27 Ocak 2022 Perşembe

CENGİZ DAĞCI VE KIRIM TÜRKLERİNİN DUYULMAYAN TRAJEDİSİ

 


Kırım Türkü, Tatarı, roman yazarı Cengiz dağcı hakkında vikipedya yada benzeri kaynaklardan bulabileceğiniz bir hayat hikayesi ya da edebi eleştiri; hem haddim değil, hem de çok gerekli değil. Kendi hesabıma daha fazlasını yazmam gerektiği için yazıyorum.

Kendisi 21 (yirmi bir) yaşında askere giderken terk etti Kırım'ı. Almanlara esir oldu, müttefiklere sığındı ve bir mülteci olarak İngiltere'ye yerleşti. Orada kendisi gibi mülteci, Polonyalı bir kadınla evlenip, lokanta açtı. Polonyalı karısı Regina'dan çocukları ve torunları oldu. 2011'de öldüğünde, o dönemim Türk dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'nun girişimleriyle Kırım'a gömüldü.

Romanlarının ilk nüshalarını, Varlık yayınevine gönderdi ve Varlık yayımlarının kurucusu Yaşar Nabi Nayır ile mektuplaştı. Romanlarını ne Kırım'da ne de İngiltere'de kullandığı Türkiye Türkçesiyle yaptı. Kırım Tatar Türkçesiyle de pek az bilinen şiirlerini yazdı. Son bir kaç roman ve hikayesinde de yıllarca yaşadığı İngiltere hakkında yazdı.

Aslında burada asıl değinmek istediğim Kırım Tatarlarının çektiği çilelerden çok, haksızca suçlanmaları, tüm toplumun sürekli Nazi işbirliği ile suçlanması.

İşgal ve düşman saldırıları sırasında her toplumdan işbirlikçiler olur. Rusların kendi içlerinde de işbirlikçileri vardı. Oysa Kırım Tatarlarının en işbirlikçileri bile, Nazilerin en çok önem verdiği Yahudi imha programına karşı gelmiş, Yahudi komşularını korumak için çırpınmıştır. Pek çok Rus ise, Nazi işgalini Yahudilerden kurtulmanın bir fırsatı olarak görmüştür. Kırım Tatarları arasında Saide Arifova gibi yüzlerce Yahudi'yi canı pahasına kurtaran kahramanlar çıkmış, onlar da sürgünden kurtulamamıştır.

Burada bir parantez açmalıyım ki Antisemitizm, yani Yahudi düşmanlığı hiç olmamıştır. Kızdkları zaman Çufut, sevdikleri zaman Kırımçak dedikleri Karay Yahudilerini ise Tatar olarak görmüşlerdir. (Kırım'da Aşkenaz Yahudileri de vardı ve bu iki ayrı mezhep birbirine nadiren karşıyordu)

Diğer bir konu da, Nazi işbirliği ile suçlanan her halk (Çeçenler, Romanlar ve benzeri) ve hatta herkes, Stalin öldükten sonra anayurtlarına geri döndü, Kırım Tatarları hariç. Kırım Tatarlarının ise pek çoğu Özbekistan'da kendilerine düşman bir ülkede (Bizdeki Turan-Türk zihniyeti halen Orta Asya'da çok azdır), pek çoğu da yetimhanede büyüdü. Önemli bir kısmı da Sibirya ve diğer Sovyet ülkelerinde yaşadılar. Kültürlerini tanıtacak halı, kazak, dantel desenlerini bile yanlarına götüremediler. Onlara kültürlerini anlatacak büyükleri bile yoktu. Son Sovyetler Birliği lideri Gorbaçov ve onun Glasnost politikalarına kadar Kırım'a dönemediler. Uzun yıllar çoğu kez bir araya gelemediler. Sürgünden yıllar sonra Özbekistan'da 4 sayfalık Lenin Bayrağı gazetesi ile dillerini hatırlamaya çalıştılar.

Bütün bu süreçte, Cengiz Dağcı ve eserleri, üstelikte sadece Türkiye'de ve Türkiye Türkçesi ile yayımlanırken, Türk Stlainistleri ile Türk Turancı-ırkçıları arasındaki propaganda savaşının arasında kaldı. Oysa kendisi, Rus yayılmacılığının zulmüne en fazla uğrayanlardan biri olduğu halde, eserlerinde Rus halkına karşı bir nefret söylemlerinden özellikle kaçınmıştır.

Öte yandan Kırım Tatarlarının yaşamış olduğu ve halen yaşadıkları gerçektir ve anlamak için Cengiz Dağcı'yı okumak gereklidir.

21 Ocak 2022 Cuma

MODERN KÖLELER-MÜLTECİLER.

 


Geçen gün okuduğum bir dergide, 2021 yılının Dünya nüfus artışının %1'in altında olduğunu okudum. Dünya çapında baby boomers (bebek bombardımanı ) çağı sona erdi. Artık seksenler ve doksanlarda olduğu gibi dünyada her saniye bir bebek doğmuyor. Dünyada aslında artık gizlenemez bir nüfus azalması var. 

