde sarık takmaya özenen bir Türk azarlanıyor; 542'de Mevlana yada oğlu, bağı Rumlara yap, Türklere bozdur, Türkler ancak bozmasını bilir diyor; 568'de Karamanoğlu Mehmet bey kast edilerek, Konya, merhametsiz Türk yüzünden harap oldu diyor; 675'de sorumsuz ve utanmaz Türk askerinden bahsediyor; 683'de de sorumsuz ve laubali Türk'ten bahsediyor. Kitapta not almadım ama 2-3 yerde Kürt uyuyup, Arap uyanan şeyhe şükür olsun deniliyor. Dipnota göre Kürt cahilliği, Arap'ta ilmi simgeliyormuş.
Kitapta Moğolların Anadolu'da bayağı etkili oldukları ve onlara karşı sık sık isyanlar çıktığını öğreniyoruz. Kitap otuz-otuz beş yılda yazılmış ama anladığım kadarı ile kısım kısım ve o zaman için elde çoğaltılan bir dergi gibi çoğaltılmış. Kitap boyunca anlatılan siyasi olayların çoğu yanlış çünkü kitabı hazırlayan akademisyen, dipnotlara düzeltmiş. Mevlana ve müritleri, benim kitaptan anladığım kadarı ile sonuna kadar Moğolların yandaşı olmuşlar. Bunlarla ilişkin pek çok örnek var kitapta. Mesela 245'de Bacu (ya da Baycu) Noyan'a Mevlana'nın dilinden evliya diyor. Hatta, Bacu Noyan, evliya olduğunu bilmezdi diyor. Baycu Noyan ise, hayatı boyunca hiç Müslüman olmamış, bolca Müslüman katletmiş ve  İlhanlı hükümdarlığında taht kavgası uğruna ölmüş. Zaten kitap boyunca sıkı bir Moğol övgüsü var ve özellikle Konya'nın egemenliği için Moğollarla sık sık çatışan Karamanoğullarına da muhalifler. Konya, Türkler yüzünden yıkılacak demesi de, Karamanoğullarının sık sık isyan edip, Konya'yı fethetmeye çalışması. Mevlana, Mesnevi'de memleketim Erzincan hakkında iyi şeyler yazmaz. Ben bunu yöre halkı ile anlaşamadığını falan sanıyordum, meğer Moğol yandaşlığı ve yerel beylerle ilişkilerinin kötüleşmesiymiş. (Bunu sayfasını not almamışım, özür dilerim) Sayfa 632 'de  yazıldığına göre Sivas'ta bir isyan çıkıyor Moğollara karşı ve Mevleviler, Arap Noyan diye bir Moğol beyinden yana oluyorlar. Ben, Sivas kalesinin,  Ankara savaşından önce, Timur tarafından yıkıldığını zannediyordum. Bu dönemde de ağır bir yıkım yaşadığını öğreniyorum. Aynısı Konya kalesi için de olmuş. Konya'ya ağır bir yıkım yaşamış. Asıl bomba kısım sayfa 713'de! Mevlana'nın babası Baha Velet dua ettiği için Moğollar böyle büyük bir imparatorluk olmuş. Eflaki'ye göre sırf Cengiz Hanın yaşamı boyunca, o dönemin Dünya nüfusunun %10'u olan 40 (kırk) milyondan  fazla insanı öldüren, Cengiz'den sonra da katliamlarına torunu Hülagü, yeğeni Kubilay ve daha onlarca torunu komutasında insan öldüren; son Abbasi halifesini ve onlarca İslam alimini katleden, mescidi, şehirleri, köyleri takıp yıkan Moğollar, Mevlana'nın babası sayesinden zaferlere ulaşmış.  Ahmet Eflaki öyle diyor.


Bu kütük gibi kitabı okumuş olmamın en başta gelen sebebine değinelim. Timur Soykan, Badeci Şeyhin Sır Odası kitabında, Ariflerin Menkıbeleri kitabında Şemsi Tebrizi'nin Mevlana ile cinsel ilişkisinden, evliyalığını saklamak için eşekle cinsel ilişkiye giren şeyhten, şeyhin tanrı sayılması, şeyhin müridinin karısını ve çocuğunu istemesinden,  Tebrizi'nin mürit olmak isteyen kişiden, hem de Tebriz çarşısının ortasında, hurma şarabı içmesini istemesinin yazdığını söylüyordu. İlk ikisini bulamadım ama büyük ihtimalle bu kitabın başka nüshalarında bulunabilir. Şeyhini tanrı, hatta allah, peygamber sayan mürit, sayfa 263'de okunabilir. Şemsi Tebrizi'nin mürit adayından, Tebriz çarşısında ve herkesin içinde hurma şarabı istemesi, sayfa 471; Arif Çelebi'nin müridinden şarap içmesini istemesini, müridinin çocuğunu ve karısını istemesi de470. sayfalarda mevcut.
Not aldığım diğer garip şeyler de şöyle; 291, göze iyi gelen Hicaz çöl kumları; 295, Mevlana ve yanındakilerin gayb yemeği yemesi; 395'de tanrı bir peygamber daha gönderse bu İbni Sina olurdu deniliyor (oysa Mesnevi'de İbni Sina, Farabi ve diğer  Meşai filozoflar hakkında iyi konuşulmuyor. Hatta hem Mevlana, hem de Tebrisi, filozof kelimesini küfür gibi kullanıyor) 401, kadının sözünü dinle ama tersini yap hadisi;  474, Şems'in bu kafire küfredersem, kafir cennete gider demesi; 480, mahbubperestlikten, yani oğlan yüzüne bakma takıntısından bahsedilmesi, gökyüzündeki Beyt-ül Mamur diye bir mescitten bahsedilmesi (başka kaynakta görmedim; (sonlara doğru bu sapık ve tuhaf ifadeler artıyor)461 Baha Veled'in şarap içmesi ve 683 başka bir içme sahnesi. 
Kitabı yazanın Mevlana'ya yakın gömülecek kadar önemli birisi olması da kafaları karıştırıyor. Kesin olan bir şey varsa, Mevleviliğin o kadar saf ve hümanist bir mezhep olmadığı. Toplumumuza onlarca yıldır Meqvlevilik üzerinden tarikatçılık yüceltiliyor ve pazarlanıyor. Oysa Timur Soykan'ın kitabında bahsettiği Bursa'daki sapkınlıklara çok da şaşırmamız gerekiyor.