Bu nüfus azalmasının da ciddi sorunları var. Artık pek çok ülke, göçmen almaya muhtaç. Sadece işçi göçüne değil, beyin göçüne de muhtaç. Çünkü sınıf atlama derdi olmayan gençlik, zorlu üniversite eğitimine hevesli olmuyor. Modern ülkelerde eğitim daha kaliteli olduğu gibi, daha da zor. Bizdeki gibi, herkesin beden eğitimi-resim-müzik dersleri beş-yüz olsun, çocuk namazında-niyazında din dersine bol not verin, burası fen lisesi, felsefeden çok zorlamayın gibi durumlar yok. Böyle olunca da erkenden hayata atılmak yerine, üniversiteye gitmek,  Avrupa gençliği için çekici olmuyor. Bu yüzden de Erasmus, Eurrail gibi projelerle üniversite eğitimi çekici hale getiriliyor.

Bir de şu var ki, bu şekil eğitim, pahalı bir eğitim oluyor ve bu şekilde yetişen eleman da pahalı oluyor. Oysa kapitalizm için her türlü elemanın, icabında üniversite profesörünün de ucuzu lazım. Ucuz mal gibi, ucuz elemanın da kullanılacağı alanlar var. AR-GE merkezinde deha fikirler üretecek mühendise de ihtiyaç var, vardiya amiri ya da şantiye  şefi olarak işçi çavuşluğu yapacak mühendise de ihtiyaç var. Kolejde kaliteli ders anlatacak öğretmene de ihtiyaç var, çocuklar sokakta çetelerin eline düşmesin diye onları okullarda oyalayacak öğretmenlere de ihtiyaç var. 

Bu durumda önce Türkiye gibi ülkelerde üniversite mezunu işsizleri arttırmak için,  gelişmemekte inat eden ülkelerde diploma patlaması yapmak. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/11/genclere-diploma-patlamasi-tuzagi.html ) Sonra da bu ülkelerde mutsuzluk üretmek, o ülkeye iktidara otokratlar, diktatörler getirmek,  ülkede iç savaşlar çıkarmak olmalı.

Benim kafamda böyle garip bir komplo teorisi var. Pek çok savaşın, mülteci üretmek için çıkarıldığına dair. Zira gerçek kölelik, işsizlerin çok olduğu, işverenin seçerek eleman aldığı, parasızlığa dayalı köleliktir. İşveren için eleman sıkıntısı, abi bana iş diye ağlayanların olmamasıdır.

Şu çırak bulamayan esnafı, özellikle de geleneksel el sanatı esnafına, bir çocuğu çırak vermeye götürdüğünüzde nasıl nazlanır bilir misiniz? O çırak olacak çocuğa karşı zaten bir eğitim programı olmadığı,  tüm gün iş yapacağı çıraklığa, sözde istemeye istemeye kabul edilir. Usta da zor ya, bu dükkan anca kendini çeviriyor ya falan der. Anne ya da baba, haftalığa gerek yok, iş öğret yeter falan demesini bekler.

Bir de meslek lisesi, memleket meselesi diyen sanayiciler var, onların da derdi, kalifiye elemandan çok, maaş, hatta yemek bile vermeden stajyer işçi çalıştırmaktır.

Bütün bunlar için, Marks'ın deyimi ile yedek işçi ordusu dolu olmalıdır. 1961-1972'de Almanya'nın, daha doğrusu Batı Almanya'nın yaptığı gibi, davul-zurna ile, ödül ile işçi çağırmak, tüm  sanayileşmiş ülkelerin kabusudur muhtemelen. 

Oysa şimdi sanayileşmiş veya petrol zengini ya da başka bir şekilde iş olan her ülkeye doğru bir mülteci var. Pek çok ülkede ya iç savaş ya da anca bağıra-çağıra konuşan zorbalar var.. Bu zorbalar başka ülkeye giden gençlerle ilgili de zerre kadar üzülmüyor ve utanmıyor. Zira ülkelerini fabrika fabrika, parsel parsel sattıkları gibi, gençlerini de satıyorlar.

Kendi ülkelerinin de nüfusu azalma yolunda, bu yüzden de kendi ülkelerini de mülteciler ile doldurma derdindeler. Almanya'daki Türk işçileri, en azından 2 nesil boyunca yüksek doğum oranına sahiptiler. 1974'den itibaren doğum oranları düzenli olarak düştü ve son yirmi yıldır da Almanlardan daha az ürüyorlar. Türkiye'deki Suriyeliler ve diğer Afganların da durumu farklı olmayacak, tabi 2. nesil Türkiye'de kalabilirse. Seksenlerde ve doksanlarda Kürtler  için deniliyordu. Bir kaç yıldır da muhafazakar-dindar kesim için deniliyordu. Yıllardır onların çocuklarına öğretmenlik yapan biri olarak, o cenahta da, özellikle 15 temmuzdan beri, boşanmaların çok olduğunu söyleyebilirim.

Türkiye'deki radikal tarikatlar, Hasidi Yahudiler ve Amişler gibi dışa kapalı cemaatler de bile doğum oranları azalmakta. Diğer yandan böylesi cemaatlerin üyeleri, cemaat dışına çıkmadan ucuz iş gücü olmaz. Bu cemaatlerin, kapitalizmin ışıltılı dünyasına veya devlet baskılarına ne kadar dayanacağı da başka bir soru.

Önce bu nüfus azalmasının temel sebebini açıklayayım, tabi kendi fikrimce. Kapitalizmin insanları çok çalıştırması ve çok tükettirmesi. Dünyanın tüm tatlarını almak isteyen, her şeyi tüketmek isteyen insanlık, çocuk yapmak isteğinden vazgeçiyor. Herkes akademik kariyer, büyük ev, yaz-kış tatili veya gezmek istiyor. Hiç kimse de çocuğu ucuz işçi olsun istemiyor. Ucuz işçi olmak için sadece işsiz olmanız yetmez, öğrenilmiş çaresizliği de içselleştirip, patrona teslim olman gerekir. Küçük yaşta okuldan alınman, çıraklığa verilen, yaz tatillerinde çalışan çocuklar, büyüyünce ucuz işçi olur. Ailenin doğrudan yok diyerek büyüttüğü çocuklar ucuz işçi olur. Varsıllıkla büyüyen kişi, her seferinde bu ucuz işçilikten kurtulmak için gözünü, kulağını dört açar; ucuz işçi olmaktansa daha atılgan olur, risk alır. Oysa kavruk büyümüşseniz, öyle kolay kolay risk alamaz, ucuz işçi olmaya devam edersiniz. Bu yüzden doğum teşviki ile, aile yardımıyla doğacak çocuk, ucuz işçi olmaz kolay kolay.

Oysa göçmenler, her şeyini geride bırakmış, hayata yeniden tutunmaya çalışan insanlar, her şeye razıdır. Onlar, 1960'larda göç edenler gibi de değildir. Pek çoğu tatil için memleketine dönmeyecek ve memleketlerine yatırım yapmayacak.

Gidenlere, gitme diyemeyiz lakin bilelim ki mücadelemizi biraz da bu insanlar, özellikle gençler girmesin diyedir.

13 Ocak 2022 Perşembe

KÜRKLÜ VENÜS VE KÜRK MANTOLU MADONNA

 


Bu iki roman, birbiri ile alakasız görünüyorsa da,  ben Sabahattin Ali'nin, Leopold von Sancher Mazsoch'un Kürklü Venüs kitabını okumuş olduğunu ve ilham almış olduğunu söyleyebilirim.

Sabahattin Ali ve romanın şöhretinden dolayı, onunla ve romanıyla ilgili bir tanıtım girişi  yapmayı, okurlarıma hakaret olarak görürüm. Bu yüzden Mazoşizm'e adını veren Mazscoh ve Kürklü Venüs'ünden bahsetmek gerekir. Avusturyalı yazar Masoch, bu romanı ve diğer eserleri ile, psikiyatrik bir hastalık olan mazoşizme adını vermiştir. Kısaca eziyet görmek ve aşağılanmaktan zevk, daha doğrusu cinsel zevk almak olarak adlandırılır bu psikolojik rahatsızlık. Fransız yazar Markiz dö Sade'den alan Sadizm hastalığının karşıtı gibidir. Bu hastalıkta eziyet etmek ve aşağılamaktan zevk, daha doğrusu cinsel zevk almak hastalığıdır. ,

Günümüzde her iki her iki hastalık da aynı patolojik süreçlerden geçtiği ve çok kere de birbirinin yerine geçtiği için aynı hastalık da sayılır (vikipedya).

Mazsoch'un romanı ile, Sabahattin Ali'nin romanlarındaki arasındaki ilk benzerlik, her iki romanda da romanın kadın kahramanın bizzat yazar tarafından tanınmış olmasıdır. Sabahattin Ali, Almanya'da öğrenci ilken tanıdığı Maria Pııruder'in adını bile değiştirmeden romanına baş kahraman yaparken,  Mazsoch ise kazabikalı (Kazabika, Slavlara özgü, kürkten bir kadın giysisidir ) sevilisi Anna von Kottowit'i Wanda yapmıştır. Her iki romanda da, bolca aforizma (özlü söz) vardır. Her iki romanda umulandan çok kısadır. Olaylar tüm hızı ile sürerken, ani bir olayla birden kesilir ve her iki roman ani bir sonla biter. Her iki romanda da olay, erkek kahramanın ağzından anlatılır ve erkek kahraman, yaşadıklarından ahlaki sonuçlar çıkarır.



Kürklü Venüs, ilk olarak 1870'de, Avusturya-Macaristan imparatorluğunda basılmıştır ve muhtemelen Sabahattin Ali'nin babasından bile daha eski bu roman; basıldıktan yüz yıldan uzun bir zaman geçtikten sonra, 1974'de Türkçeye çevrilmiştir. Sabahattin Ali bu romanı muhtemelen Almanya'da öğrenci iken okumuştur.

Kürklü Venüs'te Roma tanrıçası Venüs'ün adı, cinsel hazları anlatan sıfat olarak kullanılmıştır. Kürk Mantolu Madonna ise adını bizzat Madonna yani Meryem Ana'dan almıştır  (İtalyanca kadınım demek olan Madonna, İsa peygamberin annesi Meryem'in de adıdır.) ve romanda sevecenliği simgeler.

Son olarak, her iki romanda da romanın anlatıcı kahramanı, sevgilisi olan kadından ayrılınca yoksulluk ve çile çeker ve sonsuz bir suçluluk-pişmanlık duygusu ile yaşar.

Her ikisi de artık birer klasiktir.

8 Ocak 2022 Cumartesi

ÖZELDE TÜRK FAŞİZMİNİN , GENELDE FAŞİZMİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ



 Atsızcılar ve bir kısım ana akım Türk faşizminden ayrılan faşizan ateistler, Aleviliğe kanca takmaya çalışıyorlar. Amaçları Alevileri Türk-Kürt ve Arap gibi daha küçük parçalara ayırmak. Ülkücülerin,  Maraş, Çorum ve bilumum katliamlarını, Atsız'ın izinden gitmeyen Ülkücülerin yaptığını söylerler.

Oysa Atsız daha otuzlu yıllarda, Niğdeli Kadı Ahmet'in kitabını, tarihsel bir gerçek bir belge gibi sunma çabası, Alevi katliamına zemin hazırlama çabasından başka bir şey değildir. Bu tür iftiralar, Babek isyanı taraftarlarına bile atılmıştır.  Deli Kurt romanında da Şeyh Bedrettin'le isyan edenleri, Bedrettin Resullullah diye bağırdığını iddia eder. Bu olay da Atsız'ın uydurmasıdır. 

Aleviliğin kökeninin Şamanizm olduğunu ilk söyleyen profesör Fuat Köprülü'dür ve Atsız'da bir dönem onun asistanlığını yapmıştır. Ancak faşizmin derdi, güç derdidir. Türklük, vatan, millet derdi değildir. Yüzlerce yıldır hor görülen Alevileri, Abdalları, Tahtacılardan da elbette nefret edecektir. 1972'de katledilen (Alevi-Ülkücü) Ali Balseven hakkında yazdıkları ise, hem bir günah çıkarma, hem de muhtemelen daha o yıllarda planlanmış olan Maraş katliamını saklamaktır.

Aslında Atsız, Türk ırkçılığının teorisyenleri arasında en dürüst olan, açıkça ırkçıyım diyendir. Irkçılık, daha doğrusu içinde kötülük yapma amacı taşıyan hemen her ideoloji, en azından başlangıcından iki yüzlüdür. Modern anlamda ve an açık olarak faşizm, Avrupa devletlerinin deniz aşırı sömürgeler elde ettiğinde başlamıştır. Avrupa devletleri bu bölgeleri çoğu kez gülünecek kadar kolay fethetmiş ve yönetmiştir. Avrupalıların işgal ettikleri pek çok bölgenin halkının dilinin yazısı bile yoktu ve yazı olsa bile, okuma-yazma bilenler komik denecek kadar azdı. Hindistan'ı ilk işgal eden İngiliz ordusu değil, İngiliz-Hindistan şirketiydi ve bu dev ülkeyi (O dönem Hindistan kavramına bugünkü Pakistan, Bangladeş, Sri Lanka, Nepal ve hatta Myanmar'da dahildi), yüz bin kadar subay ve paralı askerlerle işgal etti ve yönetti. Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve civarında bugün bile okuma-yazma oranı çok düşüktür.

Öte yandan Avrupalılar, genelde savaş teknolojisi geri olan ve halkı örgütlenmemiş ülkeleri işgal etmiştir. Mesela Amerika kıtası milletleri, altın hariç hiç bir metali işleyemiyordu ve işgalcileri taş baltalarla karşılıyorlardı. Ruslar, Yakutsky'i daha 1621'de işgal etmişti ama Buhara hanlığı gibi Orta Asya devletlerini 1860'a kadar işgal edemedi. Çünkü Osmanlı devleti, İran'ı baskılaması için Özbeklere top ve tüfek ustaları göndermişti. Silah teknolojisi gelişince Ruslar, bu bölgeyi on yılda, 1870 olduğunda fethetmiştir. İtalyan Habeşistan'ı (şimdiki Etiyopya) 1933 gibi geç bir tarihte,  gaz bombaları ile işgal edebildi. Tayland'a ise hiç giremediler. Afrika kıtasına ise, hummalı sıtma yüzünden giremeyip, köle toplamakla yetindiler. Ancak 19. yy ortalarından sonra, kinin ve benzeri ilaçlar gelişince kıtayı paylaştılar.

Türkler ise genelde askerlik hariç her açıdan geri oldukları toplumların üzerinde hakim oldular. Tarih boyunca Türklerin egemenliğine giren toplumlarda genelde okuma-yazma, Türklerden daha fazla oldu. Türkler matbaayı teoride üç yüz yıl (Lale devri), pratikte dört yüz yıl (Tanzimat fermanı) kadar geç alırken, Hristiyan azınlıklar bir kaç yıl kadar sonra kendi matbaalarını kurmuştu. Türklerin ünlü sanatçıları , alimlerinin, esnaflarının ve tüccarlarının pek çoğu azınlık veya devşirmedir.

Devşirme demişken: Türkler egemen oldukları toplumlardan kızlarla evlenmiş, onlardan çocuklar yapıp, evlatları olarak kabul etmişlerdir. Sadece gelin-kız almakla kalmamış, devşirdikleri bazı erkekleri de damatları yapmışlardır.  Bunun sonucunda da bir kaç nesil sonra fiziksel olarak egemen oldukları milletlere benzemiş, onlarla fiziksel farkları yok denecek kadar az olmuştur. Avrupalılar ise genelde sömürgelerdeki halklardan kadınlarla eğlenmişlerse de evlenmemişler, onlarda peyda ettikleri çocukları sahiplenmemiş, bu sebepten de genelde fiziksel özelliklerini korumuşlardır.

Bu sebepten Türklerde faşizan duygu ve tavırlar ara ara çıkmış, genel bir politika olmamıştır. Azınlıklar da ara ara progromlara, sürgünlere maruz kalsalar da, biraz zaman geçince, hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmişler ya da etmeye çalışmışlardır.



Avrupalılarda da faşizm, Türklerdeki gibi iki yüzlülüğe doğru eviriliyor. Onların da artık birilerini pis Zenci, barbar Türk diye açık açık aşağılayacak gücü yok. Bir kaç yıl önce bir haber dinlemiştim. Kanada'da bir kadın, hastanede beyaz doktor bulamayınca krize girmiş. Narin ve şımarık büyümüş Kanadalı çocuklar, o zor tıp derslerini almak istemiyorlar. Kanada, her sene tüm dünyadaki siyasi mültecilerin en az yüzde onunu ülkesine kabul ediyor. Dünyanın ikinci en büyük ülkesi ama nüfusu kırk milyon bile değil ve doğum oranları çok düşük. Dünyadaki ülkelerin üçte birinde doğum oranları, mevcut nüfusu korumaya yeterli değil. Artık ülkeleri işgal etmek, işgal edilse bile elde tutmak kolay değil.

Bu, faşizm bitiyor ya da bitecek anlamına gelmez, zaten duygular bitmez, bilinç altına itilir, ideolojiler de bitmez,  yeraltına çekilir. Alevi-Kürt vesaire  arkadaşlarım da var diyen tipler, en tehlikeli tiplerdir. Çünkü onlar sizi incitmek için en uygun zamanı beklemektedir ve size yakınlığı, sizin güveninizi kazanmaktır.

Türkçü, Atsızcı, Turancı tiplerin genelde ergen olması da bu zorunlu iki yüzlülüktendir.  Ergenlik, insanın siyasetle ilk tanıştığı zamandır ve yarı çocukluk olduğu için ergen, umursamazdır. Birilerini ırkı ya da dinine göre aşağılamış olmayı çok da umursamaz zira hayatı tam tanımamıştır.  Lakin biraz büyüyüp, başka insanlarla ilişkiye girdiğinde, faşistliğin o kadar kolay olmadığını öğrenir. Bu yüzden ya faşizan duygularını törpüler ya da saklar.

Bu saklama, din faşizmi içinde geçerli. Din kültürü bir öğretmenin anlattığına göre artık milli eğitim, seminerlerde din öğretmenlerine daha hoşgörülü olmalarını çünkü din öğretmenlerinin yarattığı travmaların insanları dinsiz bıraktığını söylüyormuş.



1 Ocak 2022 Cumartesi

ERGENLİK GÜZELDİR

 


Ülkece ergenliği çok aşağıladığımızı düşünerek, bu başlıkta bir yazı yazmaya karar verdim. Ergence lafı, sık kullanılan bir aşağılama sözü oldu.

Burada ilk çözmemiz gereken problem,  neden çocukluk sevilir, yetişkinlik övülür, yaşlılık yüceltilirken, ergenlik böyle aşağılanmaktadır. İnsanların bir şekilde yaşadıkları bu kadar aşağılaması da bence çok yersiz. Hatta halen ergenlik çağında olanlar da birbirini ergenlikle suçluyor.

Ben, yılların lise öğretmeni, hele de son on yılın çoğunu da yatılı okullarda çalışan biri olunca, ergenliği daha iyi anlamaya başladım ya da kendimi öyle sanıyorum. Ergen, çocuğun boy atıp, kilo almışıdır, bir de içinde yeni ortaya çıkmış cinsel arzular olan . Bu açıdan ergen, çocuk gibi maceracı, atılgan; yetişkin gibi de boylu-poslu ve kuvvetlidir. Çocuğu kandırır, zapt edebilirsiniz, ergende bunu yapamazsınız. Ergen sizi kandırır ve ergene güç yetiremezsiniz. Ergen, yapmak istediğini aptallığı gene yapar, bir gözünüz üzerinde olmalıdır.

Ergenlerin sürekli iri yarı olarak düşünülmesinin iki sebebi vardır. Biri ergenin ara ara bazı dönemlerde aniden boy atması, diğeri de lise filmleri ya da edebiyatında hep iri yarı oyuncuların oynamasıdır. Onedio, bir sürü lise konulu klip derlemiş, hepsinde de atletik ve iri yarı. Oysa ergenlerin çoğu, hele de spor yapmıyorsa, özellikle erken zamanlarında (11-14 yaş), boy ve kilo artışı paralel olmadığından biçimsizdir. Gene o meşhur lise filmlerinde, ergenlik sivilceleri falan da görülmez.

Ergene iş ya da sorumluluk verilirken, daima gözetip altında tutulmalı, çünkü kendisi sizin zerre kadar anlamadığınız matematik ya da fizik-kimya problemini çözebilse de, beyni tam gelişmemiştir ve 17-19 yaşlarına kadar bu gelişme tamamlanmayacaktır. Beyninde eksik olan şey, ödül-ceza algı mekanizmasıdır ve bu yüzden sorumluluk duygusu zayıftır. Mesela aşk-meşk ilişkilerine bakışı, küçük çocukların şekerleme-çikolata gibi yiyeceklere bakışı gibidir. Sevgilisi ile küçük bir bakışma, kısa bir sohbet bile ona büyük zevk verebilir ( Kültüre göre değişebilir. Her kültürde kadın-erkek ilişkileri aynı değildir) ve bu zevkten mahrum kaldığında çok ıstırap duyabilir.  Çocukların aksine bu ıstırap uzun süreli olup, intihara götürebilir (Romeo ve Jülyet'in orijinal hikayesinde Romeo 17, Jülyet 16 yaşındadır.).

Gene aynı ödül-ceza mekanizmasının ve dolayısı ile sorumluluk duygusunun zayıf olması, dürtülerine hakim olmasına da engel olur. Sonradan çok pişman olabileceği ya da hayatta hiç yapmayacağı bir şeyi o an için yapabilir. Mesela tanıdığım böyle bir liseli var, şu an son sınıfta. Birinci sınıftayken bir akşam, okul pansiyonunda etüt saatinden sonra, bir sebepten, okul duvarına tekme atıp, duvarı deliyor (Duvar, kartonpiyermiş. Ailesi gayet yüklü parayla sağlam bir duvar ördürdü) .  Şu an son sınıfta. Bu olaydan önce ve sonra,  hem öğretmenliğini yaptım, hem de pansiyonda o varken nöbet tuttum. Değil birini dövmek (duvara tekme atma sebebi de kavga değildi) ,kava etmek, küfretmek, birisine sinirlenip, sesini yükselttiğini, birine diklendiğini bile görmek bir yana duymadım bile. Ergenlikte dürtü kontrol problemleri de olabilir ve böyle sonradan çok pişman olunacak ve kendi kişiliği ile alakasız işler yapabilir.

Sonuçta bu ergenlik de, çocukluk gibi, güzel geçip,  geçmeyeceği, yetişkinlerin tavrına bağlıdır. Ergeni zapt etmek zor olduğu için,  ergen ana-babalığı bir başka zordur. 

Diğer yandan bu çağ,  cinsellikten, siyasete pek çok şeyi ilk defa tanıma ve hayattaki pek çok şeyin tadına ilk defa bakma çağıdır. Kendince pek çok güzellikler barındırır. Sadece daha fazla tahammül ve beceri gerektiriyor. Bunun için de ergenliği sevmemiz ve kabullenmemiz gerekiyor.

28 Aralık 2021 Salı

SÖMÜRGECİ GURBETÇİLER

 


Yıllar geçtikçe daha fazla kişi gurbetçilere antipati besler, eskilerin deyimi ilke gıcık olur. Bunun sebeplerini kendimce tane tane ve gurbetçilerin türüne göre yazmaya karar verdim. En başta şunu söylemeliyim ki, gurbetçi dediğimiz çok kişi, artık göç ettikleri ülkenin vatandaşı-insanı ve Türklükleri ile Türkiye ilgili bağlarını kendi çıkarları için kullanıyor. Türkiye'de para kazanıp, egolarını tatmin edip, yurt dışında harcıyorlar. Bunları gruplara ayırarak inceleyelim;

KLASİK GURBETÇİLER: Aralarında akrabalarımın da olduğu gruptur ve çoğunlukla  Almanya başta olmak üzere, sanayileşmiş batı ülkelerinde yaşar, yazın tatile memlekete gelirler. Memlekette evleri, hatta apartmanları vardır. Bunlardan muazzam kira geliri alırlar. Türkiye'deki akrabalarından kiracılarını gözetmelerini, mülklerini korumalarını, resmi muamelelerini yapmalarını; akrabalık namına isterler. Avrupa'dan getirdikleri hediyeler her sene daha da azalıp, ucuzlar. Buna karşılık akraba evine misafirlik diye çöküp, tatili bedava getirdikleri olduğu gibi, kendi evleri varsa bile tam yemek saatinde misafir olmayı da severler. 

Alevi olanları hariç genelde dinci-milliyetçidirler. Ben Avrupa'daki Alevilerin önemli bir kısmının da  gizlice sağcı partilere oy verdiklerine yemin edebilirim ama ispatlayamam. Zira bu sağ partiler sayesinde,  aldıkları arazilerden imar geçiyor, döviz birikimleri Türk lirası karşısında sürekli değerleniyor, yabancılara mülk satışı özendiriliyor ve bu da mülklerinin kira ve satış gelirlerini arttırıyor. Bankaların yüksek faizi de cabası.

Yaşadıkları batı ülkelerinde sola, hatta en sola oy vermeye dikkat ederken, Türkiye'de en sağa oy vermeye dikkat ederler. Mesela bir Türk, Almanya'da, sosyal demokratlara oy verir, Yeşillerden milletvekili seçilir ama Türkiye'de oy vermek için daima sağ partileri seçer. Hatta sağ partilerin propagandasını yapar.

Dahası Avrupa ülkelerinde Kürtçe eğitimi, Cemevlerinin ibadethane olmasını savunacak kadar demokratken, Türkiye'ye gelip; her türlü ayrımcı-faşizan propagandayı yaparlar. Bunu bir de Türkçe konuşurken zorlanan son nesil gurbetçiler yapınca, hem komik, hem de sinir bozucu oluyor.

FETÖCÜLER: Bunlar bir de mazlum ayağına yatıyorlar. Aslında pek çoğu pasaport çıkarabilecek durumda ama sığınmacı olmak için yurt dışına illegal olarak çıkmaları gerekiyor. Pek çoğunun da ölüme giden hikayesi bu. Bu topluluk, halen Türkiye'den para toplamaya devam ediyor.

YETMEZ AMACILAR VE KUMPASÇILAR: Bu kişilerin çoğunun  halen de cumhuriyet ve Atatürk değerleri ile pek barışmış değil.  Bu kitlenin doksanlardan itibaren yazıp-çizdiklerine bakacak olursak, laikliğin ve demokrasinin yıkılması için özellikle uğraştıklarını görürüz. Bunlar bir kaç ay kadar önce Paris'te bir toplantı yaptılar. Siyasal İslamın ağzına doladığı Beyaz Türk lafının mucidi Nilüfer Göle, en çok ağlayan olmuş. Oysa Nilüfer hanım, pavyona gitmek yerine tiyatroya giden, kitap okuyan, birilerinin dördüncü karısı olmak istemeyen herkesi beyaz Türk ilan etmişti. Benzer bir tavrı Orhan Pamuk yapmış, Atatürkçüleri faşist ilan etmişti. Üstelik bunu doksanların ortalarında bile yapmıştı. Can Dündar'da, gene daha doksanların sonuna doğru ( 1997) Ergenekon kitabını yazdı. Kumpas davasından yargılananlara başka kapıya dedi. Bunları sadece 2010'lu yıllarda değil, daha eski yazdıklarını da incelemek gereklidir. Ben yurt dışına çıkmamış, yabancı dil bilmeyen, yüksek lisans ve doktorası olmayan lise öğretmeni ya da taşra öğretmeninin ve pek çok insanın gördüklerini, o kadar eğitim ve tecrübe ile görmedi? Son olarak, Orhan Pamuk ne cesaretle küçükken karga kovalamış, bıyıkları yukarı kıvrık kolağasını, kötü karakter olarak romanına ekliyor? Son nesilde türbanlı kızlar bile Atatürk resimli-imzalı tişört giyiyor, aynı şekilde telefon kabı falan kullanıyor. Sonra işte böyle bir zamanlar laf soktuğu Atatürkçü Fazıl Say'ın arkasına sığınırsın. Ayrıca: https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html

YURT DIŞINDA YAŞAYAN ŞEYHLER: Sadece darbe teşebbüscülerinin malum efendisi değil, onun gibi bir kaç şeyh daha var yurt dışında, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve özellikle Pennsylvania'da yaşayan. Biri zaten (Pensilvanya değil ama A.B.D'de bir şehirde) orada öldü, kendisini mehdi ilan etmişti. Bir de Nakşibendiliğin Kıbrıs kolu olan Kıbrısileri dergahının şimdiki şeyhi (adını hatırlamak istemiyorum) Önceki şeyhi Nazım Kıbrısi'yi seksenli yıllarda Erol ve Haldun Simavi medyası ( Bu iki kardeş,  doksanlı yılların başlarında medya şirketlerini ya Aydın Doğan ve başkalarına sattı, ya da Günaydın gazetesi gibi iflas etti) öve öve bitiremiyordu. Bu Nazım Kıbrısi'nin özellikle havalimanlarında şöyle beş dakika sohbet edip, Müslümansa müridi, Gayrı Müslümse hem müridi  hem de Müslüman yaptıklarını saya saya bitiremiyorlardı. Kıbrısi meşhur fesli tarihçinin de şeyhidir. Seksenler boyunca 12 Eylül ve Özal yönetimince özellikle korunmuştur. Kıbrıs Türk devleti istihbaratına göre de İngiliz istihbaratının elemanıydı. Kıbrıs mücahitlerine yardım etmediği gibi, İngiliz işgal yönetimini de desteklemiştir. (Burada 12 Eylül'ün gardırop Atatürkçülüğünün ne kadar iki yüzlü olduğunu görüyoruz.

POPÜLER KİTAP SATICISI AKADEMİSYENLER: Yurt dışı üniversitelerinde profesörlük yapıp, Türkiye adına değil de, o ülke adına  bilim üreten, doğru dürüst Türk öğrencisi bile olmayan akademisyenleri kastediyorum. Rahmetli, Oktay Sinanoğlu, Doğan Cüceloğlu ve Said-i Nursi aşığı Şerif Mardin, ilk aklıma gelenler.

BUĞRA  ATSIZ-FAŞİZMİN MİRASYEDİCİSİ: Buğra bey, meşhur Hüseyin Nihal Atsız'ın Kanada'da yaşayan oğlu. Çocukları da, torunları da Kanada'ya yerleşmiş durumda. Kendisi ve ailesi, Kanada'nın demokratik ortamında refah ve mesut içinde yaşarken, babasının hayranı ırkçıları kışkırtmakla meşgul. Zira babası öleli elli yıla yaklaşmış biri olarak çok satan bir yazar. Kanuna göre bir yazar ölünce, mirasçıları yetmiş yıl boyunca telif alabiliyor. Atsız, 1975 Aralık ayında öldüğüne göre mirasçıları da 2045 Aralık ayına kadar telif alacak.

Peki daha geçen gün yakılarak öldürülen üç Suriyeli işçinin canı değer mi tüm dünyanın parasına? İktidar, Alevilere ve Kürtlere karşı Atsızcılığı silah olarak kullanmak için, yedekte tutma çabasında. Zira milliyetçilik adına ondan başka idol-çok satan kuramcı yok (o da bildin Faşist kuramın tekrarı, o başka bir konu.). Milliyetçiliğin kahramanları 1980 öncesi sol örgütlerle, sonra da PKK ile mücadelede ölen gencecik insanlar. Diğer milliyetçi-ırkçı yazarlar da çok satmıyorlar, satsalar da tek atımlık barutları var Atsız gibi idol olamıyorlar. (Bunun sebebi bambaşka bir yazı konusu). 

Atsızcılar, giderek daha fazla dinsizleşip (Atsız'ın kendisi de, iki oğlunun yazdıklarına göre dinsizdi ama pek çok eseri ilk önce, Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu dergisinde (doksanların beşhur İBDA-C (İslam'ın Büyük Doğu Akıncıları Cephesi-terör örgütü adını bu dergiden almıştı) yayımlanmıştı. Bakmayın Atsız, ümmetçiliğe karşıyı deyip durmalarına, faşizm, faşizmdir. ), ana akım milliyetçilikten ayrılıyorlar. İzmir'de yakılan üç Suriyeli ve Ankara Altındağ'da olanlarda, giderek artan Atsızcılığın etkisi yok mu sanıyorsunuz? Yarın bir gün Amerika'daki gibi okul baskını olmayacak ya da bir otel dolusu Katarlı (Dubai ya da Suudi'de olabilir) zenginin de öldürülebileceğini öngörmüyor musunuz? Atısz, Boşnaklara, Çerkezlere, Pomaklara ve benzeri diğer  unsurları (milliyet sorunları olmasa ve kaynaşmış olmasalar bile) düşman olarak görüyordu. (Oğlu Yağmur'a yazdığı meşhur mektuba bakın.) 

Böyle cinayetler olduğunda da nereden biliyorsunuz demeyin. Pek çok insan, siyasi körlükten, odadaki fili görmüyor. Hem de artık yavru olmayan, gayet yetişkin bir fil.

Bazen siyasi telaştan odada T-Rex olsa görünmez, o da ayrı konu.

23 Aralık 2021 Perşembe

SAÇ TARAMANIN GEREKLİLİĞİ


,

 Köy yanarken saç taramakla ilgili malum atasözü-deyimi eminim herkes biliyordur. Bir de ara ara sosyal medyada çok dillendirilmeye başlandı. Ben bu sözlere karşı çıkacağım, hem de tarihten örnekler vererek.

En başta filozof ve matematikçi Descartes, gördüğü rüyalar (ya da hayaller) üzerine, otuz yıl savaşlarının tam ortasında ordudan ayrıldı ve kendisini bilime ve felsefeye verdi. Albert Camus, Yabancı romanını yazarken, Fransa, Almanya işgali altındaydı. İkinci dünya savaşının tam ortasındaydı. Pek çok sanatsal şaheser, kıyametin koptuğu zamanlarda  yapıldı.



Ne olursa olsun insan yaşamak zorundadır. İnsanca yaşamak içinde kendisini geliştirmek zorundadır. Bu kendini geliştirmek,  yabancı dil öğrenmek kadar,  bağlama-gitar çalmak, başka bir şehri-ülkeyi görmekte ihtiyaçtır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dediği gibi, Türk gençliğine kendi ile ilgilenmesine izin verilmedi.

Benim kuşağım, yani yetmişlerde ve seksenlerin başında doğmuş olan kuşak (bu nesil Z ise, biz de x yada ü kuşağı oluyoruz) özellikle apolitik olmak için uğraştı. Bu uğurda önce futbola, sonra da pop müziğe sığındı. Sonra her ikisi de politikaya bulaşıp, gençleri de politikaya sürüklemeye çalıştı. Z kuşağı ise garibim, dolar kuru ne olacak diye para politikasını kurulunu takip eden liselilerden oluşuyor, nasıl apolitik olabilsin?

Biz yaşını başını alanlar şunu bilmelidir ki, apolitik olmak da haktır, iktidardan yana olmak da, muhalif olmakta. Bir gencin ilk işi, kendi yönünü seçmek ve bu yön için kendini geliştirmektir.

Genç ya da yaşlı, biz de, kendi kendimizin değerini bilelim. Bize hep kendimizi kurban etmemizi, kendimizi feda etmemizi istenilir. Oysa koyunların bile kurban olması için en azında  üç yaşını doldurması, biraz etlenmesi beklenir. Biz de en azından biraz büyüyelim, yetişelim, kaliteli insanlar olalım.

İnsanların kendisi için bir şeyler istemesi, daha mutlu, huzurlu, müreffeh olmayı istemesi ayıp değildir. Her şeyin internetten ve hatta cep uygulamalarından olduğu bu devirde iyi bir cep telefonu lüks değildir ve çıkar telefonunu diyenin ağzına telefon tıkmak farzdır.

Bizim politikacılarımız, üst düzey bürokratlarımız ve hatta özel sektörde işverenlerimiz,  gelişmiş ülkelerdeki işverenlerden daha düşük yaşam şartlarında çalışıyorlar mı ki bizden daha düşük yaşam standartlarını kabul edelim? Bize diyorlar ki, beğenmiyorsun, çek git. Biz de yurt dışına gidince ya da aniden başka bir yere tayin isteyince ya da iş değiştirince bize neden hain diyorlar?

Sayın okurlarım, tamam köy yanıyor ve artık hangi şerefsiz yaktıysa, o söndürsün, yok mu buralarda bir itfaiyeci. Sürekli her leyden sorumlu olmak sizi bunaltmıyor mu? Twitter'a giriyorsun, herifin biri, bir kadını açıkça tehdit ediyor, tutuklansın diye tweet atıyorsun, oy veriyorsun,  oy veriyorsun, çalınmasın diye sabah kadar bekliyorsun. 

Bir de yoksulluğa mı karşı biz fedakarlık yapacağız? En azından kendimizi fakirlikten koruyalım. Bu fakirlik, fedakarlık kültürünü ret edelim.

Bencil olmak sadece zenginlerin hakkı değildir.